Bir devriMİn anatomiSİ Kadri Çelik



Yüklə 3,6 Mb.
səhifə15/74
tarix03.05.2018
ölçüsü3,6 Mb.
#50098
1   ...   11   12   13   14   15   16   17   18   ...   74

Filipinler


 

Filipinli Müslümanlar da İslam'la yedi asır önce tanıştı. Filipinli Müslümanlar Avrupalı sömürgecilerin yanı sıra yerli Hıristiyanlar ile de tam üçyüz yıldır yaşam kavgası vermektedir.

Hıristiyanlar buradaki Müslümanlara karşı korkunç bir düşmanlık içindedirler. Müslümanlar fakr-u zaruret içinde yaşarken Hıristiyanlar büyük bir refah içinde yüzmekteler. Bölgedeki Hıristiyan misyonerler de durmadan faaliyet göstermekte ve fakir Müslümanları Hıristiyanlaştırmaya çalışmaktalar. Filipinli Müslümanlar ispanya, Hollanda ve Amerikan sömürgecilerine karşı kahramanca direnmiş ve İslami mücadele örneği sergilemişlerdir. Bütün yoksulluk ve imkânsızlıklarına rağmen Müslümancı yaşamanın savaşını vermişlerdir. Özellikle de Dato Ali adındaki kahraman Müslüman Amerikan emperyalizmine karşı çıkmış ve bu yolda ailesi ve tüm taraftarlarıyla birlikte kan içici Amerikan askerleri tarafından şehit edilmiştir.

Sonunda Filipinli Müslümanların direnişlerini bastıramayan Amerikan emperyalizmi 1935 yılında Filipin'e özerklik tanıdı. Filipin zahiri bir özgürlüğe kavuştuysa da Müslümanların çilesi bitmedi. Filipinli Müslümanlar bu defa Amerikan veya İspanyol sömürgecileri yerine uşak rejimleriyle savaşmaya başladı. Müslümanlar da böylece Moro'da bağımsız bir İslam devleti kurmanın


mücadelesi içine girdiler. Filipin devleti göstermelik bir referandum gerçekleştirerek ülkenin güney bölgesinin bağımsızlaştırılması meselesini halka götürdü ve olumsuz bir netice alınınca da devlet Moro cephesiyle anlaşma yapmak için bir araya geldi. Ama yine bir sonuç alınamadı. 1979 yılında yüz binden fazla Müslüman devletin baskıcı tutumları karşısında Malezya'ya sığınmak zorunda kaldı. 1980 yılında Müslümanlar devlet güçlerine ağır kayıp ve zarar verdirttiler. Günümüzde de Filipinli Müslümanlar savaşlarını sürdürmekte ve müslümanca yaşam mücadelesi vermektedirler.

 

Bu bölümde çağdaş İslami hareketlerin geçmişine kısaca bir bakış yapmaya çalıştık. Şimdi demek gerekir ki İran İslam devri mi asr-ı saadet'ten günümüze kadar gelmiş geçmiş tüm İslami hareketlerden kendi payına bir takım dersler ibretler almış, ama bu hareketlerden hiç birinin devamı konumunda olmamıştır. Bir hareketin başarıya ulaşabilmesi için imam ve ümmet boyutunda ciddi bir problemin olmaması gerekir. Tabiri caizse imam ve ümmet bir kuşun iki kanadı konumundadır. Ne ümmet imamsız ve ne de imam ümmetsiz İslami bir hareketi başarıya ulaştıramaz. Dolayısıyla asr-ı saadet'ten günümüze kadar ortaya çıkmış tüm başarısız hareketlerde bu iki kanattan birinin sağlıklı olmadığı görülmektedir. Dolayısıyla tarihteki İslami bazı hareketlere imamların sadece mali yardımda bulunduğu vs bilfiil bu hareketlerde yer almadığı görülüyorsa bunun sebebi de burada yatmaktadır. Akla şu soru gelmektedir: Özellikle çağdaş İslami hareketler arasında niçin sadece Îran İslam devrimi başarıya ulaştı? Diğer hareketler neden aynı başarıyı gerçekleştiremediler? Kanımca bu sorunun cevabını da iki düzlemde yani imam ve ümmet düzleminde aramak gerekir.



Şimdi ilk önce imam boyutunu ele alalım. İmam Humeyni ile hareket önderleri arasındaki fark neydi? Bana göre İmam Humeyni'nin diğer rehberlerden farklı ve aynı zamanda da bir rehberin taşıması gereken en önemli farklılıklar şunlardı:

l- İlim ve içtihat: İmam her şeyden önce bir alimdi. 60 yıla yakın bir zaman ilmi havzalarda büyük alimlerin huzurunda diz çökmüş ve asil bir İslam kültürüyle yetişmişti. Şimdi İslami bir havzada tahsil görmemiş bazı hareket önderlerinin neden başarısız kaldığını da öğrenmek zor olmasa gerek. Bazı aydınlar kendi sahalarında uzman kişiler olsa da İslami alanda derin bir birikime sahip olmadıkları için İslami hareket sürecinde birçok yanlışlıklar yapmaktadırlar. Bu da doğaldır ki insan meşgul olmak istediği alanda derin bir birikime sahip olmadığı takdirde ilgisiz alanlarda her ne kadar bir birikime sahip olsa da sağlıklı bir oluşum gerçekleştiremez.

Şimdi hem bir İslam ümmetine önderlik edeceksin, Müslümanları yönlendireceksin hem de derin bir İslami birikime sahip olmayacaksın, bu olacak şey değil. İnsan meşgul olduğu alanda bir uzmanlığa sahip olmalıdır. Örneğin bir insan hastalarla uğraşmak, hizmet etmek istiyorsa gidip de tıp alanında uzmanlaşmalıdır. Böyle bir insan kimya, fizik, astronomi vb. ilgisiz alanlarda her ne kadar uzmanlaşırsa uzmanlaşsın başarılı bir çalışma gerçekleştiremez.

Zaten velayet-i fakih gerçeği de bunu ifade etmektedir. Yani diyoruz ki İslam ümmetinin rehberi olacak bir insan Îslami ilimler sahasında özellikle uzmanlık sahibi birisi olmalıdır. Bu bir rehberin başka ilimlere ihtiyacı olmadığı manasına da değildir. Aksine bir rehber zamanın tüm ilimlerini kendisi için gerekli olduğu kadarıyla bilmek zorundadır. Ama İslami sahada mutlaka uzman birisi olmalıdır. İslam'ı yıllarca İslam âlimlerinin huzurunda terk etmiş biri olmalıdır. Böylece tarihteki sultanların dirayetsizliği de kendiliğinden anlaşılmaktadır. Koskoca İslam ümmetinin başına geçmiş ama İslami ilimler hususunda hiçbir tahsili yok. Bu eksikliğini gidermek için yanına bir şeyh'ul İslam almış onunla idare ediyor. Yahu taşıma suyla değirmen döner mi? . Dönmediğine tarih de şahittir. Aydınlar için de durum aynıdır. Aydınlar özellikle de İslami ve insani sorumluluğunun bilincinde olan aydınlar başımızın tacıdır, ümmetin incileridir. Ama bu aydınlar özellikle İslami ilimlerde derin bir birikime sahip olmadıkları için ümmet gemisinin kaptanlığını hakkıyla yapamazlar. Körler diyarında şaşı krallar olur olmasına da; diğer diyarlarda aynı şey söz konusu edilemez. Örneğin bir Hasan El-Benna'yı, Seyyid Kutub'u, Ali Şeriati'yi vb. aydınları ele alalım. İnsaf üzere konuşalım, bu insanların büyük düşünürler olduğunu ve İslam'a büyük hizmetler verdiğini faiz de kabul ediyoruz. Ama bu insanlar batı kültürünün hakim olduğu okullarda okumuş kimselerdir. Bu okullarda derin bir İslami eğitimin verilmediği de malumunuz. Şimdi İslami ilimler sahasında bu insanlar kendi çabalarıyla veya belli bir şahsın zahmetiyle bir yerlere gelmişler; gelmişler ama bu yeterli mi? Müslümanların önderliği özellikle de çağımızda bir milyarı aşkın insanın idaresi için bu kadar İslami bir birikim yeterli midir? Kesinlikle değildir. Eğer yeterli olsaydı saray mollaları diye bir sınıf türemezdi. Diyanet İşleri diye bir kurum ortaya çıkmazdı. Birkaç yıl fizik okumuş bir insan nasıl fizik alanındaki tüm sorunları çözümleyemezse birkaç yılık bir İslami tahsille de İslami sahadaki binlerce sorunu hiç kimse halledemez. Bu esas üzere görüyoruz ki İmam Humeyni derin bir İslami ilme sahipti. Müctehid idi, Müslümanların karşılaştığı tüm sorunları içtihadı ile hallediyor ve ümmeti çıkmazdan kurtarıyordu. Dolayısıyla böyle bir ilme sahip rehberi ümmet de kabul ediyordu. Müctehidlerinin dediğini gönül rahatlığıyla alıyor ve amel ediyordu.

Velhasıl İmam Humeyni'nin başarısının sırlarından birisi derin bir İslami ilme sahip olmasıydı ve İslami bir harekete önderlik etmek isteyen bir insan da böyle derin bir ilme sahip olmalıdır ki karışıklıklar, belirsizlikler ve fitneler esnasında bu ümmete en güzel bir -şekilde önderlik edebilsin ve Müslümanları azgın dalgalar arasında komuta ederek kurtuluş sahiline ulaştırabilsin.

2- Allah ile irtibat. İmam Humeyni (r.a) hayatı boyunca kendisine yegane hedef olarak Allah'a ulaşmayı seçti. Okuduğu ilimleri elde ettiği her şeyi sadece Allah için elde etmeye çalıştı. İmam'ın şiirlerini ve mektuplarını ve hayatı boyunca yaptığı konuşmaları okuyan bir insan açıkça İmam'ın Allah ile sıkı bir irtibat ve yakınlık içinde olduğunu görür. İslam ümmetinin rehberi olacak bir insan Allah'ın rızasını her şeyin üstünde tutmalıdır. Şimdi tarihte bizlere "Emir'el müminin" diye yutturulmaya çalışılan birçok sultan, padişah ve krala bakıyoruz yahu adam içki içiyor, şarap ile abdest alıyor, altın işlemeli terliklerle abdest alıyor; ama İslam ümmetinin imam'ı diye de lanse ediliyor.

Gidin bir şu Topkapı saray müzesini bir gezin. Yahu bunların hangisi İslam ile bağdaşıyor. En örnek insanımız Peygamber (s.a.a) nasıl yaşıyordu? Ali ve Fatıma'nın balçıktan evini ne çabuk unuttuk? Hayatım boyunca bu tarihi eserlere ilgi duymadım. Yahu, adam altın işlemeli terlikle abdest alıyormuş, bizimkiler bunu almış İslam'ın azameti diye halka sunuyor. İnsanın bakmaktan boynunun ağrıdığı sarayları İslam'ın heybeti diye aleme takdim ediyoruz. Şimdiki idarecilerin bir villası olsun kıyameti koparırız da bir tek şu İstanbul'daki sarayları günlerce anlata anlata bitiremeyiz. Aynı sultanlar bugün yaşasa tağut diye savaş açardık. Ama eski olunca değerli mi oluyor? Saraylar, ipek elbiseler, altın işlemeli eşyalar vb. şeylerin İslam'ın azametiyle hiçbir ilgisi yoktur. Müslümanın üstünlük ve azameti takva ve Allah korkusundadır. Osmanlıların bir çok iyi yönü vardı, bunu hiç kimse inkar edemez. Ama kötü yanları da çoktu. Sultan ve padişahların sarayında adalet ve eşitliğin lafı bile edilmezdi. Saltanat için kardeşini boğduran sultanlar için hangi insaftan söz edebiliriz? Avrupalılar neden bu kadar bizlerden korkuyor? Hep Osmanlıların yaptığı bazı barbarlıklardan değil mi? Suçsuz yere katlettiği insanlardan dolayı değil mi? Biz Osmanlı'yı dinle eşitlemişiz. Bizim aydınlarımız da bu yüzden bu kadar din düşmanlığı yapıyor. Hiç bir İslam ülkesinde aydınlar bizde olduğu kadarıyla dinden ve din rengini taşıyan şeylerden bu kadar kaçmıyor, ürkmüyor. "Sultanlar ne yapmışsa güzel yapmış" diyerek bunu herkese taşıyoruz. Halbuki bunlar bizim aleyhimizedir. Dini sultan ve saraylardan kurtarmalıyız. Bu inkılabı yapmadıkça da hiçbir yere varamayız.

Velhasıl takvası, Allah korkusu, güçlü bir imam, tevekkülü ve güveni olmayan bir insan kesinlikle İslam'ı ve Müslümanları


temsil edemez. Bir rehber bu hususta ne kadar zayıf olursa İslam ümmetine rehberlik hususunda da o kadar zayıf ve başarısız olur.
Dolayısıyla İmam Humeyni'nin başarısındaki sırlardan biri de hatta en önemli sırlarından biri de Allah'a olan yakınlığı ve ezeli
dost ile var olan irtibatıydı. Bu konuyu daha iyi öğrenmek isteyenler mutlaka "Pir-i Aşk" ve "Kırk Hadis şerhi" kitaplarım okumalıdır,

3- Cesaret: İslam ümmetine önder olacak bir insan cesur olmalıdır. Allah'tan gayri hiçbir şeyden korkmamalıdır. Herkesin de bildiği gibi İmam Humeyni (r.a) Allah'tan gayri hiç kimseden korkmazdı. İmam başında sangı, sırtında cübbesi ve elinde bastonuyla bütün küfür dünyasına karşı şöyle haykırıyordu: "Eğer sömürgeciler bizim dinimize saldırırlarsa biz onların tüm dünyasına saldırırız." İmam bütün bir küfür dünyasına kafa tutabilen bir rehberdi. Sadece Allah'ın rızasını gözetirdi. Savaşta da barışta da sadece Allah'ın rızasını arardı. İran'ın şehirleri Saddam'ın uşakları tarafından uçak ve füze saldırısına uğrayınca imam o bomba ve füzelerin altında sığınağa inmeyi bile reddediyor ve bahçede olanları seyrediyordu. Ama hiç unutmam saldırıların başladığı günlerde bazı büyük alimler derslerini bile tatil etmiş emniyetli şehirlerden birine gitmişlerdi. İmam, Şah zamanında kendisini evinden alıp götüren komandolara teselli veriyor heyecanlanmamalarını, ürkmemelerini tavsiye ediyordu. Ayrıca, "Ben and içtim, hayatım boyunca ceddim İmâm Hüseyin gibi asla zalimlerle uzlaşmayacağım." diyen imam cesaretin doruk noktasında bir önderdi. Eğer bir rehber cesur olmazsa İslami hareketin ciddi sorunlarla karşı karşıya olduğu buhranlı dönemlerde ürker ve dolayısıyla büyük tarihi hatalara duçar olabilir. Özellikle İslam ülkelerini idare eden çağdaş idareciler efendileri karşısında hiç bir cesarete sahip değillerdir. Müslümanların lideri diye lanse ettirilen Kral Fahd, Kral Hüseyin, Kral Hasan ve diğer idarecilerin hiç birisi böyle bir cesarete sahip değildir. Onlar için efendilerinin rızası Allah ve halklarının rızasından sonra gelir. Onlar Allah ve halklarından çok, efendilerini kızdırmamak için didinirler. Allah, din ve Müslümanlar karşısında aslan kesilen niceleri vardır ki efendileri karşısında fare kesilirler de kaçacak delik ararlar.

Arada bir efendilerine çıkışsalar da bu bir oyun gereğidir. Gösteriş ve göz boyamak içindir. Dolayısıyla böyle insanlar hangi makamda olurlarsa olsunlar İslam'ı ve Müslümanları temsil edemezler.

4. Çağını tanımak: Müslümanların rehberi olacak bir insan mutlaka çağını tanıyor olmalıdır. Çağındaki insanların sorunlarını, acılarını, gereklerini, ihtiyaçlarını ve bütün bunların çözümlerini bilmelidir. Çağını tanımayan bir insan değil İslam ümmetini kendi kendini bile idare edemez. İmam Humeyni (r.a) çağını en iyi tanıyan insanlardan biriydi. Adeta insanların dert babasıydı o. Herkes her derdi için ona giderdi. İmam herkesin sorunlarıyla bizzat ilgilenmeye çalışır, çözümler bulurdu. Dolayısıyla saraylarda cariyeleriyle sefa süren sultanlar ile bunların uşağı sözde alimler, asla Müslümanları temsil edemez. Bunlar Müslümanların dertlerini nereden bilsinler ki kalkıp da bu ümmete rehber olsunlar?

5- Ümmetle Kaynaşmak: Müslüman halkın rehberi olacak bir insan ümmetle sıkı bir kaynaşma içinde olmalıdır. Halkın diliyle konuşmalı, halkın sorunlarıyla ilgilenmeli ve halkın ifadesi olmalıdırlar. Dolayısıyla bazı aydınlarımızın halkla kaynaşamadığının hikmeti de burada yatmaktadır. Aydınlarımız halkımızın anlayacağı bir dille konuşmamaktadırlar. Bütünüyle İngilizce, Fransızca ve Almanca terimlerle halkın hiç anlamayacağı ifadelerle konuşmaktadırlar. Bu aydınlarımızın dili aynı ilaç reçetelerinde kullanılan dil gibidir, ki bizzat yazarından başkası orada nelerin yazıldığını bilemez. İmam hayatı boyunca yaptığı tüm konuşmaları ve yazdığı kitaplarında benim gördüğüm kadarıyla sadece iki yabancı kelime kullanmıştı. Bunlardan biri "feodal" diğeri ise "kapitülasyon" kelimeleriydi ki her ikisi de şah rejimi tarafından telaffuz edildiği için imam da onlara cevab mahiyetinde aynı kelimeleri kullanmıştı. İmam gibi en derin irfani, ilmi, felsefi ve fıkhi konulara aşina olan bir insan bir tek kelime olsun Batı kültür ve kavramlarını kullanmazdı. Dolayısıyla da halk rehberini seviyor ve onu kendilerine yakın birisi olarak buluyorlardı. Binaenaleyh İslam ümmetine rehberlik edebilecek birisi mutlaka ümmetin diliyle konuşmalı ümmetle kaynaşmalı ve yabancılara özentiden beri olmalıdır.

Benim tespit edebildiğim kadarıyla imam'ın en bariz özelliklerinden bazıları bunlardı. Şimdi siz bu vasıflar muvacehesinde


dünyada gelmiş geçmiş tüm önderleri ele alıp, kıyas ediniz. Dün
yada başarısız olan önderlerin mutlaka söz konusu vasıflardan birine sahip olmadığını görürsünüz. Yoksa İslam'ın da teyid ve tespit ettiği bu hususiyetlere sahip olan bir öndere Allah-u Teala da
yardım elini uzatacak ve bu önemli görev hususunda ona yol gösterici olacaktır! . ,

Simde de başarıya ulaşabilecek bir hareketin ikinci boyutunu yani ümmet boyutunu ele almaya çalışalım.

Adı geçen vasıflara sahip olan bir rehberin önderliğinde İslami bir hareketi hedefe götürebilecek bir ümmetin de mutlaka belirli şartlara sahip olması gerekir. Aksi takdirde bir önder her ne kadar kamil ve şartlan haiz birisi olursa olsun gerekli şartlan haiz bir ümmet de olmazsa İslami hareket asla hedefine ulaşamaz. Hz. Ali ve Hz. Hüseyin bütün bu sıfatların hepsine en kamil şekliyle sahip olmasına rağmen istedikleri İnkılab ve hareketi toplumda vücuda getiremediler. Bu hareket sırf ümmet boyutundaki eksiklikler sebebiyle hedefine ulaşamadı. Şimdi İran'daki Müslüman halkın hedefe ulaşmasını sağlayan en belirgin özelliklerini ele alalım.

1- Teslimiyet: Ümmet, İmam'ına karşı tam bir teslimiyet içinde olmalıdır. İslami çerçeve dâhilinde olmak şartıyla her hususta


rehbere teslimiyet içinde olmalıdır. İmam'ın sözünü peygamberin sözü gibi kabul etmelidir. Ona muhalefeti Peygamber'e muhalefet
olarak görmelidir. "Allah'a Rasulüne ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin." diyen Allah-u Teala da bunu istemiyor mu?
İmam'ın emrettiği hususları sırf nefsine ağır geliyor diye reddetmek bir ümmet için intihardır. Korku, mal sevgisi, ölüm, dünya
vb. sebeplerden dolayı rehberine muhalefet eden bir ümmet hiç
bir zaman hedefine ulaşamaz. İran halkı işte bu güzel sıfata sahip idi. Rehber "öl" deseydi ölürdü. İmam'a tam bir güven içinde
idi.

"Biz Küfe ehli değiliz ki İmam'a yalnız bırakalım." diyen İran halkı hedefine ulaşmak isteyen halklara güzel bir mesaj veriyordu.

2- Fedakarlık: Hedefine ulaşmak isteyen bir ümmet fedakar ol
malıdır. Allah'ın dinini yeryüzüne hakim kılmak için canını, ma
lığı kısacası tüm varlığını hiç çekinmeden feda edebilmelidir.
Özellikle de bu hususta İmam Hüseyin ve ashabının sergiledikleri fedakârlıkları örnek edinmeli ve dersler almalıdır.

"Kanımız Kerbela şehitlerinin kanından daha kırmızı değil." diyen İran halkı da bizlere bu fedakarlığı hatırlatıyordu. İran'ın mazlum halkı sekiz yıllık savaş müddetince ne kadar fedakarlık ettiler, bir Allah bilebilir. Evinde iki yumurtası olan yaşlı bir nine bir yumurtasını savaş cephelerine gönderiyordu. Yıllarca bomba ve füzelerin altında sabahladılar. Bunlar dile kolay, anlamak için yaşamak lazım. Oğlunu, kardeşini, eşini, kısacası tüm yakınlarını füzeler altında kaybeden anneler "imam sağ olsun yeter." diyordu. İmkânsızlıklar, yokluklar, darlıklar içinde; ama şerefiyle, onuruyla yaşadılar. Gencecik damatlar, aksakallı dedeler hiç çekinmeden Allah yolunda canlarım verdiler. Yüz binlerce şehit vererek şahadet hususunda adeta yarıştılar. Onları görünce inanın kendimden utanıyor, sıkılıyordum. Biz de müslümanız onlar da diyordum. Onlar Allah için neler yapıyor ve bizler neler yapıyoruz? Onlar canlarını Allah yolunda feda ederlerken bizler onların abdesti, secdesiyle ilgilendik. şahadet şerbetini içmiş şehitlerin ayak bağı ile meşgul olduk. Oradaki en güzel yemeklere bir ay bile dayanamazken o Müslümanlar bizlere verdikleri ama bizim bir ay sabredemediğimiz yiyeceklerden bile mahrum bir halde bütün bir küfür dünyasına karşı savaşıyorlardı. Onlar kızgın çöllerde cehennem gibi sıcak güneş altında -aç ve susuz savaşırlarken bizler tahrandaki en lüks otel ve lokantalar arıyorduk. Ama yeri geldiğindede mangalda kül bırakmıyor habire İslâm'dan' dem vuruyorduk. Velhasıl onlar İslami yaşadılar fedakârlık ettiler; sabrettiler bizlerse sadece bütün bu olanların edebiyatını yaptık. Pisliğe konan sinekler gibi hep onların eksiklikleriyle meşgul olduk. Tağuti rejim karşısında korkudan birçok gerçekleri dile getiremediğimiz halde sıra İran'a gelince aslan kesildik. Yırtarım dağları enginlere sığmaz taşarım. feryadıyla kükredik. Ama netice ne oldu? Onlar erdiler muradına bizlerse kala kâldık ortada. Onlar izzet elde ettiler biler ise zillet içinde hep birbirimizle uğraşıyoruz.

Allah'ın emrinin tersine kafirlere karşı yumuşak ve alçak gönüllü olduk, ama Müslümanlara ve inananlara karşı acımasız ve birer "Hitler" kesildik. Böyle bir ümmeti Allah hedefine ulaştırır mı? Allah böyle bir ümmete huzur sekine ve güven indirir mi? Tabii ki hayır!

O halde ümmet olarak eğer hedefimize ulaşmak ve İslami çalışmalarımızda başarılı olmak istiyorsak fedakar İran halkından ve hepsinden de önemlisi İmam Hüseyin ile ashabının Kerbela'daki fedakarlıklarım örnek almalıyız. Hindistan rehberi Gandi de ülkesi için çektiği onca acılar karşısında "Ben her şeyi İmam Hüseyin'den örnek aldım." dememiş miydi?

Velhasıl İslami hedefine ulaşmak isteyen bir ümmet mutlaka fedakar olmalıdır. Malını, canını ve tüm varlığını hedefi yolunda feda etmelidir.

3- Şuur ve Uyanıklık: İslami bir hareketin önemli kanadı olan bir ümmet şuurlu ve uyanık olmalıdır. Düşmanını ve dostunu birbirinden ayırabilmelidir. Dost ve düşmanını ayıramayan bir halk kesinlikle ne kadar fedakar olursa olsun yine de hedefine ulaşamaz. Zira İslam düşmanları oldukça sinsice komplolar entrikalar ve oyunlar tezgâhlamaktalar. Dolayısıyla imam gibi ümmet de şuurlu, uyanık ve çağını tanıyan bir ümmet olmalıdır. Aksi taktirde aldatılır, fitneye duçar kılınır, ihtilafa düşürülür. Tarih böylesi ümmetlerin mezarlığı halindedir. İmam Hüseyin'in taraftarları da işte bu tip bir halk idi. Yezid ve uşaklarının yalanlarına aldanmış ve bir anda verdikleri tüm sözlerini unutarak bir anda İmam Hüseyin'in aleyhine dönmüşlerdi. Dolayısıyla hedefine ulaşmak isteyen bir ümmet mutlaka uyanık, şuurlu ve çağını tanıyan bir ümmet olmalıdır. Bu hususta da İran halkı en güzel örneği sergilemiş dolayısıyla da bunun neticesi olarak hedefine ulaşmışlardır.

Ebetteki İran İslam inkılabının zafere ulaşmasının bir çok başka nedenleri de olabilir ve vardır da. Ama bana göre en önemli etkenler bu saydıklarımdan ibarettir. Eğer bir imam ve ümmet saydığımız en belirgin özelliklere sahip olursa mutlaka Allah-u Teala da bu ümmet ve rehberi muzaffer kılacak ve başarıya ulaştıracaktır. Buna tarih de en güzel şekliyle şahittir.

Başarısız olan herhangi bir hareketin başarısızlık nedenlerini ele alıp incelemek istersek görürüz ki mutlaka bu sayılan vasıflardan birinden mahrumiyet veya aksaklık söz konusudur. Şimdi burada bu kadarıyla yetinip inkılap sonrası olayları ele almaya çalışalım. Yardımcı sadece Allah'tır.

DEVRİM SONRASI ÖNEMLİ OLAYLAR

Iran İslam devrimi 11 Şubat 1970 tarihinde gerçekleşince rejimin baş elemanları bir bir halk tarafından yakalandı. Halkın intikam halkın intikam pençesinden kurtulabilenler ise kıyıya köşeye gizlenebildiler veya yurtdışına kaçtılar. Geçici hükümet ülkenin siyasi kudretini ele geç irdi. Ama hükümetle yer alaşım üst düzey şahısların liberal yapısı ve baskıcı, ortamdan kurtuluşun psikolojik etkisiyle ülke çapında geniş bir özgürlük rüzgârları estirildi. Üniversiteler siyasi grupların cirit attığı alanlara dönüştü. Artık okullarda dersler bile tatil edilmişti.

Tahran Üniversitesi önündeki bütün kitap evleri uzun yıllar boyunca- yasaklanmış birçok kitabın sergisi batine geldi. Buralarda en Marksist ülkelerde hile yasak olan her türlü kitaplar satılıyor, herkes kendi dünya görüşüne pazar bulmaya, çalışıyordu. Üniversiteler siyasi grupların miting alanına dönüştü. Ama inkılâbın asıl evlatları alan hizbullahiler, Şahın "bayındır bir mezarlık" olarak bıraktığı ülkeyi onarmakla meşgul oldukları için böylesi siyasi gövde gösterilerine fırsat bulamıyorlardı. Lakin özgür ortamdan istifade etmek isteyen 28 Marksist örgüt 10'dan fazla teşkilat ve siyasi gruplar hızlı bir çalışma içine girdiler. "Peykar" ve, '"Halkın fedaileri gibi örgütler zahirde Tahran gibi merkezlerde siyasi propagandalarını yürütürken bir yandan da gizlice Kürdistan Günbet belucistan gibi zengin, yerlerde de silahlı mücadelenin hazırlıklarını yapıyorlardı. Devrim sonrası arzuladıkları bir rejime kavuşamadığını gören guruplar ilk günden itibaren devletin aleyhine çalışmalar yapmaya başladılar. İlk defa Furkan adlı Marksist gurup devrimin 3, ayından itibaren silahlı bir mücadele başlattığım ilan etti Bu örgüt ilk önce genelkurmay başkanı general karaniyi daha sonra da Ayetullah Mütahhari'yi şehit ettiler. Ama çok geçmeden örgütü çökertildi ve cinayetkar örgüt elemanları idam edildi. Özelliklede Müteharri, müfettih ve kadı Tabatabai gibi ilmi ve siyasi şahsiyetlerin şehit edilmesi inkılapçı, halkın uyanmasına ve bilinçlenmesine sebep oldu.

Devrim muhafızları ve devrimci halk Günbed şehrinde inkılab düşmanlarını etkisiz hale getirerek şehirde İslam devletinin hakimiyetini sağladı. Ama geçici hükümet tarafından Kürdistan’a ali olarak tayin edilen Yunus adındaki Demokrat Parti'ye bağlı komünist şahsın izni üzerine Günbed şehrinde yenilen gruplar Kürdistan'a akmaya başladı.

İnkılab düşmanları Ağustos 1979'da Pave şehrine saldırarak şehirde bulunan tüm devrimci Müslümanları acımasızca katlettiler. Yirmiden fazla insanın başını gövdesinden ayırıp görülmemiş bir cinayet örneği sergilediler.

Bu arada Müslüman öğrenciler casusluk yuvası olan Amerikan Büyükelçiliğini İşgal ettiler. Bu hareket Amerika ve uşaklarına indirilen ağır bir darbe sayılıyordu. Casusluk yuvasında ele geçirilen belgeler birçok gizli ilişkileri açığa çıkarmış ve iç kargaşalıklarda, özellikle de Kürdistan olaylarında Amerika'nın parmağının olduğu anlaşılmıştı. Bu durumda Peykar vb. örgütler kendilerini bekleyen tehlikeyi sezinleyerek bu halkçı devrimi lekelemeye başladılar.

Sonunda liberal1 bir yapı arzeden geçici hükümet de devrimci halkın feryattan karşısında dayanamayarak çöktü. Bu sıralarda halk arasına çeşitli propaganda yöntemleriyle nüfuz etmeyi başaran Beni Sadr Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazandı. Beni Sadr'ın zayıf noktalarını iyi bilen Halkın Mücahitleri ona yaklaşmaya başladılar. Beni Sadr'ın kudretinden istifadeyle İslami cepheyi yenmeye çalıştılar. Elde ettiği basanlardan gurura kapılan Beni Sadr, inkılab muhaliflerinin yayın organı durumuna gelen bir gazetede devletin uzlaşmazlık siyasetini eleştirdi. Böylece muhalif grupları tahrik etmeye başladı. Özellikle Halkın Mücahitleri teşkilatının rehberi Mesut Recevi, Beni Sadr ile yakın ilişkiler içine girmişti. Bunun üzerine İmam Humeyni (r.a) ilkönce Beni Şadr'ı silahlı kuvvetler başkomutanlığından azletti. Daha sonra İslami Şura Meclisi tarafından kifayetsizliği ifade edilen Beni Sadr Cumhurbaşkanlığı görevinden de alındı. Böylece İran'daki devrim muhalifi gruplar ağır bir darbe yedi ve büyük bir mevkilerini kaybettiler. Bu yüzden Halkın Mücahitleri de devlete karşı silahlı mücadele içine girdi. Demokrat Parti başkanı Abdurrahman Kasımla da Halkın Mücahitleri ile yakın bir işbirliği içinde olduğunu ilan etmişti.

Halkın Mücahitleri örgütünün ilk açık eylemi "Hizb-i Cumhuri-i İslami"ye nüfuz eden bir münafığın parti yetkililerinin haftalık toplantısında yerleştirdiği patlayıcı maddelerin patlaması sonucu ortaya çıktı. Bu olayda Yüksek Yargı Şurası Başkanı Dr. Ayetullah Muhammed Hüseyin Beheşti, birçok İslami Şura Meclisi Temsilcileri, dört bakan, birkaç bakan yardımcısı ve alimler olmak üzere 72 kişi paramparça bir halde acımasızca şehit edildi Bütün dünya bu olup bitenler karşısında deve kuşu misali bacını kumlar arasına gömmüş görmezlikten geliyordu. Ama İslam devleti bu teröristlerden bir kaçını yakalayıp da cezalandırınca "İran'da hürriyet ve insan haklan yoktur." diye feryad etmeye başladı. Halbuki İran Anayasasında insanların inançlarının baskı altına alınamayacağı ve hiç kimsenin inançlarından dolayı kınanamayacağı açıkça yer almıştır. Ama başkalarının hakkına tecavüz eden ve toplumda anarşi doğuran kimselere sırf özgürlük adına müdahale etmemek aslında toplumun haklarına tecavüz sayılır. Başkalarının hak ve inançlarına saygı duymayan bir kimse aynı saygıyı başkalarından bekleyemez. Bir insanı öldüren anarşistin de yaşama hakkı olduğu söylenemez. İran'da da devrimin ilk günlerindeki özgürlük ortamından su-i istifade eden terör grupları işte böylece binlerce insanı suçsuz yere acımasızca katletmişti. Bu cinayetlere hiç bir şey demeyen Batı dünyası söz konusu teröristleri yakalayıp adalet üzere cezalandıran İslam devletine karşı "hürriyet ve insan haklan" iddiasıyla bir karşı kampanya başlattılar ve İran'ı dünya karşısında inzivaya itmek, yalnız bırakmak için çalıştılar.

Daha önceden de dediğim gibi İmam yanlısı öğrencilerin Tahran'daki Amerikan casusluk yuvasını işgal etmeleri, İran milletinin emperyalizmin beline indirdiği en büyük darbeydi. Bu olay Amerika'nın aczi yetini ortaya koydu. Amerika da zaten bu prestijinin kaybolmasından endişe ediyordu. Dolayısıyla İran aleyhine yoğun bir propagandaya başladı. Bu hususta da başarılı olamayan Amerika 12 Aralık 1979 da İran'a karşı ekonomik bir mücadeleye girdi ve İran'ın dünya bankalarındaki paralarını 30 Nisan 1980 tarihinde dondurdu. Bu önlem de para etmeyince bu defa Amerika askeri bir müdahalede bulunmaya karar verdi.

Bu arada Beni Sadr hükümeti çökmüş yerine Muhammed Ali Recai hükümeti kurulmuştu. Recai ile Beni Sadr arasında ideolojik farklılık bulunduğundan bir türlü uyuşamıyorlardı. Recai hükümeti kurulunca Amerika'nın umutlan yeniden boşa çıktı. Bu yüzden emperyalistler Recai hükümetine karşı yoğun bir kampanya başlattılar. Ayrıca Recai hükümetinin kurulmasından birkaç gün sonra 22 Eylül 1980'de Amerika yenilgilerinin intikamını almak için Baas rejiminin uşaklarına İran'ın istila edilmesi emrini verdi. Saddam güçleri deniz, hava ve karadan İran'a karşı yoğun bir kaldın başlattı. Bu durumu fırsat bilen Amerika 25 Nisan 1980 tarihinde 18 askeri yük uçağı, 20 helikopter ve bunların içinde bulunan üç bin komando, motosikletler, askeri cipler, yüzlerce el bombası, toplar ve makineli tüfeklerle İran hava sahasına girip Tebes çölüne indiler. Böyle büyük bir askeri güç, sadece gaybi yardımlarla etkisiz hale getirildi. Beklenmeyen bir kum fırtınası bütün bu uçakları ve helikopterleri görevlerini yapamayacak hale getirdi. Bu harekatın hedefi elçilikte rehin alman Amerikalıları kurtarmaktı. Altı helikopter, bir uçak birkaç cip, 6 motosiklet, 30 patlamış el bombası ve bir sürü yanmış Amerikan komandosunun cesedini Tebes Çölü'nde bırakarak, İran'ı terk etmek zorunda kaldılar.

Bu başarısız harekâttan sonra sırada bir darbe vardı. Amerika bu görevi de Bahtiyara verdi. Ama Allah buna da izin vermedi.Devrim Muhafizları 7 Temmuz 1980'de darbe başlamadan birkaç dakika önce casusları yakaladılar. Uçaklâr sosyal demokrat bir rejim kurmak için Noje hava üssünden havalânacaklardı. Böylece Allah’u Teala İslam düşmanlarının bu girişimlerini de akimete uğrattı.
 

Beni Sadr azledilmesiyle stratejik bir noktayı kaybeden İslam, .düşmanları büyük bir suikast yapmayı planladılar. Ancak Allah'ın yardımı ile başbakan ve Meclis sözcüsü suikast düzenlenen bu toplantıya katılmamışlardı. şehit olan milletvekillerinin sayısı da meclisin çalışmalarını bozacak kadar değildi. Ama ne yazık ki Dr. Beheşti ve 72 inkılapçı Müslüman bu 28 Haziran suikastında şehit oldular, Aslında Bazergan hükümetinin dışişleri bakanı Dr. İbrahim yezdi; Cezayir'de Carter'in Milli Güvenlik Danışmanı Brezinski ile görüşmesi nasıl liberal cephenin sonu olmuşsa, 28 Haziran suikastı de Beni Sadr ve Halkın Mücahitleri gibi İslam düşmanlarının da sonu olmuştur. Nitekim Tahran’da ki casusluk yuvası Müslüman öğrenciler tarafından işgal edilince Bazergan hükümeti istifa etmiş, 28 Haziran suikastının ardından da Beni Sadr kadın çarşafı altına gizlenerek ülkeden kaçmak zorunda kalmıştır.

 


Yüklə 3,6 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   11   12   13   14   15   16   17   18   ...   74




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin