9- Şehadet Fonu
Gerek devrimden önce ve gerekse de devrimden sonra müslüman ailelerden birçoğu eşlerini şehit vermiş, azizlerini Allah yolunda feda etmişlerdi. Dolayısıyla bir çok aile zor durumda kalmış, ne yapacağını bilemez hale gelmişti. Sonunda İmam'ın emriyle bir "şahadet fonu" oluşturuldu. Bu fon sayesinde bütün şehit ailelerine yardım eli uzatılmış, değerli hizmetler verilmiştir. Tüm şehit aileleri maaşa bağlanmış durumdadır. Şehitlerin eşlerine de evlenmek istedikleri taktirde maddi ve manevi her türlü yardım yapılmakta, hatta evlendikten sonra da maddi durumları iyi olmadığı taktirde kendilerine yardım yapılmaktadır. Bu fon sayesinde bir de "şahadet" adında bir dergi yayınlanmakta bu vasıtayla da şehit aileleri arasında da bir kültür iletişimi kurulmaktadır.
10-Savaş Malulleri Kurumu
Bu kurum da Irak ile savaştan sonra kurulmuş olup savaşta malul kalan gazilerin maddi ve manevi ihtiyaçlarını karşılamaktadır. Bekar olan maluller, özel binalarda yoğun bir ilgi ve bakım görmektedir. Evlenmek isteyenlere maddi-manevi her türlü yardım yapılmaktadır. Özellikle de bu savaş malullerinin kültürel ve sportif faaliyetlerde bulunmaları için devlet elinden geleni yapmaktadır. Yılda birkaç kez bu savaş malulleri arasında kültürel ve sportif bir takım yarışmalar düzenlenmekte ve teşvik olarak da her yıl birkaç savaş malulü hacca götürülmektedir. Özellikle de inkılab rehberi Ayetullah Hamenei bir savaş malulü olduğu için ülkede malullere büyük bir ilgi ve iltifat gösterilmektedir. Zaten inkılabın asıl sahipleri ve varisleri de bu insanlardır. Devlet bu insanlara ne kadar hizmet ederse yine de haklarını ödenemez. Bunların inkılab ve inkılapçı halk üzerinde büyük haklan vardır.
11- Okuma-Yazma Seferberliği:
Şah zamanında İran halkının büyük bir bölümü hiç okuma-yazma bilmiyordu. Hatta Şah'ın babasının bile doğru dürüst okuma yazma bilmediği söyleniyordu. Seçkin sınıf ise çocuklarını Avrupa ve Amerikan okullarına gönderiyor, masraflarını da yine zavallı halktan çıkartıyorlardı. As-
Burda devlet de bu sosyete çocuklarına "geleceğin uşakları" gözüyle baktığı için elinden gelen yardımı yapıyor, okumalarını sağlamaya çalışıyordu. Zira bu okullarda okuyanların çoğu beyinlerine kadar her şeyleriyle Batı kültürüne adapte olmuş halkın dert ve çilelerini bilmeyen kimselerdi. Özellikle Şah'ın 13 yıllık başbakanı Huveyda doğru dürüst Farsça konuşmasını bile bilmeyen, tüm ömrünü Batı'da geçirmiş biriydi. Dolayısıyla imam'ın emri üzerine devrimden hemen sonra bir okuma-yazma seferberliği gerçekleştirildi. 8 Ocak 1989 tarihinde "Okuma-Yazma Kurumu" diye bir teşkilat kuruldu ve bu teşkilat tüm köy, şehir ve kasabalarda okullar açarak halka okuma-yazma öğretti. Şu anda bu kurumun bünyesinde okuma yazmayı öğrenen birçok öğrenci doktora derecesine kadar yükselmiş ve ülkede kültürel hizmetler vermektedir.
Artık okuma-yazmayı öğrenmemekte ısrar edenlere karşı bir takım müeyyideler uygulanmakta, baskılar yapılmaktadır. Okuma-yazmayı öğrenenler ise ödüllendirilmekte, çeşitli yollarla teşvik görmektedir. İmam (R)'in "Tüm İran'ı medrese yapalım." sözünü ilke edinen bu kuruluş, tüm ülke çapında bütün imkansızlıklara rağmen gerçekten de büyük hizmetler vermektedir. Bu kurumun başında bulunan Hüccet'ül İslam Kıraati de halkın çok sevdiği ve hepsinden de önemlisi kendinden bildiği bir alim olması hasebiyle söz konusu kuruma ilgi gün gittikçe artmaktadır. Yakın bir gelecekte böyle devam ederse gerçekten de İran bir medrese olacak ve kültür emperyalizminin en çok kullandığı cehalet silahı da böylece diğer silahlar gibi etkisiz hale getirilecektir.
12- Karz'ul Hasene Fonu
İslam'da yer alan en güzel yardımlaşma örneklerinden biri de faizsiz borç vermektir. Kapitalist ekonomi sistemi menfaat ve kar esasına dayandığı için bu toplumlarda yaşayan müslümanlar bile faizsiz borç veremedikleri için kendilerinden bir sistem geliştirmiş olarak borçlanmak isteyen müslümanlara döviz vermektedirler. Dolar ve mark olarak borç vermektedirler. Bu olayı tercih ederken de akıllarınca bir takım gerekçeler gösteriyorlar. Dolayısıyla da dolar ve mark denen azgın canavar depreşmeye başlayınca borçlanan müslüman kalpler de oynaşmakta ve bunalımlar geçirmektedir. Ama öte yandan döviz olarak borç verenler ise gönül rahatlığı içindedirler: Dolayısıyla da borçlanma olayı müslümanlar arasında bile menfaat ve kâra indekslidir. Ama İran'da bu olay yoktur.- Oradaki müslüman halkın çoğu dolar ve mark'ın nasıl bir şey olduğunu bile bilmez. Devlet de bankalarda "Karz'ul Hasene" yani faizsiz borç verme fonu oluşturmuştur.
Bu fondan borç alan müslümanlar gönül rahatlığı içinde o parayı ihtiyaç duyduğu yerde harcamakta, borcunu da faizsiz olarak her ay taksit şeklinde ödemektedirler.
Ama ülkemizde müslüman olduklarını iddia eden kimseler arasında bile bu uygulamaya oldukça az rastlanır. Hasta olan çoluk-çocuğunu hastaneye yatıran bir müslüman, birinden borç istemeye görsün. Hemen eline dolar ve markı sıkıştırırlar. Zavallı müslüman artık o andan itibaren bir yandan hastasını düşünürken bir yandan da dolar veya markın yükseliş ritmini duymanın korkusuyla gezer dolaşır. Bu da kapitalist bir ülkedeki müslümanca yaşamanın zorluk ifadesi anlayacağınız.
Farklı Gelir Kaynakları
Resulullah'ın Medine'de kurduğu İslam devletinin mali gelir kaynaklan şunlardı:
l-Zekat
Hums
Enfal
4-Harac
5- Cizye
Bunlar İslam devletinin beytül malını teşkil eden gelirler idi. Biz bunlardan sadece hums meselesini ele almak istiyoruz.
Allah-u Teala Enfal suresinin 41. ayetinde şöyle buyuruyor: Bilmiş olun ki ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri mutlaka Allah'a, Peygamber'e ve onun akrabasına yetimlere yoksullara ve yolda kalmışlara aittir: Eğer siz Allah'a iman etmiş ve o hakla batılın ayrıldığı (Bedir) günü o iki ordunun birbiriyle çarpıştığı gün, kulumuza indirdiğimize iman etmişseniz (bunu böyle bilin.) Allah her şeye kadirdir."
Bu ayette geçen "ganimet" ne demektir? Sadece savaşta ele geçirilen düşman malına mı denmektedir? Elbette bu ayette "ganimet" kelimesi savaşta elde edilen mallar için kullanılmışsa da "ganimet" kelimesinin bundan başka mana ifade etmediğini söylemek doğru değildir. Bunun örnekleri Kur'an'ın bir çok yerinde görülmektedir. Örneğin Allah-u Teala'nın Kur'an'da zikrettiği namazlar arasında ayet namazı (deprem, sel, vb. korkulu olay ve afetlerde kılınan namaz) Kur'an'da yer almamıştır. Halbuki afet vuku bulunca bu namaz oradakilerin hepsine farz olmaktadır. Hatta kılamazsa sonra kazasını kılmalıdır. Ama şimdi bu namaz Kur'an'da yer almamıştır diyerek inkar edemeyiz.
"Ganimet" terimi de işte böyledi. Bu ayette sadece savaşta elde edilen mallar için kullanılmışsa da bunun başka bir anlam taşımadığı söylenemez. Dolayısıyla denilebilir ki bu ayette h umsun sadece bir kolu zikredilmiş diğer bölümü ise rivayetlerde açıklanmıştır. Lügatçilere göre ganimet "Bir şeye fazla zahmet çekmeden nail olmaktır." Ama müfessirler bu hususta farklı şeyler söylemişlerdir ki Kurtubi bu hususta şöyle diyor: "Ganimet ferd veya cemaatin çalışarak elde ettiği şeylere denmektedir. Ama Ehl-i sünnet alimlerinin içma ettiği üzere bu ayetteki "ganimet" sadece düşmandan zorla alman şeylere mahsustur. Lakin bilmek gerekir ki lügavi mana açısından böyle bir kayıt yoktur. Bu kayıt şer'i örfte yer almıştır." (Kurtubi Tefsiri c. 4, s. 284)
Ehl-i sünnet alimlerine göre ganimete bu mananın yüklenilme-sinin delili ise bu ayetin önceki ve sonraki ayetlerinin cihad ile ilgili olmasıdır. Halbuki bu da doğru değildir. Zira nüzul sebebi ve ayetin siyakı hiç bir zaman ayetin umumiyetini sınıflamaz, tahsis etmez. Yani bir ayetin manası umumi ve tümel olduğu halde bu ayet bu genel hükmün mısdaklarından birisi için inmiş olabilir. Örneğin: "Resulullah size neyi verdiyse alın ve neden sakındırmışsa (ondan) sakının" (Haşr/7)
Bu ayette Resulullah'a itaatin gerekliliği genel bir hüküm şeklinde beyan edilmiştir. Ama halbuki bu ayet fey hakkında nazil olmuştur.
Şimdi demek gerekir ki hem şia ve hem de Sünni kaynaklarında humsun alındığı yerler beyan edilirken savaşta elde edilen ganimetten başka hususlar da zikredilmiştir. Örneğin Sünen-i Bey-haki'de Ebu Hureyre'den naklen şöyle denilmiştir: "Rikaz'da da hums vardır." Orada olanlardan birisi "Rikaz nedir?" diye sorulunca da Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: "Yaratılış gününde Allah'ın yeraltında yarattığı altın ve gümüş madenleridir." (Sünen-i Beyhaki c. 4, s. 152)
Bu hadis yeraltındaki doğal zenginlik kaynaklarından da humsun alınacağı beyan edilmiştir. Bunun benzeri bazı rivayetler sahih-i Müslim'de de yer almıştır. Nitekim Ebu Hanife de yeraltındaki zenginlik kaynaklarından hums alınacağını, hatta bunlar için zekatta gereken nisab miktarının da gerekli olmadığını beyan etmiştir.
Humus hakkında Prof. Dr. Ticani şöyle diyor:
"Humus konusu da Şia ve Ehl-i Sünnetin ihtilaf ettikleri konulardan birisidir. Leh ve aleyhlerinde herhangi bir hüküm vermeden önce konu hakkında kısa bir açıklama bulunmamız gerekir:
Kur'an-ı Kerimle başlayalım: Allah-u Teâlâ Kur'an-ı Kerimin Enfal suresinin 41. ayetinde şöyle buyuruyor:
"Biliniz ki, kazandığınız her şeyin beşte bizi Allah'ın, Resulünün, Peygamber'in yakınlarının, yetimlerin, fakirlerin ve yolda kalanlarındır..."
Hz. Resulullah (s.a.a) da şöyle buyurmuştur:
"Ben sizi dört şeye emrediyorum: Allah'a iman etmeyi, namaz kılmayı, zekat vermeyi, Ramazan ayında orucunu tutmayı ve kazandığınızın(beşte(birini) Allah'a vermeyi." (1)
Buna göre Şia Hz. Resulullah (s.a.a)'ın emrine uyarak her yıl, yıl boyunca kazandıkları şeyin humsunu veriyorlar. Çünkü ayet ve hadiste geçen "ganimet" kelimesinin Arapçada mutlak kazanç anlamında olduğuna inanıyorlar. Ama Ehl-i sünnet, ayette geçen "ganimet" kelimesinin savaş esnasında elde edilen ganimet mallar manasına olduğunu söyleyerek humsun yalnızca savaş ganimetlerine mahsus olduğu hususunda ittifaka varmışlardır.
Hums konusunda, Şia ve Ehl-i sünnet fırkalarının görüşleri özet olarak bundan ibarettir. Bu konuda her iki fırkanın alimleri tarafından bir çok risaleler yazılmıştır. Allah'ın hükümlerini uygulamayan Ehl-i beyt'e düşman olan ve müslümanların mallarını heva ve hevesleri uğrunda harcayan Beni Ümeyye hakimleri ile onlara itimat eden alimlerin görüşlerine nasıl güvenebilirsiniz?
Hums ile ilgili ayeti harpten elde edilen ganimetlere yorumlamalarında şaşılacak bir şey yoktur. Zira ayet harp ayetlerinin arasında yer almıştır. Çokları bir ayeti açıklamada önceki veya sonraki ayetlerin siyakıyla onu te'vil edip açıklamaya kalkışıyorlar. Yine "Tathir ayeti"nin de Peygamberin hanımlarına mahsus olduğunu söylüyorlar. Zira o ayetten önce ve sonraki ayetler peygamber'in hanımları hakkındadır. Veya:
"Onlar ki altın ve gümüşü hazine edip toplarlar ve onu Allah yolunda harcamazlar, onları acı verici bir azapla müjdele." ayetinin Ehl-i Kitab'a mahsus olduğunu söylüyorlar. Ebuzer, Muaviye ve Osman'la bu ayet hususunda yaptığı tartışmalar yüzünden Rabeze çölüne sürgün edilmiştir. Ebuzer onların altın ve gümüş hazine etmelerini mezkur ayete istinaden kınamıştı. Osman ise kendine bir dayanak bulmak için bu konuyu Ka'b'ul Ahbar'dan sormuş. Ka'b ise bu ayetin ehl-i Kitab'a mahsus olduğunu söylemiştir. Ebuzer Ka'b'a sinirlenerek "Annen senin yasına otursun ey Yahudi çocuğu, dinimizi bize sen mi öğretiyorsun?" diye itiraz
da bulunmuştur. Bunun" üzerine, Osman Ebuzer'i yeryüzünde en kötü saydığı Rabeze çölüne sürgün etmiştir. Ebuzer o çölde yalnız başına vefat etmiş ve yanında bulunan kızı tarafından guslettirilmiştir.
Görüldüğü gibi ayet ve Sünnet-i Nebevi'yi te'vil etme yöntemi bazı mezhepler için meşhur bir yöntem haline gelmiştir. Onlar Kur'an'ın ve Sünnet'in açık haslarını te'vil etmekle bu hususta bazı sahabe ve halifelere uymuşlardır. (1) Eğer bu te'viller ayrı ayrı ele alınıp incelenecek olursa başlı başına bir kitap yazmak gerekecektir. Bu konuda araştırma yapmak isteyen kimse tevilcilerin Allah'ın ahkamını nasıl da kendi görüşleri istikametinde tevil ettiklerinin yorumladıklarının bazı örneklerini görmek için "En-Nass-u ve'l İçtihad" adlı kitaba müracaat etmelidir. Ama ben bir araştırmacı olarak, Kur'an ayetlerini ve Sünnet-i Nebeviyye'yi kendi heva ve hevesimin gereğince veya meylettiğim mezhebin görüşü esasınca te'vil edemem.
Hums konusunda Ehl-i sünnet kendi silahlarında humsun, harp ganimetlerinden başka şeylerde olduğunu da nakletmişlerdir. Sahih-i Buhari'nin "rikazda (yer altındaki maden ve hazine) humsun farz olduğu" bölümünde şöyle yazıyor:
"Malik ve ibn-i İdris'e göre rikazda yani cahiliyet döneminde defnedilmiş hainelerde, ister az olsun ister çok, hums farzdır. Maden ise rikaz sayılmaz. Zira Resulullah buyurmuştur ki: "Madende bir şey yoktur. Rikaz'da ise hums vardır." (2)
Denizden çıkarılan yeraltı zenginlikleri hakkında şöyle yazıyor:
İbn-i Abbas diyor ki: "Amber rikazdan sayılmaz; o sadece denizde gömülü (güzel kokulu) bir şeydir." Hasan ise şöyle diyor: "Hem amberde ve hem de incide hums farzdır. Resulullah (s.a.a) yalnızca rikazda humsu farz kılmıştır; suda bulunan şey ise rikaz değildir."
Bu hadislerden Allah'ın humsu farz kıldığı ganimetin yalnızca harpte elde edilen mallar için geçerli olmadığı anlaşılıyor. Zira rikaz yerden çıkarılan bir hazinedir; onu kim çıkarırsa sahibi olur, fakat humsunu vermesi gerekir, çünkü ganimettir. Yine denizden çıkarılan a'mber ve incinin de ganimet olduğundan dolayı humsunu vermesi gerekiyor. Böylece, Buhari'nin naklettiği bu hadislerden humsun yalnızca harp ganimetlerine mahsus olmadığı anlaşılıyor. Böylece Şia'nın görüşünün haklılığı ortaya çıkıyor. Çünkü Şia bütün hüküm ve inançlarında Allah'ın tertemiz kıldığı hida-
-
İmam Şerefuddin "En-Nass-u ve'l îctihad" adlı kitabında Ehl-i Sünnet'in te'vil ettiği yüzden çok açık naslara işaret etmiştir. Araştırma yapan kardeşlere mezkur kitabı okumağı tavsiye ederim. Zira o kitapta yalnızca Ehl-i Sünnet alimlerinin kendilerinin tahriç edip, sahih olduğunu itiraf ettikleri naslara yer vermiştir.
-
Sahih-i Buharı, c. 2, s. 137, "Rikaz'da humsun farz olduğu" bölüm.
-
yet imamlarına baş vuruyorlar. Hu imamlar Allah'ın kitabının eşi olup onlara sarılan dalalete düşmez ve onlara sığınan güvencede olur.
Ayrıca İslam hükümetinin başlıca gelirinin harplerden elde
edilen ganimetler olduğunu söylemek de doğru değildir. Zira bu,
İslam'ın barışa dayalı özüyle ters düşmektedir. İslam devleti, milletleri esarete alıp kaynaklarını sömürmek esasına dayalı sömürgeci bir devlet değildir. İslam düşmanları İslam Peygamberi'nin kılıç ve zor gücüyle milletleri esareti altına aldığım söyleyerek gerçekte kendi fikri sömürgeciliği için bir ortam hazırlamak istiyorlar.
Öte taraftan ekonomi hayatın şah daman konumundadır, özellikle de İslam ekonomi doktrini bu günün deyimiyle sosyal güvenceyi sağlayarak fakir ve acizlerin de onur içinde yaşamasını öngörüyor. O halde İslam devleti ekonomisini Ehl-i Sünnet'in zekât diye adlandırdıkları ve %2.5 oranında olan az bir gelire dayandırılamaz. Zira bu devletin üstlenmesi gereken işlere oranla çok az bir gelirdir. İslam devleti bununla öğretim, sağlık ve ulaştırma gibi hizmetlerin giderini bile karşılayamaz; nerede kaldı ki herkesi kapsayan sosyal sigortayı sağlayıp normal şekilde her ferdin ihtiyaçlarını karşılayabilsin.
Evet, Ehl-i Beyt İmamları (Allah'ın selamı onlara olsun) Kur'an-ı Kerim'e hakkıyla vakıf olduklarından, yani ilimleri kesbi değil vehbi olduğundan, kendilerine itaat edilseydi İslam devleti için gerekli olan ekonomik ve toplumsal ilkeleri tespit edip uygulardı. Ama ne yazık ki önderlik ve hakimiyet başkalarının elindeydi. Onlar (yezid'in yaptığı gibi) salihleri öldürerek hilafet makamını gasbetmiş Allah'ın hükümlerini kendi siyasi ve dünyevi çıkarlarının gerektirdiği doğrultuda değiştirmişlerdir. Böylece de hem kendileri dalalete düşmüş ve hem de diğerlerini sapıklığa sürüklemişlerdir ve ümmeti bugüne kadar da etkisi her yönüyle devam eden bir çöküşe itmişlerdir.
Bu nedenle de Ehl-i Beyt imamlarının öğretileri yalnızca bir teori halinde kalmış ve sadece Şiiler inanmış, sahip çıkmıştır. Tatbiki uğruna sürekli fedâkârlık göstermiştir; ve bu yüzden Şia tarih boyunca Emevi ve Abbasi devletlerinin zulüm ve baskısına maruz kalmışlardır. İslam devletinin dört bir köşesinde takip altında tutulup sürgün hayatı yaşamışlardır. Fakat bu iki devlet (Emevi ve Abbasi devletleri) yıkılır yıkılmaz, Şia'nın toplumsal birliği daha da belirginleşmiş ve Şiiler, gizli olarak Ehl-i Beyt imamlarına ulaştırdıkları humsu açıkça uygulamaya koymuşlardır.
Onlar bugün humslarını imam Mehdi (s.a)ın naiblik makamında olan (taklit ettikleri) müçtehitlere veriyorlar. Onlar da bunu humsun masrafı tayin edilen yerlerde harcıyorlar. Örneğin dini medreseler, hayır merkezleri, umumi kütüphaneler ve kimsesizler yurdu kurmakta, medreselerde ders okuyan talebelere aylık vermektedirler.
Bu nedenle de Şia uleması baştaki devlet yöneticilerine bağlı değillerdir, yani saraylardan, köşklerden aylık ve emir almıyorlar. Zira humstan gelen gelir, onların ihtiyacını gidermektedir. Ama Ehl-i Sünnet alimleri başta olan hakimlere muhtaç ve bağımlı olup resmen onlardan görev alıyorlar. Bu yüzden de hükümetin başında olanlar, onlardan istediğini öne geçirir, istediğini de geriye atar. Bu onların hangisinin daha fazla başta olan şahıs ve düzenin yararına fetva verdiğine bağlıdır. Gerçekte birinin öne geçmesinde ilminden daha çok onun yöneticiye ve yönetime uymasının rolü vardır. Bu ise onların hums farizası ile Ehl-i beytin beyan ettiği şekliyle amel etmemelerinden doğan korkunç sonuçlardan birisidir.
Ehl-i Beyt kanalından ise hums hakkında sayısız rivayetler
vardır. Vesail'uş şia kitabında hums hükümleri konusunda onbeş farklı babda seksenden fazla rivayet bir araya getirilmiştir. Ehl-i Beyi kanalıyla nakledilen rivayetlerde her türlü gelirden de humsun alınması gerektiği yer almıştır.'Ehl-i Sünnet rivayetlerinde ise yeraltı zenginlik kaynaklan ile define ve hazinelerden de hums alınacağı beyan edilmiştir.
Ehl-i Beyt imamları bu hususta farklı uygulamalar sergilemiştir, imamlardan bazdan her türlü kazançtan hums (beşte bir vergi) alırken bazıları da almamıştır. Özellikle de peygamber (s.a.a) ve Ali (a.s)'ın kendi zamanlarında her türlü kazançtan hums aldıkları tarihi senetler açısından kesin değildir. Buradan anlaşıldığı üzere kazançtan humsun alınıp alınmaması konusu İslam devletinin başkanına ait bir şeydir. Ümmetin önderi uygun ve gerekli görürse alır, görmese almaz. Nitekim şimdiki müctehidler de böyle yapıyor. Uygun görürse alıyor, görmezse sahibini tümünü veya bir bölümünü iade ediyor.
Ama ne yazık ki Ehl-i Sünnet alimleri bu büyük mali kaynaktan gaflet etmiş ve dolayısıyla da tarih boyunca sultanlara saraylara muhtaç duruma düşmüştür. Şia alimleri halktan aldıkları hums sebebiyle adeta devlet içinde devlet olmuşlardır. Tarih boyunca hep devletler bu müctehidlere muhtaç olmuştur. Zira bu büyük gelir bir devletin bütçesinden çok daha fazladır. İran'daki taklid mercii olan tüm müctehidlerin her birisi bağımsız bir devlet konumundadır. Humstan oluşan büyük bir gelir kaynağına sahipler. İmam altı yıldır vefat etmiştir; ama hesabındaki bu paralar tüm harcamalara rağmen henüz bitmemiştir. Hâlbuki bu müctehidler tüm dünyadaki Ehl-i Beyt medreselerinde okuyan öğrencilere maaş bağlar, hastane köprü vb. sosyal tesisler kurar, camiler yaptırır ve toplumun ihtiyaç duyduğu her alanda büyük yardımlarda bulunur. Lakin ne ilginçtir ki bu müctehidlerden hiç birisi de elindeki bütün bu maddi imkanlara rağmen normalin altında bir hayat yaşamaktadır. Refah içinde yüzen bir tek taklid mercii olan müctehid gösteremezsiniz. Halbuki zekat hem %40 gibi az bir şeydir ve hem de sadece belli şeylerden alınmaktadır. Ama hums her türlü kazançtan alınmaktadır. Şia alimleri bu büyük gelir sayesinde büyük bir mali bağımsızlık içinde yaşamaktadırlar. Ama gel gör ki Ehl-i Sünnet alimleri böyle mali "bir güce sahib olmadıkları için fakr-u zaruret içinde ya halkın eline ya da sultanların tağuti rejimlerin ihsanına bakıyorlar. Tağuti rejimler aleyhine bir tek laf etmeye cesaret edemiyorlar. Zira maaşı kesilirse ne olacaktır? İşten atılırsa ne yapacaktır? İlim tahsilinden başka bir hüneri de olmayan bu alimler hamallık mı yapsın? Dolayısıyla "salla başını al maaşını" hikayesidir tutturmuş gidiyorlar. Halbuki şia alimleri bırakın muhtaç olmayı, yüz binlere insana okudukları için bir de maaş veriyorlar. Hatta Rum'daki öğrencilerin çalışması bile yasak. Bir alimin tahsil dışında bir şeyle uğraştığını duyarlarsa hemen maaşını kesiyorlar. Dolayısıyla İslâm alimleri buna bir çözüm bulmak zorundalar. Bu hususta en büyük sorumluluk da İslam alimlerine düşer. Bu hususta ciddi kararlar almak onların elindedir.
İran'da sosyal hizmetler alanında müctehidlerin yanı sıra türbelerin de büyük bir katkı ve hizmeti vardır. İmam ve imam zadelerin türbesini ziyaret eden halk bu türbelere nezaret eden kurumlara maddi yardımlarda bulunmaktadır. Meşhed'e İmam Rıza külliyatına gidenler bilirler. Bugün bu külliyatın bünyesinde birçok üniversiteler, okullar, medreseler, hastaneler, aşevleri, kütüphaneler, müzeler, camiler vb. kuruluşlar vardır. Tüm Meşhed şehrinin bakım ve onarımı bu külliye tarafından gerçekleşmektedir. Bu paralar ise sadece, halkın ihsan ve yardımlarından sağlanmaktadır.
Dolayısıyla bu türbelerin halkın günlük yaşantısında büyük bir katkı ve etkinliği vardır. Bugün Meşhed şehrinin temizliği güzelliği bakımı onarımı projeleri ve kısacası her türlü işleri bu külliye tarafından yapılmaktadır. Dolayısıyla bu türbelerin ziyaretten başka işlerinin olmadığını sananlar da büyük bir yanılgı içindedirler. İlahi şahsiyetler hayattayken de mezardayken de Allah'ın kullarına iyilik etmekte, hayra vesile olmaktadırlar. Onların hayatı da ölümü de sadece Allah içindir ve Allah iyilik edenlerin işini şüphesiz ki boşa çıkarmaz...
Dostları ilə paylaş: |