Velayet-i Fakih
Velayet-i fakih, gerekli şartlan haiz alim bir insanın hükümet ve idaresini ifade etmektedir. Asr-ı saadette Resulullah (s.a.a), bir yandan İslami hükümleri beyan ederken bir yandan da bu hükümleri uygulamaya çalışırdı.
Resulullah (s.a.a) zamanının en bilgini olduğu hasebiyle toplumdaki en karmaşık ve kompleks problemleri kolayca hallediyordu. Ama ne yazık ki halifeler Resulullah'ın bu ilmi özelliğine sahib olmadığı hasebiyle toplumda bir çok problem karşısında eli kolu bağlı kalmış ve çözüm olarak ilim şehrinin kapısı olan Hz. Âli'ye müracaat etmek zorunda kalmışlardı. Hz. Ali'nin ilk üç halife zamanında da toplumdaki birçok meseleyi hallettiği tarih okumuş herkese malum bir şeydir. Hz. Ali (a.s)'dan sonra müslümanlar Muaviye'nin ısırıcı melikliğine duçar olduğu için toplumdaki birçok meseleleri halletmekte aciz kalmış, peygamber ilminin varisi Hz. Hasan'a da müracaat edemedikleri için büyük bir çıkmaza girmişlerdi. O gün bu gündür toplumda ilmi açıdan yüksek makama ermiş alim birisi tüm müslümanları kuşatıcı bir hükümetin başına geçememiştir. Devlet, tarih boyunca zengin sultanların elinde gezinen bir oyuncak haline gelmiştir. Dolayısıyla İslam tarihi diye yutturulmaya çalışılan tarih İslam’ın değil bu zorba sultanların tarihidir. Emevi, Abbasi ve son olarak da Osmanlı sultanları İslam ve müslümanlara karşı sayısız ihanet ve cinayete başvurmuşlardır. İslam bu sultanlardan ve bu sultanların diktiği mücellel saraylardan beridir. Sultanların hareminde bulunan sayısız cariyeler ve hadım edilmiş haremağaları bunun en açık delilidir. Sultanlar tarih boyunca saraylarına kapanmış dünya nimetleri içinde yüzerken sokaklarda dilenen dilencilerden, ağlayan yetimlerden, kimsesiz dullardan ve toplumdaki korkunç zulümden haberdar bile değildi. Sultanlar sadece saraylarının bekası ve keyfînin idamesi için çalışırlardı. Ama ne yazık ki bütün bunlara rağmen zalim ve kan içici sultanların tarihi İslami renge büründürülmüş ve müslümanlara İslam tarihi diye yutturulmuş-tur. İslam'da imam insanların bilgini olması gerekirken araştıracak olursanız göreceksiniz ki bu sultanların çoğu okuma yazma bile bilmeyen kimselerdi. Toplum idaresi için gerekli bilgileri ise "şeyhu'l-İslam" unvanlı kimselerden alıyor ve öyle idare ediyorlardı. Nitekim şimdiki idareciler de "Diyanet" gibi teşkilatlar aracılığıyla dini bilgilerini almakta ve açıklarım kapatmaktalar.
İslam toplumunu idare edenlerin hiç birisi (İran haliç) İslam mekteplerinde okumuş ve derin bir bilgiye sahib kimseler değildir. Bunlar İslam'ın ne olduğunu bile ya din kılıklı uşaklarından ya da dinin nasıl olması gerektiğini dikte eden efendilerinden öğrenirler.
Velhasıl ümmetin imam'ı mutlaka alim ve fakih birisi olmalıdır. İçtihad sahibi bir müctehid olmalıdır. Toplumun karşılaştığı meseleleri Kur'an ve sünnet-i nebevi'den istinbat edebilmelidir.
Tarih boyunca ortaya çıkan bir çok İslami hareketlerin başında bulunanlar da bu ilmi makamdan yoksun oldukları hasebiyle hareketleri kısa bir süre sonra akamete uğramış ve tarihe karışıp yok olmuştur. İran müslümanlarının hareketinin başarıya ulaşmasının en önemli etkeni rehberin fakih ve müctehid bir insan olmasıdır. Bir rehber ilmi olarak üstün bir makama sahib olursa insanlardan kabul görür ve her dediğine itaat edilir. Toplumumuzda işte böyle bir ilmi makama sahib olan bir insan olmadığı içindir ki müslüman halk gerçek bir imamdan yoksun bir halde binlerce problemle karşı karşıya kalmış durumdadır.^ Herkes alim bellediği birinin peşine düşmüş, aklınca imamını bulmuş olmanın keyfini çatmaktadır. Etrafında birkaç yüz insanın toplandığını gören bu sözde alimler de adeta "küçük dağlan ben yarattım" edasıyla halifelik, imamlık ve rehberlik iddiasıyla ortalığı bulandırmakta var olan problemi bir o kadar da katlayarak arttırmaktadır.
Veliyy-i fakih, imam rehber halife vb. kelimelerin hepsi de eşanlamlı kelimelerdir. Müslümanların idareciliği ve yönetiminin adil ve alim bir insan tarafından yapılmasını öngörmektedir. Dolayısıyla alim olmayan ve İçtihad makamına sahib olamayan bir insan ümmetin önderi ve imamı olamaz. Günümüzde ise bölgesel İslami hareketlerin rehberi, söz konusu veliyy-i fakih'e biatlı bir şekilde çalışmalı, ilmi açıklarını veliyy-i fakihin ilminden istifadeyle kapatmaya çalışmalıdır. Veliyy-i fakih'e biatlı bir şekilde hareket eden Lübnan hizbullahilerinin küfür dünyası karşısında elde ettiği basanlar da bunun haklılığını göstermektedir. Veliyy-i fakih'i göz ardı eden adeta yeni bir "veliyy-i fakih" arayışı içinde olan hareketler ise hiçbir şey yapamazlar. Cezayir ve Afganistan örneği bunun en açık delilidir. Güneşin olduğu yerde güneş arayanlar hiç bir zaman muradlarına eremez, arzuladıkları hedefe ulaşamazlar.
Elbette ki veliyy-i fakihin yetkisi alimlerce de tartışma konusu edilmiştir. İmam Humeyni veliyy-i emr'in mutlak bir velayete sahib olduğuna inanıyordu. Bazı alimler ise veliyy-i şmr'in yetkisinin sınırlı olduğuna inanmış ve bu yetkinin sınırlarını tartışmışlardır.
İmamet hilafet velayet vb. kelimeler de eşanlamlı kelimelerdir. İlahi imamet j İslam'ın esası ve temelidir. İmamet tüm hayırların aslı sayılmaktadır. Hatta imamet dinin tümüdür. Zira dinin tüm erkanı imametle kaimdir ve imametin olmadığı yerde hiç bir hayır ve iyilik hakkıyla ikame edilemez. Nitekim İmam Rıza (A) bir hadiste şöyle buyuruyor: "İmamet dinin dizginidir. Müslümanların düzeni, dünyanın salâhı ve müminlerin izzetidir."
İmamet Allah'a giden yolun adıdır. İmamet nurdur. Hatta peygamberlerin imamet makamları nübüvvet makamlarından daha üstündür. Nitekim Allah-u Teala şöyle buyuruyor: :
"Hani bir zamanlar İbrahim'i Rabbi bir takım kelimelerle imtihan etmiş; o da onları tamamen yerine getirmişti. "Ben seni insanlara imam yapacağım." buyurdu." (Bakara/124)
Görüldüğü gibi bir nebi olan İbrahim (A) Rabbi tarafından imtihan ediliyor ve bu imtihanı kazanınca imamet makamına nail oluyor. Kıyamette de herkes imamıyla haşr olacaktır. Nitekim Allah-u Teala şöyle buyuruyor: "Bir gün bütün insanları önderleriyle çağıracağız." (İsra/71)
İslam’da imamet makamı o kadar önemlidir ki zamanın imamına biat etmeden ölenin cahiliye ölümü üzerine öleceği beyan edilmiştir. Nitekim Kenz'ul Ummal'ın yazan şöyle bir rivayet nakletmektedir:
"Üzerinde bir biat olmaksızın (veya imamsız) ölen birisi cahiliye üzere ölmüştür." (c. l s. 103)
Bu ve benzeri yüzlerce hadis şia ve Ehl-i Sünnet kitaplarında yer almıştır. Dolayısıyla imamet oldukça önemli ve İslam’da gerekli bir makamdır. Ama kim imam olabilir? Bu hususta Ehl-i sünnet ve şia arasında ihtilaf vardır. Zorba sultanların zorlamasıyla uydurulan hadisler bir kenara bırakılacak olursa arada hiç bir ihtilafın olmadığı görülür. Ama ne yazık ki tarih boyunca sultanların emriyle bel'amlarca uydurulan bu tür hadisler müslümanlara sahih hadisler olarak yutturulmuştur. Halbuki Allah-u Teala bakın ne buyuruyor:
"İsrail oğullarından da sabrettikleri için emrimizle doğru yolu gösterecek olan imamlar yetiştirdik. Onlar ayetlerimizi kesin olarak biliyorlardı." (Secde/24)
Görüldüğü gibi Allah-u Teala imamlar için burada iki sıfat zikretmektedir. Birincisi bu imamlar insanlara doğru yolu gösterirler. İkinci olarak da Allah'ın ayetlerini kesin olarak bilirler. Dolayısıyla insanları Allah'a çağırmayan, doğru yola hidayet etmeyen ve Allah'ın ayetlerini kesin olarak bilmeyenler, imam olamazlar. Yani imam olacak şahıs fakih ve müetehid olmalı Allah'ın kitabı ile sünnet-i nebevi'den gerekli hükümleri istinbat edebilmelidir. Ayrıca imam muttaki, helalzade, zamanını iyi tanıyan ve çoğunluk tarafından kabul gören biri olmalıdır. Ama ne yazık ki Ehl-i sünnet kaynaklarında yer alan bazı uydurma hadisler birçok müslümanın zihnini karıştırmaktadır ve dolayısıyla da bu uydurma hadislere itibar edilmemelidir. Nitekim sahih-i Müslim'de şöyle bir rivayet yer almıştır.
"Emire itaat eden bana itaat etmiş, isyan eden de bana isyan etmiştir." (c. 3 s. 1466)
Hakeza: "Zorlukta ve kolaylıkta neşat ve üzüntünde daima dinlemeli ve itaat etmelisin," (c. 3 s. 1467).
Kenzu'l-Ummal'da ise şöyle yer almıştır: "Dindaşlarınızı büyük günahlar bile işlere tekfir etmeyin. Her imamın arkasında namaz kılın. Her ölünün cenaze namazını kılın ve her sultanla birlikte savaşın.-" (1077. ve 1078. Hadisler)
Bu hususta Kenz'ul Ummal, sahih-i Müslim vb. Ehl-i sünnet kaynaklarında oldukça uydurma hadisler vardır. Bu hadisler Allah'ın açık ayetleriyle çelişmektedir. Zira Allah-u Teala şöyle buyuruyor: "Derler ki Rabbimiz şüphesiz ki biz beylerimize ve büyüklerimize itaat ettik. Onlar da bizi yanlış yola götürdüler." (Ahzab/67)
Bu ayet esasınca Allah'a isyana davet eden hiç bir öndere itaat edilemez. Adil olmayan bir imamın arkasından namaz kılınamaz. Nitekim Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmaktadır: "Ey Ali dört şey insanın belini kırmaktadır. Bunlardan biri Allah'a isyan ettiği halde emrine itaat edilen imamdır." (Bihac c. 75 s. 330)
Resulullah birçok hadisinde zalimler karşısında susmayı bile reddetmiş ve müslümanları zulmün aleyhine kıyama davet etmiştir.
Bilindiği gibi imam da Necef te velayet-i fakih ile ilgili dersler yermiş bu konuda İslam ümmetine önemli bilgiler sunmuştur. İmam (R)'in de yürütme ve idare kurumlarının gerekliliği hususunda buyurduğu gibi bir kanunun varlığı o toplumun düzenlenmesi için yeterli değildir. Kanunun bu görevi eda edebilmesi için yürütme ve icra gücüne de sahib olması gerekir. Bu yüzden Allah-u Teala hem şer'i hükümleri göndermiş, hem de bir idare şeklini göstermiştir.
Nitekim Resulullah hem Allah'ın hükümlerini bildiriyor hem de bu hükümleri pratize ediyordu. Hırsızların elini kesiyor, zina eden bekarları kırbaçlıyor, evlileri ise recmediyordu. Dünyanın hiçbir yerinde yürütme gücüne sahib olmayan bir yasama gücü yoktur. Her yasama icrayı gerektirir.
Allah-u Teala da bu yüzden şöyle buyurmuştur:
"Ey iman edenler, Allah'a, Resul'e ve içinizden emir sahiplerine itaat edin." (Nisa/59)
Ayrıca hükümet ve idarecilik Resulullah (s.a.a)'iri sünneti sayılmaktadır. Zira bizzat Resulullah'ın kendisi etrafa valiler göndermiş, yargı görevini yerine getirmiş, hakim tayin etmiş, dış ülkelere elçiler göndermiş, kabilelerle anlaşmalar imzalamış, savaşları idare etmiş, kısacası bir hükümet için gerekli her şeyi yapmıştır. Şimdi Peygamberdin sünnetinden dem vuranlar ve Ehl-i sünnet olduğunu söyleyen bazı müslümanlar her nedense peygamberin bu idari sünnetini örnek almaz, uygulamayı akılarından bile geçirmezler. Halbuki hükümet meselesi Resulullah'ın en açık sünnetlerinden biridir. Bu yüzden Resulullah (s.a.a)'in vefatından sonra müslümanlardan hiç birinin hükümetin gerekliliği konusunda tereddüdü yoktu. Hiç kimse "bize hükümet gerekmez." demedi.
Ayrıca İslam'da zekat, hums vb. mali hükümlerin icrası için de bir hükümetin varlığı gerekir. Hatta Hz. Ali "zalim bir idareci, hiç bir idarecinin olmamasından daha iyidir." diye buyurmuştur. Zira hükümet ve idarenin olmadığı yerde mutlaka anarşi olur. Nitekim İmam Rıza (A) şöyle buyurmuştur: "İnsanlara belirli bir yol gösterilmiş ve bu yoldan çıkmamaları, belirli sınır ve kanunları aşmamaları istenmiştir. Aksi taktirde fesada maruz kalırlar. Dolayısıyla bu emrin gerçekleşebilmesi ve insanların belirli yolu izleyip ilahi kanunlara uyabilmeleri için bir kimse veya bir güç onlara nezaretçi olarak bu görevi üstlenmek üzere tayin edilmeli, onların haklarının sınırını aşmamalarına ve başkalarının hukukuna tecavüz etmelerine imkan vermemelidir." Böyle olmaz da engelleyici bir kimse veya güç tayin edilmezse hiç kimse başkalarının fesada uğraması pahasına da olsa kendi zevki ve çıkarından geri kalmaz ve şahsi çıkarı ve zevki uğruna başkalarına zulmetmek ve onları mahvetmek için uğraşır. Hiç bir fırka ve hiç bir millet kanun ve nizamı gözeten bir başkanı olmaksızın varlığını sürdürememiştir. İnsanlar din ve dünyaları için buna muhtaçtır. Dolayısıyla Allah da hikmeti gereği insanları başıboş bırakmamıştır. Zira insanların böyle bir şeye ihtiyacını herkesten daha iyi bilen de O'dur. İnsanlar böyle birinin rehberliğinde cihad eder, gelirleri paylaşır, cuma cemaat namazlarını kılar, ve zalimlerin insanların hukukunu çiğnemesine engel olurlar. Hakeza eğer nizam ve kanunu koruyup gözeten ve uygulayan, aynı zamanda insanlara güvenilir bir hizmetkar ve uyanık bir bekçi olan bir imam tayin edilmezse din yıpranır ve dini uygulamalar yok olur, gider. İslami gelenek ve hükümler değiştirilir ve tersyüz edilir. Bidatçılar dinde eklemeler ve uydurmalara başvurur. Mülhid ve dinsizler ise dini ortadan kaldırmaya ye azaltmaya başlarlar.
Müslümanlara dini başka bir şekilde gösterirler. Bilindiği gibi insanların birçok eksiklikleri vardır. Olgun değillerdir, ama olgunluğa muhtaç durumdadırlar. Ayrıca birbirinden farklıdırlar. Çeşitli görünüm ve eğilim içindedirler. O halde nizam ve kanunu gözeten ve uygulayan ve Resulullah'ın getirdiği hükümleri koruyan bir imam olmazsa halk fesada uğrar, nizam, kanun, sünnet ve İslami kanunlar değişir. İman ve imanla ilgili her şey değiştirilir.
Bu değiştirme ve bozma ise bütün insanlığın bozulmasına neden olur."
Evet gerçekten de şimdiye kadar adil bir İslam devleti kurmak ve zalim ve talancılara engel olmak için topluca hareket edilmediği bu hususta gevşeklik edildiği, bu hususta yeterli davet yapılmadığı, hatta tam tersine zalimlerle işbirliği edildiği için toplumda görüldüğü gibi binlerce fesad vücuda geldi. İslam'ın toplumdaki nüfuz ve hakimiyeti azaldı.
İslam ümmeti parçalandı ve güçsüzleşti. İslam hükümleri uygulanmaz hale geldi.
Şu anda İran'da fakih ve alim bir insanın velayeti vardır. Yani İran'daki sistem velayet-i fakih sistemidir, Bu sistem Mesih Muhaciri'nin de dediği gibi iki temel üzerine kurulmuştur. Bunlar halkın oylan ye İslami emirler, yani ilahi kanunlardır. Birinci temelin bekçisi halktır. Zira adayları seçen, kanun ve düzenlemeleri yapan, kişileri işbaşına getiren ve onların kanuna uygun iş yapıp yapmadıklarını denetleyen halktır. Halk bunu doğrudan doğruya veya dolaylı olarak gerçekleştirir. Kimini seçer, kimini iş başından uzaklaştırır.
İran anayasasının 110. maddesine göre cumhurbaşkanı yüksek yargı şurası veya İslami şura meclisi tarafından liderin de onayıyla azledilebilir.
Anayasanın ikinci temeli olan İslami hükümlerin uygulanıp uygulanmadığının denetlenmesini ancak kendisine güvenilen müctehid bir lider yapabilir. Bu lider hem zamanını iyi tanımalı hem de ülkeyi yönetme kabiliyeti olmalıdır. Bu özellikler anayasanın 5. maddesinde de yer almıştır. Velhasıl fakih olan bir lider kanunları denetler ve İslami bir siyasetin izlenmesini sağlar. İran anayasasında da liderin müctehid ve fakih olması şart koşulmuştur.
Dolayısıyla ümmete rehber olacak bir insanın İslam'ı en iyi bilen birisinin olması gerektiğini hiçbir akıl sahibi müslüman inkar edemez. Zira bir işi yapmak isteyen birinin o işin ehli olması gerektiği çok açık bir husustur. Ama bu müctehid rehberin yetkileri ne kadardır? Resulullah (s.a.a) gibi mutlak bir velayete mi sahiptir?' Yoksa sadece hums, zekat vb. gelirleri toplayıp ümmetin, bazı işlerini eda etmekle mi sınırlıdır? Bu hususta İslam alimleri arasında ihtilaf vardır. Ama imam fakih bir önderin, tıpkı peygamber gibi mutlak bir velayeti olduğuna inanıyordu. Bazıları ise fakihin velayetinin sınırlı olduğuna inanmaktadır. Ama bu arada bazı liberaller ile batıcı aydınlar velayet-i fakihi tümüyle inkar etmektedirler. Velayet-i fakihi inkar ve hatta şirk kabul eden bazı aydınlar bu görüşleri için Kur'an'dan bazı ayetleri de delil olarak gösterirler. Velayet-i fakihi inkar edenlerin delil olarak gösterdiği ayetlerden biri İsra suresinin 36. ayetidir. Allah-u Teala bu ayette şöyle buyurmaktadır:
"Hakkında bilgi sahibi olmadığın bir şeyin ardından gitme. Çünkü, kulak, göz ve kalp bütün bunlar (işinden) sorulmuş olacaktır." (İsra/36)
Velayet-i fakihi inkar edenler bu ayete istinaden diyorlar ki
Allah-u Teala insanı tüm inanç, fiil ve halinden sorumlu tutmuş
tur. Dolayısıyla da Allah'tan gayrisine tabi olmayı
şiddetle men etmektedir,
Halbuki bu iddia asla doğru değildir. Zira velayet-i fakihe inananlar hiç bir zaman bu velayetin Allah'ın velayetinden ayrı düşünmezler. Evvela Allah'a isyan hususunda hiç bir kula itaat edilmez. Ayrıca biz eğer bir fakihin velayetine teslim olmuşsak bu da Allah'ın emri sebebiyledir. Bizzat Allah-u Teala "... sizden olan emir sahiplerine de itaat edin." diye buyurmuyor mu? O halde veliyy-i fakihe itaat Allah'a itaatin karşısında değil belki Allah'a itaatin sayesindedir. Nitekim biz peygamber'e de bu doğrultuda itaat ediyoruz, însan eğer peygamber'e bile Allah'ın itaatinin sayesinde değil de karşısında itaat edecek olursa şüphesiz ki şirke düşmüş olur.
Velayet-i fakih muhaliflerinin ikinci delili ise Enfal suresinin 22. ayetidir. Allah-u Teala bu ayette de şöyle buyuruyor:
"Çünkü Allah katında yeryüzünde debelenen hayvanların en kötüsü, (gerçeği) anlamayan sağırlar ve dilsizlerdir."
Bu aydınlara göre zikredilen ayet gereği velayet-i fakihin apaçık bir gerçeği yoktur. Dolayısıyla buna inananlar da gerçeği anlamadan sadece itaat eden körler ve sağırlardır. Allah bu insanlara hidayet etsin.
İslami hükümet ve bu hükümetin ehil ellerde olmasının mı apaçık bir gerçekliği yoktur. İslam'da bundan daha açık bir gerçek var mıdır? Resulullah ve Hz. Ali hayatları boyunca bu gerçeğin tahakkuku için mücadele etmedi mi? Sonra iki insan düşünelim. Hastadırlar ve doktora gitmişler. Doktor onlara bir takım ilaçlar veriyor ve bu ilaçlan kullanmalarım söylüyor. Bunlardan birisi ilaçların mahiyetini bilmese de doktoruna güvendiği için teslimiyet gösterir ve ilaçlarım kullanır. Diğeri ise güya anlamadan körü körüne itaati sevmediği için mahiyetini bilmediği ilaçları kullanmaz. Şimdi bu ikisinden hangisi daha akıllıca hareket etmiş ve kurtuluşa ermiştir?
Velayet-i fakih muhaliferinin istinad ettiği üçüncü delil ise tövbe suresinin 31. ayetidir ki Allah-u Teala şöyle buyuruyor:
"Allah'ı bırakıp hahamlarım, papazlarını ve Meryem'in oğlu Mesih'i rab edindiler. Halbuki onlar da ancak bir olan Allah'a ibadet etmekle emr olunmuşlardı. Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur. O müşriklerin ortak koştuğu şeylerden münezzehtir."
Velayet-i fakih muhaliflerinin bu ayete istinadları da doğru bir
istinad değildir. Zira velayet-i fakihe inananlar veliyy-i fakihi rab
olarak kabul etmezler. Veliyy-i fakih Allah'ın emirleri doğrultusunda kendisine itaat edilen bir insandır. Dolayısıyla hiçbir şirk
söz konusu değildir. Fakih veya herhangi bir insanın velayeti eğer
Allah'ın velayetinin sayesinde değil de tam karşısında olursa o
zaman şirk olur. Aksi taktirde şirk olmadığı gibi tevhidin de ta
kendisi sayılır.
"Ve (yine şöyle) derler: "Ey Rabbimiz! Biz beylerimize ve büyüklerimize itaat ettik. Onlar da bizi yanlış yola götürdüler."
Velayet-i fakih muhaliflerinin bu ayete istinad etmeleri de akıl ve vicdandan uzak bir istinaddır. Zira bu ayet insanları Allah'tan gayri yollara çeken beyler ve büyükler ile ilgilidir. Veliyy-i fakih ise insanlara Allah'ın hükümlerini uygulayan ve Allah'ın yolunu gösteren bir önderdir. Bu ayetin veliyy-i fakih ile ne ilgisi vardır. Eğer her büyüğe itaat kötü ise o halde peygambere itaat de kötü sayılmalıdır. Halbuki bunu hiç bir akıl sahibi kabul edemez.
Velayet-i fakih muhaliflerinin istinad ettiği bir başka ayet ise Bakara suresinin 256. ayetidir ki Allah-u Teala şöyle buyuruyor:
"Dinde zorlama yoktur. İman ile küfür kesin olarak birbirinden ayrılmıştır. Artık kim şeytanı inkar eder de Allah'a inanırsa muhakkak sağlam kulpa tutunmuş demektir, onun kopacağı yoktur. Allah işiticidir ve bilicidir."
Bu muhaliflere göre insan Allah'tan gayri hiç kimseye itaate zorlanamaz. Zira dinde zorlama yoktur. Halbuki bu da doğru değildir. Zira burada reddedilen zorlama iman ve küfrü tercih noktasındadır. Yoksa müslümanım diyen bir insanın zorla da olsa kabul etmesi gereken şeyler vardır. Bu hususta zorlama da yapılabilir. Dolayısıyla söz konusu ayetin bahsimizle hiçbir ilgisi yoktur.
Velayet-i fakih muhaliflerinin istinad ettiği bazı ayetler ise şunlardır: "Biz seni onların üzerine muhafız koymadık. Sen onlara vekil de değilsin." (Enam/107)
Halbuki bu ayetler de peygamber'in Allah istemedikten sonra hidayete erdirici olmadığı beyan etmekte ve insanların iman ve küfrü tercih noktasında zorlanamayacağını ifade etmektedir. Ama Resulullah insanları iyi şeylere zorluyor ve zorla da olsa kötülüklerden alıkoyuyordu. Bunun diktatörlükle de hiç bir ilgisi yoktur. Zira bu insanın sağlığı için yapılan zorunlu bir ameliyat mesabesindedir.
Resulullah da zekat vermek istemeyenlerden zorla zekat alıyor, savaşa gelmeyenleri zorla savaşa çağırıyordu. Tüccarlar stokçuluk ederse onlara nasihat ediyor, dinlemezlerse kırbaçlıyordu. Hırsızlık edenin elini kesiyor, zina edene had uyguluyordu. Müslümana eziyet eden Semere b. Cündeb'in hurma ağacını kökünden söküp önüne atan da Peygamber değil miydi?
Velayet-i fakih muhaliflerinin istinad ettiği bir çok başka ayetler de vardır. Ama bilmek gerekir ki bu istinadların hiç birisi doğru değildir. Zira İslami hükümlerin icra edilmesi gerektiğini ve bu görevi müctehid bir insanın en iyi şekilde yerine getirebileceği kesin bir şeydir. Alim varken cahile gitmek akü işi olmasa gerek.
Abadan milletvekili Reşidijyan, Tahran milletvekili İbrahim Esgarzade, Deştistan milletvekili Hudanezer Kasımı, Meşhed milletvekili Salihabadi, Ferimân milletvekili Kadızade, Kerec milletvekili Abdulmecid Şer'pesend, Bircend milletvekili Eb'ul Hasan hairizade, Kum milletvekili Halhali, Baft milletvekili Yedullah İslami Eski İslami Şura Meclis Başkanı Kerrubi, Zencan milletvekili Esedullah Beyat, Tahran milletvekili İsa Velai, Dr. Haşim Akacari, Ali Mühammed Ahmedi vb. onlarca görevli bugün mecliste ve benzeri yerlerde velayet-i mutlaka-i fakih. görüşüne veya Rafsancani hükümetinin uygulamalarına sert dille karşı çıkmakta ve açıkça eleştirmektedir. Eski içişleri bakanı Muhteşemi, Selam gazetesi sahibi Hoveyniya vb. kimseler de hükümeti eleştirmekte ve görüşlerini açıkça söyleyebilmektedirler. İçlerinden bazı garazlı kimseler dışında hepsi de İslam ve inkılab için çalışmaktadırlar.
Ama Batılılar bu nükteyi terk edemedikleri için "İran'da ılımlı-radikal savaşı var." diyorlar. Güya Rafsancani ılımlı, Halhali ve Muhteşemi radikal kanatta yer alıyormuş. Aslında Rafsan cani’nin Halhali ve Muhteşemi'den daha radikal olduğunu Avrupalılar da bilmiyor değil. Sadece bazı saf kalplileri kandırmak ve zihinleri karıştırmak istiyorlar. Rafsancani radikal bir müslüman olmakla birlikte İslam ve imam'ın da terbiye ettiği çağın eri büyük siyasetçilerinden biridir. Rafsancani çağını en iyi tanıyan bir alimdir. Elbette insandır, hataları olacaktır. Ama eğer Körfez savaşında Rafsan cani’nin basiret ve dirayeti değil de Halhali ve muhteşeminin heyecanı hakim olsaydı İran büyük bir buhranın içine sürüklenecek ve intihar edecekti. "Saddam Halid b. Velid'dir. Yardımına koşmamız lazım. Batı ile Saddam savaşı İslam ile küfür savaşıdır." diyerek, buna karşı olan Rafsancani'yi "Amerikancı" diye yaftalayan sözde radikal kesimin heyecanın artık para etmediğini bir kez daha anlamış olmaları gerekirdi. Ama onlar bundan da ibret almadılar. "Kargadan başka kuş tanımam" kafasıyla yeniden hükümete saldırdılar. Ama olsun, zira İslam insana düşünce hakkını vermiştir. Hiç kimse düşüncesinden dolayı kınanamaz. Lakin insanı üzen nokta şu ki Batılılar bütün bunlara rağmen "İran'da özgürlük yok." diyorlar. Halbuki kendileri en küçük bir tehlike hissedince partileri kapatır, yazarları zindanlara atarlar. Düşünürleri teröristlikle suçlarlar. Bugün Dr. Sürüş fikirleriyle sadece rejime değil aslında İslam'a da karşı çıkmaktadır. Ama buna rağmen İran'da serbestçe dolaşmakta, kendisine hiçbir baskı yapılmamaktadır. Lakin gel gör ki görmek istemeyen göz görmez, duymak istemeyen kulak da hiç duymaz. Asıl mesele de budur zaten.
Velayet-i fakih konusu şüphesiz ki ele alınan diğer konular gibi başlı başına hakkında sayısız kitaplar yazılmış, üzün uzadıya ele alınıp tartışılmış konulardır. Ama biz bütün olayları kısaca ele almak niyetinde olduğumuz için bu kadarla yetiniyoruz. İnşallah fırsat olursa İslam'da velayet-i fakih, İslam ve demokrasi, sivil toplumculuk, özgürlük ve diktatörlük gibi konulan içeren başlıca bir kitap yazmayı düşünüyorum. Zira hem güncel hem de toplumda tartışılan, gündem teşkil eden bir konudur ve hem de kanımca bu hususta Türkiye'de yeterli bir çalışma yapılmamıştır. Şüphesiz ki çaba bizden tevfik ise Allah'tandır.
Devrim sonrasında İran'da birçok İslami teşkilatlar kuruldu.