Birinci Bölüm Din ve Mahiyeti


Velayet ve Bakmakla Yükümlülük



Yüklə 6,05 Mb.
səhifə48/105
tarix30.10.2017
ölçüsü6,05 Mb.
#22655
1   ...   44   45   46   47   48   49   50   51   ...   105

4. Velayet ve Bakmakla Yükümlülük. Kişinin kendi dışındaki kim­
selerin fıtır sadakası ile yükümlü sayılması için, bunların kendi velayeti al­
tında olan ve bakmakla mükellef bulunduğu kimselerden olmaları gerekir.
Buna göre:

Gerekli mal varlığına sahip bulunan bir müslüman, velayeti altında bu­lunan ve mal varlığı fıtır sadakası ödemeye elverişli olmayan küçüklerin, akıl hastalarının ve akıl zayıflarının (ma'tûh) fıtır sadakasını ödemekle yü­kümlüdür. Dört mezhebe göre, mükellefin bulûğ çağma gelmemiş çocukları ile akıl hastalığı veya zayıflığı sebebiyle velayeti altında bulunan büyük çocukları ve diğer yakınları bu kapsamdadır.

Bunların dışındaki kimselere gelince:

Hanefîler'e göre, vefat eden oğulun çocukları ve -müslüman olsun gayri müslim olsun- ticaret amacıyla alınmış olmayıp hizmet amacıyla bulundu­rulan köleler için fitre ödenmesi gerekir. Buna karşılık kişinin, bakımını üst­lendiği kişiler de olsa, ana babası, büyük çocukları, karısı, kardeşleri ve di­ğer yakınları için fitre ödemesi gerekmez. Fakat vekâletleri olmadığı halde bunlar için ödeme yapsa geçerli olur,

Hanefîler dışındaki bilginlere göre ise, kendisine fitre vacip olan kişinin -gücü varsa- müslüman ve bakmakla yükümlü olduğu (ana baba gibi) akra­bası, karısı ve köleleri için de fitre vermesi gerekir, Ebû Hanîfe'ye göre, evli kadınlar fitrelerini kendileri öderler, Mâlikî mezhebinde, babanın kız çocuğu ile ilgili fitre yükümlülüğü kızın koca evine intikali zamanına kadar devam eder.

ZSKRT SOS



5. Vakit. Hanefîler'e göre fıtır sadakası ramazan bayramının 1, günü fecrin doğuşu ile (tan yeri ağarmca) vacip olur. Çünkü fitre bayrama izafe edilmiş, ona ait kılınmıştır. Böylece oruç tutmanın haram olduğu bir günde, fitre ile fakir müslümanların sevindirilerek bayrama iştirakleri amaçlanmıştır,

Şâfîî, Mâliki ve Hanbelî mezheplerine göre ise fitre ramazanın son günü güneşin batması ile vacip olur.

Bu durumda Hanefîler'e göre bayram gecesi müslüman olan kişinin, veya o gece doğan çocuğun fitresinin verilmesi gerekir, Fakihlerin çoğunlu­ğuna göre ise bu kişiler fitre ile mükellef değillerdir, Hanefîler'e göre rama­zan bayramının ilk günü fecrin doğumundan önce vefat eden veya fecirden sonra doğan çocuk için fitre vacip olmaz, Fakihlerin çoğunluğuna göre bu iki durumda da kişilere fitre yükümlülüğü doğar,

C) ÖDEME VAKTİ

Yukarıda belirtildiği üzere, fıtır sadakası ile yükümlü olma vakti (vücûb vakti) Hanefîler'e göre ramazan bayramının 1, günü tan yerinin ağarması, çoğunluğa göre ise ramazanın son günü güneşin batması anıdır, Fıtır sada­kasını yerine getirmenin geçerliliği (sıhhati) için hangi zaman dilimi içinde ödenmiş olması gerektiği hususunda da farklı ictihadlar vardır.

Önce belirtilmelidir ki, dört mezhepte de fıtır sadakasının ramazan bay­ramından bir veya iki gün öncesi ile bayram namazı vakti arasında kalan süre içinde geçerli olarak "edâ" edilebileceği görüşleri hâkimdir. Bu süreden öncesi ve sonrası hakkındaki görüşler özetle şöyledir:

Hanefî mezhebinde fetvaya esas olan görüşe göre fıtır sadakası, rama­zan ayının girmesinden itibaren ödenebilir. Ramazan ayı girmeden bile ve­rilebileceği görüşünde olanlar vardır. Bayram gününden sonraya bırakılması halinde de fitre yükümlülüğü devam eder ve ilk fırsatta ödenmesi gerekir,

Şâfîî mezhebine göre, fitre ramazan ayının başlangıcından itibaren öde­nebilir, daha önce ödenmez, Mâlikî ve Hanbelî mezheplerine göre ise ancak ramazan bayramından bir veya iki gün önce verilebilir, daha önce verile­mez. Diğer taraftan bu üç mezhebe göre, fitrenin bayramın 1, günü güneşin batışına kadar eda edilmesi geçerlidir. Özürsüz olarak bu vakitten sonraya bırakılması haramdır ve geciktirmekten ötürü fitreyi yerine getirmekle yü­kümlü olan kişi günahkâr olur. Fakat fitre borcu zimmetten düşmediği için, daha sonraki günlerde kaza yoluyla yerine getirilmesi gerekir.

506 llMIHfll

Özet olarak, bütün mezheplere göre, fitrenin Hz, Peygamber'in uygula­masına binaen bayram namazına gitmeden önce verilmesi müstehaptır. Bununla birlikte bilginler, yine Hz, Peygamber'in hadislerinde ifade edilen yoksullann ihtiyaçlarının giderilmesi amacına uygun olarak fitrenin bay­ramdan bir-iki gün önce ödenmesini teşvik etmişlerdir. Fitrenin bayramın birinci gününden sonraya bırakılması ise caiz değildir; ancak zamanında ödenmemiş olmasından dolayı fitre yükümlülüğü sona ermez,

D) FITIR SADAKASININ ÖDENMESİ

a) Miktarı

Fıtır sadakası ile ilgili hadislerde Hz, Peygamber zamanında bu malî mü­kellefiyetin hurma, arpa, kuru üzüm gibi o dönemin yaygın gıda maddele­rinden 1 sâ' (ölçek) olarak ödendiği belirtilmekle beraber, yine bu devirde buğdaydan da 1/2 sâ' olmak üzere fitre verildiğini gösteren hadisler vardır,

Abdullah b, Sa'lebe'den rivayet edilen bir hadiste Hz, Peygamber'in buğ­daydan 1/2 sâ' fıtır sadakası vermeyi emrettiği ifade olunmuştur (bk, Ebû Dâvûd, "Zekât", 20),

Ayrıca Abdullah b, Abbas, Basra Camii minberinde ramazanın son günü okuduğu bir hutbede Basralılar'a Hz, Peygamber'in fıtır sadakası uygulama­sını öğretirken, Rasûlullah'ın hurmadan 1 sâ', buğdaydan 1/2 sâ' takdir etmiş olduğunu bildirmiştir (bk, Ebû Dâvûd, "Zekât", 20),

Buğdaydan verilecek fitre miktarının, fitre verilecek maddelere ve mik­tarlarına ilişkin hadislerde belirtilmesinin yanı sıra, bu miktann Muâviye zamanında tesbit edilmiş olduğunu bildiren rivayetler de vardır. Bu hususta Ebû Saîd el-Hudrî'den gelen bir rivayet şöyledir:

"Biz fıtır sadakasını Hz, Peygamber zamanında taamdan 1 sâ', hurma­dan 1 sâ', arpadan 1 sâ' ve kuru üzümden 1 sâ' olarak verirdik, Muâviye zamanına kadar bu böyle devam etti, Muâviye halifeliği zamanında hacca geldi, minbere çıkarak bir konuşma yaptı ve şöyle dedi: 'Ben iki müd (1/2 sâ') Şam buğdayının, 1 sâ' hurmaya eşit olduğunu görüyorum'. Bundan sonra insanlar onun görüşünü kabul ederek, buğdaydan fıtır sadakasını 1/2 sâ' olarak vermeye başladılar" (bk, Buhârî, "Zekât", 76),

Bu hadis ve haberleri değerlendiren fakihler fıtır sadakasının cins ve miktarlarını aşağıdaki şekilde tesbit etmişlerdir:

ZSKRT S07

Hanefîler'e göre fttır sadakası buğday, arpa, hurma ve kuru üzüm olmak üzere dört nevi gıda maddesinden verilir. Bunlar içinde buğdaydan (buna buğday unu ve kavut da dahildir) 1/2 sâ', diğerlerinden 1 sâ' fitre verilir,

Şâfîîler'e göre fitre her çeşit hububattan, hurma ve kuru üzümden 1 sâ' olarak verilir. Ancak fitre ülkede veya mükellefin bulunduğu bölgede en çok tüketilen gıda maddelerinden biri olarak ödenmelidir,

Mâlikîler'e göre fitre buğday, arpa, darı, hurma, kuru üzüm, keş gibi gıda maddelerinden olmak şartıyla, bunların ülkede en çok tüketileninden 1 sâ' olarak verilir,

Hanbelîler'e göre ise fitre, naslarda zikredilen buğday, arpa, hurma, kuru üzüm ve keşten 1 sâ' olarak verilir. Bu maddeler bulunmaz ise diğer hubu­bat ve meyve türlerinden verilebilir.

Görüldüğü gibi fitre fakihlerin çoğunluğuna göre, buğday dahil yukarıda sayılan bütün gıda maddelerinden 1 sâ' olarak verilmektedir, Hanefîler'e göre diğerlerinde aynı olsa da buğdaydan 1/2 sâ' verilmektedir,

Sâ', bir hacim ölçüsü birimi olup 2,75 litredir.

Klasik fıkıh kaynaklarındaki bilgi ve ölçüler böyledir. Ancak, Hz, Pey­gamber dönemindeki uygulamalar dikkatlice izlendiğinde ve fıtır sadakası­nın mahiyeti ve gayesi de göz önünde bulundurulduğunda, günümüzde fitrenin bu gıda maddelerinden biriyle ve bu ölçülere göre ödenmesinin ye­terli, hatta doğru olmayacağı söylenebilir. Çünkü rivayetler, o dönemde bu gıda maddelerinin toplumun temel tüketim maddeleri olduğunu ve miktarlar arasında da denkliğin bulunduğunu göstermektedir. Öte yandan fitre ile, bir fakirin içinde yaşadığı toplumun hayat standardına göre bir günlük yiyece­ğinin karşılanması ve onun da müslüman toplumun üyesi olmanın hazzma ve bayram sevincine iştirak ettirilmesi hedeflenmiş olmalıdır. Bu ve benzeri mülâhazalardan hareketle günümüz İslâm bilginleri, fıtır sadakasının tesbiti konusunda iki ölçüden birinin esas alınması gerektiği görüşündedir:


  1. Hadislerde geçen gıda maddelerinin l'er sâ'ının para cinsinden orta­
    lamasının alınması. Bu uygulama ile, ramazan ayında kuru üzüm, hurma,
    buğday ve arpa gibi maddelerin çeşitli kalitelerine göre belirlenmiş birbirin­
    den çok farklı birçok rakamın ortaya çıkması ve müslümanlarm bu durum
    karşısında tereddüde düşmesi önlenmiş olacaktır,

  2. Fitre miktarı olarak, bir şahsın bir günlük normal yiyeceğini sağlaya­
    cak miktarın ölçü alınması. Bu miktann hadislerde zikredilen gıda maddele-

508 llMIHfll

rinden en ucuzunun bedelinden daha düşük olmaması da gerekir. Bu usul benimsendiğinde fitre verilecek fakirin hayat şartlarına göre bir günlük gıda ihtiyacı değil fitre veren kimsenin kendi günlük gıda tüketim ortalamasının ölçü alınması, fitrenin mâna ve gayesine daha uygundur, Kur'an'da yemin kefâretiyle ilgili olarak "Ailenize yedirdiğiniz yemeğin orta. hallisinden on fakire yedirmek" (el-Mâide 5/89) ifadesi böyle bir ölçünün alınmasını haldi ve gerekli kılmaktadır, İmam Şafiî'nin içtihadı da, herkesin ortalama olarak tükettiği yiyecek maddelerinden fitre vermesi gerektiği şeklindedir (Şafiî, el-ümm, II, 59).



b) Ödeme Şekli

Fitre bir ibadet olduğundan, bu vecîbenin geçerli olarak yerine getirilmiş olması için niyet şarttır. Fitre ayrılırken niyet edilebileceği gibi, onu verirken de niyet edilebilir. Niyet, bu ödemeyi Allah rızâsı için fitre olarak yaptığını gönülden geçirmek veya dil ile söylemekten ibarettir. Bunu fakire verirken "bu fitredir" demeye gerek yoktur,

Fakihlerin çoğunluğuna göre fitre kıymet (para) olarak ödenemez. Hangi gıda maddesinden ödenecekse, -İd bu, o bölgenin en çok tüketilen maddesi olacaktır- o maddeden verilmelidir, Hanefîler'e göre fitre para olarak da ve­rilebilir. Hatta bu usul, fakire acil ihtiyacını giderme imkânı vereceğinden daha uygun bulunmuştur.

Tekrar ifade edelim ki, hadislerde fitre ölçüsü olarak tesbit edilen ve ileri dönemlerde de ölçü alınmaya devam edilen bu miktarlar asgari sınırlardır. Bu gıda maddeleri ve miktarlar, İslâm'ın ilk tebliğ edildiği çevrenin maddî şartları ve beslenme imkânlarına göre belirlenmiştir. Bu konudaki Hz, Pey-gamber'in emir ve tavsiyeleri, fakirlerin böyle günde el avuç açmaktan kur­tarılması, onların da doyurulup bayram sevincine iştirak ettirilmesi yönün­dedir. Fitre ödenirken bu gaye ve ölçülerin göz önünde bulundurulması, bu dinî mükellefiyetin hikmetlerine daha uygun düşmektedir, O halde kişi eko­nomik durumuna ve içinde yaşadığı ortama göre fakirin en az bir günlük yiyecek-içecek ihtiyacını karşılayacak bir parayı fitre olarak tesbit edip ver­melidir. Şöyle İd, ailenin bir aylık mutfak masrafı otuz güne, sonra aile fert­lerinin sayısına bölünür. Çıkan rakam kişinin kendi ekonomik seviyesine göre ortalama bir günlük gıda masrafını gösterir.

Fitre ödemesinin "temlik" suretinde yapılması gerekir. Meselâ fitre mü­kellefinin, bir fakirden alacağına mahsup ederek ona fitre ödemesi geçerli olmaz.

ZSKRT S09



c) Fitre Verilebilecek Kimseler

Fıtır sadakasının sarf yerleri ile zekâtın sarf yerlerinin aynı olduğu husu­sunda fakihler görüş birliği içindedirler. Buna göre, zekât verilemeyen kimse­lere fitre de verilemez. Şu kadar var ki, gayri müslimlere zekât verilemeyeceği noktasında bilginler ittifak etmiş olmakla birlikte, Ebû Hanîfe'ye göre İslâm ülkesi vatandaşı olan Ehl-i kitaba (zimmî) fitre verilebilir, Ebû Yûsuf a ve fa-kihlerin çoğunluğuna göre ise zimmîye fitre verilemez, Hanefî mezhebinde Ebû Yûsuf un görüşü fetvada esas alınmıştır.

Kendilerine fitre verilemeyecek kişiler şunlardır: Dinen zengin sayılanlar, fitre yükümlüsünün zevcesi, usulü (ana-babası, dede ve nineleri), fürûu (ço­cukları ve torunları), bakmakla yükümlü olduğu yakınları. Zenginlik hak­kında değişik ölçüler belirtilmiştir; Hanefîler'e göre, artıcı nitelikte olsun ol­masın nisab miktarı malı olan kişiye fitre verilemez.

Fitre verilirken, mükellefin bulunduğu yerdeki fakirlere, uzakta otursalar da fakir akrabalara, iyi ahlâk sahibi ve geliri giderini karşılayamayanlara öncelik verilmelidir.

Bir kimse fitresini bir fakire verebileceği gibi, birkaç fakire de dağıtabilir. Ayrıca birçok kişi de fitrelerini bir fakire verebilirler.

Dokuzuncu Bölüm

Hac ve Umre

I. İLKELER ve AMAÇLAR

İbadetler öz ve amacı itibariyle kulun yaratanı ve O'nun üstün kudreti karşısında aczini itiraf etmesi, kendini kuşatan sonsuz zaman dilimi, uçsuz bucaksız varlıklar âlemi içinde konumunu bilip ona göre tavır alması ve bu ruh hali içinde O'nunla iletişim kurması demek olduğundan neticede bireyin mutluluğuna, bireyin kendisini tanımasına, kendisiyle ve toplumla barışık yaşamasına, bunun devamında da toplumsal huzur ve barışın kurulmasına hizmet eder, İbadetlerin taşıdığı hikmetler bu sıra dahilinde özetlenebilirse de, bir dine mensup olanların yeryüzünde tek bir cemaat oluşturarak yılda bir defa belli bir yer ve zamanda birlikte ibadet etmesi demek olan hac iba­detinde durum biraz daha farklıdır.

Kutsal zaman ve mekân inancı hemen bütün dinlerde mevcuttur ve esa­sen haccın temelinde, ulûhiyyetin herhangi bir yerde tecellîsine ilişkin inanç yatar, İslâm dininde de, kutsal mekân ve zaman telakkisi hac ibadeti bünye­sine yerleştirilmiştir.

Hac sözcüğünün "kasıt, yöneliş ve yürüyüş" anlamına gelmesi, bir ba­kıma hac ibadetine saygınlık ve kutsiyet atfedilen birtakım özel mekânlar üzerinden Allah'a yürünmesi şeklinde sembolik bir mahiyet kazandırır.

5T21 İLMIHRL

Kur'ân-ı Kerîm'de özellikle hac törenleri, bu törenlerin yapılacağı zaman ve yerlere ilişkin olarak kullanılan "haram aylar, belde-i haram, hurumâtullâh, şeâirullah" vb, ifadeler, sembolik saygınlık ve kutsiyet ifadeleridir (meselâ bk, el-Mâide 5/1, 2; el-İsrâ 17/1; el-Kasas 28/57; el-Ankebût 29/67).

Haccın nostaljik boyutu, inanan bir kimsenin inanç kökleriyle bağlantı­sını tazelemesi bakımından önemlidir, Müslümanlık açısından düşünüldü­ğünde İslâm peygamberinin ve arkadaşlarının tevhid ve adaleti hâkim kılma mücadelesi, bu süreçte yaşanmış acı tatlı anılar, âdeta bir film şeridi gibi bu kutsal mekânları ziyaret eden kişinin gözünün önünden geçer. Bu nostalji, inanan kişiye daha yoğun bir dinamizm kazandırır ve daha üst düzeyde bir sahiplenme şuuru verir,

Haccın lâhûtî boyutu, mahşeri andırmasıdır. Farklı dil, ırk, bölge ve kül­türlere, sosyal konum ve ekonomik güce sahip insanların eşit statüde ve aynı renk ve tip elbiseler içinde toplanması, akın akın koşuşturması ve top­luca ibadetler etmesi, bir bakıma âhirette yaratıcının huzurunda dirilişi ve toplanışı hatırlatır. Hac mümini âhiretteki bu diriliş ve toplanmaya hazırlar, bu bilinci kazanmasında ona yardımcı olur.

Gerçekten de hac ibadetinde müslüman, İslâm'a gönül vermiş olmanın mutluluğunu ve hazzını daha yakından idrak eder, yeryüzündeki bütün müslümanlarla birlikteliğin ve kardeşliğin kolektif şuuruna erer. Dünyanın çeşitli bölgelerinden âdeta her biri bir temsilci ve gözlemci sıfatıyla Mekke'ye akın eden müslümanlar, mîkât denilen belirli sınırlarda dünyayı, dünyevî fark­lılığı, hatta bencilliği ve ihtiraslan temsil eden elbiselerini çıkarıp hepsini eşitle­yen, birleştiren, onlan dünya Müslümanlığının bir üyesi olmanın bilincine erdiren ihram elbiselerini giyerler. Artık "ben" yok, "biz" vardır. Müminler bir ufuktan diğerine akan beyazlar seli içinde yok olur, âdeta ölmeden önce ölü­mü ve âhiret hayatını yaşarlar.

İhram, kişinin kendini geçici kaygı ve bağımlılıklardan kurtarışının sem­bolüdür. İhram süresince toplumsal banşı ve bütünlüğü bozucu, bencilliği uyandırıcı, geride bırakılan geçici haz ve menfaatleri hatırlatıcı mahiyetteki her türlü eşya ve fiiller yasaklanmıştır,

Arafat vakfesi, insanın dünyaya ayak basışını ve kıyamette Allah'ın hu­zurunda bekleyişini hatırlatır. Hac ruhun Allah'a yükselişini temsil ettiğinden, Kabe hedef değil, belki sonsuzluğa ve bu manevî atmosfere geçişin başlangı­cıdır, Kabe etrafında dönerek gerçekleştirilen tavaf, kâinatın ve yaratılışın özeti, teslimiyetin ve ilâhî kadere boyun eğişin sembolü sayılır. Koşmak anla­mına gelen sa'y, bir canlılık, bir arayıştır, esbaba tevessüldür. Hacda dıştan

HncveUMRe Sİ 3

bakıldığında sembolik davranışlar şeklinde gözüken her ibadetin ve şeklin bir anlamı, mümini eğitici ve bilinçlendirici bir yönü vardır. Hac ibadeti esnasında bu anlam ve bilinci yakalayabilen, haccın hikmetlerine nüfuz edebilen mü­minler, eski hata ve günahlanndan annarak hayata yeni bir canlılık ve şuurla dönerler. Hac onlann hayatında kalıcı etkilere sahip bir dönüm noktası olur. Müminin yükümlülük şartları gerçekleştiğinde bir an önce hacca gitmesinin tavsiye edilmiş olmasının bir anlamı da budur. Esasen hac ibadeti, bir bakıma, hem İslâm'daki diğer ibadetlerin topluca ve bir arada sergilenişi görünümün­dedir, hem de namaz, oruç ve zekât ibadetlerinden izler taşır. Hacca giden mümin, namazlarda yönelip durduğu Allah'ın evine bizzat gelmiş, namazda yaşadığı Allah'la buluşma şuurunu daha yakından hissetmeye başlamıştır. İhrama girmek, namazdaki iftitah tekbiri mesabesindedir; her ikisinde de dün­ya arkada bırakılmaktadır, İhramlının özel günlerde birtakım dünyevî zevkler­den geri durması da oruç ibadetini çağrıştırır. Hac bir yönüyle de toplumsal bütünleşme, kaynaşma ve annmanın bir anlamda üniversal çapta ger­çekleştirilmesidir, Peygamberimiz'in, Allah rızâsı için hacceden ve haccın özel günlerinde cinsel ilişkiden ve diğer yasaklardan sakınan kimsenin anasından doğduğu gün gibi günahlanndan arınmış olarak memleketine döneceği şeklin­deki ifadesi (Buhârî, "Muhsar", 9-10; Müslim, "Hac", 438), haccın her bakım­dan bir büyük arınma oluşuyla ilgilidir,

Haccın dünyevî-insanî boyutu da vardır. Hac başta inananların bir güç gösterisi mahiyetindedir. Hacda dünyanın dört bir tarafından gelen müslümanlar, hem dayanışma ruhunu daha derinden ve daha coşkulu his­setmiş hem de birbirlerinin yanında ve arkasında olduklarını, birbirlerini desteklediklerini münasip bir dil ile başkalarına göstermiş olurlar. Hac bu dayanışma ruhunun canlı tutulmasının bir vesilesidir. Görüşüp tanışmaya vesile olması yanında hac, bir yönüyle de üretilen bilginin tanıtımının yapı­lacağı uluslararası bir fuar içeriği de taşır.

Hac esnasında günlük giysilerinden soyunup, bembeyaz lekesiz ihram örtülerine bürünen müslümanlar, her türlü gösteriş ve alâyişten uzaklaş­mayı, ziynet ve servetle böbürlenmemeyi, insanlar arasındaki eşitliği, ölümü ve ötesini hatırlamayı fiilen yaşayıp öğrenmeleri yanında, kötü arzu ve alış­kanlıklarından da sıyrılıp, tertemiz yeni bir yaşayışa başlama iradesini de sergilerler, İhramlı için konulan yasaklar, hiç kimseye hatta haşerelere bile zarar vermeme, bütün yaratıklara şefkat ve merhamet, zorluklara sabır, kısaca kişiye düzenli ve disiplinli yaşama melekesi kazandırır. Böylece hac farizasını eda eden müslümanlar, Allah'ın hoşnutluğunu kazandıkları gibi çevresindekilere faydalı olma, hiç değilse zarar vermeme alışkanlığı kazan-

514 llMIHfll

mış olurlar, Hz, Peygamber işte bu anlayışla haccedenler için "Kim Allah için hacceder de (bu esnada, Allah'ın rızâsına uymayan) kötü söz ve davranış­lardan ve Allah'a karşı gelmekten sakınırsa, (kul hakkı müstesna) annesinin onu doğurduğu günkü gibi (günahlarından arınmış olarak hacdan) döner" (Buharı, "Hac", 4; Müslim, "Hac", 438) buyurmuştur,

Haccm sebebi ve namazlarda kıblegâhımız olan Kabe, yeryüzünde Al­lah'a ibadet için yapılan ilk binadır, Allah'ın emri ile Hz, İbrahim ve oğlu Hz, İsmail tarafından Mekke'de yapılmıştır, İnşaat tamamlandıktan sonra, Cibrîl (a,s.) tavafın ve haccm nasıl yapılacağını fiilen göstermiş; Hz, İsmail de bunu Hicaz halkına öğretmiştir, Hz, İbrahim'den sonra müşrikler tarafından haccm zamanı ve eda edilişi üzerinde yapılan tahrif ve değişiklikler, Resûl-i Ekrem'in Veda haccmdaki uygulaması ile tekrar aslî haline dönmüştür, Hz, Peygamber bu haccmda İslâmî haccm nasıl yapılacağını amelî olarak gös­termiş, hataları düzeltmiş ve "Hac menâsikini benden alın, benden gördü­ğünüz gibi yapın" (Müslim, "Hac", 310) buyurmuştur.

Bununla birlikte, Hz, Peygamberin bu uygulamasında hangi fiil ve alt ibadetlerin hac ibadetinin aslî ve talî unsurlan olduğu, terkedildiğinde nasıl telâfi edileceği konusu ayrıntıyla belirtilmediği için, bu husus daha sonraki dönemlerde fakihler arasında tartışmalı kalmış, her bir fıkıh mektebi kendi bakış açısına göre bir değerlendirme yapmıştır, Haccm rükün ve şartları, vacip ve sünnetleri, hac yasaklarının ihlâli halinde ne gerekeceği konuların­daki farklı ictihadlar, esasen bu değerlendirme farklılıklarını yansıtır. Öte yandan hac ibadeti içinde yer alan ve bir kısmı sembolik davranışlardan ibaret olan fiiller (menâsik), çoğunluk itibariyle Hz, Peygamber'den görül­düğü şekliyle yapılması gerektiğinden taabbudî nitelikte ise de, bir kısmı o günkü şart ve imkânlarla da alâkalı emir ve tavsiyelerdir. Böyle bir ayırım da hac ibadetinin ifası konusundaki görüş ayrılıklarına zemin hazırlamıştır.

II. HACCIN TANIMI ve MAHİYETİ

Hac sözlükte "kastetmek, yönelmek" anlamına gelen bir kelimedir. Fıkıh terimi olarak ise hac, "Mekke şehrindeki Kabe'yi ve civanndaki kutsal sayı­lan özel yerleri, özel vakit içinde, usulüne uygun olarak ziyaret etmek ve yapılması gereken diğer menâsiki yerine getirmek" demektir. Bunların hep­sine birden hac törenleri anlamında "menâsikü'1-hac" denir,

İslâmiyet'in beş esasından biri olan hac, hicretin IX, yılında farz kılın­mıştır, Haccm farz olduğu hükmü, Kur'ân-ı Kerîm ve Sünnette bildirilmiş ve

HncveUMRe SİS

bu hüküm konusunda müslümanların görüş birliği (icmâ) gerçekleşmiştir, Kur'ân-i Kerîm'de: "Yoluna gücü yetenlerin evi (Kabe) hac ue ziyaret etme­leri, insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır" (Âl-i İmrân 3/97) buyrulmuştur. Peygamberimiz de haccı Müslümanlığın beş esasından birisi olarak saymış, haccın önemini ve yararlarını belirtmiş ve bu törenlerin nasıl yapılacağını fiilen göstermiştir.

Gücü yeten, yani sağlık ve servet yönünden haccetme imkânına sahip olan müslümanların, ömründe bir defa haccetmeleri farz olup imkân elde edilince, geciktirmeden yerine getirilmesi gerekir. Hayatında bir defa hac yapmış olan müslüman bu farzı yerine getirmiş olur, Ebû Hanîfe, Ebû Yûsuf, Mâlik ve Ahmed b, Hanbel gerekli şartları taşıyan hac yükümlüsünün bu ibadeti önündeki ilk hac mevsiminde eda etmesi gerektiği, sonraki yıllara tehir etmesinin günah olduğu, hatta bu ibadeti uzun süre geciktiren kişinin şahitliğinin kabul edilmeyeceği görüşündedirler, Şafiî ve İmam Muhammed ise ileride yerine getirmeye azmedilmesi ve eda imkânının normal şartlarda elden çıkması gibi bir endişenin bulunmaması şartıyla haccın tehir edilebile­ceğini söylemişlerdir. Bununla birlikte, bunlar da hac ibadetinin bir an önce ve ilk fırsatta yerine getirilmesinin sünnete uygun ve daha ihtiyatlı bir tu­tum olduğunu belirtmişlerdir,

Kabe'yi ziyaretle ilgili ibadetlerden biri de "umre"dir. Ziyaret belirli za­manda ve Arafat vakfesiyle birlikte olursa "hac"; belirli bir zamana bağlı olmayarak vakfesiz yapılırsa "umre" adını alır. Hac ve umreyi birbirinden ayırmak için hacca, "hacc-ı ekber" (büyük hac), umreye "hacc-ı asgar" da (küçük hac) denir. Halk arasında ise arefesi cumaya rastlayan haccın hacc-ı ekber olduğuna dair yaygın bir kanaat bulunmaktadır.

Umrenin faziletiyle ilgili olarak Resûl-i Ekrem "Umre, daha sonraki um­reye kadar, ikisi arasında işlenen günahlar için kefarettir. Allah katında makbul haccın karşılığı ise ancak cennettir" (Buharı, "Umre", 1; Müslim, "Hac", 437) ve "Hac ue umreyi birbirine ekleyin (peş peşe birlikte yapınız); çünkü bunlar körüğün demir, altın ue gümüşteki kiri, pası gidermesi gibi, yoksulluğu ue günahları giderir. Makbul bir haccın karşılığı ancak cennettir" (Tirmizî, "Hac", 2; Nesâî, "Hac", 6) buyurmuştur.

516 llMIHfll

III. HACCIN ŞARTLARI

A) YÜKÜMLÜLÜK ŞARTLARI

Hac ibadetiyle yükümlü olmak için genel olarak bütün yükümlülükler de öngörülen Müslümanlık, akıl ve bulûğ şartı yanında, ayrıca hac yapmaya bedenî ve malî imkânlann yeterli olması da şarttır. Beden ve malî imkânın yeterli düzeyde bulunmasına literatürde, yapabilme, güç yetirebilme anla­mında istitâat denilir.

Ayrıca kişinin hac ile yükümlü sayılabilmesi ve hac yükümlülüğünün zimmetinde borç olarak sabit olabilmesi için belirtilen dört şarta ilâve olarak, bu farîzayı yerine getirecek vakte erişmiş olması da gerekir. Belirtilen tüm şartları taşıdığı halde, bu tarihten itibaren haccı ifaya elverişli zaman bula­madan yani hac mevsimine erişemeden ölen kişi hac ile yükümlü olmadan ölmüş kabul edilir,

İstitâat, teknik ifadesiyle söylenecek olursa, haccın vücûb şartıdır. Hac, sadece Kabe ve civarında belirli günlerde eda edilen bir ibadet olduğu için hac yükümlülüğü bedenî ve malî imkânlann yeterli olması şartına bağlan­mıştır, İslâm dini, diğer mükellefiyetlerde olduğu gibi, hac ibadetinde de mükellefin durumunu dikkate almış ve ona güç ve imkânlarının üzerinde bir yük yüklememiştir.

Hac yükümlülüğü için istitâatın şart olduğu konusunda mezhepler ara­sında görüş birliği olmakla beraber istitâatin ne anlama geldiği konusunda bir birlik yoktur. Mezhep imamları ve müntesipleri, âyette geçen istitâat kavramını farklı şekillerde anladıkları için aralarında, haccın yükümlülük ve eda şartlarının tesbitinde bazı farklılıklar doğmuş, bu bakımdan bir kısmının yükümlülük şartı olarak kabul ettiği bir şey diğerinde eda şartı olmuştur,

İstitâat denilen yapabilme güç ve imkânı, hac yolculuğuna çıkacak kişi­nin gidip dönünceye kadar kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kimse­lerin geçimlerini sosyal seviyelerine uygun olarak sağlayacak malî güce ve hac için yeterli zamana ve malî güce sahip olması anlamına gelmektedir,



Yüklə 6,05 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   44   45   46   47   48   49   50   51   ...   105




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin