Bibliyografya



Yüklə 1,17 Mb.
səhifə1/40
tarix18.12.2018
ölçüsü1,17 Mb.
#86273
  1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   40

Kaçarlar zamanında (1729-1925) bu un­van sahipleri hemen aynı görevleri üst­lenmişlerdi. Nâsırüddin Şah'ın (1848-1896) saltanatının son yıllarında eşik ağasıba-şılığı teşrifat vezirinin unvanı olmuştu. Osmanlılar'da ise eşik ağalarının görevi kapıcı ve teşrif atçı basılar arasında pay­laşılmıştır.

Bibliyografya:

Selânikî. Târih (İpşirli), II, 840; İskender Bey MünşT, Târih, tür. yer.; Uzunçarşılı, Medhal, s. 275, 287; Hasan-e Fasâ'i's. History of Persia under Oâjar Rule1, London 1972, s. 37; Faruk Sümer, Safeut Devleti­nin Kuruluşu ve Gelişmesinde Anadolu Türk­lerinin Rolü, Ankara 1976, s. 60; DMF, 1, 343-344; Tahsin Yazıcı. "Safevîler", İA, X, 57; R. M. Savory, "Işhik-Âkâsi", EI2 (Fr.): IV, 123-124.



EŞİTLİK2




EŞKÂL DEFTERİ

Osmanlılar zamanında çeşitli devlet hizmetlerinde kullanılmak üzere toplanan hıristiyan çocuklarının kimliklerine dair bilgilerin bulunduğu defter.3



EŞKIYA

Sözlükte "bedbaht, talihsiz; günah­kâr, âsi" gibi mânalara gelen şakî keli­mesinin çoğuludur. Ancak eşkıya Türkçe'de farklı bir anlam kazanmış olup "yol kesen" mânasına gelen kâtıu't-tarîk (kuttâu't-tarîk), "haydut, harami" anla­mına gelen muhârib kelimelerinin kar­şılığı olarak kullanılmaktadır. Bu sebep­le eşkıyalık ve eşkıya, İslâm ceza huku­kunun klasik sistematiğinde had suç­ları arasında yer alan "hırâbe" suçunun ve suçlusunun Türkçe'deki karşılığını teş­kil eder.4

Kamu düzeninin, emniyet ve asayişin sağlanması, kişilerin mal ve canlarının, seyahat özgürlüklerinin korunması İs­lâm'ın temel amaçları arasında yer aldı­ğından eşkıyalık suçu dinen büyük gü­nahlar, hukuken de büyük suçlar arasın­da sayılmış, bu suç ve uygulanacak cezaî müeyyideleri konusunda Kur'an ve Sün-nefte özel hüküm ve açıklamalar yer al­mıştır. Kur'an'da bu hususta, "Allah ve Resulü'ne karşı savaşanların ve yeryü­zünde düzeni bozmaya çalışanların ce­zası öldürülmeleri yahut asılmaları veya el ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi yahut da bulundukları yerden sürülme­leridir. Bu onların dünyadaki rüsvaylığı-dır. Âhirette ise onlar için büyük bir azap vardır"5 hükmü yer alır. Âyetin nüzul sebebi olarak birkaç eşkı­yalık hadisesi zikredilmekle veya âyetin harbîler, mürtedler, müşrik ve yabancı­lar hakkında hüküm bildirdiği şeklinde bazı görüşler bulunmakla birlikte İslâm hukukçuları arasında hâkim kanaat bu­nun İslâm ülkesinde yol kesip baskın ya­pan müslüman veya zimmîler hakkında hüküm bildirdiği yönündedir. Suçun Al­lah ve Resulü'ne karşı savaş açma şek­linde nitelendirilmesi onun ağırlığını vur­gulama amacıyla izah edilir. Hz. Pey-gamber'in de toplum güvenliğini, genel asayişi ihlâl eden. yol kesen, baskın ya­pıp adam öldürenleri âyette zikredilen cezalara benzer şekilde cezalandırdığı rivayetleri mevcuttur.6

Konuyla ilgili âyet ve hadislerde eşkı­yalık suçu için önerilen cezaî müeyyide­ler, o dönemde Arap toplumunun bildi­ği ve düzensiz de olsa uygulamaya ça­lıştığı cezalar arasında yer almakta olup yol keserek yağmada bulunan eşkıya­nın İslâm öncesi devirde de ölüm ceza­sına çarptırıldığı rivayet edilmektedir. Toplum düzeninin ve kamu otoritesinin bulunduğu her dönemde eşkıyalığın ağır suçlardan sayıldığı, çeşitli cezaî müey­yidelerle önlenmeye çalışıldığı muhak­kaktır. İslâm hukukçuları da hem ilgi­li âyet ve hadislerde yer alan hüküm­lerden, hem de yaşadıkları toplumların gelenek ve telakkileriyle içinde bulun­dukları şartlardan hareketle eşkıyalık suçunun mahiyeti, oluşumu ve uygula­nacak cezaî müeyyideler konusunda ay­rıntılı ve zengin bir hukuk doktrini geliştirmişlerdir.



a- Suç. Eşkıyalık7 genelde silâhla yahut başka bir şekilde zor kul­lanarak yol kesip veya baskın yapıp ma­la ve cana tecavüz, kamu düzenini ve asayişi ihlâl olarak anlaşılır. Ancak hu­kukçuların ve hukuk ekollerinin bakış açısındaki değişikliğe göre suçun tanım­lanmasında bazı farklılıklar vardır. Nite­kim Mâlikîler ve Zahirîler ırza tecavüzü de eşkıyalık kapsamında sayarlar. Şehir içinde gerçekleştirilen silâhlı gasp ve soy­gundan hile ile ve gizlilik içinde yapılan suikaste kadar birçok eylem türünün eş­kıyalık sayılıp sayılmayacağı İslâm hu­kukçuları arasında tartışmalıdır. Fıkıh literatüründe eşkıyalık suçunun "büyük hırsızlık" olarak adlandırıldığı da görül­mekle birlikte hırsızlık suçunun özünü, cebir ve şiddet kullanmaksızın bir malın gizlice alınması teşkil ettiğinden eşkıya­lığın teknik anlamda hırsızlığın bir türü sayılması doğru olmaz. Eşkıyalık suçu­nun şahıs ve mal aleyhine işlenen bazı suçlan da içermesi mümkün olmakla bir­likte toplum aleyhine işlenmiş olma vas­fı ağırlık taşır. Bundan dolayı karma bir suç sayılabilecek olan eşkıyalığın gerçek­leşmesi için aranan şartlarda bir eksik­liğin bulunması halinde eşkıyalık için ön­görülen ağırlaştırılmış ceza düşer; bu arada şahıs ve mal aleyhine bir suç iş­lenmişse sadece onun cezası verilir. Ben­zeri suçlara oranla eşkıyalık için daha ağır bir cezanın konulmuş olması, onun toplum huzur ve emniyeti aleyhine iş­lenmiş bir suç olması özelliğinden kay­naklanır. Eşkıyalığı buna yakın bir suç olan bağydan ayıran en önemli fark ise eşkıyalıkta mevcut siyasî iktidara baş­kaldırı amacının bulunmayışıdır. Özellik­le Hz. Peygamber döneminde eşkıyalık ile bağy ve irtidad İçice bir görünüm ar-zetmekle birlikte sonraki dönemlerde oluşan literatürde bu suçlar birbirinden titizlikle ayrılmıştır.

İslâm hukukunda eşkıyalık suçunun işlenmiş sayılabilmesi için suçlu, suç aleti, suçun işlenme şekli, yeri ve zama­nı, suç mağduru ve suç teşkil eden fiil­le ilgili olarak bazı şartların bulunması aranmış, böylece suçta kanunîlik ilkesi korunmaya çalışılmıştır. Suçun gerçek­leşmesi için suçlunun akıllı ve bulûğa ermiş bir kimse ve İslâm ülkesi vatan­daşı olması şartları aranır. Suçlunun hür veya köle, erkek veya kadın, müslüman veya zimmî olması farketmez. İslâm hu­kukçularının genel temayülü bu olmak­la birlikte kadın ve müste'minin bu yön­deki eyleminin eşkıyalık suçu sayılıp sa­yılmayacağı tartışmalıdır. Hanefî hukuk­çularının çoğunluğu, kadınların yaratı­lışları gereği ve âdeten böyle bir suçu aslî fail olarak işlemeyeceği, ancak er­keklerin yanında veya onların baskısıyla bu tür bir suça katılacağı kanaatini ta­şıdıklarından kadınlara eşkıyalık suçu isnadını doğru bulmazlar. Hanefî mez­hebinde Tahâvî ve bir grup fakihle diğer hukuk ekollerine mensup fakihler ise bu konuda kadınla erkek arasında bir fark gözetmemişlerdir."Yine fakihlerin çoğunluğu. İslâm ülkesinde geçici bir sü­re için bulunan yabancıların (müste'min) benzeri bir eyleminin eşkıyalık teşkil et­meyeceği, ancak öldürme, hırsızlık veya gasp gibi şahıs ve mal aleyhine bir suç işlemişlerse onun cezasını çekecekleri görüşündedir. Gerekçe olarak da müs-te'minin kamu düzenini koruma yönün­de üike vatandaşı ölçüsünde sorumlu olmadığını ifade ederler. Başta Ebû Yû­suf olmak üzere bir grup fakih ise bu konuda aksi görüştedir.

İslâm hukukçuları, eşkıyalık suçunun gerçekleşmiş sayilabilmesi için suçun açıkça ve şiddet kullanılarak işlenmiş olması gerektiği üzerinde hemen hemen görüş birliği içindedirler. Bu şart. da­ha ağır cezaî müeyyideleri bulunan eş­kıyalığı hırsızlık suçundan ayıran temel farklardan biri olarak görüldüğünden doktrinde ayrıntıları ile ele alınır. Farklı hukuk ekollerinin suçun ancak İslâm ül­kesinde, belli sayıda suçlu tarafından, silâh zoruyla ve şehir dışında işlenmesi­ni şart koşmaları veya kullanılan silâhın türü, mağdurun yardım isteme imkânı, şehir içinde suçun işlenme vaktiyle ilgili mülâhazaları, bu cebir ve şiddet unsu­runu hukukî ve objektif ölçülerle belirleme gayretinden kaynaklanır.

Hanefî fakihlerinin önemli bir kısmı ile Hanbelî fakihleri eşkıyalığın ancak üç ve daha fazla sayıda kişi tarafından işlenebileceğini, bir veya iki kişinin ya­pacağı saldırı ve yağmanın eşkıyalık sa­yılmayıp şahıs ve mal aleyhine işlenen suç düzeyinde kalacağını ifade ederken suçun işlenmesindeki cebir ve şiddet kul­lanımı, aleniyet ve kamu düzenini ihlâl unsurlarının tam gerçekleşmediğine işa­ret etmek isterler. Fakihlerin çoğunlu­ğu ise suçun oluşmasında sayı şartı ara­maz. Öte yandan insanların saldırı kar­şısında kendilerini koruma ve savunma, etraftan veya devlet güçlerinden yardım isteme imkânlarının bulunup bulunma­dığı da suçun teşekkülünde önemli bir kriter olarak benimsenir. Bu sebeple Ebû Hanîfe, Süfyân es-Sevrî, İshak b. Râhû-ye, Ahmed b. Hanbel, bazı Hanefi ve Han­belî fakihleriyle Şîa'dan Zeydiyye mez­hebi eşkıyalık suçunun ancak şehir, ka­saba, köy gibi meskûn bölgelerin dışın­da işlenebileceğini, şehir içinde işlenen benzeri suçların ise hırsızlık, gasp ve ihtîlâs gibi adlarla anılıp ona göre işlem yapılacağını belirtmişlerdir. Ebü Yûsuf, Mâlik. Şafiî, Leys b. Sa'd, Evzâî, İbn Hazm ve Şîa'dan İmâmiyye fakihleri başta ol­mak üzere ikinci bir grup hukukçuya gö­re ise şehirde yapılan zorbalık, baskın ve yağmanın da suç mağdurlarının ben­zeri bir imkânsızlık içinde bulunması du­rumunda eşkıyalık sayılması gerekir. Hat­ta şehirdeki eşkıyalığı kamu düzenini ih­lâl yönünden daha ağır bir suç sayanlar da vardır. Sonraki dönem Hanefî fakih-lerinden Kâsânî, Ebû Hanîfe ile Ebû Yû­suf arasındaki görüş ayrılığını, Ebû Ha­nîfe devrinde şehir ve kasabalarda ge­nel asayişin sağlanması sebebiyle zor­balık, gasp ve yağmanın ancak şehir dı­şında mümkün olması, Ebû Yûsuf dö­neminde ise bunun şehir içinde de müm­kün hale gelmesi sebebiyle şartlarda bir değişikliğin meydana gelmiş bulunma­sına bağlar8. Zeylaî de bu durumu, Ebû Hanîfe döneminde şehir halkının silâh taşımasının ve şehir için­de eşkıyalığın fiilen mümkün olmaması, sonradan ise bunun mümkün hale gel­mesiyle açıklar9. Fakih­ler tarafından benimsenen, suçun İslâm ülkesinde işlenmiş olması şartı da hem devletin hâkimiyet alanı ilkesiyle hem de suç ve ceza ile ilgili şartların takibi imkânıyla uyum gösterir.

Eşkıyalıkta silâh kullanımıyla veya kul­lanılan silâhın mahiyetiyle ilgili tartışma­lar da yine bu zorbalık ve tehdit unsu­runu belirlemeye yöneliktir. Ebû Hanîfe ve diğer bazı fakihler, eylemin ancak si­lâhla işlenmesi halinde eşkıyalık sayıla­cağı görüşündedir. Ancak Ebü Hanîfe silâh tabiriyle örfen silâh denilen kesici ve delici aletleri kastederken fakihlerin çoğunluğu kullanılan aletin suç mağ­durlarını zorlayıcı ve baskı altına alıcı ol­ması özelliğinin bulunmasını yeterli gö­rüp taş, sopa, kırbaç, tahta parçası, yum­ruk vb. kullanılması halinde de suçun oluşabileceği görüşündedirler. Onların eşkıyalığın silâhsız da işlenebileceğini ifade etmeleri bu anlamdadır. Nitekim Ebü Yûsuf, şehir içinde gündüz işlenen eylemin eşkıyalık sayılması için örfî an­lamdaki silâh kullanımının şart olduğu­nu, fakat gece veya şehir dışındaki ey­lemlerde bu şartın gerekmediğini belir­terek kullanılan aletin tehdit ve baskı unsurunu taşıması şartına dikkat çeker. Sonraki dönem Hanefî fakihleri arasın­da Ebû Yûsuf'un görüşleri ağırlık kazan­mıştır.

Öyle anlaşılıyor ki İslâm hukukçuları suçun bilfiil işlenmiş olmasına veya suç mağdurunun sübjektif şartlarından zi­yade suçun hiçbir engelle karşılaşma­dan işlenme imkânının objektif olarak bulunup bulunmadığına önem vermek­tedir. Ebû Hanîfe'nin bu objektif şartla­rı belirlerken daha sıkı ölçüler getirdiği söylenebilir.

Eylemin alenen değil gizlice, hile yoluy­la işlenmesi de Mâlikîler'e ve bazı Han­belî fakihlerine göre. karşı durulması ve korunması mümkün olmadığı için eşkı­yalık sayılmalıdır. Buna bağlı olarak top­lumun önemli şahsiyetlerine karşı giri­şilen suikast ve saldırılar, gerek kamu düzenini ihlâl etmesi gerekse gizli ve ön­lenemez bir nitelik taşıması sebebiyle bir nevi baskı ve zorbalık unsuru içer­diği için eşkıyalık kapsamı içinde düşü­nülür.

Eşkıyalık, içinde birkaç suçu barındı-rabilen karma bir eylem olduğundan su­çun gerçekleşmesi için bunlardan biri­nin işlenmiş olması yeterlidir. Bunun için de mala veya şahsa karşı fiilen işlenmiş bir suç bulunmasa bile sadece yol em­niyetinin ve kamu düzeninin ihlâl edil­mesi tek başına yeterli sayılır. Gasbedi-len malın nisab miktarına ulaşması da başta Mâlikîler ve İmâmiyye fakihleri ol­mak üzere bir kısım İslâm hukukçusu­na göre şart değildir.

Eşkıyalık suçluların ortaklaşa gerçek­leştirdikleri bir eylem hüviyeti taşıdığı için Hanefîler de dahil fakihlerin çoğun­luğu bu konuda şahıs ve mala karşı sal­dırının bizzat işlenmesiyle gözcülük, si­lâh taşıyıcılığı, yardımcılık gibi suçluları koruyucu ve suçun işlenmesini kolaylaş­tırıcı eylemler arasında bir ayırım yap­mamış ve hepsini aynı derecede suçlu saymıştır. Şafiî fakihleri ise daha kural­cı bir yaklaşımla sadece öldürme ve gasp fiilini işleyenleri eşkıya saymaktan ya­nadır.

Eşkıyalık suçunun İslâm ülkesinde bu ülkenin vatandaşı olan müslüman ve zimmîye karşı işlenmiş olması gerekir. Müste'minin malı ve canıyla ilgili doku­nulmazlık ve koruma taahhüdü ülke va­tandaşı ile aynı ölçüde olmadığından ona karşı girişilen saldırı eşkıyalık sayılma­yıp sadece ihtiva ettiği suçlara göre ce­za görür.

Özellikle Hanefîler, suç mağdurunun yağmaya mâruz kalan mal üzerindeki zilyedliğinin sahih olması, yani hukukî ve meşru bir sebebe dayanması şartını ileri sürerler. Ancak bu şart eşkıyalığın oluşumu için değil eylemin mala karşı işlenen gasp ve yağma suçunu içermesi açısından aranır. Bu sebeple de gasp ve hırsızlık yoluyla ele geçirilen malın ikinci bir yağmaya mâruz kalması halinde bu ikinci eylem, malın hukukî dokunulmaz­lığı bulunmadığından yağma suçu sayıl­mamıştır. Klasik literatürde, eşkıyalığa mâruz kalan yani yağmalanan malın hır­sızlık suçunda da olduğu gibi mütekav-vim, muhafaza altında ve mülkiyet şüp­hesinden uzak bir mal olması, belli bir seviyenin (nisab) üzerinde malî değeri­nin bulunması gibi şartlardan söz edil­mekle birlikte bunlar genelde suçun oluş­ması için değil ağırlaştırıcı sebep konu­mundaki yağma unsurunun gerçekleşip suçluya daha ağır bir cezanın uygulana­bilmesi için aranmaktadır. Çünkü eşkı­yalık suçunun içinde yer alıp onu ağır­laştıran alt suçların bulunmaması halin­de suç sadece aslî özelliği olan kamu dü­zenine ve yol emniyetine karşı işlenmiş bir eylem seviyesinde kalır.

Eşkıyalık suçunun gerçekleşmesi için tamamlanmış olması gerektiği, teşeb­büs halinde kalan eylemin bu vasıfta bir suç sayılmayacağı şeklindeki görüşlere de yukandakine benzer bir açıklama ge­tirmek mümkündür. Eşkıyalık suçu için­de yer alabilen adam öldürme ve yağ­ma suçlan, neticesi harekete bitişik suç­lar grubunda yer aldığı için ancak bilfiil işlenmiş olması halinde gerçekleşmiş sayılır. Eşkıyalık suçunun kamu düzeni­ni ve yol güvenliğini ihlâl yönü ele alın­dığında ise teşebbüs halinde kalan eş­kıyalık eyleminin bile böyle bir ihlâl so­nucunu doğuracağı, bu sebeple de su­çun bu yönüyle teşekkülü için tamam­lanmış olmasının gerekmeyeceği açık­tır. Hukuk ekollerinin, adam öldürme ve yağma fiilleri gerçekleşmeden teşeb­büs halinde kalsa bile eşkıyalık suçunu belli bir seviyede de olsa gerçekleşmiş sayıp çeşitli cezalar önermeleri bu yüz­dendir. Hangi seviyede teşebbüsün suç teşkil ettiği ise ayrı bir tartışma konu­su olmuştur.

Suçun ispatı ve yargılama usulü İslâm ceza hukukunun genel esaslarına tâbi­dir. Bu konuda şüphe ve tereddüde yol açabilecek ispat vasıtaları ve karinelerle yetinilmeyerek açık, objektif ve kesin delil ve usullerin kullanılmasına özen gös­terilmiştir.

b- Ceza. Hukuken gerçekleşen eşkıya­lık suçuna uygulanacak müeyyideyle ilgili olarak Kur'an'da dört nevi cezadan söz edilir: öldürülme, asılma, el ve ayak­ların çaprazlama kesilmesi, sürgün edil­me10 Suç için öngörülen bu cezaların had grubunda yer aldığı. Allah ve toplum hakkı olarak uygulan­ması gerektiği, hâkim veya devlet baş­kanının bu cezaları başka cezalara çe­virme yetkisinin bulunmadığı konusun­da klasik dönem İslâm hukukçuları ara­sında görüş birliği vardır. Şahıs ve mal aleyhine münferiden işlenen suçlara gö­re daha ağır cezaların önerilmiş olması ise kamu düzen ve güvenliğini koruma­ya verilen önem sebebiyledir.

İlgili âyette, Allah ve Resulü'ne karşı savaşma ve yeryüzünde düzeni bozma suçuna karşılık dört ayrı ceza türünden söz edilmesi ve bu ceza türlerinin birbi­rine "veya, yahut" anlamına gelen bir edatla bağlanması, suçun hangi tür ve kademesinde hangi cezanın gerekeceği, hâkim veya devlet başkanının eşkıya için bu cezalardan birini takdir ve seçme hakkına sahip bulunup bulunmadığı yö­nünde İslâm hukukçulan arasında önem­li sayılabilecek bir tartışmanın başlama­sına sebep teşkil etmiştir. Buna ilâve­ten eşkıyalığın basit ve tek bir suç olma­yıp farklı ağırlıktaki cezalara denk fark­lı seviyede suçlardan teşekkül eden kar­ma bir suç olması, bu alt suçlar arasın­da Allah ve kamu hakkının ihlâli sayılan­ların bulunmasının yanı sıra şahıs hak­larını ihlâl edenlerin de yer alması, dev­letin eşkıyayı cezalandırma hak ve yet­kisinin mahiyet ve sınırları konusunda farklı görüşlerin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Sahabeden İbn Abbas. ta­biîn neslinden Saîd b. Müseyyeb, İbra­him en-Nehaî, Mücâhid b. Cebr. Hasan-ı Basrî. Ata" b. Ebü Rebâh başta olmak üzere ilk dönem İslâm âlimlerinin bir kıs­mının, âyetin ifade tarz ve üslûbundan hareketle devlet başkanının eşkıyaya âyette öngörülen cezalardan uygun gör­düğünü verebileceği görüşünde olduğu rivayet edilir. Ancak devlet başkanına veya onun adına hareket edecek kimse­ye tanınan cezayı seçme hakkının sınır­larının ne olacağı pek açık değildir. İbn Hazm, bu konuda devletin cezayı takdir ve seçimde öncelik hakkına sahip olmak­la birlikte suçluya sadece tek bir cezayı uygulama hakkının bulunduğu, bu se­beple de aynı suçlu üzerinde birden faz­la ceza türünü birleştiremeyeceği. fa­kat devletin takdir hakkının suç mağ­duru şahısların haklarını iskat etmeyeceği görüşündedir. İmam Mâlik'in kana­ati de buna yakın olup o da devlet baş­kanının seçim hakkını prensip olarak ka­bul etmekle birlikte bunun mağdur kişi ve toplum hakkının korunması yönünde sınırlı tutulmasına, şahıs ve mal aleyhi­ne işlenen suçlar için dengi cezadan aşa­ğı inilmemesine özen gösterir. İmâm Mâ-lik'e göre devlet adam öldüren eşkıyaya ölüm, yağma edene el ve ayağın çap­razlama kesilmesi, sadece yol keserek kamu düzenini ve yol emniyetini ihlâl edene ise sürgün cezası vermek zorun­dadır. Devletin bu durumlarda daha ha­fif bir ceza verme veya affetme yönün­de takdir hakkı yoktur. Ancak suçun ön­lenmesi, kamu düzeninin korunması ve­ya eşkıyanın konumu itibariyle gerekli görüyorsa suçluya daha ağır bir ceza ve­rebilir. İmâmiyye hukukçularının görüşü de bu merkezdedir.

İslâm hukukçularının büyük çoğunlu­ğu ise devletin bu konudaki takdir hak­kını daha daraltma ve suçlu lehine sınırlandırma yanlısıdır. Onlara göre âyet­te seçimlik dört tür cezadan değil, su­çun dört kademesine uygun düşen dört nevi cezadan söz edilir. Eşkıyalık suçu ağırlık itibariyle adam öldürüp mal yağ­ma etme, adam öldürme, yağma, sade­ce kamu düzeni ve yol emniyetini ihlâl şeklinde dört gruba ayrılır. Âyette de ağırdan hafife doğru dört nevi ceza zik­redilmiş olup bu cezalar eşkıyalık suçu­nun dört kademedeki karşılığını teşkil eder. Bu sebeple adam öldürüp mal yağ­ma eden eşkıyanın öldürülmesi veya ası­larak öldürülmesi, sadece adam öldüre­nin öldürülmesi, mal yağma edenin el ve ayaklarının çapraz kesilmesi, sadece yol emniyetini ihlâl edenin de sürgün edilmesi gerekir. Devlet bu suçlara kar­şılığı olan cezadan daha ağırını veremez veya bu cezalan affedemez. Ayrıntıda aralarında bazı görüş farklılıkları bulun­makla birlikte İslâm hukukçularının ço­ğunluğu prensip olarak bu görüştedir. Böylece onlar, eylem sahibinin hangi tür suça hangi cezanın verileceğini bilerek suçu işlemiş olmasına, dolayısıyla ceza­landırmada kanunilik ilkesinin korun­masına ağırlık vermekte, yetkili merci­lerin takdir hakkını da kısıtlayarak aynı tür suçlara farklı cezaların uygulanma­sını önlemeye çalışmaktadırlar. Mâlikîler ve Zahirîler, eşkıyalık suçunu daha kapsamlı tanımlayıp ırza tecavüz de da­hil kamu düzen ve güvenliğini ihlâl eden, cebir ve şiddete dayalı olarak işlenen her suçu bu çerçevede gördüklerinden dev­lete suçluyu cezalandırmada daha geniş bir yetki tanımayı tercih etmişlerdir. Bu sebeple her iki temayül de kendi içinde savunulabilir bir tutarlılık taşır.

Eşkıyaya verilecek asılma cezası ceza­yı ağırlaştırıcı, suçluyu ve cezayı teşhir edip kamu vicdanını yatıştırıcı ve top­lumda suçun işlenmesini önleyici bir rol oynar. Ancak fakihler bu cezanın uygu­lanma şeklinde farklı görüşlere sahip­tir. Ebû Hanîfe, Şâfıî ve Ahmed b. Han-bel ile Zeydiyye mezhebindeki hâkim gö­rüşe göre eşkıya öldürüldükten sonra bir yere asılarak teşhir edilir. Asmadan amaç suçlunun işkence görmesi ve ce­zanın ağırlaştırılması değil kamuoyunun uyanlmasıdır. Aralarında Ebû Yûsuf, Mâ­lik b. Enes, Evzâî ve Leys b. Sa'd'ın da bulunduğu diğer fakihlere göre ise eş­kıya asılarak öldürülür. Ancak bu takdir­de eşkıyaya âyette zikredilen en ağır ce­za verilmiş olur. El ve ayaklarının çap­raz kesilmesinden maksat sağ elin ve sol ayağın bilekten kesilmesidir. Suçlu­ya verilecek sürgün cezasını da hapse­dilerek toplumdan tecrit edilmesi, uzak sayılacak bir bölgeye veya İslâm ülkesi dışına sürülmesi şeklinde anlayan fa-kihlerin yanı sıra suçlunun tövbe edip ıslah oluncaya kadar takip edilmesi ve herhangi bir bölgeye yerleşmesine izin verilmemesi şeklinde yorumlayanlar da vardır.

Genel olarak cezayı düşürücü sebep­ler eşkıyalık cezası için de geçerlidir. Eş­kıyaya verilebilecek ceza türlerinden bah­seden âyetin devamında, "Ancak siz ken­dilerini yenip ele geçirmeden önce töv­be edenler müstesna"11 kaydı yer aldığından eşkıyanın cezalan­dırılmasını etkileyecek tövbenin mahi­yeti, zamanı ve şekli konusu da doktrin­de ayrıntılı olarak incelenir. Âyette suç­lunun yakalanmadan önce, suçu işleme güç ve imkânına sahip bulunduğu sıra­da kendi iradesiyle suçu işlemekten ve­ya suça devam etmekten vazgeçmesi teşvik edilmiş, böylece daha fazla kan dökülmesi, mal yağma edilmesi önlen­mek istenmiştir. Eşkıyanın yakalandık­tan sonra tövbe etmesinin ise sadece onunla Allah arasında bir mesele olup suçun dünyevî cezasını etkilemeyeceği hususunda İslâm hukukçuları fikir birli­ği içindedir. Âyette cezayı düşürücü bir sebep olarak gösterilen tövbe, İslâm hu­kukçuları tarafından suçlunun suç ve günahını itiraf edip yaptıklarından dolayı pişmanlık duyması şeklinde psikolojik ve sübjektif bir durum değil, fiilî olarak suçu işlemekten vazgeçtiğini gösteren maddî ve objektif veriler şeklinde anla­şılmıştır. Bunun için de İslâm hukukçu­ları eşkıyanın tövbe etmiş sayılabilmesi için suç işlediği bölgeden ayrılması, üze­rindeki silâhı ve suç aletlerini bırakma­sı, devlet güçlerine teslim olması, dev­let başkanının huzuruna gelip ona itiraf­ta bulunması ve bağlılık sözü vermesi gibi objektif şartlar ileri sürmüşlerdir. Bu şartların hepsini gerekli görenler ol­duğu gibi bir veya ikisiyle yetinen fa­kihler de vardır. Burada, dinî literatür­deki klasik anlamıyla tövbeden ziyade suçlunun pişman olması veya vazgeç­mesi tabirlerinin kullanılması daha ye­rinde olur.

İslâm hukukçularının çoğunluğu, eş­kıyanın yukarıda açıklanan şekliyle töv­besinin kısas, diyet, kazf cezası, tazmi­nat ve malın iadesi gibi şahıs haklarını ilgilendiren müeyyideleri etkilemeyece­ği, sadece Allah ve toplum hakkıyla ilgi­li cezaları düşüreceği görüşündedir. Bu­na göre eşkıyanın tövbesi suçun sadece ağırlaştırıcı sebebini kaldırır. Onun bu tövbesinin eşkıyalık öncesi işlediği suç­ların cezasına ne derece etki edeceği ve­ya eşkıyalık eylemi esnasında zina, şa­rap içme, kazf gibi asıl suçla doğrudan bağlantılı olmayan suçlar işlediğinde töv­benin bunları kapsayıp kapsamayacağı ise tartışmalıdır. Tövbenin şahıs ve Al­lah hakkını ilgilendiren bütün cezaları düşüreceği şeklinde Leys b. Sa'd, Taberî ve Zeydiyye'ye ait azınlık görüşünün yanı sıra eşkıyanın tövbesinin uygulana­cak cezayı hiç etkilemeyeceği görüşü de vardır. Bu son görüş, toplumda suçun bilerek işlenmesinden sonra cezasından kurtulmak için daima istismara müsait bulunan tövbe ile kurtulma yolunun ka­patılmasına yönelik bir tedbir mahiye­tindedir.

İslâm hukukçularının tövbeyi, failin suçu işleme imkânına sahipken bundan kendi İradesiyle vazgeçmesi veya faal nedameti olarak anlayıp bu konuda ob­jektif ve maddî şartlar ileri sürmelerin­den de anlaşılacağı gibi burada asıl amaç, suçlunun tövbe ve pişmanlığının sağlan­ması ve ona birtakım hukukî sonuçların bağlanması değil, eşkıyanın teslim ol­ması teşvik edilerek bir an önce kamu düzen ve huzurunun temini, daha fazla kan akıtılmasının ve mal yağmasının ön­lenmesidir. Teslim olmanın cezaya etki­si konusundaki farklı görüşler, fakihlerin bu amaçla şahıs haklarının korun­ması ilkesi arasında kurdukları denge­den kaynaklanmaktadır.

Eşkıyaya Allah ve toplum hakkı ola­rak âyette öngörülen cezalardan birinin verilmiş olması, onun şahısların malları­na karşı verdiği zarar ve ziyandan do­ğan hukukî sorumluluğunu kaldırmaz. Ancak eşkıyanın elindeki malı sahipleri­ne iade yükümlülüğünün bulunduğun­da ittifak varsa da yağma ettiği malı tüketmiş olması halinde tazmin sorum­luluğunun bulunup bulunmadığı tartış­malıdır. Hanefî, Mâlikîve Zeydiyye mez­heplerinde had ile tazminat müeyyide­lerinin aynı şahısta bi deşmeyeceği, bu­nun için de had cezasına çarptırılan eş­kıyaya ayrıca verdiği zarardan dolayı taz­min borcu yüklenmeyeceği görüşü hâ­kimdir. Ancak İmam Mâlik, eşkıyanın ödeyecek durumda olması halinde taz­min etmesi gerektiğinden yanadır. Şafiî ve Hanbelî mezheplerine ve bir grup fa-kihe göre ise had ve tazmin ayn haklar olup eşkıya had uygulansın uygulanma­sın, zengin veya fakir olsun gasbettiği malı ve verdiği zararı tazmin yükümlü­lüğünü taşır.



Bibliyografya:

Buhârî, "Hudûd", 15-18; Müslim, "Kasâme", 9-14; Ebû Dâvûd, "Hudûd", 3; Sahnûn, el-Müdeuuene,V], 298-304; Cessâs. Ahkâmü7-Kur'ân, Kahire, ts., IV, 51-61; İbn Hazm, el-Muhatla, Kahire 1972, XIII, 308-339; ŞTrâzî. el-Mühezzeb, II, 284-286; Ebû Bekir İbnü'l-Arabî. Ahkâmul-Kur'ân, Kahire 1974, il, 593-604; Kâsânî, Sedâ'ıc, V[[, 90-97; İbn Rüşd. Bidâye-tü'l-müctehid, II, 416-420; İbn Kudâme. el-Muğnt, Kahire 1969, IX, 144-157; Zeylaî, Teb-yinul-hakâ'ik, Bulak 1313, III, 235-240; Rem-lî, Nihâyetul-muhtâc, Kahire 1386/1967, VIII, 3-10; İbnÂbidîn. Reddü'l-muhtar (Kahire), IV, 113-118; Bilmen. Kamus2, III, 288-304; Muhammed Cevâd Muğniyye. Fıkhul-İmâm Ca'fer eş-Şâdtk, Beyrut 1966, VI, 303-305; Cevâd Ali. el-Mufaşşat, V, 607-608; M. Ebû Zehre, el-'ükû-be, Kahire 1974, s. 151-177; Abdülkldir Udeh. et-Teşri'u'l-cinâ'iyyut-İslâmî, Kahire 1977, II, 638-670; Cebîr Mahmûd el-Füdeylât. Sukutu I-'ukübât fi'l-fıkhi'l-İslâmî, Amman 1987, ili, 177-227; Ahmed Fethî Behnesî, el-MeusCfa-tü'l-cinâ'iyye fi'l-fıkhi'l-İslâmî, Beyrut 1991, II, 166-206; Mu.F, XII, 86; XVI, 153-164.

Osmanlılar'da Eşkıyalık Hareketleri. İn­sanlık tarihi boyunca zor kullanarak ki­şilerin mallarına el koyma, bunun için hayatlanna kastetme, onlara maddî ve manevî zarar verme ve bu işi özel bir teş­kilât haline getirme eğilimine bozuk si­yasî ve ekonomik şartların hüküm sür­düğü yerlerde oldukça sık rastlanır. Ba-ü'da olduğu gibi Doğu dünyasında da bu tür faaliyetler görülmüştür. Genel ola­rak soygun yapıp halkın malına ve canı­na kasteden, etrafı haraca kesen grup­lar için İslâm tarihinde "yol kesen" an­lamında harrâbe veya kuttâu't-tarîk ta­birleri kullanılmıştır. Osmanlılar'da ise ikinci tabire rastlanmakla birlikte bu tip fâaliyetlerde bulunanlara daha ziyade şa­ki ve bunun çoğulu olarak eşkıya den­miştir. Osmanlı kaynaklarında ayrıca Ce-lâlî, eşirrâ, harami, haramzade, türedi, haydut (hayduk), uğru kelimeleri de eş­kıya karşılığı olarak kullanılmıştır. Eşkı­yalık zaman zaman merkezî iktidarlara karşı halkın menfaatlerini savunma gibi bir mahiyet de kazanmıştır. Bu şekliyle halk arasında kendilerine zarar dahi ver­se devlet görevlilerinin baskı ve zulüm­lerine bir tepki olarak görülmüş, eşkıya reisleri büyük şöhret kazanmış, halk mu­hayyilesinde kahramanlık destanlarına bile konu olmuştur.

Eşkıyalık, Osmanlılar'ın da dahil bulun­duğu Akdeniz dünyasında özellikle XIV. yüzyıldan itibaren etkisini hissettirme­ye başladı. XVI. yüzyılda giderek tırman­ma eğilimi gösterdi, XVII. yüzyılda ise büyük bir problem haline geldi. Bu eği­limin tırmanmasında Akdeniz havzasın­da görülen nüfus artışı, iktisadî zorluk, ticarî faaliyetin yoğunlaşması, halkın fa­kirleşmesi, siyasî iktidarların zayıflama­sı önemli rol oynadı12. XVI. yüzyılın ilk yansında Anadolu'da ba­zı âsi gruplan bulunmakla birlikte bun­lar daha ziyade küçük çeteler durumun­daydı. Kanunî Sultan Süleyman'ın oğul­lan Şehzade Bayezid ve Selİm'İn müca­deleleri daha sonraki kargaşalıklara ze­min hazırladı. Yüzyılın sonlarına doğru bozuk ekonomik ve siyasî şartların etki­siyle ortaya çıkan yersiz yurtsuz insan­lar ilk eşkıya gruplarını oluşturdular. Kaynaklarda "gurbet taifesi" veya "le-vendât" diye anılan bu küçük çeteler Celâlî adıyla bilinen büyük eşkıya topluluk­larının habercileri oldular. Öte yandan kaynaklarda miktartan binlerle ifade edilen gruplara Celâli veya Celâli eşkıya­sı denildiği halde sekiz on kişilik küçük gruplar genel olarak sadece eşkıya şek­linde adlandırıldı.

XVI. yüzyılın sonlarına doğru Osmanlı genişlemesi durmuş, artık mevcut toprakları elde tutma endişesi başlamıştı. Batıda ve doğuda devam eden savaşlar Anadolu'da sürekli huzursuzluk kaynağı oluyor, ağır sefer masrafları halkı yok­sulluğun içine itiyordu. Anadolu'da ar­tan nüfus ise bir başka önemli sıkıntı kaynağını oluşturuyordu. Bozuk ekono­mik durum savaşlar sebebiyle daha da kötüleşti; bu da topraksız, işsiz genç nü­fusun eşkıya zümrelerinin insan gücü­nü teşkil etmesine yol açtı. Bunların bir kısmı "suhte" denilen işsiz medreseliler­di. Osmanlı hayat düzenini temsil eden timar rejiminin bozulması İdarî, malî ve sosyal düzende büyük tahribat yapmış­tı. Bu durumda reâyâ yani üretici sınıf fakirleşmiş, gençler kendilerine geçim yolu aramaya koyulmuş ve birçoğu eş­kıyalığa yönelmişti.

Yine aynı dönemlerde devlet otoritesi fazlasıyla sarsıldı. Sefere gitmemek ve­ya seferden firar etmek yaygın bir hal aldı. Artık önemi kalmayan timar siste­minin çöküşüyle sipahilerin ağır mas­raflı uzak seferlere gitmemesi bunların timarlarının ellerinden alınmasına yol açtı. Tımarlarını terkeden sipahiler, sa­vaş zamanları istihdam edilip sonradan işsiz kalan eli silâhlı sekbanlar, vergile­rini ödemeyen bir kısım aşiretler eşkıya gruplan oluşturdular. Bu dönemlerde özellikle tüfeğin yaygınlaşması ve kolay­ca alınıp satılması da söz konusu grup­ların teşkilinde ve tesirli bir hale gelme­sinde önemli rol oynadı.

Genellikle eski bir devlet görevlisi, ti­mar sahibi veya yüksek rütbeli askerî idareci olan eşkıya liderleri daima dev­letin zayıf anını kollar, özellikle de sa­vaş dönemlerinde ortaya çıkarlardı. Ni­tekim XVI. yüzyılın sonlarında Osmanlı Devleti'nin doğuda ve batıda iki cepheli bir savaş ortamı İçinde bulunması eş­kıya topluluklarının ortaya çıkmasında önemli bir sebep oluşturdu.

Habsburglar ile yapılan uzun savaşlar döneminde (1593-1606) eşkıya topluluk­ları Anadolu'da yol emniyetini tamamen ortadan kaldırmıştı. Güvenliği sağlamak üzere Anadolu'daki şehirlerde, müstah­kem mevkilerde görev yapan kapıkulu askerine vaktinde ulufe ulaştırılamama­sı da ayrıca huzursuzluklara sebep ol­maktaydı. Eşkıya korkusundan memle­ketini terketmiş, çiftini çubuğunu bo­zup kaçmış köylüler dolayısıyla toprak­ların işlenemeyip boş kalması zahire kıt­lığını gündeme getirmişti. Savaş yılla­rında nüzul ve "sürsat" hususu zorlaşıyor veya imkânsızlaşıyordu. Buna bağlı olarak da asker tedarikinde büyük güç­lüklerle karşılaşılıyordu. Özellikle XVII. yüzyılda Orta Anadolu eşkıya yüzünden ticaret kervanları, hac kafileleri ve sey­yahlar için tehlikeli bir bölge olmuştu. Nitekim bazı seyyahlar, Osmanlı ülkesin­de bu yüzyılda büyük çetelerin bulundu­ğunu ve bunların tüccar kervanlarını vur­duğunu belirterek güvensiz ortamı göz­ler önüne sererler. Devlet bölgede yol güvenliğini sağlamak için derbendler ku­rarken konar göçerleri belli yerlerde is­kân ederek onları kontrol altında tut­maya çalışıyordu. Ayrıca bunların silâh kullanmalarını yasaklamıştı.

XVI. yüzyılın ortalarından İtibaren eş­kıyalık faaliyetleri Rumeli kesiminde de etkisini hissettirmeye başladı. Özellikle sınır boylarında devletin kontrolünün za­yıf olduğu yerlerde bu faaliyetlere rast­lanıyordu. Venedik-Türk sınırında Dal-maçya bölgesi eşkıya yatağı haline gel­mişti. Bu yüzyılda eşkıyalığın en çok gö­rüldüğü yerlerden biri de Macaristan sı­nır boylarıydı. Daha sonraki yıllarda Ru­meli'nin iç bölgelerinde de çeteler orta­ya çıktı. 1708'de Florina, Manastır, Kes-riye, Pirlepe kazalarında "hayduk" deni­len çeteler asayişi sarsmışlardı. Bunun gibi doğudaki sınır bölgelerinde, mese­lâ Bağdat dolaylarında da İran'dan gön­derilen eşkıya gruplan faaliyet halindey­di. Bir eşkıya reisinin yanındaki âsilerle birlikte Anadolu'dan Rumeli'ye geçmesi ihtimaline karşı devlet çeşitli tedbirler alırdı. Nitekim Sivas Beylerbeyi Ahmed Paşa Macar seferine katılmadığı gibi ba­zı eşkıya gruplarını etrafına toplayıp is­yan edince, Rumeli yakasına geçme ih­timali karşısında Vezîriâzam Yemişçi Ha­san Paşa kendisine Rumeli'de bir idarî görev verilerek eşkıya zümresinden uzak­laştırılmasını tavsiye etmişti.

Eşkıya çeteleri gruplar halinde dola­şır, genellikle sarp dağlarda yuvalanır-lardı. Bu durumda belli bir gücün desteğine de gerek duyuyorlardı. Zira yiye­cek içecek temini, haber alma, lojistik destek sağlama uzun süreli faaliyetleri için gerekliydi. Kendilerine bazan köy­lüler, bazan da bulundukları yörenin zen­gin ağası yardımcı oluyor ve bunlar -ya­tak" adıyla anılıyordu. Yatağı olmayan eşkıyanın uzun süreli barınması müm­kün değildi. Osmanlı arşiv kaynakların­da eşkıya yatağı olan kimselerin kimli­ğine dair verilen bilgiler, bazılarının şe­hir ve kasabalarda yaşayan güçlü ve zengin kimseler olduğunu göstermektedir. Bunlara karşı hükümet bölgedeki idarecileri vasıtasıyla birtakım tedbirler al­makta ve şiddetle takiplerini emretmek­teydi. Ayrıca bazan mahallî güçlerden de faydalanma yoluna gidilirdi. Hükümet, kendi güçlerinin yeterli olmadığı veya yetişemediği bölgelerde "il erleri" deni­len mahallî milis teşkilâtı kurulmasını sağlayarak eşkıyaya karşı yerinde müca­dele edecek bir güç oluşturmaktaydı. Devlet bazan büyük eşkıya liderlerine bir görev vererek onları kontrol altına almaya, adamlarını yanından ayırmaya ve bulundukları bölgeden uzaklaştırmaya çalışırdı. Özellikle bu anlayış, belli başlı Celâlî liderlerinin isyanlarının önlenme­sinde oldukça etkili olmuştu. Bu şekilde bir devlet görevine getirilen eşkıya reisi bir süre sonra genellikle ortadan kaldı­rılırdı.

Bu arada "ehl-i örf" denilen taşrada­ki devlet görevlileri de zaman zaman eş­kıyalığa teşebbüs ediyordu. Nitekim ba­zan eşkıya teftişiyle görevlendirilen bir kadı veya nâib halka zulmediyor, bir san­cak beyi eşkıya ile birleşebiliyordu. Dev­leti taşrada temsil eden sipahi oğullan ile silâhdar, yeniçeri, cebeci, topçu, bey­lerbeyi ve sancak beyi subaşılarının bir kısmının eşkıya grupları teşkil ettiği de oluyordu. Ehl-i örfün aslî görevi eşkıya ve haraminin hakkından gelmek olduğu halde bunların halkı ezdiğini gören ger­çek eşkıya zulmünü daha da arttırırdı. İki ateş arasında kalan köylü de tehli­kenin daha çok geldiği eşkıya tarafına meylederdi. Böylece birçok eşkıya gru­bu taşrada köy ağalan, şehirlerde ise zabit ve idarecilerle iş birliği içine girer­di. Halk eşkıyaya para, yiyecek ve barı­nak vermek zorunda kalırdı. Eşkıyaya yardım ve yataklık yapan halk "nezir ak-çesi'ne bağlanarak topluca para cezası­na çarptırılabilirdi. Nitekim II. Mahmud zamanında Tosya'da çıkan ayaklanma­da eşkıyaya yardımlarından dolayı Tos­ya müftüsü ile ulemâdan Hafız Musta­fa Efendi sürgün cezasına çarptırılırken köylere varıncaya kadar halktan mukâ-taat hazinesi için toplam 500 kese nezir akçesi toplanmıştı.13

Türkmen aşiretlerinin eşkıyalığına kar­şı devlet oymaklara kendi içlerinden baş­buğ tayin etmeye başladı. Oymak ihti­yarları ile il erleri başbuğa yardımcı ol­makla görevlendirildi. 1691'den itibaren çıkarılan hüküm, hüccet ve fermanlarla başbuğluk görevi düzene sokuldu. Reâyânın güvenliğini sağlamak için taşra­daki devlet görevlilerine adâietnâmeler ve müfettişler gönderilmeye devam edil­di. Eşkıyalıktan vazgeçenlere karşı hoş­görülü davranmaya özen gösterildi. Dev­let Celâlî isyanlarını ve düzenli grupla­ra dayalı isyan hareketlerini ordusuyla bastrabildiği halde nerede ve ne zaman çıkacağı belli olmayan küçük ve dağınık çetelerin eşkıyalık hareketleriyle kolay baş edememiştir. Özellikle XVIII. yüzyı­lın ilk yarısında Anadolu'nun birçok ye­rinde ortaya çıkan eşkıya gruplarını ya­kalamak pek kolay olmamıştır. Bu se­beple Anadolu beylerbeyi eşkıya takibiy­le görevlendirilmiş, gerekli soruşturma­lar beylerbeyinin divanında (Dîvân-ı Ana­dolu) yapılmıştır. Gönderilen müfettişle­re gittikleri yerlerde kadı, kethüda yeri, yeniçeri serdarı, vilâyet ileri gelenleriyle il erleri ve iş erleri yardımcı olmak zo­rundaydılar. Eşkıyalık hareketlerinin yo­ğunlaştığı yıllarda Anadolu orta, sağ ve sol kol olarak üçe ayrılır ve teftişe tâ­bi tutulurdu. Yakalanan eşkıya liderleri mahkemeye sevkediiir; suçlu bulunan­lar idam, kısas, sürgün, kalebend, cezî-rebend, küreğe konma gibi çeşitli ceza­lara çarptırılırdı.

XVIII. yüzyıl ortalarından itibaren Ana­dolu'da güçlenen ayanlar görevleri ica­bı bölgelerinin asayişiyle de ilgilenmeye başladılar. Bu sayede Anadolu'da önemli ölçüde sükûnet sağlanmış oldu.

Osmanlı Devleti'ni 1791 'den itibaren dağlı eşkıyası da meşgul etmeye başla­mıştır. Rumeli ayanları Anadolu ayanla­rının aksine dağlı eşkıyasını himaye et­tiler; bu yüzden halk yerini yurdunu ter-ketti, göçler arttı. Bu olaylar II. Mah-mud'un merkezî idareyi güçlendirme-siyle son bulmuştur.

Aydın ve civarının değişik bir eşkıya tipi de zeybeklerdir. II. Mahmud devrin­de eşkıyalığa kalkışan Atçalı Kel Meh-med halkın sevgisini kazanmış bir zey­bek eşkıyası idi. Kel Mehmed'in eşkıya­lığının keyfî idareye, rüşvet ve iltimasa, adaletsiz vergi alınmasına karşı olduğu belirtilir14. Onun bu hareke­ti II. Mahmud'u idarî ve malî reformlara zorlayan sebeplerden biri olmalıdır. Uzun süre yörede faaliyet gösteren zeybek­ler, daha sonra gerek Rum çetelerine gerekse işgal kuvvetlerine karşı direne­rek Millî Mücadele'nin önemli destek gruplarından birini teşkil etmişlerdir.

Tanzimat Fermanfnın ilânından son­ra eşkıyalık hareketlerinde yeniden bir yoğunlaşma meydana geldi. Nitekim ye­ni ceza kanunu sebebiyle eşkıya takibi zorlaşmış, bu yüzden bazı bölgelerde eş­kıyalık faaliyetleri artmıştı. Erzurum Va­lisi Halil Kâmili Paşa yeni kanunun kısıt­layıcı maddeleri dolayısıyla hükümeti ikaz edince Ocak 1842'de bir irade çıkarıla­rak eşkıya takibine hız verildi.

Osmanlı kaynaklarında, çapulculuk ya­pan ve Osmanlı sınırları dışında yuvala­nan bazı gruplar için de eşkıya tabirinin kullanıldığı görülür. Bunlardan bir kıs­mı Karadeniz sahillerine saldırıp bazan Boğaziçi'ne kadar giren ve etrafı yağ­malayan Kazak gruplarıdır. Bunlara "Ka­zak eşkıyası" dendiği gibi Bağdat civa-nndakiler "kızılbaş eşkıyası", yine Bağ­dat ve Basra ta rafları ndakiler "urban eşkıyası", Rumeli'dekiler "Sırp ve Arna­vut eşkıyası" olarak anılıyordu. 1820'den itibaren Eflak ve Boğdan'da başlayan eşkıyalık hareketleri kısa zamanda Kıb­rıs, Girit ve Ege adalarına sirayet etti; özellikle Ege adaları ile Batı Anadolu sa­hillerinde oturan Rum ahali siyasî sebep­lerin de etkisiyle isyan ederek eşkıyalı­ğa başladı. Bu da Türkler'in adaları ter-ketmesine sebep oldu. Bir süre sonra korsan olarak "izbandut'lar ortaya çık­tı; Anadolu sahillerindeki köy ve kasa­balarda yağma ve katliam yapan Rum eşkıyası Osmanlı Devleti'ni bir hayli uğ­raştırdı.

Millî Mücadele yıllarında, daha önce İngilizler'in gizlice tahrik ettiği Ermeni ve Rum eşkıyasına Yunan ordusu da ka­tıldı. Bunlar yerleşim birimlerini yaka­rak ahalisini imha ettiler ve bir nevi eş­kıyalık yaptılar. Gerek Ankara hüküme­ti gerekse İstanbul hükümeti bu durum karşısında çeşitli tedbirler alırken Kuvâ-yi Milliyeciler de bu çetelerle mücadele et­tiler. O devirde eşkıya takibinde hizme­ti görülenleri İstanbul hükümeti iftihar madalyası ve nakit ikramiye ile taltif et­miştir. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin kurulmasından sonra 18 Ekim 1923'te İzâle-i Şekavet Kanunu15 ve 1 Mart 1926'da Yağ­ma, Yol Kesme ve Adam Kaldırma Ka­nunu kabul edilerek eşkıyalık faaliyetle­rine son verilmeye çalışılmıştır. Ancak Cumhuriyet döneminde de âdi eşkıyalık hareketleri görülmüş, fakat bunlar da­ha ziyade ulaşım ve ekonomik şartları pek iyi olmayan az gelişmiş Güneydoğu Anadolu bölgesinde meydana gelmiş ve geçici olmuştur.



Bibliyografya:



Mühimme Defteri: 90 (haz. Nezihi Aykut v.dğr.l, İstanbul 1993, hk. nr. 341, 356, 358, 365, 375, 377, 400, 406, 409; Osmanlı Tarihi­ne Ait Belgeler: Telhisler (1597-1607)16, İstanbul 1970, s. 5, 19, 33, 36,47,49,61,64,90,103, 111, 120, 131, 132; Hoca Sâdeddin, Tâcü't-teuârrh, II, 382 vd.; Selânikî, Târih (İpşirli), I, 18. 19, 233; II, 471, 512. 581, 601, 703. 750, 755, 757, 758, 818. 833, 835, 836, 842, 863; Ahuâl-i Celâliyân, Süley-maniye Ktp., Esad Efendi, nr. 2236; Mehmed b. Mehmed, riuhbetü't-teuârîh ue'l-ahbâr, İs­tanbul 1276, s. 60-62, 207-208. 210-213, 234-236; Polonyalı Simeon'un Seyahatnamesi: 1608-161917, İstanbul 1964, s. 4. 45. 87, 88, 93, 106, 158, 159; Pe-çuylu İbrahim, Târih, I, 341-342; II, 252-254, 335 vd.; Kitâb-ı Müstetâb18, Ankara 1974, tür.yer.; VecM. Târih, Süleyma-niye Ktp., Hamidiye, nr. 917, vr. 29b-33b, 38b-41", 59"-64a;Kâtib Çelebi, Fezleke, I, 185-186, 270, 289-290, 310-311; II, 339, 343-344, 348. 372; Evliya Çelebi, Seyahatname, II, 383 vd., 472-489; III, 74-84; IV, 264-268; V, 235-254; Naîmâ, Târih, I-VI, tür.yer.; Cevdet, Târih, I, 223-224; XI, 150-151, 157-158, 159-160, 171-172. 189-190; XII, 13-14, 18. 86. 94, 95, 163, 168; LutfT, Târih, II. 156. 169-170; (V, 56; Uluçay. XVII. Asırda Saruhan, tür.yer.; a.mif, XVIII. ue XIX. Asırlarda Saruhan, tür.yer.; a.mlf., Atçalı Kel Mehmed, İstanbul 1968; Ali Fuat Cebesoy. Siyast Hâtıralar, İstanbul 1960, II, 31; Şerafet-tin Turan, Kanuninin Oğlu Şehzade Bayezid Vak'ası, Ankara 1961. s. 37-41, 159-173, 175-179; Mustafa Akdağ, Büyük Celâlî Karışıklık­larının Başlaması, Erzurum 1963; a.mlf.. Ce-lâil İsyanları, 1550-1603, Ankara 1963; a.mlf.. "Türkiye Tarihinde İçtimaî Buhranlar Seri­sinden MedreseU İsyanları", İFM, 11/14 (1950), s. 361-378; a.mlf.. "Celâli İsyanlarında Büyük Kaçgunluk, 1603-1606", TAD, 11/2-3 (1964), s. 1-50; Cengiz Orhonlu. Osmanlı İmparatorlu­ğunda Aşiretleri İskân Teşebbüsü (1691-1696), İstanbul 1963, s. 30-31, 35, 37 vd., 80, 81. 88; a.mlf.. Osmanlı İmparatorluğunda Derbend Teşkilâtı, İstanbul 1967, s. 10. 84 vd., 114-116; Mustafa Cezar, Osmanlı Tarihinde Leoendler, İstanbul 1965, tür.yer.; Mücteba İlgürel, Abaza Hasan Paşa İsyanı (doçentlik tezi, 1976), İÜ Ed.Fak., Genel Kitaplık, nr. TE 34; a.mlf.. "Ce­lâlî İsyanları", DİA, Vll, 252-257; Mübahat Kü-tûkoğlu, "Yunan İsyanı Sırasında Anadolu ve Adalar Rumlarının Tutumları ve Sonuç­lan", Türk-Yunan İlişkileri19, Ankara 1986. s. 133-158; Fe­ridun Emecen, XVI. Asırda Manisa Kazası, An­kara 1989, s. 121, 154, 158. 213; F. Braudel, Akdeniz ve Akdeniz Dünyası20, İstanbul 1990, II, 61-70; Mete Tuncay. Tür­kiye Cumhuriyetinde Tek Parti Yönetiminin Kurulması (1923-1931), İstanbul 1992, s. 59; "İzâle-i Şekavet Kanunu", Zabıt Ceridesi, Devre 2, Ankara 1339, s. 797; Halil İnalcık. "Adaletnâmeler", TTK Belgeler, II/3-4 (1965), s. 78, 107, 111, 121, 123-124; a.mlf. "Military and Fiscal Transformation in the Ottoman Enıpire, 1600-1700", Ar.Ott, VI (1980), s. 285 vd.; R. C. Jennings, "Firearms, Bandits, and Gun-Control", ae, s. 339-358.


Yüklə 1,17 Mb.

Dostları ilə paylaş:
  1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   40




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin