Şeyh Said Şaban, Lübnan
İran Allah'ın ayetlerinden bir ayettir. Devrimini mucizeler gibi değerlendiriyorum. Kara, deniz ve hava kuvvetlerine sahip olmayan 80 yaşındaki bir adam, kendisini dinleyip itaat eden halk vasıtasıyla Ortadoğu'da en büyük devrimi gerçekleştirdi. Devletlerin denge denklemlerini değiştirmeyi başardı. Afgan halkı karakter itibarıyla bedevilere benzeyen bir halktır. İran halkından daha şiddetli çarpışır savaşlarda. Ganimet paylaşmasına sıra gelince Cahiliye dönemindeki Arapların yaptıkları paylaşma usulüyle iş neticelenir.
Ama imamdan sonra ne olacak? Tabii ki devrimden çok korkmaya başladık. Özellikle de birkaç bakış açısı veya bir noktaya kadar da olsa değişik görüşler belirlendiği sırada. Gazeteler ve dünya haber ajansları İran içerisinde birbirlerine karşı yönelişlerin varlığını pekiştirmeye çalıştıkları esnada. Fakat Seyyid Ali Hamaney, Cumhurbaşkanı ve birçok yetkililerle görüştüğüm bu ziyaretimden sonra, yayılan dedikodunun olayın gerçek boyutundan daha büyük mü veya daha küçük mü olduğu belirdi bizlere.
Şüphesiz ki ortalıkta dolaşan dedikodular ihtilafları çok büyütüyor. Realite ise bunun aksinedir. Görüş ayrılıkları yasal devletlerle kimi ilişkilere girmeye karşı değil. Yeter ki hareket noktası İslam olsun. Bazıları da diyorlar ki biz Amerika veya diğer devletlerle ilişkilerin kurulup filizlenmesini arzulamıyoruz. Çünkü Amerika, bizler için bela ve felakettir. Büyük şeytandır. Gerçek şu ki herkesin görüşü kendisini bağlar. Her iki görüşün de şer'i naslara, seri siyasete ters düştüğünü söyleyemem. Şayet İran'lı müslümanlar, mezheplerini ve risalete dayalı çizgilerini muhafaza edip, İslam'ı dışarıya aktarabiliyorlarsa, bu Müslümanların yapmaları gereken bir işti zaten. Zira islam bütün alemler için gönderilmiştir. Ama şüphesiz ki İran'lı Müslümanların hepsi de bu devletin gelişmesi ve ilişkilerin sağlam olabilmesi için en güzel, en erdemli yolu araştırıyorlar.
Dr. Haluk Gerger, Türkiye
Bu yazının amacı, Ayetullah Humeyni'yi ve tarihsel mirasım bir uluslararası ilişkiler uzmanının perspektifiyle incelemektir. Bu açıdan bakıldığında akla ilk gelen de tabii emperyalizm olgusu olmaktadır. Ortadoğu'nun müslüman kitleleri yüzyılın çok üzerinde surelerle ifade edilebilecek bir zaman diliminde sömürgecilik ve emperyalizmin tasallutuna uğramış, sömürülüp baskı altında tutulmuş ve ona.karşı mücadele verip kan akıtmıştır. Ne var ki, aynı kitleler gene, bu temel gerçeğe karşın, sahte din adamları ve işbirlikçi politikacılar eliyle İslam dininin çarpıtılıp doğrudan emperyalist çıkarlar uğruna kullanılmasına engel olamamışlar, aksine bu yönde manipülasyonlara hep açık olagelmişlerdir. Giderek de, yabancı çıkar odaklarıyla onların yerli ortakları tarafından yaratılan sahte bir Müslümanlık anlayışı gericiliğin ve emperyalizmin aracı olmuş, aldatılan müslüman yığınlar da karanlık hesaplara alet edilmişlerdir. İşte bu noktada, Ayetullah Humeyni'nin emperyalizm anlayışı ve ona ilişkin tavrı müslüman kitleler ile genel olarak İslam dünyası açısından tarihsel bir dönüm noktasının başlangıcını oluşturmuştur. Denilebilir ki, geniş müslümarı kitleler açısından Humeyni militan bir antiemperyalizm yaratmış, beynelmilel sermayenin sömürü ve baskısına başkaldırısın da simgesi olmuştur.
Humeyni, emperyalizm olgusunu çarpıcı bir bilinç ve netlikle islam dünyasına şöyle açıklamıştır:
"Bazılarının düşünce alanı son derece sınırlı olduğu... için, Ayet-i Kerime'de sözü edilen 'haram yiyicilik'ten, yalnız mahallelerindeki köşe başındaki bakkalın eksik tartmasını anlarlar... Beyt-ül mal'ın nasıl soyulduğunu, petrolümüzün nasıl çalınıp çırpıldığını, yabancı şirketlerin temsilciliği adı altında ülkemizin nasıl pahalı ve gereksiz yabancı mallara pazar kılındığını, bu yol ile halkın parasının nasıl onların ve yabancı sermayedarların cebine aktarıldığını bir türlü kavrayamazlar. Petrolümüzü, çıkartıldıktan sonra kaldırıp götürürler, bir miktarını da kendileriyle işbirliği içinde olan hakim zümreye verirler ki, o da başka yollarla yine kendi ceplerine döner... İşte bu geniş çapta, milletlerarası çapta bir haram yiyiciliktir. Dehşet verici ve en tehlikeli münkerlerden biri işte budur." Bu kavrayışın İslam dünyasında yarattığı politik bilinç, yüzyılların boyun eğişini, hatta emperyalizme hizmeti ve buna dayanan egemenlik ilişkilerini derinden sarsmış, mazlumlar evreninde kurtuluş yönünde geniş ufuklar ve umutlar yaratmıştır. Sanırım, İslam dünyasına sokulan bu girdi, bu veri çağımız uluslararası ilişkiler denklemini ve dış politika uygulamalarını köklerinden kalıcı olarak etkilemiştir.
Kuşkusuz Ayetullâh Humeyni aynı zamanda bir eylem adamıydı. Yaptığı ilk ve temel şeyse, mazlum ulusların dünyasında emperyalizmin işbirlikçisi tepeden tırnağa silahlı bir zulüm yönetimini devirerek ona ve çıkarlarına büyük darbeler vurmaktı. Bu, bir yandan emperyalizmin ve ona dayanan kozmopolit uzantı yere] yönetimlerin özgüvenini ölümcül biçimde sarsar ve uzun yıllar içinde oluşturdukları sömürü yapılarını yıkarken, öte yandan da ezilenlerin dünyasında umut ve yeni kararlılık tohumlan ekmekteydi. Bu yapılana koşut olarak da, İran Devrimi, haksız uluslararası düzenin temel dayanaklarına karşı girişilmiş bir başkaldırıyı simgelemekteydi. İran Devrimi, uluslararası sistemi temelinden yıkmaya yönelik bir ideolojik söylemle zafere ulaşmış, sistemin özünü ve varlık nedenini oluşturan sömürü ve baskıya karşı yine sistemin uyuşturmuş olduğu yığınlarla birlikte başkaldırmıştır. Ve nihayet Humeyni ve İran Devrimi, emperyalist Batı kültürünün evrensel üstünlüğü yönünde ezilenlerin dünyasına dayatılmış değerler sistemine, yani çağdaş uluslararası düzenin temel kültürel ve sosyo-ekonomik temellerine indirilmiş bir darbe olmuştu. Emperyalizmin bütün gücüyle giriştiği saldırılara karşı halkın özgücüne ve özveri geleneğine, onun dinamizmine ve tarihsel/ahlaksal haklılığına, uluslararası dayanışmaya ve ezilenlerin kardeşliğine dayanan direniş ruhu, Müslüman kitleleri ve hatta tüm mazlum halkları sarmış, Humeyni'nin mirasının ayrılmaz parçasını oluşturmuştur. ABD Başkanı Carter'ın İran'la diplomatik ilişkileri kesme kararına Humeyni'nin gösterdiği tepki bugün hala tüm ezilenlere örnek olacak niteliktedir. Humeyni bu konudaki mesajında halkına şöyle seslenmiştir:
"Onurlu İran halkı; ABD ile İran ilişkilerinin kesildiği haberini aldım. Şayet Carter yaşamında ezilenler lehine herhangi bir şey yaptıysa, işte o bu ilişkilerin kesilmesidir. Dünyayı yutan bir yağmacı ile kendini uluslararası yağmacıların pençesinden kurtarmak için ayağa kalkmış bir ulus arasındaki bir ilişki her zaman ezilen ulusun kaybı olacaktır ve ezenin çıkarları yönünde işleyecektir. Bu ilişki kesme kararını hayırlı bir gelişme olarak düşünüyoruz; Amerikan hükümetinin İran'dan tüm umutlarını kestiğini göstermektedir. Militan İran halkı, baskıcı bir süper gücün ilişkileri kesmeye ve tüm yağmasını ortadan kaldırmaya zorladığı bu zafer şafağını kutlamakta haklıdır." Günümüz dünyasında bu kararlı militan tavrın erdemi ve gerekliliği çok daha açık bir biçimde görülmektedir. Bir ünlü asker en çok korktuğu silah konusunda şöyle demiştir: "Bence en korkutucu ve etkili silah tel örgülerdir. Çünkü onlar saldırgana karşı bir ulusun kendini savunma irade kararlılığının açık simgesidirler. Bir saldırganı en çok korkutacak şey de budur." Gerçekten de saldırganlara karşı en etkili silah bir halkın vatan toprağını, yaşam biçimini, namusunu ve onurunu, hakkını ve adaleti korumadaki kararlılığıdır, özgücüne güvenerek direnmesidir. Tüm olumsuz iç koşullara karşın emperyalizmin tam desteğindeki Irak saldırısına karşı verilen ödünsüz savunma savaşı, bir yandan uluslararası karşıdevrime, öte yandan da yerel işbirlikçiliğe karşı "savunma karırlılığını yaşama geçirilmesiydi. Humeyni yönetimi bu tavrını daha geniş olarak bölgeyi savunma anlamında Filistin konusunda da göstermiş ve mazlumlar arası dayanışmanın ve direniş kararlılığının bir başka önemli örneğini vermiştir. Dar milliyetçiliğin ve şovenizmin yıkıcı etkilerini yadsıyan, ezilenler arasında evrensel bir dostluk ve dayanışma anlayışına dayanan bu enternasyonalizm özellikle Ortadoğu'da yankı bulmuştur. Emperyalizmin saldırılarına bugün her zamankinden daha fazla hedef olan Ortadoğu'da bu anlayışın ve buna dayalı bir geleneğin yaratılmasının acil önemi ise ortadadır.
Sonuç olarak, Humeyni, Müslüman dünyasına, uluslarası ilişkilere yönelik olarak, sömürü ve baskının kaynağı emperyalizmin olgusunu bütün açıklığıyla net bir biçimde getirmiş, emperyalizme karşı militan direniş ve başkaldırı, ezilenler arasında da kardeşçe dayanışma kavramlarını, pratik örnekleriyle birlikte yerleştirmiş, bunlara ilişkin kalıcı değerleri vicdanlara kazımıştır. Humeyni'nin tüm Müslümanlara öğütlediği şudur: "Vazifemiz mazlumlara destek, zalimlere düşman olmaktır... Bugün nasıl olur da ecnebi hizmetkarı kimselerin, ecnebilerin. yüz milyonlarca müslümanın servetine ve elinin emeğine sahip çıktığını görür, suskunluk içinde ve hareketsiz kalabiliriz? Bütün Müslümanların ödevi, bu zalimane duruma son vermeleri"dir. Humeyni'nin dış politikaya ilişkin şu perspektifi günümüzde insanlığın temel bir gereksinimini ve özlemini karşılamaktadır: "Adalet, ancak öteki devletlerle olan ilişkilerde de gözetilirse gerçek anlamına kavuşur."
Kuşkusuz bu anlayışın teorik ve pratik sorunları, sınırlılıkları, toplumsal yaşamın Öteki alanlarına getirdikleri, öteki inanç ve düşünce sistemleriyle ilişki ve etkileşimleri, genel olarak "kurtuluş teolojisi" vb. konular eleştirel bir biçimde araştırılmalı, geniş bir hoşgörü ortamında tartışılmalıdır, inanıyorum ki, Ayetullah Humeyni'ye saygının ve mirasına sahip çıkmanın yolu da buradan geçmektedir. Emperyalizmin saldırganlığının korkunç boyutlara ulaştığı ve Ortadoğu'nun temel hedef seçildiği günümüzde antiemperyalist dayanışmanın hayata geçirilebilmesi için her inanç ve düşünceden dürüst insanların işbirliği içinde kendi olumluluklarını evrensel mücadeleye taşımaları gerekmektedir. İslam dünyası ve gerçek Müslümanlar açısından Ayetullah Humeyni'nin antiemperyalist mücadele ve dayanışma perspektifleri, sahip çıkılıp ezilenlerin davasına sunulması gereken bir miras olmaktadır.
Yaşar Kaplan, Türkiye
İran'ın İmam Humeyni (ra.) çizgisindeki inanmış halkı, yirminci yüzyılın son çeyreğinde İslamî temellere dayalı bir inkılâba kalkışarak dünyanın patronu durumundaki büyük devletler tarafından kurulmuş olan dünya düzenini sarstığı ve bazı hesapları boşa çıkardığı için İran "suç işlemiş bir ülke" olarak görülmüş ve yıllardan beri suçlu muamelesine maruz bırakılmıştır. İran'ın suçlu ilan edilmesine gerekçe olarak ne gösterilirse gösterilsin, tek neden İran'ın İslâm yolunu, yani hürriyet ve özgürlük yolunu, kula kulluk etmemek yolunu, Allah'tan (c.c.) başka boyun eğilmeye değer bir varlık tanımamak yolunu, Allah'ın tayin etmiş olduğu kaderden başka hiç bir kadere razı olmamak ve şeytanî güçlerin kader yerine geçmek üzere zorla benimsetmek istediği hayat tarzına karşı bütün gücüyle direnmek yolunu tercih etmiş olmasıdır. İran'ın gerçek suçu, hürriyetin bedelinin çok yüksek tutulduğu ve birçok ülkenin bu bedeli ödemeyi göze alamadığı için hürriyet peşine düşmekten vazgeçip zillete razı olmak zorunda bırakıldığı şu çağda, İmam Humeyni'nin tutarlı ve dirayetli rehberliğinde bu kadar pahalı bir bedeli ödemeyi göze alarak hürriyetini zorla da olsa ele geçirmeyi başarabilmiş bir ülke olmasıdır. Mademki İran, İslâm'ı bütün kurumlarıyla bu çağa taşımaya kalkışmak gibi bir suç(!) işlemiştir, bunun bedelini ödemeye de hazır olmalıydı.
İmam Humeyni, bu uzun yolun ne kadar zor ve çileli olduğunu bildiğinden, her şeyden önce, ülkesinde Allah'ın dini ve İslâm'ın izzeti için canlarım feda etmeye hazır milyonlardan oluşan bir kitlenin yetişmesine hayatını vakfetmiştir. İran'da yıllardır sürdürülen eğitim çalışmaları sonucunda, Allah'a kurban olsun diye milyonlarca insan yetiştirilmiş ve bu sayede küfür sistemi dize getirilmiş, arzu edilen İslamî sistemin tesisine doğru ciddi bir adım atılabilmiştir.
İmam Humeyni iddia ediyordu ki yönetim biçimlerin en iyisi İslamî yönetim biçimidir. Bu iddiasını daima ısrarla savunmuş, halkına daima hedef olarak bunu göstermiş ve halkını da bu gerçeğe inandırmıştır. Sonunda O'nun istediği şeyi halkı da istemiş ve hep birlikte arzuladıktan şeyi vermesi için Rablerine yönelmişlerdir.
imam Humeyni, bir inkılap rehberi olarak, âlim, arif, filozof ve fakih bir zat idi. Bunu da siyasî ve içtimaî sahadaki birçok isabetli içtihatlarıyla ispatlamıştı. İmam Humeyni, davası ile öylesine özdeşleşmişti ki, O'nun bir yerde isminin geçmesi veya resminin görülmesi bile artık İslâm'ın gündeme gelmesine yetmekteydi. O'nun ismi ve cismi acaba niçin bu kadar etkili olmaktaydı? Çünkü İmam, zamanın en büyük istikbarı ve en büyük şeytanı durumundaki Amerika ve işbirlikçileri ile korkusuzca savaşa tutuşmuş, İslâm'ın aslını hiç bir tehditten çekinmeden ortaya koymuş ve hiçbir zaman halkın kendini destekleyip desteklemeyeceği hesaplarına girmeden, sadece Allah'a güvenerek yoluna devam etmeye çalışmış birisi idi. Fakat Iran halkı İmamlarını bu yolda yalnız bırakmamış, İmamlarına güvenerek onun peşine takılmış ve gösterdikleri hedeflere ulaşmak için ne gerekiyorsa onu yapmaktan da çekinmemiştir. İmamlarının "Allah'tan korkunuz, bilmediklerinizi size öğretir.'' ölçüsünü sürekli olarak hatırlatması ve canlı tutmaya çalışması neticesinde bu insanlar, ortaya koydukları tavizsiz mücadelelerinde ve gerçekleştirdikleri inkılablarında insanlık tarihine anlam kazandıran büyük insanların, Nebilerin, şanlı İslâm erlerinin yaptıklarını tekrarlamaya özenmişler, onlar gibi olamayacaklarını bile bile onlar gibi olmaya çalışmışlardır. "Savaşımız iman savaşıdır" diye haykıran bir İmam'ın, "Benim savaşım, milletimin savaşıdır." ilkesiyle hareket eden bir İmam'ın işaretleriyle, "Bizim savaşımız Müslüman milletin savaşıdır, dünya Müslümanlarının ve müstaz'aflarının savaşıdır." şuuruna ermiş milyonlarca Allah erinin sağlam bir duvarın tuğlaları gibi birbirine kenetlenerek küfrün üstüne yürüdüğü bir toplum düşününüz. Bu toplumda, çağdaş şeytanların süperlik imajları yıkılıyor, hiçbir süper gücün soğuk savaş taktikleri bu toplum karşısında tutmuyor.
İmam, sorumluluk taşıyan bir lider olarak ortaya koyduğu tutarlı davranışlarıyla daima kendine güvenen halkına layık olmaya çalışmış ve fazlasıyla layık olmuş; ona inanan ve onu izleyen halk da İmamlarına layık olmaya çalışmış ve bu ideal Rehber-Halk beraberliği yirminci yüzyılın son çeyreğinde İlahî harekete yirmi birinci yüzyıl boyunca bile hızının kolay kolay kesilmeyeceğine inandığımız bir ivme kazandırmıştır.
İmam Humeyni ne yapmıştı ki bu kadar başarılı bir harekete öncülük edebilmişti? Önün bu başarısını, sahip olduğu rehberlik anlayışında aramak gerektiği kanaatindeyim.
İmam Humeyni'nin rehberlik veya liderlik anlayışı hiçbir zaman tek adam olma heveslerine dayalı olmamıştır. İmam, emreden, nehyederi, yeni yeni hükümler koymaya kalkışan bir lider gibi olmaya hiç özenmemiş, sadece İslam adına bildiği şeyleri insanlara hatırlatmaya ve İslam'ın doğrularım topluma yerleştirmek için çalışmakla yükümlü olduğumuzu, bu yükümlülüğün savsaklanamaz, devredilemez ve ertelenemez bir yükümlülük olduğunu anlatmaya çalışmıştır.
İran toplumunu yakından tanımayanlar, öteden beri, ilk bakışta İran'da bir otorite boşluğu, bir başıbozukluk ve bir belirsizlik olduğu izlenimi edinmişlerdir. Bu izlenim, hakikaten İran'da böyle şeylerin olmasından değil, yabancı bakışların İran toplumunun sosyal dinamiklerini bir anda kavramakta güçlük çekmesinden kaynaklanmaktadır. Bu güçlükler nedeniyle olacak ki, birçok siyasi değerlendirmeci zaman zaman İran'da bir otorite boşluğu olduğundan söz edip durmaktan bir türlü vazgeçmemişlerdir. Fakat gerçekte böyle bir otorite boşluğu İran'da benim takib edebildiğim kadarıyla hiçbir zaman var olmamıştır. Siyasi yorumcuları yanıltan şey neydi? Siyasi yorumcuların açıklamakta güçlük çektikleri şey, kanaatimce, devrim gerçekleştirmiş bir ülke olarak İran'ın diktatörsüz olmasıydı. İran'da her şeyi elinde tuttuğu zannedilen bir insan vardı, fakat bu insan da tarihin tanıdığı "güçlü insan" veya "iktidar sahibi lider" imajından çok farklı bir portre çizmekteydi. Bu öyle bir liderdi ki, arkasına takılan milyonlarca insanın efendisi değil hizmetçisi olduğunu söylüyordu. Onlara emir veren değil, başta kendisi olmak üzere inanmış insanlar olarak, kul olarak hep birlikte yapmak zorunda oldukları şeyi hatırlatan birisi gibi hareket ediyordu sadece. Kudretini sergilemekle prim yapmaya çalışmıyor, bir inkılâbın lideri olarak başta kendisi olmak üzere, Yaratıcı karşısında ne kadar aciz olduklarını anlatmaya önem veriyordu. Bütün bunlar, tabii ki siyaset bilimcilerin ye gözlemcilerin kafasını karıştıran şeylerdi. Bunun için de, İran'daki Rehberiyet makamının gücünü çok iyi bilmelerine rağmen, bu makam, dünyanın tanıdığı diğer makamlardan hayli farklı özelliklere sahip olduğundan, zaman zaman siyaset bilimcilerin yanılmasına, İran'da otorite boşluğu olduğunu zannetmelerine ve siyasal yorum yapıyoruz diye bu tür sayıklamalarda bulunmalarına yol açabiliyordu. Oysa İran'da başta Rehberiyet makamı olmak üzere bütün etkili ve yetkili kişiler de dahil, herkesi aşan, çok etkili bir otorite vardı ki, bunun adı da fıkıh’tı. Hala da öyledir ve hep öyle kalacaktır, kanaatindeyim. İran'da her aşamada duruma hakim olan bir otorite aranıyorsa, bu otorite fıkıh'tır. İşte İmam Humeyni'nin öteki liderlerden farklı olduğu bir başka nokta daha ortaya çıkmaktadır burada: İmam, kendi gücünü sergilemek sevdasıyla İslami kurumlan (Rehberiyet gibi, fıkıh gibi kurumlan) geri plana itip de kendi kişiliğini ön plana çıkarmaya kalkışmamış, kendisi de her kul gibi ancak kullukta yarışmaya özenmiş, kendisini İslam'ın konulmuş kurallarının üstünde görmek gibi bir bedbahtlığa düşmeden tıpkı her kulun yapması gerektiği gibi, İslam'ca konulmuş ölçülere riayet etmekte en önde olmaya çaba sarf etmiştir.
İmam Humeyni, ilim ve takva sahibi örnek bir Müslüman olmasının yanı sıra yirminci yüzyılın en önemli siyaset adamlarının başında yer almakta idi. Siyasetçiliği söz konusu olduğunda ise, en dikkat çeken özelliği iyi bir teşkilatçı olmasıdır. Her siyasinin iyi bir teşkilatçı olması gerektiği düşünülerek, aradaki fark bazen gözden kaçırılabilir. Fakat iyi siyaset yapan, yani siyasi düşüncelerinde kendi inanışı içinde gayet tutarlı olan ve isabetli kararlar verebilen ama bunun yanı sıra iyi teşkilatçılık yapamayan pek çok lider tanımaktadır dünyamız. İyi siyaset yaptığına inanıldığı halde çevresindekileri örgütlemede başarısızlığa uğrayan, dolayısıyla siyasetçiliği sadece lafta kalan birçok insanın varlığı hatırlanacak olursa, her siyaset adamının mutlaka iyi bir teşkilatçı kabul edilemeyeceği de anlaşılacaktır. Kabul etmek zorundayız ki, İmam Humeynî hem siyasetçiliğiyle, hem de teşkilatçılığıyla başarılı bir insan olduğunu kanıtlamıştır.
İmam Humeyni, hiç beklenmedik bir asırda, hiç beklenmedik bir toplumda, hiç beklenmedik bir şekilde bir mücadele ateşi yakmış ve bu ateşi ancak kontrol altında tutarak, gerek İslami hareket açısından, gerek insanlık açısından son derece önemli bulduğumuz ve yüzyıllardır İslam aleminin görmeye hasret olduğu bir hareketin doğuşuna zemin ve imkan hazırlamanın yollarını araştırmış büyük bir mücadele ve strateji adamıdır. Bu konudaki büyüklüğünü, gerek inkılab hazırlıkları içinde bulundukları aşamalarda, gerek İnkılab'ın başarıya ulaşmasından sonraki aşamalarda takip ettiği metot ve kurduğu beşeri ilişkiler ağında görmek mümkündür.
Mücadeleli hayatı boyunca takip ettiği strateji grafiğine baktığımız zaman, İmam'ın en büyük özelliğinin hedefi tekleştirmesi ve netleştirmesi olduğunu görürüz. Müslümanların İran sathında giriştiği uzun ve çileli tevhidşirk mücadelesinde, İmam Humeyni hedefleri çoğaltmamış, daima azaltmış ve giderek tek bir hedef göstererek bütün dikkatlerin bu hedef üzerinde toplanmasını temin etmeye çalışmıştır. Hıncını ve öfkesini Müslüman gruplara değil, sadece kafirlere ve onlarla işbirliği içinde bulunan münafıklara yöneltmiştir. Müslüman gruplara, özellikle inkılaba güç verecek durumda olan çevrelere karşı ise daima anlayışlı, yapıcı, merhametli, birleştirici bir siyaset takib etmiştir. İmam’ın hiç çekinmeden eleştirdiği, tutumlarına açıkça karşı koyduğu kişi veya çevreler de olmuştur, ama bu eleştirilerini zamanına ve yerine göre en etkili olacak şekilde yapmasını bilmiş, rast gele ve aklına estikçe sağa sola saldırmak şeklinde bir eleştiri mantığıyla hareket etmekten sakındırmıştır. Sertliğini,, yıkıcılığını, gazabım ve hıncını daima kontrol altında tutmasını ve doğru hedeflere yöneltmesini bilmiş; daima tek hedef olarak seçtiği kafirlerden başka kimseye hınç duymamıştır. Çeşitli Müslüman gruplarla görüş ayrılığı içine düşmüş olsa bile onları hiçbir zaman harcamak veya vakitsiz bir şekilde hareketin dışına itmek gibi bir yanlışa düşmemiş, onları eleştirmekle ve düzeltmeye çalışmakla birlikte hareketin içinde tutmasını da başarmıştır. İmâm'ın çıkış noktası hiçbir zaman adam harcamak ve dışlamak olmamış, tam aksine, adam kazanmak ve çemberi daima genişletmek noktasını gözeterek hareket etmiştir. Fakat bu tutumu O'nu temel görüşlerinden taviz vermeye de götürmemiştir asla. İmam'ın en büyük özelliği ve çağlara damgasını vuracak bir hareketin mayalanmasında gösterdiği mahareti de işte bu noktada ortaya çıkmaktadır. Kendi doğrularını gerektiğinde yüksek sesle haykırmaktan geri durmamıştır, ama daha ortada fol yok yumurta yokken de kimselerle gereksiz yere kinci bir şekilde inanç veya metot tartışmalarına girmemiş, kimseleri zamansız bir şekilde yıpratmak veya kaçırmak gibi bir hataya asla düşmemiştir. Müslümanlar arasında çeşitli konularda fikir ayrılıkları olsa dahi, daima birlikte hareket etmek gerektiği tezini işlemiş ve eleştirilerini de bu tezinden vazgeçmeden ortaya koymuştur. Amacı küfür ve şirk düzeninin defterini dürmek olan herkese kapıyı açık tutmuş, inançta netleşme veya fikir birliği içinde olma adına asla dışlayıcı, tekfirci, ithamcı ve dolayısıyla parçalayıcı olmamış; daima bütünleyici, derleyip toparlayıcı olmaya, insan kıymeti bilmeye ve insanı en iyi şekilde değerlendirmeye özen göstermiştir.
İmam'ın hayatındaki asıl hedefi mevcut tağuti rejimle hesaplaşmak olduğu halde; bu rejimin kurumlarında çalışılmasına, hatta rejimin ordusunda, polisinde, gerekiyorsa ve yapılabiliyorsa en hassas birimlerinde bile çalışılmasına karşı çıkmamış; rejimin kurumlarında çalışanlara "rejimin uşağı" veya "düzenin adamı" damgası vurmak gibi ucuz ve seviyesiz bir siyaset takib etmeye tenezzül etmediği gibi buna izin de vermemiş; insanların nerede bulunduğuna değil, ne için bulunduğuna dikkat etmiş; düzenle uğraştığı kadar kendini yetiştiren medrese kurumuyla da canını dişine takarak uğraşmış, ama bununla birlikte insanların ileride başlaması muhtemel bir kıyam hareketi içinde alacakları rolleri düşünerek kimseyi harcamak yoluna gitmemiş, daima ileriye bakmış, ileride olabilecek şeyleri düşünmüş ve daima ileri görüşlü birisi olarak hareket etmeye çalışmıştır. Yapmak istediklerini, hareketi omuzlayacak kitleyi dağıtmadan ve kimsenin hareketin aleyhine dönmesine kapı aralamadan yapmaya çalışmıştır.
İmam, bilebildiğimiz kadarıyla mezhep taassubunu da aşmış birisidir. Dünya Müslümanlarına hedef gösterirken mezheplerin boyunu aşan veya bütün mezheplerin itirazsız ve ortaklaşa olarak benimseyebilecekleri hedefler göstermiştir. İmâm Humeyni rehberliğindeki İranlı Müslümanların hepsi de temelde bir mezhebe mensüb ve hepsi de Şia kültürüyle yetişmiş oldukları halde, İnkılab'ın geleceğini mezhebi esaslar üzerinde oturtmamışlar, dünya Müslümanlarını kendi mezheplerine çağırmamışlar, her müslümanın ortak olarak benimsediği değerlere, Allah'ın dinine ve bu dinin icablarını yerine getirmeye çağırmışlardır.
Allah'ın dininin ve kullarının izzeti için çalışan bütün Müslümanların istikametleri doğru ve yolları açık olsun.
Vefat edenlerin cenaze namazlarından önce cemaate şu soru sorulur: "Ey cemaat! Merhumu nasıl bilirsiniz?" Cemaat hep birlikte cevap verir: "İyi biliriz."
Biz de, İmam'ın cenaze namazının kılındığı o unutulmaz an hafızalarımızdan hiç silinmemiş gibi davransak ve bu geleneğe uyarak sorsak insanlara, desek ki: "Ey insanlar! Merhumu nasıl bilirsiniz?" Böyle bir soruya gelecek cevaplarla aydınlık ve unutulmaz bir biyografi yazılacaktır zihinlerde.
Dostları ilə paylaş: |