BiRİNCİ oturum tabiİ Fİİl ve ahlakî FİİL


"Göklerde ve yerde bulunan her şey Allah'ı tesbih etmiştir. O, aziz



Yüklə 1,6 Mb.
səhifə7/15
tarix26.08.2018
ölçüsü1,6 Mb.
#74557
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   ...   15

"Göklerde ve yerde bulunan her şey Allah'ı tesbih etmiştir. O, azizdir, hâkimdir" (Hadid: 1).

"Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah 'ı teşbih etmiştir. O, üstündür, hikmet sahibidir." (Haşr: 1)

"...göklerde ve yerde olanlar O'nun şanını yüceltmededirler. O, üstündür, hikmet sahibidir." (Haşr: 24)

"Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ı teşbih etmektedir. Mülk O'nundur, hamd O'nundur. O, her şeye kadirdir." (Teğabün: 1)

". ..O'nu övgüyle teşbih etmeyen hiçbir şey yoktur, ama siz onların tesbihlerini anlayamıyorsunuz. " (İsra: 44)

Allah'ı tesbih etmeyen ve O'na hamd etmeyen hiçbir varlık yoktur, hiçbir zerre yoktur bu âlemde. Siz insanlar onların teşbih, ibadet ve kulluklarını anlayıp idrak edemezsiniz. Bu âlemde Hakk'ın zatına kulluk etmeyen hiçbir varlık yoktur. Konunun içeriğinin çok geniş olduğunu elbette kabul ediyorum. Fakat Kur'an'ın mantığının bu olduğunu arz etmek istemiştim. O halde, Kur'an'ın mantığına göre kulluk, insanın bilerek yaptığı kulluğa özgü değildir. Zira insanların birçoğunda, yapılan kullukların büyük bir kısmı eksiktir, kulluklar eksik yapılıyor. Örneğin kıbleye karşı durmuş, iki rekât namaz kılacağız. Fakat ruhumuzun asla namazda olmadığı, aksine başka, bir yerde değişik bir işle uğraştığı bir namaz kılıyoruz. Bu durumda sadece görünüşte eğilip doğruluyoruz. Binyüz küsur yıl önce yaşamış ünlü İslam filozofu Farabî'nin söylediği bir cümle vardır:



"Dönen bu gökyüzünün dönüşü, gökyüzünün namaz, kulluk ve ibadetidir, sallanan bu yer de aynı şekilde, yağan yağmurun yağışı onun kulluğudur, akan suyun akışı da onun ibadet ve kulluğudur."

Bu konudan da, çok geniş bir konu olduğunu kabul ettiğimiz için, sarf-ı nazar ediyoruz, üzerinde fazla durmuyoruz. Bu kadarını şunun için anlatmak istedim: "Her ahlaki davranış kendi başına bir kulluk hareketidir." dediğimiz zaman hemen kendimizin sorumluluk üzere yaptığımız, bilerek yapılan kulluklar anlaşılmasın. Her halükarda bunun kendisi bir gerçektir ve ehl-i batın, gönül ehli kimseler; "eğer insan manevî olgunluklar makamlarına erişirse ve kalp gözleri açılırsa âlemdeki tüm varlıkların teşbih ve hamd edişlerini anlar ve işitirler" görüşünü savunurlar.



Âlemdeki zerrelerin tümü gizli bir şekilde

Sana gece-gündüz söylemektedirler.

Bizler, işitiriz, görürüz ve şuurluyuz.

Sizin gibi biz de mahrum değiliz ama sessisiz.

Zira siz cansız varlıklara doğru yürüyorsunuz.

Allah'ı bilen canınızdan niye mahrum kalıyorsunuz. ([30])

Demek ki şuur, insan ve hayvana özgü değildir. Otlarda da şuur vardır, hatta otlara da özgü değildir. Cansızlarda da bir çeşit şuur mevcuttur. Bu konu günümüz ilminde de açık olup savunucuları vardır. Bu görüşü savunanlar âlemdeki zerrelerin her birinin kendi varlığı nispetinde şuurdan pay sahibi olduğuna inanmaktadırlar.

AHLAKÎ DUYGU ALLAH'I TANIMA DUYGUSUNDAN AYRI DEĞİLDİR.



"Ahlak, kulluk kategorisinden, fakat bilgisizce yapılan kulluk kategorisindendir." denildiğini söylemiştik. Bu cümlenin manası şudur: İnsan kalbi, fıtrat ve istek yoluyla Rabbini tanır. Bilinerek yapılan ve bilinmeyerek yapılan kulluk için bir örneği zikretmemiz gerekirse bir bebeğin istek açısından yaptığı hareket örneğidir:

Çocukların annelere karşı olan isteği gibi

Kendi dudaklarında olan isteyin sırrını bilmez.

Annesinden yeni doğmuş bir çocuk, daha gözlerini açmadığı ve kesinlikle annenin varlığından haberi olmadığı, yani henüz zihninde annenin ne olduğu hakkında bir bilgi'nin oluşmadığı, bir annenin de var olduğunu bilmediği birinci ve ikinci gününde meydana gelen açlığından dolayı başım o tarafa bu tarafa sallar, dudaklarını o tarafa bu tarafa büker. Her şeyden habersiz bu dudaklar, annenin memelerini aramaktadır. Yani eğer kimileri bu çocuğa neyi aradığını soracaksa hiçbir cevap alamaz, çocuk açıklamaya kadir değildir, kesinlikle zihni bunu elde edememiştir. Henüz onun zihni açıklama ve işaretlerle bezenmemiştir. Konuşabilse dahi yine de bu konuyu açıklayamaz. Ama habersizce var olan bir şeye doğru gitmektedir, habersiz bir şekilde annenin memelerini aramaktadır. Tabi bunlar insanda çok zayıftır, hayvanlarda daha kuvvetlidir. Hayvanlarda, özellikle haşerelerde bu istek çok fazladır. İnsanlarda da meselelerin çoğunda bu kadar istek vardır.

Şimdi, "ahlakî davranışlar kulluk kategorisindendir" sözünün manası nedir?

Dedik ki, insan, fıtrat gereği ahlakî davranışları şerefli ve yüce bilmektedir. Çünkü kendinden bağışlayan biridir ve bu davranışı tabii mantıkla uyuşmaz. Hatta bu manadaki amelî akıl mantığıyla da uyuşmaz. Yani insana; "kendini ve kendi menfaatim korumalısın" diyen ameli akıl mantığıyla bir değildir, onunla uyuşmaz. Bununla birlikte insan bu davranışları yapar ve bu davranışlarda bir çeşit şeref ve azamet teşhis eder, büyüklük ve yücelik bulur, bu davranışları yapmakla kendisini yücelttiğini hisseder. Cömertlik gibi, kendinden bağışlanma, insaf etme gibi. İnsaf etme meselesi şaşırtıcı bir şeydir, insan bir rakiple karşı karşıya geliyor; örneğin bir doktorun başka bir doktorla karşı karşıya olması gibi. Ünlü, meşhur ve geçmişi olan bir doktor, bir hastalığın teşhisine yönelik bir görüş belirtiyor. Diğer tarafta ismi az duyulan ve resmî olan genç bir doktor ortaya çıkıyor o da bu konuda bir görüş belirtiyor. Orada hazır bulunan halk, bu konuda iki ayrı görüşün olduğunu gördükleri zaman birinci derecede ünlü ve meşhur olan, bu konuda tecrübe kazanmış bir doktorun görüşünü genç bir doktorun görüşü ile asla bir tutmazlar. Fakat bu ünlü ve meşhur doktor, o genç doktorun görüşünün doğru olduğunu anlıyor ve bunu açıklayınca konuyu idrak edecek ilk kişi bu meşhur doktorun bizzat kendisi olacaktır. İşte insanın kendisini iki yol ağzında gördüğü yer burasıdır: Acaba ben kendi şöhret ve şahsiyetime bir tekme vurup yerle bir ederek, "bu bey benden daha iyi anlıyor, size verdiğim reçete yanlıştır, doğru olan bu beyefendinin size verdiği reçetedir." mi diyeyim? İşte buna "insaf" denilir. Bir zaman da kendi insafına bir tekme vurarak, "Bu sözler de nedir? Git işine" der. Hastanın ölmemesi için kendi verdiği reçeteyi değiştirmesi mümkündür, fakat bunu itiraf etmiyor aksine kendi yaptığına yöneliyor.

İnsan bu iki duruma sahiptir. Bazen insaf eder, dünyada böyle bir şey ne kadar olur. Hadiste de "insanın ahlaki güzelliklerinden biri rakiplerine karşı insaf etmesidir" denilir, insanda bilinmeden var olan bu hâl, İnsanın Allah'ı taraması nedeniyledir ve fıtrî ve bilmeden ortaya çıkan, bir dizi mesele de Allah'ın İslam’ı, yani Allah'ın kanunudur, İslam, Allah'ın kanunlarına teslim olmak demektir. Allah'ın iki çeşit kanunu vardır. Bir çeşidi, insanın fıtratında yer alan kanunlardır, diğer çeşidi, insan fıtratında olmayan, aksine o fıtrî kanunlardan ayrılan ve sadece peygamberler yoluyla açıklanan kanunlardır. Peygamberler, fıtrî kanunları te'yid etmelerine ilave olarak insan için başka kanunlar da getirirler. İnsanın o derin ruhu, o fıtratı, o kalbinin derinliği kendine özgü bir sezgiyle, bilgisiz olarak Allah'ı tanıdığı gibi Allah'ın bu kanunlarını da tanımaktadır. Allah'ın rızasını tanımakta ve davranışlarını fıtrî olarak Allah'ın rızasına uygun olarak yapmaktadır. Fakat kendisi adımlanma Allah'ın rızasına uygun bir yolda gittiğini bilmemektedir. Bunun için mesele açıktır ki, acaba bilgisizce Allah'ın rızasına uygun yolda olan, ama bilgilice böyle olmayan bu tür davranışların ecri var mıdır yok mudur? Örneğin bu putperestin -Hatem'i Taî ve onun benzerlerinin yaptığı gibi- bu tür bir davranışın yapması mümkün müdür? Biz bu konuda, bu tür davranışlarda bulunan kâfirler hakkında birçok davranışlarda bulunan kâfirler hakkında birçok hadise sahibiz. Peygambere veya imamlara sormuşlar: "Bu tür davranışlar Allah indinde ecirsiz midir?" Cevap olarak: "Hayır, ecirsiz de değildir." demişlerdir. Ecirlerinin çoğunun insanın bilerek yaptığı davranışlarının karşılığı olduğu doğrudur, fakat insan, kendi ahlaki duygusuyla cevap verdiğinden ahlaki duygu, Allah'ı tanıma duygusundan ayrı bir duygu değildir. Bir grubun; "Allah 'ı tanıma duygusu bir duygudur, ahlakî duygu ise başka bir duygudur." şeklinde düşünmelerinin aksine, ahlakî duygu, Allah'ı tanıma duygusu ve Allah'ı tanımanın sorumluluğu duygusudur, yani insanın onun varlığıyla fıtri İslam'ı anladığı bir duygudur. İnsan fıtrî olarak "bağışlama "nın Allah'ın rızası gereği olduğunu anlar, Allah'ın yarattıklarına hizmet etmenin, Allah'ın yarattıkları için fedakârlık yapmanın ma'bud'un rızası gereği olduğunu fıtrî olarak anlar. Yine fıtrî olarak insafın ma'bud'un rızası gereği olduğunu anlar, fıtrî olarak zillete ve alçaklığa boyun eğmemenin ma'bud'un rızası gereği olduğunu anlar.

AHLAKIN DOĞRU OLAN YÖNÜ



"Ahlakın kökü insanın vicdanındadır" diyen kişinin sözü, hem doğrudur hem de doğru değildir. "Gerçekte insanın kalbi bunları ona ilham etmektedir" manasında olursa doğrudur. Fakat insanın, "Vicdan, Allah'ı tanıma duygusundan bağımsız bir duygudur" şeklinde düşünmesi manasında olursa doğru değildir. Yaptığı şudur: Sorumluluğu bize yükleyeni tanımaksızın bizim üzerimize bir sorumluluk yüklemektedir. Sorumluluğu yükleyen de kendisidir. Kendisi bağımsız olarak bizim için sorumluluk belirlemektedir ve biz onun sorumluluğunu bilmeliyiz.

Kant'ın açıklamasının eksiği sadece şu yöndeydi: Vicdanın sesini, insanın kendi iç dünyasından kaynaklanan ve insanın iç dünyasının ötesinde olmayan "sorumluluk belirle" şeklindeki bir sorumluluk olarak tanımlamak istemişti. Hayır, insanın iç dünyası, sorumluluğu yükleyeni idrak ettiği gibi sorumluluğu da idrak eder. Vicdan ve vicdana dayalı ilhamların tümü, insanın Allah'ı tanıma fıtratından doğar. Kur'an'ın mantığı budur. Kur'an bu konuda şöyle demektedir:



"Nefse ve Onu şekillendirene, ona isyanım ve itaatim ilham edene andolsun." (Şems: 7 - 8)

Buradaki takva (itaat), Allah'ın takvasıdır, başka bir şey değil, rücur (isyan), Allah'ın hükmünden çıkmaktır, başka bir şey değil.

Aslında vicdan nazariyesi çok doğru bir nazariyedir. Fakat eksiği, bir adım daha öteye gidemeyişidir ki şöyle diyebilsin: Bir kete, insanın hem yaratılmış olması, hem de onda her şeyden bağımsız bir güç oluşması ve bu gücün de "senin sorumluluğun budur" demesi mümkün değildir. Hayır, insan vicdanı temele ve varlık âleminin tümüne bağlıdır. O, senin sorumluluğunu başka bir yerden almıştır ve sana vermektedir. Gönlün koklama duyuşudur. Gönlün koklama duyusu vardır ve onunla Allah'ı tanır, fıtrî şekilde Allah'ın yüklediği sorumluluğu tanır. Nitekim biz bu ilhamlara "fıtrî İslam" diyoruz. "Onlara hayırlı işleri vahyettik." (Enbiya: 73) "El-Mizan Tefsiri''nde anlatıldığı şekilde: "Hayırlı işler yapmayı vahyettik." denmiyor ki bu ıstılahla sorumluluk açıklanmış olsun, aksine "hayırlı işleri vahyettik"deniyor. Yani "Biz hayırlı işin bizzat kendisini halkın kalbine ilham ve vahyettik." deniliyor. Kur'an,"biz her insanoğluna vahiy gönderdik." demektedir. Herhalde umumiyet arz eden işlerden bir diğeri de vahiydir. Güzellik ve kulluk umumiyet (genellik) arz ettikleri gibi Kur'an mantığında vahiy de umumiyet arz eder. Acaba vahiy büyük peygamberlere indirilen vahyin o özel şekline mi özgüdür? Peygamberlere indirilen vahiy, vahiy derece sinin en kâmil olanıdır. Kur'an şöyle buyurmaktadır: Biz her insana vahiy gönderdik ama şu sınır içerisinde:

"Ona isyanım ve itaatim ilham ettik." (Şems: 8)

"Onlara hayırlı işler yapmalarını vahyettik." (Enbiya: 73)

Sadece her insana değil, aksine arıya da vahyettiğini söylemektedir:



"Rabbin bal arısına vahyetti." (Nahl: 68)

Sadece bal ansına ve hayvanlara da değil, bitki ve cansızlara da vahyettiğini buyurmuştur Allah Teâlâ:



".. .ve her göğe emrini vahyetti..." (Fussilet: 12)

Normal bir insanla vahiy son bulursa artık Cebrail'in aracılığı (elçiliği) başlamaz. Başka bir şekli vardır. Işık gibidir: Bir çıranın ışığı da ışıktır ve âlemi aydınlatan güneşin ışığı da ışıktır. Fakat ışıktan daha fazla ışık vardır. Peygamber efendimize nazil olan vahiy, âlemi aydınlatan güneşin ışığı gibidir, bütün insan fertlerine gelen ilhamda birkaç mumluk bir çıranın ışığı gibi. Birincisi böyle bir şey

Ama ahlakın güzellik kategorisinden olduğunu söyleyen görüş, acaba doğru mudur değil midir? Hem doğrudur ve hem de doğru değildir. Doğru değildir, çünkü manevi güzelliğin düşünülmesi aynı yerde sona erer, yani insan ruhu, sadece manevi güzellikleri, doğruluk, emanet, cömertlik, iffet, cesaret, direnme, insaf ve hilm gibi bir takım davranışları idrak etsin diye yaratılmamıştır. Yanlış buradadır. O, habersiz olarak o güzellik bütününün Yüce Allah'ın zatı olan güzelliğin kaynağını ve aslını idrak eder, neticede, istekleri ve mutluluğumuzun yolu olan O'nun rızasının yolunu O istediği için ve fıtri olarak O'nun tarafından bakarak gördüğü için güzel görmektedir. Aslında aklî güzellik, aklın güzelliği ve çirkinliği, gerçekte kalbi güzellik ve çirkinliğe dönüşür. Akıl, idrak kategorisindendir, duygular kategorisinden değil, isimlerinin, akli güzellik ve çirkinlik olarak koyulduğu güzellik ve çirkinliğinin tamamı gerçekte kalbi güzellik ve çirkinliktir. Çünkü hüsn, güzelliktir, kubh ise çirkinliktir ve bunlar duygu kategorisindendir, akim işi olan idrak kategorisindendir ve duygu gerçekte kalbin işidir. İnsan kendi habersiz fıtratında Allah'ın kendisinden istediği güzelliği anlar, çünkü bu sorumluluğu kendi içinin derinliğinde Allah'tan olduğunu görür. Allah'tan gördüğü her şeyi güzel görür. Aynı şekilde biz kendi açık şuurumuzda Allah'ı tanıdığımız zaman Allah tarafından anladığımız her şeyi güzel görürüz. (Şair) şöyle diyor:

Dünyada, dünyanın kendisinden memnun olduğu kişiden memnunum

Bütün aleme aşığım zira alemin tümü O'ndandır.

Ahlakı muhabbet kategorisinden kabul eden kimseler, birazcık daha ileriye gitmelidirler. İnsanın, kendisinden bütünüyle farklı olan ve kendisi ile o şey veya fert arasında hiçbir irtibat ve bağlılık bulunmayan başka bir şeyi veya bir ferdi sevmesinin sonucu nasıldır? Bu sevgi hiçbir mantıkla şekillendirilemez. Fakat insan diğer insanları sever, hayvanları sever, başka eşyaları sever, kendisi için sevdiği, o çeşit sevgi değildir. Hesabın dışında olan bir sevgidir. O şeyi kendi şahsiyetinin bir parçası olacağı şekilde sever. Yani kendisine hizmet etmek istediği şekilde onlara hizmet etmek ister. Onları kendi menfaatine kullanmak için seviyor değildir. Aksine kendisini onların hizmetine vermek konumunda sever. Niye? Acaba insanda meydana gelen bu olay, mantıksız bir iş midir değil midir? Elbette mantıklıdır. Bunun mantığı da Allah'tır, fıtrî İslam'dır, ilahi sorumluluktur. İnsan, kalbinin koku duyusuyla, gerçek mahbubunun onu ondan istediğini hisseder, Onu sevmesi bu yöndendir. Bu nedenle ahlakın doğru açıklaması işte bu kulluk nazariyesidir.

AHLAK, İBADET VE KULLUK KATEGORİSİNDENDİR

Bu nazariyelerin her biri sizin de gördüğünüz gibi gerçeğin bir kısmını ihtiva eder, gerçeğin tümünü değil. Tümü gerçek olan şudur: Ahlak, ibadet ve kulluk kategorisindendir. İnsan, Allah'a habersizce kulluk ettiği aynı ölçüyle habersiz olarak da birtakım ilahi emirleri takip etmektedir. Bilgisiz olan şuuru bilgili şuura dönüşünce -ki peygamberler bunun için gelmişlerdir- (Peygamberler, bizi kendi fıtratımıza yöneltmek ve o bilgisiz şuuru ve fıtri işleri bilgili bir işe dönüştürmek için gelmişlerdir) o zaman artık onun bütün işleri ahlaki olur, sadece belirlenmiş bir takım işler; değil, uyuması da ahlaki bir iş olur, yemek yemesi de ahlaki bir iş olur, yani bizim yaşam biçimimiz Hakk'ın verdiği sorumluluk ve rızası esası üzerinde kurulduğu zaman, yememiz, uyumamız, yürümemiz, konuşmamız özet olarak hayatımız ve ölümümüz, olduğu gibi tamamıyla ahlak olur, yani bütünüyle mukaddes işler olur:



"Deki: Benim namazım, ibadetim, hayatım ve ölümüm hep âlemlerin Rabb'i Allah içindir." (En’am: 162)

Her şey Allah için olur ve her şey ahlak olur.

Ahlak konusunda bir takım başka görüşler de vardır ve önce onları da zikretmeyi, daha sonra kulluk nazariyesiyle uğraşmayı amaçlıyordum. Fakat gördüm ki bunlar sözümüzü kendi asıl noktasından başka yere çevirecek. Çünkü o nazariyeler, gerçekte şereflerin en şereflisini insandan almayı istiyorlardı ve kesinlikle, gerçekten bir takım ahlaki ve şerefli işlerin de âlemde mevcut olduğuna ve insanların maddi menfaatlere sahip olmayı istemeksizin o işleri, kendi şereflerinin ve yüceliklerinin sıfatı için yapmalarına inanmalarını istiyorlardı. Gerçekte bu manadaki Ahlakı inkâr etmektedirler. Bunun için bu görüşleri daha sonra eleştireceğiz. Örneğin aklı "uyanıklık" kategorisinden kabul eden Bertrand Russel'ın görüşü veya Marksizm’in ahlakı veya Egzistansiyalizm ahlakını inşaallah anlatacağız. Fakat bunlar insanın şerefli olduğunu söyledikleri ve insanlığa inandıkları durumda ahlakı zirvelerinden indirmişlerdir.

AHLAKIN SADECE ALLAH'A KULLUK MEKTEBİNDE YORUMU MÜMKÜNDÜR

Elbette şunu da arz etmeliyim: Bu manadaki ahlakı inkâr edenler bir yerde kabul etmeğe mecburdurlar. Örneğin Bertrand Russel ulaştığı başka bir yerde insanlık ve insani şereften dem vuruyor. Fakat onların felsefeleri hiçbir yönde insanî şerefi te'yid edemez ve açıklayamaz. Ahlak meselesi, insani ve ahlaki şeref meselesi Allah'a kulluk mektebi dışında başka hiçbir mektepte açıklama ve te'yide kabil değildir. Onları açıklayabilecek tek mektep bu mekteptir ve insanın varlığından bulunan bu ahlak ve ahlaki şerefin bizzat kendisi maneviyat kapılarından biridir, yani insanı mana âlemiyle tanıştıran ve din alemine inandıran kapılardan biridir.

İBADETİN MERTEBELERİ

Burada ibadet hakkında konuştuğumuz için başka bir konuya da değinmemiz gerekir, o da şudur: Bir grup kendi kitaplarında "aslında din, ahlakla, ahlaki şeref manasıyla şekillendirilemez, zira dinin manası şudur: İnsan Allah'a ibadet eder, Allah'a yapılan ibadet sadece cehennem korkusu veya cennet arzusu içindir." der, Sonra insanın maddi isteklerine yönelir: "O halde ahlaki davranış şereflice Ur davranıştır, yani sadece o davranışın şeref ve yüceliği içindir." der. İşte bu konuyu açıklayacağım.

Mukaddes İslam dini açısından ibadetin dereceleri vardır. İbadetin en yücesi, bütün bu işlerden ayrı, bağımsız olan, yani kendisinde ne cennet arzusu ve ne de cehennem korkusu olan bir ibadettir. Fakat aynı zamanda cennet arzusu veya cehennem korkusu için yapılan ibadetler de ibadettir. Bunu biraz açalım: Nehcu'l Belağa'da ve bizim birçok hadislerimizde bu konu mevcuttur. Emiru'l Mü'minin Ali (A.S.) şöyle buyurmaktadır:

"Halkın yaptığı ibadetler üç çeşittir: Kimileri, Allah'a sevap arzusu için ibadet etmektedirler, bu ibadet, ticaretçi bir ibadettir." ([31]) Yani bunlar Allah ile ticaret yapmak istiyorlar, bir şey versinler, onun yerine daha fazla bir şey alsınlar. Bir tüccar, alışverişlerde devamlı kendi asıl sermayesinden daha fazla bir şey -yani bir şeyi asıl sermayenin bir miktar fazlasıyla- almak için bir malı verir. Hz. Ali; bu ibadetin ticaretçi bir ibadet olduğunu buyurmaktadır. Kimileri dekorkudan dolayı Allah'a kulluk etmektedirler. Ali buyurdu ki, "bu ibadet köleci bir ibadettir, esirlerin ibadetidir." Evet, tıpkı esir bir kimsenin çalışması gibi. Esirler, kendilerine yüklenen sorumluluğu Rablerinin kamçılan altında yerine getirirler. Bu esirler, kendilerine yüklenen sorumluluğu yerine getirmedikleri takdirde kamçı yiyeceklerinin korkusundan dolayı sorumlulukları yerine getirmektedirler. Fakat kimileri de Allah'a şükür gereği ibadet eder, ya da bazı hadislerde geçtiği gibi sevgi gereği ibadet eder. Yani, sadece Allah'ı sevdikleri için O'na ibadet ederler. O, fıtratın gereğinde, bilinçli şuurunda yansımaktadır. Allah'a öyle bir şekilde ibadet etmektedir ki Allah'a kulluk etme fıtratı bunu gerektirmektedir. Allah'ı sevdiği için O'na kulluk eder. Allah, cennet ve cehennemi yaratmamış olsaydı bile o, yine de Allah'a kulluk edecekti:

"Allah 'ım! ben sana cehennem ateşinin korkusundan dolayı ibadet etmedim, cennet arzusu için de ibadet etmedim, aksine sadece seni 'kulluk etmeğe layık' gördüğüm için sana ibadet ettim." ([32])

Bu, "kulluk etmeğe layık" kelimesinin çok büyük manası vardır. Sadece "Sen, sen olduğun için ve ben, ben olduğum" için sana ibadet ediyorum... Âlemdeki şeylerin en tabiisi şudur: "Sen bir ma 'bud olasın, ben abid ve kulluk eden". Bilmiyorum, siz yüce bir içeriye sahip "Kumeyl duası"nın muhtevasına baktınız mı? Bu duayı başından ta sonuna kadar dikkatle mütalaa ediniz ve Ali'nin ne söylediğini, âşıkane ve şükredici kulluğun manasını ve kendinden çıkıp (başka bir âleme girmenin) manasının ne olduğunu görünüz. Ali'nin mantığında en küçük bir karışıklık ve mübalağa yoktur. Özellikle Rabbi’ne yönelik söylediklerinde bir mübalağaya rastlayamazsınız. Bu duada, asla tasavvur edemeyeceğimiz bazı cümlelere rastlamaktayız. Cehennem ateşi konusunda şunları söylemektedir: "Cehennem ateşi dünyadaki ateş çeşitlerinin hiç birine benzemez, tüm yerlerin ve göklerin, onun karşısında güç yetiremeyeceği bir ateştir." Devamla şöyle demektedir:

"Böyle bir azaba sabretme gücüne sahip olduğumu farz etsem de Sen 'in ayrılığına sabrım yoktur, o hararetlerin karşısında direnme sabrına sahip olduğumu farz etsem de senin yardımının benden kaldırılması ve lütfunun benden alıkonulması karşısında nasıl sabredeceğim."

Ali, bunun sabrına asla sahip değildir. Kulluk gereği ibadet budur. İnsanın makamı bundan daha yücedir. Bu Ali'ye (as) özgü değildir. Dünyada Hafız'ın aşağıda değindiği dereceye ulaşan insanların sayısı çoktur:



Bizim içyüzümüzde başkası dost olarak yer almaz.

Her iki âlemi de düşmana ver zira bize dost olsan yeter.

 

Allah'ım gönüllerimizi iman nuruyla nurlandır. Kalplerimizi ve ruhlarımızı faziletli ahlakla donat. Ölülerimize rahmetini bağışla.



 

 

 



ALTINCI OTURUM

 

NEFSİN KERAMETİ:



İSLAMÎ AHLAKIN MİHVERİ

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla

Hamd, bütün varlıkları yaratan Âlemlerin Rabb'ı olan Allah'a mahsustur. Salât ve Selam, Allah'ın kulu, resulü, günahlardan arındırılmış, sırrını koruyan, risaletini tebliğ eden efendimiz, peygamberimiz Ebu'l Kasım Muhammed'e ve O'nun günahlardan arındırılmış tertemiz ve güzel yakınlarının üzerine olsun. Lanetlenmiş şeytandan Allah'a sığınırım.

"Üstünlük, ancak Allah 'a, O 'nun elçisine ve mü'minlere mahsustur." (Münafikun: 8)

Şimdiye kadarki anlattıklarımız, ahlaki temizliklerin diğer bir ifadeyle, insanın mukaddes huylara eğiliminin kulluk kategorisinden olduğu konusundaydı. Bu konu etrafında bazı açıklamalar yaptık. Şimdi ise, Kitap, Sünnet ve din öncülerinin sözleri dâhilinde İslamî ahlakın özelliği hakkındaki konuyu sunmak istiyorum. Daha önce şu konuyu arz etmiştim: Ahlakın hangi kategoriden olduğu konusu sırf nazari bir konu değildir, her görüş sahibi çaresiz olarak ahlaki eğitim ve öğretim konusunda bir noktanın üzerinde durmalıdır. Örneğin ahlakı şefkat kategorisinden gören birisinin çaresiz olarak tek dayanağı atıfe (şefkat) dir, bundan başka bir şey değil. İrade kategorisinden olduğunu kabul eden birisi, başka bir nokta üzerinde durur, vicdan kategorisinden kabul eden bir başkası bir başka nokta üzerinde durur ve bu şekilde devam eder. Şimdi de İslami ahlakta daha çok hangi nokta üzerinde durulmuş olduğunu anlamaya çalışmak istiyoruz. Bizler, eğer Kur'an-ı Kerim ve din öncülerinin sözlerine, Nehcu'l Belağa'ya ve sair İslamî kaynaklara bakacak olursak İslami ahlakta insan ruhundaki hanginoktaya parmak basılmış olduğunu anlarız.

İNSAN RUHUNUN DÜNYASI

İnsan ruhu acayip bir dünyadır. Âlemdeki dünyaların en acayibi, ruh dünyası ve insanın ruhudur. Bazen ben kendi kendime insan ruhunun sistemini bir teyp sistemine benzetiyorum. Fakat sadece bir şeridi olup onun üstüne konulduğunda tek bir şeritten ses çıkarabilen bir teyp değil, öyle bir teyp düşününüz ki -belki bu tür teypler vardır- kendisinde onlara belki de yüzlerce şerit bulunsun ve her şeritte bir ses kayıtlı olsun. Siz her bir düğmeye dokunduğunuzda, o şeritlerden birisi dönsün ve özel bir sesi işitin. Örneğin bir düğmeye dokunuyorsunuz Abdulbasit'in sesinden Kur'an okuyor, başka bir düğmeye basıyorsunuz başka bir şerit dönmeye başlıyor ve örneğin bir hatip, dinî bir konuşma yapıyor, başka bir düğmeye basıyorsunuz bu defa başka bir şerit dönüyor ve örneğin bir şarkıcı şarkı söylüyor. Sizin hangi noktaya dokunacağınıza bağlı.

Gerçekten insan ruhu da bu şekildedir. Yani yüce Allah, insanın vücudunda değişik değişik güçler yaratmıştır. Bir zaman sonunda görüyorsunuz ki bir millet meydana geliyor, bu milletin tümü tek ağızlı, ağızlarından çıkan ses aynı, örneğin söyledikleri, siyasi kahramanlıklar ve milliyetçi taassupluklardır, bundan başka da bir şey yoktur ve sanki bu insanların vücudunda sadece bu şerit ses çıkarıyor. Başka bir milleti görüyorsunuz ki onların ruhundan bir başka noktaya dokunmanız neticesinde tümü zühd ve inzivadan dem vurmaktadırlar. Bir başka millet başka bir şeyden dem vurmaktadır. Aynı bu şekilde her fert bir şeyden dem vurur. Her ferdin vücudunda bütün bu güçler mevcuttur. Fakat bu güçlerdenbir veya iki tanesine dokunulmuş ve onu seslendirmişlerdir, geriye kalanı sessizdir. Her ahlaki mektep (ekol), beşer ruhunun hasletlerinden birine parmak basmıştır.

Şimdi, acaba bütün bu düğmeler arasında kendisine dokunmamız halinde bütün bu şeritleri döndürecek, onları harekete geçirecek ve birbirlerine uyumlu bir şekilde kendiişlerini yapacak bir düğme var mıdır yok mudur? Bu da kendi başına bir sorudur. Bir noktaya dokunmasıyla insan vücudunun bütün güçlerini birbirine uygun olarak ve ifrat ve tefrite kaçmaksızın harekete geçireceği bir noktaya dokunabilen her mektep (ekol) toplumsal bir mekteptir. Başka bir konuya girmemiz ve daha sonra nasıl bir neticeye vardığımızı görmek için anlattığımız bu konuyu yapısı itibariyle bir mukaddime olarak göz önüne alınız.

NEFSİN TAHKİR VE YÜCELTİLMESİ

Kur'an'da ve bizim İslamî metinlerimizde, içine girmediğimiz takdirde işin içinde bir zıtlığın olduğunu düşünebileceğimiz bir mantıkla karşılaşmaktayız. Örneğin Kur'an'da insan nefsinden, yani insanın kendisinden söz açılınca bazen şu şekilde ortaya gelir: Nefsin hevalarıyla mücadele etmek gerek, nefisle savaşmak gerek, nefs, kötüyü emreder,



Yüklə 1,6 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   ...   15




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin