BiRİNCİ oturum tabiİ Fİİl ve ahlakî FİİL


"Kim Rabb 'inin makamından korkar ve nefsi kötü heveslerden me



Yüklə 1,6 Mb.
səhifə8/15
tarix26.08.2018
ölçüsü1,6 Mb.
#74557
1   ...   4   5   6   7   8   9   10   11   ...   15

"Kim Rabb 'inin makamından korkar ve nefsi kötü heveslerden menederse (onun için) gidilecek yer cennettir." (Naziat: 40 - 41)

"Artık kim tuğyan (azgınlık) ederse ve dünya hayatını tercih ederse, onun yeri cehennemdir." (Naziat: 37 - 39)

"Kendi heva ve hevesini tanrı edinen kimseyi gördün mü?" (Casiye: 23)

Aynı şekilde Yusuf un (as) dilinden nefsine bedbince bakan biri olarak şöyle naklediliyor:



"Ben (böyle yapmakla) nefsimi temize çıkarmak istemiyorum. Çünkü nefis daima kötülük emredicidir..." (Yusuf: 53).

Suçlama konumunda yer aldığı bu olayla ilgisi bulunmamasına, yüzde yüz suçsuz olmasına ve hiçbir günah ve kusuru olmamasına rağmen yine de şöyle demektedir: "Ben böyle değilim" şeklinde söyleyerek kendimi tenzih etmek istemiyorum, kendimi temize çıkarmak istemiyorum, çünkü nefsin insana kötülüğü emrettiğini biliyorum... O halde bu ayetlerin karşılığı Kur'anda kendisinden "Nefs" ve "Kendi" olarak söz edilen o şey, insanın ona "kötügörüşlü" bir gözle ve bir düşman gözüyle bakması gereken ve onun musallat olmasına, hakim olmasına engel olması gereken ve onu devamlı itaatli ve güçsüz olarak bırakması gereken bir şeydir.

Buna karşılık biz Kur'an'da nefsin -ki bunun manası "kendidir- yüceltildiği ayetlerle karşılaşmaktayız:

"Şu, Allah'ı unuttuklarından dolayı (Allah'ın da) onlara kendi nefislerini -kendilerini- unutturduğu kimseler gibi olmayın..." (Haşr: 19)

Güzel! Eğer bu nefs aynı nefs ise her zaman unutulmuşluk içinde olmasından daha iyi ne var.



"De ki: "Ziyana uğrayanlar kıyamet günü kendilerini ziyana sokanlardır..." (Zümer: 15)

Kendilerine söyle; ziyana uğrayanlar, bir serveti kaybetmiş ve yitirmiş olan kimseler değildir. -Yani bu, küçük, önemsiz bir kayıptır-. Büyük kayıp insanın kendi nefsini kaybetmesi, kendi kendisini kaybetmesidir, bugünkü Egzistansiyalistlerin ifadesiyle, kendi benliğini kaybetmesidir. Servet, önemli bir sermaye değildir. Bir insan için âlemdeki sermayelerin en büyüğü, insanın kendi nefsidir. Şayet bir kimse kendini kaybederse artık her neye sahip olsa sanki hiçbir şeye sahip değil gibidir. Zira Kur'an'da bu ifadede kullanılmıştır. Bu konuda Kur'an'da, bir taraftan insanın kendisin unutmaması, kendisini kaybetmemesi, kendisini satmaması gerektiğini vurgulamak üzere "kendini unutmak", "kendini kaybetmek", "kendini satmak" türünden ifadeleri çok şiddetli bir şekilde kötülenmiş, diğer taraftan, insanın kendi hevasıyla savaşması gerektiğini, çünkü bu "benlik" in kötülüğü emrettiğini belirtmiştir. Özet olarak Kur'an şöyle buyurur:



"Kendi hevasını ilah edineni gördün mü?" (Casiye: 23)

SÜNNET VE HADİSTE «NEFS»

Şimdi de Sünnet ve hadise bakalım. Örneğin Nehcu'l Belağa'ya bakalım. Bir tarafta nefs ve nefsin istekleri şiddetli bir şekilde ve şaşırtıcı bir yergiyle yerilmiştir, buna benzer yerler çoktur:

"Mü'minin kendi nefsi onun kötü niyetinin konusu oldukça sabahı geceye götürmez, geceyi de sabaha getirmez" ([33])

Her zaman kendi nefsine kötü niyetli bir şey olarak bakar, kendisini asla güvenilmeyen ve devamlı bir kötülük yapabileceği düşünülen hain bir komşuya sahip olan bir adam gibi görür. Ali (as) şöyle dernektedir: Mü'min her zaman kendi nefsine; bir hain, kendisine güvenilemeyecek, kötü niyetli ve kötü görüşlü bir kimse gözüyle bakmalı. Bu konuda gerek Arapça, gerekse Farsça İslamî edebiyatta çok konuşulmuştan. Sa'di şöyle demektedir.

"Aydın görüşlü, mürşid, âlim olan şeyh bana su kenarında iki öğütte bulundu.

Birincisi nefsini hoş görmemen ikincisi başkasını kötü görmemendir.

Halka kötü bakmayın, kendinizi ise, hoş görüşlü, iyi görüşlü olarak görmeyin.

Diğer taraftan, Nehcu'l Belağa'da nefs ve “kendi” nin (benliğin) sonsuz derecede yüceltildiği ve güzel gösterildiği cümlelerle karşılaşmaktayız.

Ali (as.), değerli oğlu imam Mücteba'ya (s.a.) yazdığı vasiyetnamesinde şöyle buyurmaktadır:

"Oğulcağızım! Nefsini bir kötülüğe duçar olmaktan uzaklaştır, ona saygılı ol, onu yücelt, zira eğer kendi nefsinden bir şey kaybeder ve yitirirsen artık hiçbir şey onun yerini dolduramaz. Eğer vücudunu kaybedersen, yeri doldurulur, mal ve servetini kaybetmene ne ulaşır. Her neyini kaybedersen başka bir şey onun yerini doldurabilir (Dedi ki: Değişen şeyin değeri yoktur.) Ama bir şey vardır ki onu kaybedersen onun yerini artık hiçbir şey dolduramaz. Ve o da kendi nefsindir. Eğer kendi kendinden, kendi benliğinden bir şey kaybedersen onun yerini dolduracak bir şey bulamazsın. " ([34])Bu konuya benzer bir şiir de imam Sadık'a (sa) aittir: 'Biharu'l Envar'da İmam Sadık'ın hayatı anlatılırken bu şiiri okuduğu söylenmektedir.

"Ben, kendi nefsimle hiçbir varlığı karşılaştırmam. Nefsimle ilişkiye geçmek istersen Rabb'imden başka hiçbir şeyi onunla karşılaştırmam." ([35])

Değiştirme konusunda sadece O'nu tutarım. O'nun dışında kendi bu sermayemi ve kendi benliğimi kaybetmeğe, elden çıkarmağa hazır değilim. Bütün dünya ve içindekilerini ve Allah'tan başka her şeyi bu nefis, güzel cevherle değişmem. Buna benzer çok konu vardır, imam Seccad'dan (as) sormuşlar: Bütün insanlardan daha ehemmiyetli olan kimdir? Şöyle cevap vermiş: "Bütün dünyayı kendisiyle karşılaştırmayan kimsedir." ([36]) Yine Emiru'l Mü'mi-nin şöyle buyuruyor:

"Nefsini, canını ve kendisini kendi nezdinde yücelten, saygınlaştıran, kendi nefsinin yardım ve büyüklüğünü ve gerçekte kendini idrak eden kimse için arzu ve istekler çok küçük (bir şeydir), arzu ve isteklere muhalefet etmek ise küçük bir iştir." ([37]). Nefsin kerameti, nefsin izzeti, nefsin güzellikleri, nefsin saygınlığı, yüceliği türünden tabir, ifade ve konulara maşaallah rivayet ve haberlerde sık sık rastlarız. Zira bunların bir kısmını okumak gerekir.

NEFSİN BÜYÜKLÜK VE İZZETİ, İSLAMΠAHLAKIN MİHVERİ

Yaklaşık onüç yıl önce, Şa'ban ayının üçü münasebetiyle Yüksek Öğretmen Okulu tarafından düzenlenen oturumdan benden Hazreti İmam Hüseyn (as) hakkında bir konuşma yapmamı istediler. Orada "Ahlakta benlik meselesi" adı altında bir konuşma yaptığımı hatırlıyorum.([38]Ta o zamandan beri bende şu düşünce oluştu ve daha çok araştırdıkça bu fikre daha çok inanmaya başladım: İslamî ahlakta mihver ve ahlaki büyüklüğün etrafında dolaştığı o şey veya bu akşamki oturumumuzda söylediğim ifadeyle; insanî ahlakın ihyası ve insanî ahlaka doğru sevk etmesi için İslam'ın üzerinde durduğu insan ruhundaki o nokta, nefsin keramet ve izzetidir. Bu konudaki ayet ve hadislerin bir kısmını az da olsa size okumam gerekir. Bunları okumadıkça doğru bir şekilde tanıyamayız.

Nefsin izzeti (üstünlüğü): "Üstünlük, ancak Allah'a, O'nun elçisine ve mü'minlere mahsustur". (Münafikun: 7) şeklindedir. Mü'min her zaman üstün olmalıdır ve üstündür.

Peygamber-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

"İhtiyaçlarınızı izzet-i nefisle isteyiniz." ([39])

İnsan, başka insanlara ihtiyaç duyar. Acaba başka insanlara ihtiyaç duymayı açıklamak güzel midir yoksa kötü mü? Bazı ekoller, güzel olduğunu söylemektedirler. Özellikle, insanın ihtiyaç, istek ve zelil olmayı daha fazla tekrarladıkça kendi nefsini daha fazla hor, zelil ve aşağılamış olması açısından iyidir demektedirler. Nefsin kötülüklerden temizlenmesi için iyi olduğunu söylerler.

KELBİYUN VE MELAMİYYE

Eski Yunanda kendilerine "kelbiye" denilen bir grup vardır. Bunlar, ahlakta zelillik ve aşağılanmayı tavsiye etmekteydiler, insan kendini aşağıladıkça bunların görüşüne göre daha ahlaklı sayılırdı. Kelbiye'lerin dışında da dünyada bu tür kimselere rastlamak mümkündü. Bizim tasavvufî (sufî) ahlakta da bu tür sözler vardır fakat fazla değil, çünkü bunlar, İslamî ahlaktan etkilenmişler ve nefsin izzet, üstünlük ve yardımları konusunda da çok konuşmuşlardır. Her neyse, bunlarda insanoğlundan bir gruptur, konuştuklarında yanlışlıklar vardır. Bazen bizim tasavvufî ahlakta bu İslamî tabirlerin zıddı görülmektedir. Bir dönem, aslında kendilerine "melametîler" veya "melamiyye" denilen tasavvufçu bir grup ortaya çıktı. Melamilerin tutum ve hareketi şuydu: "Nefs-i emmareyi" zelil etmek için elimizden geldiğince kendimizi halkın karşısında fakirleştirmeliyiz, küçük düşürmeliyiz. (Bugün kendilerine "miskin dervişler" denilen kimseler de bu ismi o zamandan almış olabilirler.) Kimse bize bir değer vermesin, görünüşte (gerçekte) nefsin üstünlük ve izzetini kaybedelim."

SA'Dİ VE BAZI MUTASAVVUFLARIN YANILGISI

Ben defalarca, Sa'di'nin şu şiirinin doğru bir tabir olmadığını söylemişimdir. Sa'di; çok faydalı nasihatlar söylemiş olmasına rağmen -ki bunları İslam kaynaklarından elde etmiştir- sözlerinde bu tür şeylere de rastlanır.



Ben, ayaklar altında ezilen bir karıncayım,

Halkın sokmaktan dolayı inledikleri bir arı değilim.

Ben, insanların el ve ayakları altında ezilen, parçalanan bir karınca olmakla ve halkın benim onları sokmam neticesinde inledikleri ve sızlandıkları bir arı olmamakla iftihar ediyorum. Bu doğru bir düşünce değildir, bir Müslüman’ın dilinin söyleyeceği şudur:



Ne insanların ayakları altında ezilen bir karıncayım.

Ne de insanların sokmamdan dolayı inledikleri bir arıyım.

Yoksa insanın ya karınca olması ya da arı olması kesin bir emir midir? Ne karınca ol, ne de arı. Daha sonra şöyle söylemektedir:



Halkı incitecek bu güce sahip olmadığımdan dolayı

Bu nimetin şükrünü nasıl eda edeyim.

Benim kimseyi incitecek gücüm olmadığı için Allah'a şükrediyorum! İyi, incitmeye gücünün olmaması bir maharet değildir, maharet; güce sahip olup da incitmemendir. Bir Müslüman’ın dilinin söyleyeceği şudur:



Güce sahip olup da kimseyi incitmemekten dolayı

Bu nimetin şükrünü nasıl eda edeyim.

Bu tür görüşler, bazı melametiye ve tasavvufçu hareketlerin ahlakındaki ifrat noktalarıdır. Zira İslam böyle bir şeyi asla kabul etmez.

Bazı kitaplardan nakledildiğine göre, çok iyi tanınan falan derviş şöyle demiştir: "Ben üç zamanda, başka zamanların hepsinden daha çok sevinmişimdir. Bunlardan biri; bir gün mescitlerin birinde çok hasta bir durumdaydım (Bu tür kişilerin kimseleri de yoktu, genellikle gezgin kimselerdi) mescitte uyuyordum, şiddetli hararet ve rahatsızlıktan dolayı hareket etmeğe gücüm yoktu. Mescidin hizmetçisi geldi ve mescidde uyuyan herkesi uyandırıp kaldırdı. Yanıma gelip ayaklarıyla vurarak "kalk!" dedi. Fakat benim kalkmaya gücüm yoktu. Birkaç defa bu tekmelemeyi tekrarladıktan sonra ben yine kalkmayınca, geldi ayaklarımdan tutup çekerek beni sokağa fırlattı. Onun nazarında o kadar alçaldım ki bu olay, bana ölü bir leşin çekilip oraya götürülüp atılması gibi geldi. Nefsim kırıldığı için bu olaya çok sevindim.

Başka bir zaman da, kış mevsimiydi. Postumla dolaşıyordum. Onda o kadar bit gördüm ki bu postun yünü mü daha çok yoksa bitleri mi anlayamadım. Bu da kendi nefsimi kırdığımdan dolayı çok sevindiğim anlardan biriydi.

Diğeri de, bir zaman gemiye binmiştim. Cambaz ve oyuncu adamın biri oradakileri eğlendirmek için oyunlar yapıyordu. Oradakilerin tümünü kendi etrafında toplamış onlara efsane anlatıyordu. Bir ara şöyle dedi: 'Evet, bir zamanlar kâfirlerle savaşa çıkmıştık. Günün birinde birini esir aldım.' O esiri nasıl götürdüğünü göstermek istedi. Etrafına bakındı, benden daha elsiz, ayaksız, çapulsuz ve şahsiyetsiz birini görmedi, derhal yanıma geldi, sakalımdan tutarak beni öne doğru çekerek, 'işte esiri böyle götürdüm' dedi. Oradakiler de kahkaha atarak benim durumuma güldüler, işte ben bu durumuma çok sevindim."

Bunlar doğru şeyler değildir!

Bazılarının da ifrat sınırında olmaları mümkündür. Hatta bir ihtiyaçları dahi olsa birine söylemezler, Peygamber (SAA) şöyle buyurmaktadır:

"İhtiyaçlarınızı isteyiniz, fakat nefsin üstünlük ve izzetini kaybetmeyin. "

İhtiyaçlarınızı dostluk ve arkadaşlıkla açıklayacağınız yerde, şerefinizin, nefsinizin izzet ve üstünlüğünün parçalanıp kırılmayacağı yere kadar gidiniz, nefsinizin izzet ve üstünlüğüne bir zararın gelmekte olduğu yerde durunuz, ihtiyaçlı bir şekilde durmak ve sahip olmamak daha iyidir. Yine Nehcu'l Belağa'da geçtiği gibi:

"Ölüm ve alçalmamak, azla yetinmek ve elini hiç kimsenin önüne uzatmamaktır." ([40])

Ali (as), Sıffin'de okuduğu ve Nehcu'l Belağa'da yer alan hutbelerinin birinde, zafer ve galibiyetten söze erken şöyle demektedir: "Başını eğerek ve alçalarak yaşayacaksan, kesinlikle ölüm senin için ondan iyidir, zafer kazandıracak bir ölüm bu tür bir yaşamaya binlerce defa tercih edilir".([41]Ölüm, yeryüzünde dolaşıyor olsan dahi başkaları karşısında başını eğmen, onlara mağlup olman ve alçalman-dır. Yaşamak ise, toprağın altında olsan dahi muzaffer olmandır. Kur'an'da şöyle buyrulmaktadır:



"İnanıyorsanız, mutlaka siz üstün geleceksiniz." (Al-i İmran: 139).

İMAM HÜSEYNİN (A.S.) SÖZLERİNDE NEFSİN BÜYÜKLÜK VE İZZETİ

İmam Hüseyn'den (as) fazlaca söz nakledilmemiş olmasıyla birlikte eğer hesaplayacak olursak nefsin izzet ve üstünlüğü konusunda imamlar arasında hepsinden daha tesirli sözleri olduğu görülecektir. Biharu'l Envar'da nakledilen kısa sözlerinden birisi şudur:

"Şereflice ölmek, alçaklık içinde yaşamaktan daha iyidir." ([42])

Başka bir ünlü sözü:

"Zillete boyun eğenlere yazıklar olsun" ([43])

Ne hayret verici bir söz! Kıyamet anma dek kendisinden hararet ve nur saçacak, nefsin büyüklük, üstünlük, izzet ve şerefini yağdıracak sözlerinden biridir.

Aşure gününde İmam Hüseyin bazen ata binip arkadaşlarıyla sohbet ediyordu. Herkesin kendi sesini duymasını istediği bir sırada yüksekte olması için bir deveye bindi (Minberde olup da mescitte bulunanlardan daha yüksek olan bir kimse gibi Hz. Hz. Hüseyin'le birlikte olanlar da atlara binmişlerdi). Böylece meydanın ortasında herkes onu görebilecekti. O zaman şu cümleleri buyurdu: "Zillete boyun eğenlere yazıklar olsun! Biz nerde zillete boyun eğmek nerde?! Aradaki fark yerle gök arası kadardır. Bizim Rabbimiz bize zilleti yakıştırmaz, kucakları üzerinde eğitildiğimiz Ali ve Zehra 'nın kucakları bizim zillete boyun eğmemize izin vermez..." Kıyamet gününe kadar dünyaya gelmiş mü'minlere; "Siz Hüseyin için zillete boyun eğmeyi mi beğeniyorsunuz yoksa kılıcı mı?" diye sorulursa veya böyle bir referandum yapılırsa dünyadaki mü'minlerin tümü; "Biz kılıcı beğeniyoruz, zilleti değil." diyeceklerdir. Onlar, bizim alçak yapılı kimselere itaat etmeği yüce insanların yattıkları yere, yani savaş alanına tercih etmemizi beğenmez ve bize yakıştırmazlar.

İmamın Aşure günü söylediği sözlerden biri de şudur: "Hayır, Allah 'a yemin ederim ki alçak bir insan gibi onlara biat etmeyeceğim ve de bir esir gibi kaçmayacağım." ([44]) Şu da onun söylediği sözlerdendir:

"Doğruluk, izzettir (üstünlüktür), yalan ise güçsüzlüktendir." (İmamların sözlerinde buna benzer ifadeler çoktur.) Tedricen açıkladığımız noktaların tümü bu konudadır. Bu tür sözler çok büyük manalar taşır: Doğruluk, izzet olduğundan ve bir insan izzet ve şerefin peşinde olduğundan dolayı doğruluğun peşinden gitmek gerekir. Yalan, acizlik ve güçsüzlük olduğundan dolayı yalandan kaçınmak gerekir. Yalan söyleyen bir insan kendi ruhunda acizlik, güçsüzlük ve alçaklığı hissettiğinden dolayı yalan söyler. Yani bir insanın kendi ruhunda izzet, güç ve şerefi hissetmesi ve kendi diline yalan bir sözü dolamaya hazır olması imkânsızdır. Şu söz Ali'dendir:

"Gıybet, genellikle güçsüz kişilerin yaptığı bir iştir." ([45]) Yani şerefli, kuvvetli, kendi ruhunda izzet, kudret, kuvvet ve şeref duygularını taşıyan bir insanın bu izzet ve şerefi, onun böyle adi bir işi yapmasına izin vermez, halkın dedikodusunu yapmasına izin vermez. Kendi vakitlerini gıybet etmekle geçiren ve onun bunun arkasından konuşup dedikodu yapanlar; adi, zayıf, zavallı, zelil, aciz, güçsüz insanlardır. Gıybet, acizlikten doğmaktadır.

İMAM SADIK VE ALİ (a.s) SÖZLERİNDE NEFSİN İZZETİ

İmam Sadık (Tuhefu'l Ukul'da yazıldığı şekilde) şöyle buyurmuştur:

"Halkla muaşeret konusunda orta yolu takip et, halkın sana yakın olmaktan hoşlanmayacak şekilde kızgın, sert mizaçlı, kötü ahlaklı, kötü sözlü, olma ve herkesin seninle alay edeceği, seni küçük düşüreceği kadar da zayıf olma." ([46]).

Mü'min kimse, başkasının nazarında küçük düşecek işleri yapmamak zorundadır. "Vesail" adlı kitapta Ali'nin (as) şöyle buyurduğu yazılır:



"Kalbinde halka muhtaç olduğunu ve halka muhtaç olmadığını bir arada tutmalısın."

Tek olan kalbinde birbirine zıt olan iki özelliği taşımalısın; "ben insanlara muhtacım ve ben halka muhtaç değilim." (şeklinde bir düşüncede olmalısın.) Kendimi hangi konuda muhtaç varsayacağım, hangi konuda ihtiyaçsız? (Ali) şöyle buyurdu: "insanlarla konuşacağın, onlara bir şey anlatacağın zaman saygısızlık etme, halka sert ve kötü, zedeleyici, yaralayıcı, incitici söz söyleme, insanların ağızlarına düşecek sözleri söyleme, sözlerin yumuşak ve uyumlu olsun. İşte burada onlara muhtaç olduğunu varsaymaksın. Ama ırz, namus, haysiyet ve izzetin ortada olduğu yerde "Benim feleğe bile ihtiyacım yok." ([47]) demelisin.

Nehcu'l Belağa'da şunu okumaktayız:

"Zenginin fakir karşısında mütevazı ve alçak gönüllü olması ve kendisini Allah 'in rızası için küçük görmesi ne kadar güzel bir şeydir, bundan daha güzeli de fakirlerin Allah'a olan güvenleri nedeniyle zenginlere minnetsiz olmalarıdır. Zenginin fakir karşısında mütevazı olması ne kadar güzeldir ve fakirin zengine özenmeyişi ve Allah 'a güvenmesi ne kadar daha güzeldir." ([48])

Ebu Hamza'nın duasında şunu okumaktayız:

"Beni kendisine teslim ettiği ve kendisini bana saygınlaştırdığı ve beni, aşağılayacak insanlara muhtaç etmediği için Allah'a ne kadar şükretmeliyim" ([49])

Yine Nehcu'l Belağa'da çok hayret verici ve mana dolu sözlerden biri de şudur:

"Bir adamın değeri, onun sahip olduğu himmetidir." Bir kimse sahip olduğu himmet ve gayret ölçüsünde değerlidir. "Onun cesareti, erkeklik duygusuna sahip olduğu ölçüdedir." ([50]) Cesaret, bilek gücü olarak anlaşılmasın, cesaret, bilek gücü değil, kalp kuvvetidir. Korkaklık, küstahlık ve pervasızlığın karşıtı bir noktadır, yani korkmamak ve aynı zamanda da ihtiyatsız olmamaktır. Her insanın cesareti, ruhunda taşıdığı erkeklik (Kahramanlık) ruhu ölçüsündedir.

"Onun iffeti, sahip olduğu namus ölçüsündedir." ([51])

Bu cümle çok hayret vericidir: Herkesin iffeti, sahip olduğu namus ölçüsündedir, yani iffetli olmayan insanlar, iffetsiz kimseler namussuzdur. Başkasının namusuna karşı iffet sahibi olmayan iffetsiz kimseler, eğer kendi namuslarına karşı iffetli ve namuslu olsaydı, iffetli olmaması imkânsızdı. İffetsiz ve temiz olmayan bir kimseyi nerede görürseniz, kendi namusu karşısında da namus ve iffet duygusunun onda ölü bir durumda olduğunu biliniz.

Nehcu'l Belağa'nın başka bir yerinde de şöyle denilmektedir:

"Namus sahibi bir insan asla zina etmez." ([52])

Zina eden kimse namussuz demektir ve gerçekte başkasının da onun namusuna zina etmesi halinde kendisi de fazla önem vermemiş olur.

Yine, imam Hasan'a yazdığı mektupta şöyle demektedir:

"Yavrucuğum! Sakın dünyada kimsenin kulu olma, zira Allah seni özgür yaratmıştır." ([53])

Fransızların yayınladıkları insan haklan beyannamesinde, bu beyannamenin kendisiyle başladığı ilk cümle şudur:



"Allah, insanları özgür olarak yaratmıştır."

Emiru'l Mü'minin, onlardan bin iki yüz yıl önce şöyle buyurmuştur:



"Asla kimseye kul olma, çünkü Yüce Allah seni özgür olarak yaratmıştır."

Şimdi de yavaş yavaş bunların tefsir ve açıklanmasına çalışalım.

ACABA İNSAN İKİ NEFSE Mİ SAHİPTİR?

Dedik ki; İslam'da bir taraftan nefisle cihat ve savaşma tavsiye edilmiş, hatta nefsi öldürme, "ölmeden önce nefs-i emmareyi öldürün" tavsiyesi yapılmıştır, diğer taraftan, baştan sona nefsin büyüklüğü, nefsin izzeti, nefsin güzellikleri, nefsin hürriyeti ve buna benzer sözler yer almaktadır. Acaba insan iki nefse mi yani iki benliğe mi sahiptir? Bir benliği öldürmekle görevli ve diğer benliği muhterem, yüce ve saygın saymakla ve onu aziz, üstün göstermekle görevli iki "benlik" sahibi midir? Eğer bu şekilde olursa o halde Psikolojinin "Şahsiyetin artışı" dediği şeyi gerçek olarak kabul etmeliyiz, yani herkesin gerçekte iki "benlik", iki "ben" iki "şahıs" olduğunu kabul etmeliyiz. Kesinlikle maksat bu değildir. Gerçekte bir bedende iki ayrı "ben" yoktur, iki "şahıs" mevcut değildir.

Varsayımın biri şudur: İnsanda iki şahıs mevcuttur, iki "ben" mevcuttur, birbirine karşı olan iki benlik mevcuttur; bu ikiliden birini zayıf düşürmek ve öldürmek, diğerini de muhterem saymak gerekir. Bu, bu şekilde değildir. Diğer varsayım da şudur: İnsan iki "benlik" e sahiptir fakat iki aslî benlik manasında değil, iki "ben" yan yanadır, belki de bir "gerçek benlik" ve bir de "benlik ötesi" olan ama insanın bu "benlik "ötesi" ni "benlik" olarak düşündüğü bir "zanna dayalı benlik" vardır. Böyle bir şey olur mu? "Evet, olur" demektedirler. "Ben"le mübareze etmek gerekir dedikleri o "ben" hayali ve zanna dayalı olan "ben"dir, sen o olduğunu düşündüğün, fakat o olmadığın şeydir. Gerçek ve aslî bir "ben"dir ki "gerçek ben" odur. Gerçek ve aslî "ben"in insanda perdelerin arkasından çıkıp görünmesi için zanna dayalı ve hayali "ben"i öldürmek gerekir. Acaba bu şekilde midir? Hayır.

Bunu başka bir ifadeyle de söyleyebiliriz: Bir ben, aslî bir "ben"dir, diğer "ben" de fer'i (aslî olmayan) ve kısmî "ben"dir.

HAİDGER'İN GÖRÜŞÜ

Burada başka birisinin bir görüşü vardır. O da bazılarının onu şu anda da yaşamakta olan ünlü materyalist Alman filozofu Haidger'in görüşlerinden sonuçlandırmak istemiş olmalarıdır.([54]) O bu konu üzerinde çok durmuştur: İnsan iki "ben"e sahiptir: Ferdî, şahsî, cüz'î ben ve küllî ben. Yani örneğin ben bir "ben"e sahibim ki o "ben"le bu fert (kişi) ve bu şahsım ve siz bir "ben"e sahipsiniz ki o "ben"le, o özel yapınızla ve örneğin babanızın ve annenizin kim olduğu, yapılan, durumları ve vasıflarının ne olduğunu belirleyen o özelliklerle o fert ve o şahsınız "ben"i. Bütün insanların iç dünyasında var olan diğer bir "ben"dir. İnsani "ben"de "külli ben", yani şahsî ve ferdî olmayan, "ben"dir. Yani örneğin bende şu anda iki "ben" mevcuttur. Bir "ben" örneğin B'nin oğlu A olan ben, diğer "Ben" bende var olan insandır. Siz de ayıtı şekilde iki "Ben"e sahipsiniz. Bir "ben", sizin ferdî olan "ben"inizdir, biri de sizde var olan insandır. Başka kişiler de aynı bu şekildedirler. Bu da bir varsayımdır. Kur'an'ın "Bir "ben'le savaşmak gerekir, diğer "ben" ise üstün kılmak, saygınlaştırmak ve yüceltmek gerekir." diye buyurduğunusöylemiştik. İşte bu "ben"in yüceltilmesiyledir ki yüceltici ahlakın tümü insanda meydana gelir ve aşağılayıcı ahlakın tümü insandan uzaklaşır, eğer bu "ben" büyüklük bulursa, kendi şahsiyetini yeniden elde eder ve insanda meydana gelir, artık insana doğruluğu bırakıp yalanın peşinden gitmesine, izzeti bırakıp zillete boyun eğme peşinde gitmesine, konuşmasında iffeti bırakıp gıybet etmenin peşinde gitmesine ve bunun gibi şeylere izin vermez. Şimdi, acaba bu «ben» küllî ve insanî olan "ben" midir yoksa başka bir şey mi? Bu soru; bizim bu akşam bu iki "ben"in ne olduğu ve nasıl olduğuna yönelik yaptığımız açıklama ve izahlar ev cevabını da yarın akşam size arz edeceğimiz bir sorudur.

NEFSİN BÜYÜKLÜĞÜ KONUSUNDA İMAM HÜSEYNİN (a.s) BAŞKA SÖZLERİ

İmam Hüseyin'in (as) bize ulaşan sözlerinde insanlığın izzet, şeref ve büyüklüğünün revaşta olduğunu arz etmiştik. Bu tür sözlerin diğer imamlara nispetle İmam Hüseyin'den daha fazla bize ulaşmasının sırrı, Kerbela hadisesinin, İmam Hüseyin'in ruhunun bu esnada kendi görünüşünü bu sözler aracılığıyla açıklamasının bir yeri olduğunda yatmaktadır. Bu konuda şöyle yazılmaktadır:

Seyidû'ş Şüheda Kerbela'ya doğru gelirken orada bulunanlar defalarca O'na rastlıyorlar. Onunla karşılaşan herkes de "Oraya gitme, hayati bir tehlike var " diyorlardı, İmam da karşılaştığı bu insanların her birine bir cevap veriyordu. Verdiği cevapların tümü şu beyandaydı: "Hayır, benim gitmem gerekir." Onlardan biri imamla konuşurken şöyle demekteydi: "Maslahat yoktur, gitmeyin." İmam ise şöyle buyurdu: "Ben sana, Allah Resulünün sahabelerinden birinin kendisini cihada katılmaktan menetmek isteyen bir şahsa verdiği cevabın aynısını vereceğim." ve Seyyidû'ş Şüheda şu şiiri okudu:

Gideceğim. Yiğit bir insan için ölüm, Hakk'ın yolunda cihad etmesi ve Müslüman olarak çaba harcaması durumunda utanç değildir. (Niyeti Hakk olursa ve Müslüman olarak mücahede ve cihat ederse ölüm onun için ayıp değil) ve salih insanlarla, yardımlaşma, yoldaşlık ve dert ortaklığı ederse ve bunun aksine, kendi yolunu helak olmuş bedbahtların, mücrim ve günahkârların yolundan ayırırsa ölüm onun için utanç değildir.

Ben ya yaşarım ya da öleceğim. Bunun dışında bir şey yoktur. Benim yürümekte olduğum bu yolun iki tarafı da benim için hayır ve saadettir. Eğer hayatta kalırsam kötülüğe konu olmam, çünkü ben, ölümden kaçmadım ve bu imtihandan muvaffak olarak çıktım, ölümden korkmadım ve hayatta kaldım. Böyle bir hayat, benim için bir ayıp ve utanç değildir. Ölsem dahi kınanacak değilim. Hayatta kalman ve burnunun yere sürtülme zillet ve bedbahtlığı senin için yeterlidir. Artık bu hayattan daha büyük bir zillet ve bedbahtlık yoktur.([55])

İmam Hüseyin veya değerli babası Ali'ye (as) ait başka şiirler ve Emiru'l Mü'min'e ait bir de divan vardır. Fakat bu şiirleri kendileri için söyledikleri nakledilmiştir. Şöyle buyuruyor:

Her ne kadar dünya çok güzel ve sevilmeğe değer olarak sayılıyorsa da ahiret evi binlerce derece daha yüksek ve daha büyüktür. Diğer âlemlerle tanışmayan kişi dünyaya esir olur.

Eğer dünya malı ve serveti, sonuçta bırakıp gitmek içinse niçin insan hayatta olduğu sürece cimrilik ve pintilik yapsın?! Niye yaşadığı sürece cömertlik ve eli açıklık yapmasın, yardım edip zavallıların elinden tutmasın?!

Eğer bu bedenlerimiz sonuçta ölecekse ve her ne kadar kendimizi kılıçlardan uzaklaştırmaya çalışırsak da sonuçta bir sıtma hastalığı, bir mikrop bizi ortadan kaldıracaksa, evet eğer bu beden ölmek için varsa o halde bu bedeni yüce Allah'ın yolunda parça parça etmemizden daha güzel ne olabilir?!([56])

Şimdi sizler bu şiirleri kendisine terennüm eden bu kişinin ruhî yapısını Kerbela'da bedeni parça parça olduğu zaman gözünüzün önünde şekillendiriniz. Doğrusu bu, kendisini bir süsleyicinin ihtiyarına veren ve bu süsleyicinin onu güzelleştirmekte olduğu bir insanın durumudur. O, sonuçta yere dökülecek olan, şimdi ise Allah yolunda dökülmekte olan bu kanı, Allah yolunda yarılan alnı, Allah yolunda zehirli oklara hedef olan ve ok saplanan bu göğsü gördüğü zaman güzelliği hissediyor. Vücudunun ön kısmında, yüzlerce kılıç, ok ve buna benzer silahların açtığı yaralar sayılmıştır, yani yüzlerce iftihar, yüzlerce süs, ziynet, Hüseyin'in göğsüne yüzlerce iftihar nişanesi yapışmıştı. Bu yaralar, onun için süstür, ziynettir, iftihar ve iftihar nişanesidir. Bir başkasının nazarında cinayettir. O cinayet işliyor. Onun cinayeti, iftihara kardeşlik yaptığından dolayıdır.

Eba Abdullah (Hz. Hüseyin) son anlarını yaşamaktaydı. Haz-retin durmuş olduğu yer çukur bir yer olduğu için ismini "Ölüm çukuru" olarak koymuşlardı. Hazret oradan biraz uzaklaşınca Ehl-i Beyt onu göremiyor ve onun durumundan habersiz kalıyorlardı. Son anlardı. Ağır yaralar, kanın akışı ve susuzluk İmam'a o kadar galebe çalmıştı ki artık ayakta duracak hali yoktu. Gökyüzü kapkaranlık kesilmişti onun gözünde. Düşman, onun hane halkının çadırına girmek istiyor, fakat cesaret edemiyor ve "Hüseyin savaş hilesi yapıyor olmasın" diyorlardı. Çünkü biliyorlardı ki eğer onun bedeninde kuvvet varsa hiçbiri O'nun karşısında güç yetirip duramazdı. Birisi gidip onun mukaddes başını bedeninden ayırmak istiyor, ama yaklaşmaya cesaret edemiyordu. Şöyle bir plan kurdular: "Hüseyin namuslu birisidir, Allah'ın iffetli kuludur. Hayatta kendisini ev halkının çadırına sokmaları karşısında bedeninde can olduğu sürece tahammül edebilmesi imkânsızdır." dediler. Hüseyin'in yaşayıp yaşamadığının öğrenilmesi yolu, ansızın askerlerin Eba Abdullah'ın ev halkının çadırına doğru hücuma geçmesi idi. İmam hissetti bunu. Güçlükle dizlerinin üstünde doğruldu. Görünüşte kendi kılıcına dayanıyordu. Kendisinin kahramanca feryadı o vadide yükseldi (orada da namus ve hürriyetten söz etmektedir):

"Size yazıklar olsun ey Ebu Süfyan 'ın taraftarları! Benimle savaşıyorsunuz ve ben sizinle savaşıyorum. Kadın ve çocukların ne kusuru vardır?! Eğer Allah'ı tanımıyorsanız, eğer meada inanmıyorsanız dahi, bir insanın sahip olması gereken o şeref nereye gitti?! Sizin hürriyet ve özgürlüğünüz nereye gitti?!" ([57])

Allah'ım! Gönüllerimizi iman nuruyla nurlandır, nefsimizi büyüklük, izzet ve üstünlük süsüyle süsle, her çeşit hakaret, alçaklık ve zayıflığı bizden uzaklaştır. Muhabbet, sevgi ve marifetinle gönüllerimizi aydınlat, bizleri İslam ve Kur'an'ın değerini bilenlerden eyle, Peygamber'in ve ailesinin değerini bilenlerden eyle, ölülerimize mağfiret ve rahmet eyle!

 

 



 

 

YEDİNCİ OTURUM



 

 

"BEN" VE "BEN ÖTESİ'



Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla

Hamd, bütün varlıkları yaratan âlemlerin Rabb'ı olan Allah'a mahsustur. Salât ve selam Allah'ın kulu, Resulü, günahlardan arındırılmış, sırrını koruyan, risaletini tebliğ eden efendimiz, Peygamberimiz, Ebu'l-Kasım Muhammed'e ve O'nun günahlardan arındırılmış tertemiz ve güzel yakınlarının üzerine olsun. Lanetlenmiş şeytandan Allah'a sığınırım.



Yüklə 1,6 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   4   5   6   7   8   9   10   11   ...   15




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin