BiRİNCİ oturum tabiİ Fİİl ve ahlakî FİİL


"İşlerin tümü Allah'ındır."



Yüklə 1,6 Mb.
səhifə13/15
tarix26.08.2018
ölçüsü1,6 Mb.
#74557
1   ...   7   8   9   10   11   12   13   14   15

"İşlerin tümü Allah'ındır." (Al-i İmran: 154)

Her şey Allah'ın malıdır, ferdin kendisi de Allah içindir ve Allah'ındır ve bir şeyi olsa da şu şekildedir: Kendisi Allah'ın kulu olan bir şey, Allah'ın mülkiyeti altındaki bir mülkiyete sahiptir, yani fertlerin birbirlerine karşı haklan ve mülkiyetleri vardır, fakat Allah'a karşı hesaplayacak olursak hiçbir hak ve mülkiyetleri yoktur.

Aklıma bir hikâye geldi: Ebu Firas, güçlü bir Şiî Arap şairidir. Hicri on dördüncü asırda yaşamıştır ve yaklaşık olarak Farabî devriyle muasırdır. Kendisi Al-i Hemedan meliklerinin sarayında idi. Al-i Hemedan beyliğinin edebiyatı çok seven, edebiyatı yaymaya çalışan, koruyan, belki de ilmi koruyan bir meliki vardı. Onun hükümeti çok geniş olmamakla birlikte keyfiyet açısından değerli idi. Bunun için Farabî, öğrenimi Bağdat ve diğer yerlerde tamamlandıktan sonra Musul'a gitti ve öğrendiklerini Bağdat hilafetinden daha iyi bir şekilde araştırdı. Oraya gitti ve aynı yerde öldü. Seyfu'd devle Hemedanî'nin onun namazını kıldı. Herhalde Al-i Hemedan melikleri o melikten bu yana edebiyatı, eğitim ve öğretimi sevmektedirler, bu tür şahısların genelinin kendi saraylarında fazla miktarda şair yetişmiştir. Bir gün Seyfu'd devle Hemedanî şair ve edebiyatçılarla oturmuştu. Şöyle dedi: Benim söylediğim bir beyit var, Ebu Firas'tan başka kimsenin onu tamamlayabileceğini zannetmiyorum. Söylemiş olduğu şiir şu idi: "Leke cismi taulluhu fe demmi La tutilluhu". Burada sevgilisine hitap ediyor, şöyle demektedir: Benim bu varlığım senin varlığındandır ve ona hep sıkıntı veriyorsun, o halde ne diye kanımı tümden dökmüyorsun?! Ebu Firas aniden o söz konusu maşuk tarafından cevap verdi: "Gale: in küntü maliken feliye'l emru küllühü". Dedi ki; ben malik miyim yoksa değil miyim? Sen "benim varlığım senindir" diyorsun. Eğer ben malik isem, ihtiyar (seçme) benim elimdedir. "İşin tümü onundur" cümlesi, Kur'an'daki "İşlerin tümü Allah'a aittir." ayetine işarettir. Bu ayet de çok güzel sözlerdendir.

Bu gün bu söz toplum konusunda meydana gelmiştir. Bu, aslında fert için toplum karşısında asliyet, ihtiyar (seçme), özgürlük ve hakkın söz konusu olmadığı bir takım toplumbilimci görüşlerdir. Fertler, toplum içinde birbirlerine karşı hak ve sorumluluklara sahiptirler. Ama toplum karşısında bu sözün bir manası yoktur.

ÖZGÜRLÜK VE EŞİTLİK

Bu ekolun görüşüne göre, mikyas (ölçü) toplumun tekâmülüdür. Toplumun tekâmülüyle farklılık arz eden her şey ortadan kaldırılmalıdır. Fakat başka ekoller bu şekilde söylememektedirler, kimileri ferdî asliyeti mutlak olarak düşünmektedirler, kimileri de ferdî asliyeti mutlak olarak düşünmüyorlarsa da, az da olsa, fert için bir asliyetin olduğunu söylemektedirler. Bundan dolayı da özgürlük ve eşitlik meselesinde şu muamma daima vardır: Özgürlük ve eşitlik, birbirleriyle çatışma halinde olan iki insanlık değeridir. Yani eğer fertler özgür olurlarsa eşitlik ortadan kalkar ve eğer eşitliğin tam olarak yerleşmesi istenirse kaçınılmaz olarak özgürlükler sınırlandırılmalıdır. Çünkü insan fertleri bir fabrikanın çeşitleri gibi değildirler ki fabrikanın imal ettiği şekildeki gibi aralarında hiçbir fark olmasın. Aksine biri daha çok yeteneklidir, biri daha az, biri daha kuvvetli bünyeye sahiptir, biri daha zayıf, birinin başlangıcı olur, diğerinin olmaz, biri tembeldir diğeri çalışkan. Eğer toplumu özgür müsabaka alanı olarak kabul edersek bir grubun güçlü, yenici, diğer bir grubun da güçlü ve yenici olmayacağı açıktır. Şimdi ya tembelliklerinden dolayıdır ya da güçsüzlüklerinden dolayı. Özgürlük ister istemez eşitsizliği meydana getirir. Fakat eğer eşitliği yerleştirmek istersek özgürlüğün önünü büyük bir dereceye kadar almamız kaçınılmaz olacaktır ve belki de kişisel hakların önünü almamız kaçınılmazdır, yani birinin malını elinden alıp bir başkasına vermeğe mecburuz.

Tıpkı bir hipodrom misali... Bir hipodromda atlan birbirleriyle yarıştırmak istedikleri zaman iki durum söz konusudur: Bir zaman atlan askeriyenin atlan gibi koşturmak istiyoruz, onları sıraya diziyoruz. Kulaklarının tümü ve başlan da birbirlerine eşit olmalı ve herkes atını kontrol etmelidir. Bu şekilde atların tümü bir ahenkle hareket eder. Hareket eden yüz tane askerî at örneğin birbirlerinden onar metre aralıklarla onarlı gruplar halinde hareket etseler, hatta bir saat dahi yürüseler hiçbiri diğerinin önüne geçmez, fakat burada atlarının özgürlüğünün (serbestliğinin) önü alınmıştır, onların çoğu serkeşlik ediyordur ve hızlı gitmeyi istiyordur, fakat binicisi ona izin vermiyor, çünkü diğer atlarla birlikte gitmelidir. Fakat bir zaman vardır ki mesele, özgürlük ve müsabaka meselesidir, örneğin at koşturulan hipodromlar gibi. Orada kesinlikle biri arkada kalır biri de öne geçer. O halde eğer atlara serbestlik verirsek, eşitlik ve beraberlik yoktur ve eğer eşitlik ve beraberlik sağlayacaksak özgürlüğü ortadan kaldırmak zorunda kalırız. Özgürlük, ferde ve eşitlik topluma taalluk eder. Ban kampında dayanak daha çok kişisel özgürlük üzerindedir ve genellikle eşitlik payimai edilmiş ve ortadan kaldırılmıştır. Doğu kampında da dayanak eşitlik üzerindedir, özgürlüğü ortadan kaldırmışlardır. Orada eşitlik yoktur, burada ise özgürlük yoktur. Bunlar iki değişik felsefeden kaynaklanmaktadır. Elbette meselenin önemli yanı şudur: Acaba asıl olan ferdin tekâmülü mü yoksa toplumun tekâmülü müdür? Ya da ferdin mutluluğu mu yoksa toplumun mutluluğu mu? Veya acaba tabii bir yol ve özgürlük, insanın o tabiî hakkı olduğundan dolayı belirlenmiş bir sınır mıdır ki ondan daha fazla başka özgürlük olmasın ve tekâmül de aynı ölçüdeki özgürlüğe bağlı olsun, yani üçüncü bir ekol. Bu başka bir konudur.

BU GÖRÜŞÜN ELEŞTİRİSİ



Her halükarda amacım şu yöndedir: Eğer bir kimse ölçü tekâmüldür, derse tartışmaya açıktır, zira bu şekilde tüm asliyetleri topluma vermişiz ve fert için hiçbir asliyeti söz konuşu etmemişiz demektir. Tek değerli olmamız ise mümkün değildir. Toplumun tekâmülü değerden biridirferdin tekâmülü de kendi başına bir değerdir. Bundan dolayı bazen iki değerin çatışması meydana gelmektedir: Toplumsal değer ve kişisel değer... O halde ilkönce bu açıdan komünizm ahlak ekolu söz konuşu edilmeye ve tartışılmaya açıktır, yani şu ilkeyi kabul etmek mümkün değildir: Ölçü, toplumun tekâmülüdür ve tek değerli olmalıdır. Fert ise bir değere sahip değildir. İkinci olarak, biz toplumun tekâmülünü ölçü olarak bilmek isteriz, ister tek ölçü olarak bilelim ve ister ölçülerden biri olarak sayalım... Bu meseleyi kabul edemeyiz, tekâmül münhasıran -söyledikleri gibi- keyfî değişiklikler ve devrimin etkisinde değildir, yani toplum devrim yolundan başka b;r olgunluk yolu da takip edebilir ve belki de devrimin gerçek olarak olgunluk yolu olduğu söylenemez. Nice devrimler, toplum için bir olgunluk ortaya koymaksızın yapılmıştır. Herhalde bu mesele, tabiatın kendi olgunluğunu her zaman kemmî değişikliklerin tebdili yolundan keyfî değişikliklere doğru, devrimci yoldan izlediği küllî felsefî bir ilke, ne insanın dışındaki tabiatta doğrudur ne de insanlık tabiatında. Eğer bir ağaç fidanını yere dikersek, kim böyle keyfî bir değişikliği ortaya çıkarır? Hareket ettiği için bunun birinci merhalede tez olduğunu ve daha sonra kendi zıddını, hareket halinde olan kendi içinde taşımakta olduğunu kabul etmelisiniz. Oysa şu da, yanı kendi derunî zıddı vasıtasıyla hareket etmiş olduğu da kabul edilemez. Şimdi farz-ı misal buraya kadar olan kısmı kabul edelim. Biz örneğin bir armut fidanını yere dikelim. Bu fidan tedrici olarak kendi tekâmül yolunu geniş bir ağaç oluncaya kadar takip eder. Senelerce meyve verir, daha sonra da ihtiyarlar. Hiç de keyfî bir değişiklik bulmaz ve ölür. O halde bu fidan hareket ediyor olmasından dolayı, sizin dediğinize göre tez ve antitez merhalesini yani "şey" ve "zıt" merhalesini veya hüküm ve hükmün zıddı olan merhaleyi takip etmiştir. Fakat biz, o mürekkep hüküm merhalesine veya sentez merhalesine ulaştığını görmeyiz. Eğer "bu ağacın tümü hüküm merhalesidir ve onun zıddı, öldüğü zamanıdır ve zıddının zıddı başka bir defa diğer bir ağacın meydana gelmesidir." derseniz, biz de, "o merhalede ortaya çıkmış olan o hareket o halde ne idi?" deriz. Yirmi sene hareket halinde idi. Siz diyorsunuz ki, "Kendi içinde bir zıtlık bulunmadıkça bir hareket ortaya çıkmaz." Bundan dolayı ne cansız tabiatın böyle bir kanunu vardır, ne de canlı tabiatın. Doğan bir insan kendi ömrünün devrelerini bu üç çeşit merhaleye nasıl tatbik edebilir?! Böyle bir şey yoktur. O halde ikinci açıklama şudur: Bu farziye, tekâmülün yegâne yolunun ister tabiatta, ister toplumda olsun devrim olduğunu iddia etmektir. Bu görüş bu açıdan teyit edilmeğe değmediği için bu ahlak da teyit edilmeğe değmez.

O halde bu ahlaki ekol ile ilgili olarak iki açıklama söz konusu-dur. Birinci açıklama şudur: Toplum değişiminin yegâne ölçü olmasını kabul etmiyoruz. Çünkü bu düşünce, toplumun asliyeti ve ferdin göreliği esası üzerine kurulmuştur. Bu ise bir ilim ve gerçek değildir. Bundan dolayı eğer tekâmülü de ölçü kabul etsek bile yine de tek değerli değiliz, kişisel ölçüler de vardır. İkincisi, tekâmülü yegâne ölçü olarak kabul ettiğimizi varsaysak dahi tekamülün daima devrim yoluyla olacağını kabul etmeyiz. Tabiat baştanbaşa bu şekilde olduğundan dolayı çok sınırlı ve istisnai konular delil alınamaz, özellikle gözle görülen gerçeklerin bu hükmün tersi olduğuna bakılarak, bu konular delil alınamaz.

 

EK:1 



-B-

AHLAKTA BENLİK MESELESİ

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla

Lanetlenmiş şeytandan Allah'a sığınırım.



Görmedin mi Allah nasıl bin benzetme yaptı: Güzel söz, kökü (yerde) sabit, dallan gökte olan güzel bir ağaç gibidir. Ki (o ağaç), Rabb'inin izniyle her zaman yemişini verir. Allah, öğüt alsınlar diye insanlara böyle benzetmeler yapar. Kötü sözün durumu da gövdesi yerin üstünden koparılmış, kararı (yerinde durma imkânı) olmayan kötü bir ağaca benzer. Allah, insanları dünya hayatında da, ahirette de sağlam sözle tespit eder. (İbrahim: 24 - 27)

En başta Hakk ve adalet yolunun en büyük şehidi İmam Hüseyin b. Ali'nin (as) mübarek doğumu dolayısıyla hepinizi tebrik ederim. Geçen sene böyle bir gecede aynı yerde, zaman ve yerin uygunluğu açısından "İslamî ahlakta aslî mihver" adı altında kısa ve öz bir konu etrafında konuşmuştum. Fakat zaman açısından o konuyu seçtik, çünkü "Nefsin yardımı" meselesi Hüseyin b. Ali'nin (as) nurlu hayatının parlak bir bölümüdür. Yer açısından ise, burası mukaddes bir yer, eğitim ve öğretim merkezi olduğu ve her yerden daha uygun olduğu açısından böyle bir yerde terbiye ve ahlak özerine olan bir konunun açıklanması daha uygun olur. Bu gece de bana öyle geldi ki hem zaman açısından, hem de mekân açısından uygun, hem eğitim, öğretim, terbiye ve ahlakla ilgili, hem de zımnen bir açıklama ve geniş bir değerlendirme olan başka bir konuyu, Hüseyin b. Ali'nin (as) yaşantısının bölümlerinden birini açıklamak istiyorum. Bu gece bunun etrafında konuşmak istiyorum. Konunun adını "Ahlakî güzellikler" şeklinde koymamız uygun olabilirdi, fakat o konunun mukaddimesi olan başka bir adı koyuyoruz, o da "ahlaktaki benlik" meselesidir. Çünkü bu önemli bir bölümdür ahlakın ilk bölümü benlik bölümüdür. "Benlik bölümü" ne demektir? Her şeyden önce sizin de bildiğiniz gibi toplumsal ve eğitimci terbiye ve adaletlere o kadar değer vermeyen, aksine ona muhalif olan ve insanın daha üstün tabiata dönmesine taraftar olan -bizim pratikte bunlarla bir ilgimiz yoktur ve onların görüşü de reddedilmiş bir görüş olarak bilinmektedir- bir kısım ahlakî sistem ve stillerden öteye diğer vesair ahlakî ekoller bilahare bir çeşit ahlak, özel bir ahlakî stil, terbiyeye dayalı özel bir sistemi insanoğlu için gerekli ve zaruri olarak bilmektedirler. Nihayet birisi şöyle demektedir: Falan ahlakî ve eğitici stil ve sistem iyidir. Bir başkası, bir başka sitil ve sistemi temel esas yapıyor.

İNSANOĞLU NEDEN AHLAKA VE TERBİYEYE İHTİYAÇ DUYAR?

Şimdi, insan hayatında ahlak, eğitim, adetlerin -ki bilinen ifadeyle ikincil tabiat (huy) olmaktadır- icadi ikincil tabiatın (huyun) icadı ve insan ruhunda "huy" olarak adlandırılan yapılmış melekelerin ne gerekliliği vardır ve gerekliliğin ortaya çıkması nasıl olmuştur? Bu, kendi başına bir hikâyedir, bir bölümdür ve insanoğlunun yapısına bağlıdır ve o da insanoğlunun sanki arzu ve istekler açısından eksik yaratılmış olduğudur. Eksik olarak yaratılmış olan nedir? Hilkatte (yaratılışta) hiçbir şey eksik yaratılmış değildir. Maksat şudur: Her bir hayvan arzu, istek ve tabii sıfatlar açısından tabiatta kendi yaşantısına uygun olarak mücehhez olmuştur, fakat yüce Allah insanoğlunu ölçülü olarak yaratmıştır (insan, zayıf, olarak yaratılmıştır).(Nisa: 28) Onun isti'dadı terakki ve tekâmül açısından hayvanlardan daha fazla olmasına rağmen istek, arzu ve kendisi için gerekli ve zaruri olan tabiatüstü sıfatlar açısından çok zayıf ve eksik yaratılmıştır. Sanki insanın tabiatında istidadı yerleştirmiştir ki insanın kendisine o eğitici yolu ve gerekli olan o yaradılışı (huyu) seçmesi için öğretmen ve eğitimciler gelsin de tabiatta var olduğu görülen bu noksanlığı tamamlayıp sonuçlandırsınlar. Bu kendi başına bir hikâyedir. Resul-i Ekrem'in (saa), "ben, güzel ahlakı tamamlamak için seçildim." şeklinde buyurduğu cümle bu konudadır. Yani insanın kendi mutluluğu için gerekli gördüğü kazanılmış sıfatları tamamlayalım ve onu kolaylaştıra-hm. Ulemanın usûl ilminde bir kural vardır. Şöyle demektedirler: Kanunlarımızdan bazıları vardır ki kanun ile kanunun tamamlayıcısı ayrı olarak yazmalıdır. O kanunun tabiatında, o bir tekin içinde kanunun kendisi ile kendi tamamlayıcısının bir yerde yer almasına imkân yoktur, yazılı tamamlayıcıya ihtiyaç vardır. Bu felsefi bir şifredir ve bundan başka imkân da yoktur. İnsanın insanlığı şu süreçten başkasına sahip değildir: Başlangıçta insan tabiatta öylesine eksik yaratılmıştır daha sonra eğitici ve ahlakî sistemler gelip o eksiklik ve zayıflığı bertaraf ederler, böylece insan düşünce ve iradesinin gücüyle kemal noktasına erişir. Bundan dolayı insanın ahlakî bir sisteme ihtiyacı vardır.

İKİ ÇEŞİT AHLAK

Ahlakı temel esas olarak alan kimselerin iki grup olduklarını biliyoruz. Bir grubun ahlakının esası, bencillik ve kendine tapma üzerine kurulmuştur, kendisinin kuvvetli olduğu üzerine kurulmuştur, yaşama karmaşıklığı üzerine kurulmuştur, kendi tarafını tatma üzerine kurulmuştur. Ahlak için bir tek esas ve temelden daha fazla bir şey söylemezler, o da, kişisel hayatın korunması için çalışmadır. Onların ahlakının temeli "benlik" tir. Örneğin Nietzche'yitemel esas alan bir ahlak gibi. Hatta komünizm ahlakı da böyle bir ahlaktır. Bu ahlakın esası, menfaatlerden -o da şahsî menfaatlerden- ayrı değildir, yani komünizmin felsefi temeli, kendi ahlakını yayma ve benlik temelinden bir derece daha yukarı çıkma imkânını ona vermez. Bunları bir yana bırakırsak, dünyada daha başka ahlakî ve eğitici yollar vardır, adalet, doğruluk, dürüstlük, emanet vb. ahlakî faziletler adı altında kelimeler oluşturmuşlar ve faziletleri kavramlaştırmışlardır. Bu ahlakların tümü benlikle bir tür savaştır, insana "doğru sözlü ol, yalan söyleme" dedikleri zaman, şahsi menfaatin olduğu yerde şahsî menfaatin hatırı için doğruluğu elden bırakma demektir. Doğruluk, bir çeşit "ben"e tekme vurmaktır, insana, "nifakı içinde taşıma, hırsızlık yapma, adalete bağlı kal, insaflı ol, eşitliğe riayet et" denildiği zaman da aynı şekildedir. Ahlakî faziletler denilen tüm bu faziletler, benlikle savaşmanın bir çeşididir, yani insan "ben"den vazgeçme makamına ulaşmadıkça ve pratikte bir çeşit fedakârlık olmadıkça kendisini ahlakî faziletlerle donatabilmesine imkân yoktur. Ahlakta "benlik meselesi"nin en önemli meselelerden olması bundandır.

AHLAKÎ FAZİLETLERE BAĞLILIĞIN TEMELİ

Şimdi bu konunun kök ve temeli konusunda insanlar, kişisel menfaatler karşısında ahlakî faziletlere bağlanmaları, inanmaları ve iman etmeleri için nasıl bir iş yapmalıdırlar ki doğruluk için, hakk için, adalet için kendi kişisel menfaatlerinden vazgeçsinler. Ahlakı hangi esas üzerine koymalı, benliğiyle savaşması, aynı zamanda mantıklı da olması gereken, dayanağı olması gereken ve içi boş olmaması lazım gelen bir ahlak nasıl bir esas üzerinde kurulmalıdır. Alexis Carel'den bir cümle nakletmektedirler: Dünyada, iffet, takva, hakk ve adalet kelimelerinin perdesi altında (kim bilir) ne kadar fayda gizlidir! Yani bunlar içi boş kelimelerdir, benliğin üzerine çekilmiş, hatta hakikat görülmeyecek şekilde üzerine çekilmiş perdelerdir. Onun içi boştur, kabuğu olan, fakat içi olmayan, içi boş olan bir ceviz veya badem gibidir. O halde ne yapmalı? Elbette iki yol vardır. Bir yol, ayırt etme gücüne yeterince sahip olmama manasında parlak bir akla, aklî yeterliliğe sahip olmayan kimseler içindir. Birçok temelsiz düşünceyi, telkin ve sözün tesiri neticesinde insana empoze etmek mümkündür. Bazen o insanda yalancı düşünceler oluşturulmaktadır ki o yalana düşünceler için fedakârlığın ve vazgeçmenin de olması mümkündür, fakat bunun bir temel ve kökü yoktur ve mantıkçıların deyimiyle en küçük bir şüpheyle şüphe edilen yok olur. Örneğin bir askeri orduda öyle terbiye etmektedirler ki, yani öyle telkin ve ilka tesiri altında bırakmaktadırlar ki, bağlılıkla bir su ve toprağa âşık olmaktadır. Fakat birisi gelip de kulağının dibine oturarak iki şüpheli söz söylerse tüm bu temeller çöker. Çünkü bunların tümü telkinlerden ibarettir ve bir temel ve esası yoktur. Ve eğer bir başkası şüphelendirmezse kendi düşüncesini kullanırsa, daha çok okursa, daha bilgili olursa, daha akılı olursa ve meseleyi tahlil edebilirse ona, "falan hedef için gel canını ver, mutluluğunu ver, kendi lezzetini feda et, bütün varlığını feda et" şeklinde telkin edilen bütün o sözlerin bir temelinin olmadığını görecektir. Dört tane kitap okuyunca, düşüncesi birazcık aydınlanınca; "Niye? Niçin? Yoksa benim her şeyi kendim için istemem gerektiğinden başka bir şey midir bunlar? Sonuçta ne diye kendimi feda etmek isteyeyim? Ne için?" şeklinde bir sürü soru sorar. Bunun hazırlığı "niçin" olunca bu telkine dayalı eğitimin bütünüyle harap olduğunu görecektir.

Dünyanın, daha çok bilgilendikçe daha fazla inançsızlaşmasının ve ahlaki esaslara bağlılığının daha çok azalmasının sun, galiba, insana öğretilen ahlakî esasların bir mantığı olmayışı, dayanağının olmayışı, kendisine itibar edilmeyişi, temelinin olmayışı ve bir takım telkinler esası üzerinde olmasından dolayıdır. Ailede ona teklin etmişlerdir, anne ve babasını taklit etmiştir. Okulda aynı şekilde; ders okuduğu zaman ve ahlakî esaslar üzerine düşündüğü zaman, devamlı koruduğu esasların ve "toplumsal adalet şöyledir, doğruluk şöyledir, emanet şöyledir, özgürlük şöyledir" demesinin bir temelinin olmadığını bilmektedir. "Ben hangi hesap ve melekelerle dört kelimelik söz için gelip kendi kişisel menfaatlerimden vazgeçeyim? Ne için gelip vazgeçeyim?" diyecektir. Eğer düşünürse böyledir. İnsanoğlunun eski zamanlarda sahip olduğu ahlakın daha sonra açıklayacağım temiz bir toplulukta öteye, hangi esaslı temel ve binalar üzerine kurulduğunu Kur'an şöyle buyuruyor:

"Görmedin mi Allah nasıl bir benzetme yaptı: Güzel söz, kökü (yerde) sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaç gibidir.

Ki (o ağaç), Rabb'inin izniyle her zaman yemişini verir. Allah, öğüt alsınlar diye insanlara böyle benzetmeler yapar." (İbrahim: 24 - 25)

Bir sonraki ayette şöyle buyrulmaktadır:



"Allah, inananları, dünya hayatında da, ahir ette de tespit eder." (İbrahim: 27).

Onların ahlakının bir temel, bina ve esası vardır ve hiçbir güç o ahlakı onlardan alamazdı. Evet, bunlardan başka halkın çoğunluğu, ahlakî düşünceleri, kişiyi geçici olarak inandıran gücün ilka gücüne sahip olduğu söylenmiş olan yere kadar taklit, telkin, hipnotizma ve benzeri temeller üzerine kurmuşlardır. Fakat bilgin olan insan bu sözlerin etkisi altına daha az girer, bu ise ahlak için büyük bir tehlikedir. O halde ne yapmalı? Eğer insan ahlaktan bütünüyle sarfı nazar ederse bu kesinlikle insanlığın harap olması demektir. Her ne kadar da biz birisine, "beyefendi, toplumun menfaati için şu işi yap, bu işi yapma" desek de onun için kabul etme söz konusu değildir ve şöyle diyecektir: "Benim söyleyeceğim bir doğrunun bu büyük okyanusta ne etkisi olur, fakat bir yalanı söylediğimde kendi şahsımın menfaati için söylerim." Düşündüğü zaman yapılan işte bir mantık olmadığını, bir dayanak olmadığını ve bir temel ve esas olmadığını görecektir.

ALLAH'I TANIMA AHLAKIN TEMELİDİR

Kimileri "ahlakın bir temeli vardır." demektedirler. Tıpkı, "dinin evveli Allah'ı tanımaktır" sözünde olduğu gibi. Allah'ı tanıma, dinin ilk taşıdır. Aynı şekilde Allah'ı tanıma insanlığın ilk taşıdır, insanlık ve ahlakın Allah'ı tanımaksızın bir manası yoktur. Yani hiçbir manevî davranışın, o maneviyat silsilesinin başı ortaya gelmeksizin bir manası yoktur. Bunlar kolay sözlerdir ki birisi gelsin de insaniyet adına ahlaka çağırsın. Ben, Bertrand Russel'ın mantığından daha ahmakça bir mantık görmüyorum. Bu adamın düşüncesi maddî bir düşüncedir. Devamlı, "gelin, insanlığın menfaati için şöyle yapın" demektedir. İnsan ruhunda bir temel olmadığı zaman ne diye insanlık olsun? Beni ne bağlar? O insan benim karşımda bir ağaç veya koyun gibidir. Bu ahlakın bir temel ve esası yoktur ve olamaz da. Dinin mantığına yönelik olarak da nasıl esasa sahip olduğunu, hangi tecrübe ve sınamaların onun sıhhatini ispatlamış olduğunu, ne tür ahlakî düzenlemelerin sağlam kuralları ortaya çıkardığını ve bundan sonra da çıkaracağını açıklayacağız. Burada bir yanlışlık baş gösteriyor, o da şudur: "Şeyin imkânı üzerindeki en kuvvetli delil şey'in vukuudur" denilmektedir (öğrencilerin ifadesiyle). Derler ki, Allah'ı tanımayan ve dini olmayan bir toplumda düzen ve ahlakın olmaması hakkında ne diyorsunuz? Bizler, bugünkü bilinçli toplumun ne kadar düzenli ve intizamlı bir toplum olduğunu görüyoruz, ahlaklı insanlar vardır, kendi hak ve sınırlarını aşıp tecavüz etmemekte olan halklar vardır. Şu anda manevî değerlere bağlı olmadıkları halde asla yalan söylemeyen milletler mevcuttur dünyada. Bizler gittik ve gördük. Avrupa ve Amerika milletlerini gördük. Onlar dine bağlı olmadıkları halde de yalandan, nifaktan, aşağılamaktan, hırsızlıktan ve ihanetten sakınmaktadırlar. O halde anlaşılmaktadır ki iman ve marifete dayanmaksızın ahlaklı olma yeteneği elde edilebilir ve "benlik" ortadan kaldırılabilir... Bu sözü çokça işitmişsinizdir, ben de çok işitmiş ve böyle bir şey olacağına uzun bir sürede inanmıştım, fakat şimdi sizler için bir örnek vereceğim.

"BEN" VE "KENDİNE TAPMA"NIN ÇEŞİTLERİ

a) Kişiselden

İnsan, "benlik" ve "kendine tapma"ya uyduğu zaman, bir benlik, kendi şahsının benliği olur. Kimi şahıslar yalnız başlarına yaşarlar, kendine tapma ve kendine tapmaya bağlı olan rezilliklerin tümü, '-tecavüz çeşitleri, zulüm ve ahlakî kötülükler onlarda mevcuttur- sadece ve sadece kendilerini görürler, kendilerinin dışında bir şey görmezler. Merkezi kendileri olan, çevresi ise kendi kişisel varlıklarının ve kişisel çevresinin etraf ve bahçesine tecavüz etmeyen bir daire çizmişlerdir. Başka bir ifadeyle, bir daire çizmişlerdir, kendileri onun içindedir, kendisinden başkaları ise tüm olarak onun dışındadırlar. Her şeyi kendileri için isterler. Bu, kendine tapmanın zayıf bir çeşididir.

b) Aile "Ben"i

Fakat bazen kendine tapma dairesi biraz daha büyük oluyor, tabu ki burada kendine tapma yine aynı kendine tapmadır. Fakat "ben"in dairesi bazen daha geniş oluyor. Kendine tapan bu adam, eğer bir aile kurarsa ve bir kaç çocuk sahibi olursa, onun evine girdiğiniz vakit, kendi ailesi içinde adil bir kişi olduğunu, tam manasıyla kendi çocuklarına karşı adil davranmakta olduğunu, hatta onlar için fedakârlık yapıyor olduğunu ve kendi çocuklarına aslaihanet etmediğini, gerçekten yalan söylemediğini ve ihanet kastıyla kendi çocuklarına zorbalık yapmadığını göreceksiniz. Nice insanlar görürsünüz ki kendi ev ve aileleri çevresinde temizdirler, fakat aynı adam dışarı çıkınca her şeyi aile için istemektedir. Kendine tapmadan doğan tüm rezil edici sıfatlar ailede olmadığı halde aile dışında mevcuttur ve birlik daha büyük olunca hırs ve faaliyetleri de daha çok olur. Defalarca, gider dışarıda aile için yalan söyler, aile için zorbalık yapar, aile için nifak yapar, aile için halkı yanlış yola sürükler, aile için nefsi katleder. Bunların tümü kendi "ben"idir. O "ben"in bir miktar daha büyümüş olduğunu görüyorsunuz. Birlik değişmiştir ama kendine tapma yine aynı kendine tapmadır. Sizler, eve girdikleri zaman adil, fakat evin dışında zalim ve zorba olan ve davranışlarında kötü hareket eden nice insanlar görmüşsünüzdür. Acaba bunları ahlaklı insan olarak değerlendirebilir misiniz? Denilmektedir ki siz bu adamın ne kadar düzenli bir adam olduğunu bilemezsiniz! Eve bir kilo elma alıp getirince bunların tümünü aynı ölçüde getirir ve her çocuğuna hakkını olduğu kadarını verir, kendisine yetişsin yetişmesin. Ben kendi evindeydim ve bu adamın çocuklarına karşı adil olduğunu gördüm. Fakat bu tek başına ahlak ve ahlakî fazilet değildir. Eğer bu adam kendi ailesinden, yani daha geniş olan kendi benlik dairesinden daha fazla yayılırsa ve orada da aynı faziletler olursa ahlaklı olduğu anlaşılacaktır, ama benlik dairesinin daha da genişlediğini, fakat buna rağmen adamın evin dışında hırsız olduğunu, zorba ve yalana olduğunu, zalim ve mütecaviz olduğunu görürseniz yine de kendine tapmanın var olduğunu, fakat bu "ben"in aile "ben"i olduğunu biliniz. Yoksa birlikte iş yapan hırsızlar birbirlerine ihanetmi etmektedirler? Hırsız olmalarına rağmen birbirlerine karşı samimi ve dostturlar, fakat kendilerinden başkasına karşı böyle değildirler. Dünyanın her neresine giderseniz göreceksiniz ki ya hırsızlık yapmak için veya başka terslikler yapmak için ve bazen de halkın yaptığı işlerin iplerini ellerinde tutan çeteler teşkil edilmektedir. Sonuçta çetedirler. Çete grubu kendi fertlerine yalan söylemez. Birbirlerine doğru ve güvenilir haberler vermektedirler. Fakat aynı fertler kendi dışındakilere karşı zalim ve mütecavizdirler. Kendi gruplarına bağlı ve iyi olan bu kimselerin faziletle yüklü ve ahlakî faziletlere sahip oldukları söylenemez.

c)  Milli "Ben"

Bazen "Ben"in genişlediğini görüyoruz, gruptan da daha geniş oluyor, milli "ben" oluyor, yani o birlik, milletin birliği oluyor ve o milletin fertleri kendi içlerinde tıpkı kendi ailelerinin fertlerine karşı doğru söyleyen aile içindeki fert gibidirler. Kendi "ben"i milli "ben" olan kişi kendi milletine karşı emindir, kendi milletinde hırsız değildir. Gerçekte kendi şahsı için hırsız değildir, kendi şahsı için yalan söylemez, kendi şahsı için zulüm etmez, kendi şahsı için kan dökmez, kendi şahsı için ahlakî kötülüklerden birini yapmaz. Fakat bu "şahıs", diğer bir ifadeyle kendi "ben"i olmuş olan o milli ruh ortaya geldiği zaman kendine tapmaktan doğan ahlakî kötülüklerin tümü (daha geniş bir daireyle) ondan kaynaklanır. Bugün görmekte olduğumuz, kişinin kişiye karşı zulüm etmediği, fakat milletlerin en kötü zulüm çeşitlerini başka milletlere karşı yaptıkları ve bunu kötü bir şey olarak da görmedikleri problemi işte bu düşünceden doğmaktadır. Avrupa’da birinci derecedeki adamların sömürge altında bulunan milleteler karşı yaptıkları zulmü kendileri için bir iftihar saydıklarını görmektesiniz. Kendi milleti içinde bu kadar adil ve güvenilir olan ve kendi şehrinde, kendi vilayetinde, kendi ülkesinde ahlaka aykırı olan en küçük bir ihanet ve davranışta bulunması mümkün olmayan bu kişi için başka bir milletin sözü, varlığı söz konusu olduğunda bu düşüncelerin bir anlamı yoktur. Son zamanlarda "dünya savaşı" adıyla gazetelerde yayınlanan kitapta ahlakî bir anlayışın, yani adaletin sözü ortaya gelmektedir. Bu kitabın yazarı şöyle demektedir: "Bu sözler, fertler konusunda doğrudur, milletler konusunda değil." Doğru söylemektedir, o mantık aynıdır. Bütün ahlakî güzellikler ve faziletler, dürüstlük, doğruluk, barış ve düzen, adalet, samimiyet, zayıfı koruma gibi ahlakî güzellikler eğer o milletin menfaati için olursa doğrudur, o milletin menfaati için değilse doğru değildir.

GUSTAVE LE BON' UN SÖZÜ

Gustave Le Bon "İslam ve Arap medeniyeti" adlı kitabının sonunda bir bölüm açmış. Bu bölüm, doğu topraklarındaki milletlerin batı topraklarındaki medeniyetlere niçin yönelmemeleri gerektiği konusuna yöneliktir. Bazı sebepler zikretmektedir. Birinci sebep, kendilerinin tam olarak hazır olmayışlarıdır. İkinci sebep, bizim yaşantımızın onların yaşam durumuna benzemeyişidir. Onların yaşantısı basit bir yaşamdır, bizim sun'i ihtiyaçlarımız vardır. Bizim medeniyetimiz bizim kendi durumumuza onların durumundan daha çok benzerlik arz etmektedir. Onların basit bir yaşantıları vardır, bizim yaşantımız ise, daha çok sun'idir. Daha sonra şöyle demektedir bu kitabında: "Bizim bunu gizlediğimiz görülmektedir" devamla şöyle demektedir: "Bu zalimce davranış tarzı, batılı milletlerin bunlara reva gördüğüdür." O zaman Amerika'da ne yaptıkları, Okyanusya'da ne yaptıkları, Çin'de neler yaptıkları, Hindistan'da neler yaptıkları konusunda bir açıklama yapıyor. Özellikle afyon savaşları olarak ün yapmış savaşları zikretmektedir ki bu esnada İngilizler, Çinlilere hâkim olmak için gelip afyonu insanlara musallat kıldılar ve onları uyuşturucu müptelası yapmaya çalıştılar. Uyanık davranan Çin devleti başına ne belalar getirilmek istendiğini anladı ve kendini müdafaa etti. Onlar savaştılar, öldürdüler ve nihayet daha sonra top ve tüfek zoruyla afyonu onların arasına sokmayı başardılar. İngilizlerin yılda on beş milyon İngiliz lirası kazandıkları doğrudur. Fakat istatistiklere göre her yıl Altı yüz bin kişi afyondan dolayı yok olmaya mahkûm ediliyor. Daha sonra şöyle diyor: İngilizler, Hıristiyanlığı propaganda edenleri (İngiliz misyonerlerini) Çinlilere gönderdikleri zaman Çinliler şöyle diyordu: Hayret! Sizler bir taraftan afyonu aramıza sokuyorsunuz ve bizleri yokluk âlemine gönderiyorsunuz, diğer taraftan da bizlere iman ve takvanın gereklerini öğretsinler diye misyonerleri gönderiyorsunuz!

BENLİKLE MÜCADELE'NİN İKİ ÇEŞİDİ

O halde doğru bir şekilde insan ahlakının insanî ahlak olması, insaniyet temeli üzerine kurulu bir ahlakın olması, yani gerçekten "benlik" in ortadan kalkması, yani gerçekten "benlik" in ortadan kalkması için ne yapmalı? Şunu da söyleyelim ki İslam'da o manadaki "benliği ortadan kaldırma" yoktur, fakat benliğin genişliği ve şahsiyetin genişliği vardır, ama insanî şahsiyetin bütün âlemdeki şahsiyetle aynı olması şekliyle vardır, bu şahsiyetin ince, latif, nazik ve cihanşümul olduğu o dereceye kadar vardır.

Dünyada, dünyanın kendisinden memnun olduğu kimseden memnunum.

Bütün aleme aşığım çünkü alemin tümü O'ndadır.

Ve ancak menfi yönü olan "benlik" le mücadele şekli olursa fer (ayrıntı, asıl olmayan şey) kişisel "ben" için söz konusudur. Bu "Ben"in manası sınırlılıktır, yani bir sınır söz konusudur. İnsanın bir sının söz konusu olur ve sınırın dış tarafını daima sınırın içine feda etmek ister. Bu, "benlik" tir ve "benlik' le iki tür mücadele yapılabilir. Birisi, "benlik" i zayıf düşürmemiz, ortadan kaldırmamız, tıpkı Hintlilerin, Budistlerin yaptıkları ve az-çok bazı Müslümanlar arasında da revaç bulan davranışlar gibi. Bu, İslam açısından yanlıştır. İkincisi de, bütün insanları ve âlemdeki tüm varlıkları kapsayacak "benlik"in sınırını genişletmemizdir. Yani sonsuz bir parlaklığa sahip bir daire olacak ve artık sınırın dışında bir şey kalmayacak şekilde. Bu, aynı durumda menfi bir mücadele de değildir. Bundan dolayı da İslam'da "benlik" le mücadele edilmesiyle birlikte kendi "ben"inin hak ve sınırlarını korumak ve kendini müdafaa ermek de vaciptir. Geçen sene "nefsin büyüklüğü" konusunda yaptığım konuşma, bir çeşit "benliği koruma" etrafındaydı, ama ahlakî rezilliklerle şekillenmeyen bir benliğin korunması etrafındaydı. İslam'da konu aynen bu şekildedir ve "benlik" genişlik bulmuştur. İslamî ahlakın çevresi, belirli fertler veya topraklarla sınırlı değildir. Müslümanlar veya Müslümanlar dışındakiler için sınır söz konusu değildir. Yani İslam sınırının içinin, tecavüzü caiz görmeyip bu sınırın dışının, tecavüzü caiz bilmesi şeklinde değildir. İslam, gayri Müslimlere karşı da tecavüz ve zulmü caiz görmüyor. Elbette cezalandırmaları caiz görüyor -Müslüman ve gayri Müslimlerin her birinin kendilerine karşı- fakat tecavüz cezalandırmadan ayrı bir şeydir.

ALLAH, AHLAKÎ FAZİLETLERİN TEMELİ

Dinî terbiye konusuna geldiğimiz zaman bu düşüncelerin artık içi boş düşünceler olmadığını görüyoruz, içi dolu düşüncelerdir. Hakk, adalet, barış, birlikte yaşama, iffet, takva, maneviyat, doğruluk, dürüstlük ve emanet, bunların tümü içi dolu olan sözcüklerdir, bir temel, esas ve mantığa sahiptirler. Konunun aslı, bizim ahlak için ne tür bir mantığı elde etmemiz gerektiğidir. Acaba ahlak için Allah'ı tanıma ve marifetullah yolundan ayrı bir mantığı delil olarak bulabilir miyiz? Hayır. Bütün bu düşüncelerin itibar ve dayanakları Allah'ı tanımadır. Eğer iman olmazsa, ahlâk, değeri olmayan sahte bir para gibidir. Başta bir grup insanın anlamaması mümkündür, fakat esas ve temeli yoktur. Yoksa Fransızlar evrensel insan haklan beyannamesini yayınlayan ilk kimseler değiller miydi? Fakat bu beyanname Birinci ve İkinci dünya savaşında nereye gitti?! Cezayir hadisesinde nereye gitti?! Yoksa orada insan haklan yok muydu?! Yoksa bir milletin kendi hakkını istemesinden başka bir şey miydi?! Bunun dışında bir şey değildi. O zaman neler olmadı ki'. Acaba kadınlara mı acıdılar? Çocuklara mı acıdılar? Medeniyet örneği olan tarihi eserlere mi acıdılar? Kütüphanelere mi acıdılar? Kültürel müesseselere mi acıdılar? Mabetlere mi acıdılar? (içinde bulunduğumuz şu zamanda görmektesiniz) Niçin? Çünkü temeli yoktu. Kur'an-ı Kerim'in bu konuda bir açıklaması vardır. Şöyle buyurmaktadır:



Yüklə 1,6 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   7   8   9   10   11   12   13   14   15




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin