BiRİNCİ oturum tabiİ Fİİl ve ahlakî FİİL


"Kesin inanacak insanlar için arzda nice işaretler var. Kendi canla



Yüklə 1,6 Mb.
səhifə9/15
tarix26.08.2018
ölçüsü1,6 Mb.
#74557
1   ...   5   6   7   8   9   10   11   12   ...   15

"Kesin inanacak insanlar için arzda nice işaretler var. Kendi canlarınızda da öyle, görmüyor musunuz?" (Zariyat: 20 - 21)

Konuşmamız, İslami ahlakta İslam'a dayalı ahlaki öğretilerin tümünün temel ve mihveri kabul edilebilecek bir mevzu olan konu etrafındaydı. Ve bizim araştırdığımız kadarıyla İslami eserlerde hiç bir mevzu üzerinde, temel ve mihver olarak bu mevzu ölçüsünde durulmamıştır. Bu konu, nefsin büyüklüğü meselesidir. Geçen akşamki konuşmamızda sizler için yeteri kadar ayet ve rivayetler okudum. İslam'da nefsin izzet ve büyüklüğüne, nefsin değerli sayılmasına çok ehemmiyet gösterilmiş olduğunu arz ettik o da Ali'nin (as) sözlerinde kullanıldığı gibi: "Nefsi kendi nezdinde yücelten kimse için şehevî istekler çok küçüktür."([58]) İfadeleri "Nefs" kelimesi ile kullanılmıştır. Kendisinde büyüklük ve yücelik hisseden, kendi ruhunda büyüklüğü hisseden kimse için hayvanı şehvetlere karşı muhalefet etmek kolaydır. Bunun zıddı olan nokta ise, İmam Hadî'den (as) gelen bir hadiste buyurulduğu gibidir: "Nefsini alçaltan kimseye güvenme" ([59]). Eğer bir kişi kendi nezdinde kendini alçaltırsa, eğer bir kimse kendiside büyüklük duygusunu kaybederse, yani kendisini büyük bir varlık olarak hisetmiyorsa, -bu ifadeye yakın olan bugünkü ifadeyle- kendi ruhunda ahlakî ve manevî bir şahsiyet taşımayan bir kimsenin şerrinden kork, onun şerrinden emin olma. Emiru'l Mü'minin'in sözüne göre, eğer bir kimse kendi ruhunda yücelik ve büyüklük duygusunu taşırsa onun için şehvetperestlik ve nefsin heva ve isteği peşinde gitmek nefret edici bir iş, girmemesi kolay bir iştir. İmam Hadî'nin (as) sözüne göre, bunun tersi, kendisinde bu duyguları taşımayan bir kimse kendisinde "Ben bir kimliğe sahibim, bir şahsiyetim var, bir şerefe sahibim, bir büyüklüğe sahibim" duygusunu taşımayan bir kimse, bu duygulan kaybeden bir kimse her şeyini kaybetmiştir ve onun şerrinden emin olma.

ACABA "BEN"İ HOR GÖRMEK Mİ GEREKİR YOKSA SAYGI GÖSTERMEK Mİ GEREKİR?

Sonra şu soru ortaya çıkıyor: Bu nasıl oluyor ki İslam'da ahlaki açıdan, bir taraftan nefs ve nefsin istekleriyle mücadele ve savaşma tavsiye ve te'kid edilmiş, diğer taraftan da, bütün dayanaklar, "büyüklük duygusunu kendi nefsimizde kaybetmemeğe çalışınız, zat ve nefsin saygınlığını kaybetmeyiniz." şeklinde nefsin büyüklüğü üzerinde kurulmuştur? Bunlar nasıl olur da birbirine uyar? "Nefs"in asıl manasının "Ben" olduğunu söylemiştik. "Nefs" insanın sahip olduğu "ben"dir. Acaba "ben"i yermek, aşağılamak ve küçük düşürmek mi gerekir. Yoksa "ben"i yüceltmek ve saygılı saymak ve izzetini korumak mı gerekir? Acaba bunların ikisi de bir tek "ben" midir? Bu, böyle olmadığına göre, acaba insanda iki "ben" mi vardır ki ahlakî görüşe göre bunlardan biri ile mübareze etmek gerekir, onu zincire vurmak özgürlüğünün önünü almak, alçaltmak, öldürmek gerekir. Şairlerimizin ifadesiyle -her ne kadar bu ifade hadis ve rivayetlerde geçmemiş olsa bile- onu öldürmek, ölü bir nefis yapmak, diğer beni de ihya etmek ve yaşatmak mı gerekir? Bunun da, bu şekilde kabul edilmesi kabil değildir. Herkesin biri-birinden ayn iki "ben"e sahip olmadığı açıktır. Acaba her birimizin vücut ve yapımızda iki "ben" veya iki "nefs" mevcut mudur?! Böyle bir şeyde kesinlikle yoktur. Sonra biz bu meselenin sadece İslam ve İslamî ahlakta açık olmadığım, başkaları için de açık olduğunu söylemiştik. Zira bunlar insan için iki "ben" aramışlar ve iki "ben" göstermişlerdir ki insan "ben"lerden aramışlar ve iki "ben" göstermişlerdir ki insan "ben"de değildir, başka bir "ben"de vardır. İnsanın şerefli, esaslı ve aslî "ben"i işte o "ben"dir. İnsanın nasıl iki çeşit "ben"e sahip olduğu konusunun açıklanmasının sonunda, böyle bir şeyin olmasına imkân yoktur demiştik. O halde bunu mecburen başka bir şekilde söylemek gerekir. Biz ilk önce İslamî görüşü zikredeceğiz, sonra başkalarının görüşlerini de açıklayacağız.

İSLAM'IN GÖRÜŞÜ

İslamî açıdan bu mesele hal olmuştur. İslamî açıdan insan diğer bütün hayvanlar gibi bir hayvan durumunda görünüyorsa da aynı zamanda Kur'an'ın ifadesiyle onda ilahî ruhtan bir nefes vardır, insan vücudunda ilahî melekutden bir parça ve melekutî bir nur vardır. Bir insanın gerçek "ben"i o "ben"dir. İnsan hayvanî "ben"e de sahiptir, fakat hayvanı "ben" insanda küçücük bir "ben"dir, aslî ve gerçek "ben" değildir. İnsandaki aslî "ben" insanın sahip olduğu o melekutî "ben"dir.([60]) Yani bir hayvanda o hayvanın gerçek ve hakiki "ben"ini teşkil eden şey insanda küçük ve asalak "ben"dir. Ben yerim, içerim, yatarım, hatta yürürüm, bunların tümü bir "ben"e bağlıdır, ama bunlar, bu "ben"in alt dereceleridir, işte şu "ben": Ben yerim, içerim, susarım, acıkırım, vb. Ama aynı zamanda Ben düşünürüm Allah'ı düşünürüm, başkalarını kendime tercih etmeği severim. Bunların tümü bir "ben"dir. Ama bu "ben"in, dereceleri vardır. "Ben"in o çok yüce sözleri söylediği yer, konuşmakta olan insan "ben"inin üst derecesidir ve hayvani meselelerin konuşulduğu yer, onun alt dereceleridir.



DERUNİ (İÇSEL) ÇATIŞMA

Bir örnek vereyim: Şu, insanın özelliklerindendir: Onun "ben"leri arasında bazen çatışma ve kargaşa baş gösterir. Bu çatışma, bazen akıl ve nefsin çatışması olarak veya örneğin ahlakî irade ile nefsanî heva arasındaki çatışma olarak ifade edilir. Her halükârda böyle bir çatışma insanda vardır ve hayvandaki derunî çatışmanın bir manası yoktur. Şu tecrübe herkeste az veya çok mevcuttur, kimisinde daha az kimisinde daha çok: insan, tabii eğiliminin tersine bir iş yapmayı kararlaştırır. Yani başka bir yöne isteklidir, ama bu isteğinin zıddını yapmayı kararlaştırır. Çok basit bir örnek vereyim: Doktor, insana rejim yapmasını söyler onu bazı gıda ve meyveleri yemekten meneder veya belirli bir miktardan daha fazlasını yemesinin zararlı olduğunu söyler. Örneğin "sizde şeker hastalığı var, falan şeyleri yeme" der insan bunu uygulamaya karar verir. Fakat istek ve eğilim, kendi istediğini yapmaya çalışır. Sofranın başında, nefsanî istek, faaliyet göstermeye başlar, insanın mene-dildiği bu yemekleri yemek ister. Bazen insan alemi olarak kendi isteği karşısında kıyam eder. Yani ahlakî iradesi -diğer bir ifadeyle aklı- nefsine galip gelir, her ne kadar gönlü istiyorsa da buna kulak vermez. Bazen de aksi meydana gelmektedir, isteği ahlakî iradesine, diğer bir ifadeyle, nefsi aklına üstün gelir, insan için bu iki durum öne çıkmaktadır. Veya insan sabah erkenden kalkmayı tasarlar. Bunu ciddi olarak da kararlaştırır. Fakat bir gece uyanıp sıcak yatağından çıkmak istediğinde ahlakî iradesi ona "hareket" et der ama arzu ve isteği "çıkma" der. Bazen insan hareket eder ve isteğinin tersi olan iş yazar. Bazen de isteğine göre hareket eder. Bu çatışmalar hayvanlarda mevcut değildir. Hayvan o istekleriyle hayvandır, yapısıyla hayvandır. İsteğin hükmettiği her yolu hayvan uygular. Hayvanda isteklerin tersini yapmasını emredecek başka bir emredici mevcut değildir. Şimdi, bizim sonuç almak istediğiniz şey başka bir şeydir, psikologların söyledikleri durumdur, insan kendi içinde mütalaa edince hesapçı bir sözün de olduğunu görür. İçteki bu çatışma neyle ne arasındadır? Bu çatışmanın kendisiyle kendisi arasında olduğu açıktır, insanın kendi dışında değildir, insan boş bir şeyle çatışmaz, insanın içinde birbiriyle çatışan ve insanın kendisinden olan iki güç vardır; biri, bu yemeği yeme der, diğeri yemek ister. Şafak vaktinde biri, kalk der, diğeri kalkmak istemez. Biri falan sözü söyleme der, diğeri o sözü söylemek ister (isteği yapmak ister). Bu çatışma insanın içindedir. Fakat konu şudur: İnsanın tabii isteği onun ahlakî üzerine zafer kazanınca ve yapmamayı kararlaştırdığı işi yapınca, insanı nasıl bir hal alır? Utangaçlık hali ve yenilgi hali. Kendi kendine "ben yenildim" der, tıpkı başka bir pehlivanla savaşması için savaş alanına gönderilip de yenilen bir pehlivan gibi, gerçekten insan yenilgi hisseder. Bunun aksine, ahlakî irade tabii istek üzerine zafer kazanınca, sofradan kalktığı anda, rejim konusunda bir zerre kadar hata yapmadığını görünce, erkenden kalktığı o sabah, seher vaktinde "sıcak yatağını terk etme" diyen isteğinin emrinin tersine sıcak yatağını terk ettiğini ve kendi ibadetiyle uğraştığını görünce; zafer kazandığını ve mutlu olduğunu hisseder. Bu, herkeste vardır. Böyle bir tecrübeyi kendi içinde yaşamamış birini düşünemiyorum."

ASLÎ OLAN "BEN" VE BEN ÖTESİ OLAN "BEN"

Bu duygu, nedir insanda? Her iki halde, insan kendisi kendine yenilmiş ve her iki halde insan kendisi kendine üstün gelmiş. Bundan dolayı o ne yenilgiyi hissetmeli ne de zaferi hissetmeli veya daha kısa olarak bir yönden yenildiğini hissettiği durumda diğer yönden zafer kazandığını hissetmelidir, böyle olmadığına göre insan, istekler ahlakî iradeye galip geldiği zaman, gerçekten yenildiğini hisseder ve kendini eleştirerek, "başına toprak yağsın, şimdi ben bir hiç olduğumu anladım" der, fakat ahlakî irade tabii isteklere galip geldiği zaman başarılı olduğunu ve zafer kazandığını hissederek kendinden ümitli olur. İşte burada, insan aslî "ben"in, gerçek "ben"in, kesin "ben"in aklın emri altında bulunan o ahlakî irade olduğunu ve "ben"deki bu isteğin "ben"de bir araç olduğunu, gerçek "ben"in o olmadığını, benim gerçek "ben"imin bu istek ve bu tabiilik olmadığını, bunun "ben"i yenmekten habersiz olduğunu anlar. Bu duygu, insanın kendi içinde sahip olduğu bir duygudur ve aynı duygudur ki insan onunla "benim gerçek "ben "im, bu istekler ve bu tabiilikler değildir; ben, tüm bu isteklerle yüklü olan bu tabiîlik değilim; bütün isteklerle yüklü tabiîlik, bu "ben"e kendilerinden yararlanması için verilmiş olan araç ve vasıtalardır" şeklinde idrak eder. "Ben", karar veren bir makamdır, akıl ve idraktir, bunları anlayan bir makamdır. Fakat tabiî emirleri bana veren makam ise tanınmayan ve başkadır. O, ben değilim.

Şimdi şu konuyu ele alalım: Nefisle savaşmak gerektiğine göre, hangi nefisle savaşmak gerekir? "Ben"le savaşmak gerekir, hangi "ben"le savaşmak gerekir? Hangi "ben"i kendi başına bırakmamak ve meydanı ona boş bırakmamak gerekir? O, aynı "ben"dir, gerçekte "ben" değil de "ben olmayan" hayvani "ben"dir. Yani insanın içindeki tüm savaş ve çatışmalar; ahlakî ve zıdd-ı ahlakî açısından insanın kendi ruhunun içinde var olan çatışmalar, gerçekte "ben"in "ben"le çatışması değil, "ben"in "ben olmayan" la çatışmasıdır. Hayvani isteklerin üstün olduğu, mutlak hükmetme olgusunun onlara bağlı olduğu ve akıl, irade ve fıtratın üstünün örtülü olduğu, şehvet ve kızgınlıkların at koşturduğu yer, yani hayvanların sahip olduğu garazın bulunduğu yerde, işte orada insanın aslî beni mağlup olmuş, unutulmuş, kaybolmuştur ve gidip onu bulmak gerekir. Vücudunda hayvanî duygulardan başka bir şeyin hükmetme yetkisine sahip olmadığı o insan gerçekte hakiki benliğini, "gerçek ben"ini kaybetmiştir:



"Deki: ziyana uğrayanlar, kendilerini kaybeden kimselerdir..."

Kendini bu kumarda kaybetmiş, hem de en büyük kayıpla. O, kendini unutmuş. Her zaman hatırında olan ve gözünde şekillenen şey nedir? Hangi şey düşüncesine hükmetmektedir? Para, şehvet, yiyecekler, şaraplar, içecekler, elbiseler... Bunların dışında başka bir şey vücuduna hükmetmektedir. O halde O "ben" nereye gitti? Unutuldu. "Ben" yerine, "ben olmayan" ı "ben" sanıyor. "Kendisi "ben"imi kaybetmişim" diye düşünmüyor. İnsan hiçbir zaman kendisini unuttuğuna inanmıyor. "Ben, kendimi mi unutmuşum?! Ben, daima kendimden dem vuruyorum: Bu benim ki bu kadar paraya sahibim, bugün bu yemeği yiyen ben kendimim." demektedir. Oysa Kur'an "ben" ini kaybetmişsin, O "ben" sen değilsin, o başka bir şeydir, o senin tufeylî "ben"indir, o senin "asil ben"in değil "tufeyli ben"indir:



"Şu, Allah 'ı unuttuklarından dolayı (Allah 'in da) onlara kendi nefislerini unutturduğu kimseler gibi olmayın." (Zümer: 15)

KENDİNİ HATIRLAMA (KENDİNİ BULMA)

Kur'an'da "Kendini unutma" adı altında açıklanan ve yerilen kendini unutma meselesi budur. Bunun karşısında "kendini hatırlama" vardır: Ey insan! Kendini hatırla, zira "Kendini hatırlamama" da "Allah'ı hatırlama"dan başka bir şeye imkan vermez, yani Kur'an'ın mantığında bu ikisi bilirinden ayrı değildir; Allah'ı hatırlamak, kendini hatırlamakta da vardır. Bu, ibadetin gerçeğini bulmak ve "ben"i bulmak gerçeğidir. Fakat bu "hayvanı ben" değil, aksine o "hakiki ben", yani "melekutî ben"dir. İnsanın kendini bulması, ibadet ve Allah'ı hatırlamadadır,, kendini gerçekten bulur. Emiru'l Mü'minin Ali'nin (as) çok değerli bir sözü vardır.

"Bir şeylerini kaybettiklerinde elleri ayaklarına dolanmış bir vaziyette kaybettikleri şeyi arayıp da kendilerini (nefislerini) kaybettiklerinde bunu aramaya koyulmayan insanlara şaşarım!" (Haşr: 19)

Örneğin yüzüğünü kaybeder, hemen onu bulmak için dolaşır, tarağını kaybeder aramaya koyulur, eşeğini kaybeder bulmak için aramaya başlar. Bunlar, nasıl olur da kendilerini kaybederler, fakat kendilerini bulmak için çalışmazlar?! Ey zavallı! tarağını kaybettiğin zaman bütün varlığında; "nereye gideyim de bulayım" diye koşuşturup duruyorsun, oraya buraya koşuyorsun, bir de kendine bak bakalım acaba kendini bulmuş musun?! Eğer kendini kaybetmişsen kimden işaret almayı istiyorsun? Niçin kendini bulma peşinde değilsin?'. Hayret edici bir durum.

MEVLANA'NIN SÖZÜ

Her ne kadar tasavvufun aşırı öğretilerinde bu konuda söylenmiş olan kısa ifadeler, nefisle savaşma adı alfanda söylemiş oldukları aşırılıklar bir dereceye kadar nefsin büyüklüğünü zedelemişse de (mutasavvıf olan) birçok düşünür bu manaları idrak etmişlerdir. Mevlana şöyle demektedir:



"Ey savaşta kendini kaybetmiş kişi"

Bundan maksat, derunî savaş, çatışma ve kargaşadır. Ey derunî savaşta, istek ve arzuların üstün gelmesi sonucu gerçek "ben"ini kaybetmiş kişi.



"Sen başkalarını kendinden ayırmıyorsun"

Yabancıları kendinle karıştırıyorsun, yabancıları "ben" zannediyorsun ve "ben"in o olmadığını biliyorsun, O sen değilsin. O "ben"in sen olduğunu düşündüğün için kendini kendinden başkalarıyla karıştırmışsın.



"Sen her ne şekilde bu benim diyorsan da vallahi O, sen değilsin.

Bazen insan gelip aynanın karşısında durur, kendisini görmekte olduğunu düşünür...



Bir an tek başına kalırsan sen halktan

Boğazına kadar gam ve üzüntü içinde kalırsın.

Acaba kendini keşf mi yoksa kayıp mı etmişsin diye bir imtihan yapmak istersen halvetlerde anlarsın. Şayet birkaç gün başka insanları görmezsen yalnızlık seni mahveder. Daima başka insanları, başka eşyaları görmek istersin, çünkü onların içinde kaybolmuşsun ve kendini onlarda aramaktasın. Sen eğer gerçek "ben"ini bulmuş olsaydın, eğer kendi gerçek "ben"inle olman şartıyla yüz yıl dahi halvette (yalnızlıkta) kalsaydın, senin için bir zerre üzüntüve sıkıntı meydana gelmezdi.

"Ben" ve "Ben olmayan" meselesi kendi başına önemli bir meseledir. Bizim din öncülerimizin sözlerinde bu konu, çok ve çeşitli ifadelerle işlenmiştir.

"BEN'İNİ KAYBETMİŞ CİMRİ

Emiru'l Mü'minin Ali'nin (as) cimriler konusunda oldukça manidar sözleri vardır. Cimri, gerçek benliğini kaybetmiş, yani "ben" para ve servet olmuş kimselerden çıkar. Para ve servetin, kendisi için asalet ve soyluluk getirdiği, kendisi için bir hedef olduğu ve günümüz psikiyatristlerinin ifadesiyle para içinde tespit ve değerlendirilen, yani para ve servete boğulan ve onunla şekillenen bir insanın gerçek "ben"i para olmuştur ve paradan başka bir "ben"e sahip değildir. Çünkü asıl "ben"ini kaybetmiş ve bu "ben" elinden çıkmıştır. Sonuç şudur: Kendisini para için ister, parayı kendisi için değil. Yani canını, hayatını, mutluluğunu ve ömrünü para için ölçü koymaktadır, fakat parayı kendi mutluluk, saadet ve hatta ömrü için ölçü kılmaya hazır değildir. Ali (as) şöyle buyurmaktadır:

"Servet, zenginlik ve muhtaç olmama peşinde koştuğu ve fakirlikten kaçtığı halde yaşayışında fakirliğe tutsak olan ve bu zenginlikten uzak olan bir insana şaşarım" ([61])

Bu konunun geniş bir açıklaması Nehcu'l Belağa'da mevcuttur. Yine şöyle buyurmaktadır:

"Dünyada yoksullar gibi yaşar, ahiretteyse zenginlerin sorgusuyla sorguya çekilir."([62])

Dünyada fakir, bedbaht ve miskin bir adam gibi yaşar, çünkü kendisini paranın hizmetine vermiştir ve parayı kendi hizmetinde tutmaya hazır değildir. Eski, yırtık pırtık elbiseler giyer, peynir ve ekmek gibi basit yemekler yer. Bu adama sormak gerekir, sen niçin böyle bir iş yapıyorsun? Cömertlik yapmak istemez. Servetini kendisi için harcamasa bile başkaları için harcayan bir adam olsaydı O, yine de cömertlerden olurdu. Fakat cimride söz konusu olan şey, sadece toplamayı istemesidir. Emiru'l Mü'minin fakirliğin gerçekten ne olduğunu soruyor. Fakirlik, bir şeye sahip olmamaktır. Birisinin bir şeyi olmayınca, güzel yemek, iyi ev, iyi binek, güzel elbiseye sahip olmaz, (çünkü bir şeyi yoktur.) Fakat sen bedbaht (olan kişi her şeye sahip olduğun halde) şimdi de bunlara tutsak olmuşsun. Sen tüm ömrünü, peynir ekmek yemekle geçiliyorsun. Evet, fakir olman ve peynir-ekmek yeme mecburiyetinde kalmaman için bunu yapıyorsun. Oysa seri şimdi de ekmek-peynir yeme derecesine düşmüşsün. Fakir olmamak için peynir ve ekmek yemeği istediğinden, bir ömür boyunca peynir ve ekmek yiyen bir insan, benliğini kaybetmiştir. İnsanın kendini kaybetmiş olması, gerçek "ben"ini kaybetmiş olması budur.

MEVLANA'NIN BENZETMESİ

Mevlana'nın çok güzel bir misali vardır: Farz edin ki, adamın biri kendisine bir ev yapmak için bir arsa hazırlamış. Her ne sebeptense gündüzleri oraya ev yapmaya gitmiyor. Gece olunca, işçi, usta, mühendis ve malzemeleri, kendisinin içinde oturması için bir ev yapmak üzere oraya gönderiyor. Paralar harcıyor. Çok süslü ve mükemmel bir ev yapıyorlar ve o da kendisi için çok güzel bir ev yapıldığını düşünüyor. Gidip evine girmesi için hareket ettiği gün oraya gelip baktığında bir de görüyor ki ev başkalarının arsasına yapıldı, ev yapılmış fakat kendi arsasında değil, başkalarının arsasında. Kendi arsası ne durumda? Onun arsası orada boş ve çıplak kalmış. Bu durumda insanı nasıl bir hal alır? (Mevlana burada) şunu söylemektedir: Bu, kıyamete giren ve orada kendisini boş bir arsa gibi gören adamın durumudur. Onun için çalışmamış olan, kendidir, onun için çalışmış olan ise o değildir.

Başkasının arsasında ev yapma

Kendi işini yap, yabancının işini yapma

Kimdir yabancı, senin toprak olmuş vücudun,

Zira senin üzgünlüğün onun içindir.

Sen vücuda yağ ve tatlı verinceye kadar

Canın cevherini dolgun bulamazsın

Vücud Miski kokusu içinde yer bile bulsa öldüğü zaman onun iğrenç kokusu ortaya çıkar.

Miski vücudun üstüne sürme, ruha sür Pak zülcelal (Allah)'ın ismi misk olur.

Bu bedeni daima güzel kokunun içine koysan da öldükten sonra daha iki gün geçmeden pis kokmaya başlar ve halk onun pis ve iğrenç kokusundan kaçmak ve onu iki metre derinliğindeki toprağın altına koymak mecburiyetinde kalırlar.

"Şu, Allah'ı unuttuklarından dolayı (Allah'ın da) onlara kendi nefislerini unutturduğu kimseler gibi olmayın." ([63])

İNSAN RUHU, AHLAKÎ DUYGULARIN KAYNAĞI VE MANEVİYATA AÇILAN BİR KAPIDIR.

İslamî açıdan, insanın "gerçek ben"i herkeste bulunan o ilahî nefestir ve insanın ahlakî duygusu bu "ben"den kaynaklanmaktadır. Eğer böyle bir "ben" -ki o balçık değildir. Aksine ilahî ruhtur ve tabiat ve madde âleminden daha yüksek olan âlemdendir- insanda olmasaydı ve eğer insanın gerçek "ben"i ve "gerçek benlik" i olmasaydı, bedenî istek ve menfaatlerle şekillenmeyen bu ahlakî duyguların hiçbiri insanda var olmazdı. Şimdi işin ilginç yanı şudur: Avrupa dünyasının, ayrıca söz edilmesi gereken sebeplerle -şehevî arzular ve nefsanî istekler çok miktarda mevcuttur onda- insanda melekutî ruhun varlığını kabul etmeyi gönlü istememektedir. (Elbette bunların tümü böyledir demiyoruz, onlar arasında da "ruhçu'' çoktur.) Diğer taraftan insanda onun maddi yapısıyla şekillenmeyen, insanın maddî yapısının tersi istekler ve arzular olduğunu görmektedirler.

Şu çok açık ve nettir: Her zaman insan ruhu, beşerin maneviyatı için bir kapı olmuştur. Aslında buradan "ben manevî bir hakikatim, ben ebedî olmaya layığım, "ben" ölümsüz bir gerçektir ve ölümle "ben "in işi son bulmaz." şeklinde anlaması gerekirken, bu sözü kar bul etmesi onun zoruna gitmektedir. Diğer taraftan insanda iki çeşit temayülün var olduğunu, tabiî ve maddî temayüller ile manevî temayüllerin yani maddî hesaplarla şekillenmeyen hesapların var olduğunu inkâr edemez.

William James ilahî bir kişidir ve şu ana kadar kendisinden tercüme edinmiş kitaplar, özelikle de "Din ve Ruh" adlı kitabı sonsuz derece güzeldir. O, çok belirgin bir psikolog ve filozof idi. Kendisi dünyanın büyük âlimlerinden sayılmıştır. Ölümünün üzerinden galiba altmış yıldan fazla geçmemiştir. O kitapta, bu adil adam güzel bir söz sarf etmiştir. İnsanda maddi hesaplarla şekillenmeyen bir takım istekler vardır, (net bir şekilde itiraf ediyor). Maddi istekler bizi madde dünyasına bağlar, öyle olmalıdır. Bunlar, biz ve madde dünyası arasındaki kanallardır. Örneğin, eğer bizde açlık güdüsü varsa, bu biz ve tabiat arasında bir irtibat kanalıdır. Çünkü eğer bu güdü olmasaydı biz yemeğin peşine gitmezdik. Daha sonra şöyle demektedir: Biz de, bizi doğaya bağlayan içgüdüler mevcuttur. İşte bu, içgüdüler maddî doğamızla şekillenmez ve bizi başka bir âleme bağlarlar. Biz, vücudumuzdan tabiat âleminin dışındaki başka bir âleme giden yol ve delillere sahibiz insan kendi tabii güdüleriyle, tabiatıyla uyuşan bir takım ihtiyaçları reva görmekte ve madde ötesi güdülerle, -William James'in ifadesiyle-insanın maddî doğasının ötesinde olan ve onun maddî olmayan gerçekleriyle uyuşan birtakım başka ihtiyaçları kaldırmaktadır, başka bir ifadeyle, bu güdüler, insanda var olan bir takım manevî ihtiyaçları bertaraf etmek için insanı maddî doğasının ötesine bağlar. Bu söz, hesaplı bir sözdür, fakat bunu kabul etmek istemeyen o kimselerin insanın maddi olmayan güdülerini nasıl gördüklerine bakalım. Şöyle demektedirler: insan iki şeyi ister, ya faydaya, ya da değere taliptir. Maddi güdülere fayda, manevî güdülere ise, değer denilir. İsmin değişmesiyle gerçeğin değişebileceğini düşünürler. "insan bazen faydanın peşinden gider, bazen de değerin -peşinden gider.' demektedirler. "Değer nedir?" diye sorduğumuzda şunu söylemektedirler: Değer, insanın durumuna bir faydası olmayan, insanın derdini gidermeyen, insanın hiçbir ihtiyacını ortadan kaldırmayan, mantıkla da şekillenmeyen, mantığın zıddı, özetle mantık dışı olan fakat içinde güzeli de taşıyan, örneğin cömertlik gibi özellikleri taşıyan bir şeydir. Demek ki insanın cömertlik yapması mantıkî değildir. Mantıkîlik, insanın kendi menfaati peşinden gitmesidir. İnsan aklı da aynısını ona söylemektedir; menfaatin peşinden gitmek gerekir der. Fakat bir taraftan da insanda şu tür güdülerin de olduğunu inkâr edemez: Fedakârlık güdüsü, kendinden geçme güdüsü, adalet güdüsü, özgürlük güdüsü, insaf güdüsü, yumuşak huyluluk güdüsü, tahammül etme güdüsü... Zira bunların çoğu aslında insanın maddî menfaatleriyle şekillenmez. Diyorlar ki, evet şekillenmiyor, ama bunlar menfaat değildir, değerdir, insan bir takım değerlere taliptir.

Değer nedir diyoruz. Değer, kıymet demektir.

Kıymet kendi başına bir şey değildir, insan herhangi bir şey için değer ve kıymeti söz konusu eder. O şey nedir? Bir şey, insan gerçeğiyle irtibatlı olmadıkça insan onun için değer biçemez. Böyle bir şey imkânsızdır.

İslam şunu söylemektedir. Şeylerin en değerlisi olan değerli bir şey vardır sizde. Ve o da sizin melekuti ruhunuzdur. Daha önce alıntıladığımız hadislerde "Pahalı" olarak dahi tabir edildiğini gördük. İmam Sadık şöyle buyurmaktadır:



"Pahalı nefsin değerini, onun rabbi kabul ederim."  veya İmam Seccad'a, "insanların tümünden daha büyük olan kimdir?" diye sorulduğunda şöyle buyurmuştur: "Kendi nefsi karşısında hiçbir şeye önem vermeyen kimsedir." İnsan gerçeklerin en pahalısını kendi içinde hisseder ve o, kendisinin "gerçek ben"idir. Kıymet ona aittir. Onun için değer biçer çünkü değer biçtiği şey kendisidir. Tıpkı kendi vücuduna değer verenin, aslında kendi ruhuna değer vermiş olması gibidir. Yüce ahlakî duygular, onların sözüne göre insanoğlu için birer değerdir. Gönülleri, "Bunlar, manevi hayırlardır ve maddiyat da maddi hayırdır." demek istemez. Bizim filozoflarımız maddiyata "İnsanoğlunun maddi hayrı" demektedirler, maneviyata da "manevî hayır" demektedirler. Bu şekilde konu anlaşılmaktadır. Zaten söylenmesi gereken söz de budur. Maddî hayır ve manevî hayır demeleri zorlarına gider, çünkü mana ismi ve gerçek ortaya çıkmaktadır, onlar ise bunu kabul etmeği pek istemezler. Diyorlar ki: "hayır", maddî olan şeydir, ismi de menfaattir. Maneviyat nedir? O hayır değildir, menfaat da değildir, sadece değer ve kıymettir, bir gerçek değildir. İslam ise, bunların da hayır olduğunu söylemektedir; yapmakta olduğun ahlakî işlerle de hayrının peşindesin, fakat bu hayır, senin hayvanî tabiatının peşinde gitmediği bir hayırdır, bu hayrın peşinde giden senin melekutî gerçeğindir.

İnsanın kendi ahlak ve ahlakî duygusunun, kendi mücerret ruhunu tanımasına ve bu mücerred ruhu tanımasıyla gayb ve melekutî âlemden haberdar olmasına açılan bir kapı olduğu yer burasıdır. Çünkü insan, gayb ve melekutî âleminin bir ışığıdır. İşte buradan gayb ve melekutî âleminin bir ışığıdır. İnsan, melekutî bir ruh olduğu için onun cinsi, yücelik cinsidir. Zira melekutî cins, büyüklüktür. İnsan melekutî "beri'i hissettiği zaman bedeni aşağılamış olmaz:

"Nefsi kendi nezdinde yücelten kimse için şehevi istekler çok küçüktür." ([64])

Bu sözü defalarca tekrarladık. Kendi nefsinin büyük olduğunu hisseden hiç kimse bedenini aşağılamış olmaz. Zira daha önce bu yönde birçok rivayet nakletmiştik. İnsan, büyüklük âleminden ve büyüklüğün kendisi olan o "ben"ini hissettiği zaman bedenine hakaret etmiş, onu küçültmüş sayılmaz. Bu, şöyle bir adama benzer: Bu adam çok değerli bir tabloyu, örneğin Rafael'in tablosunu görür, değerini idrak eder. Bu tabloya bir pisliğin, kirli bir şeyin bulaşmasına müsaade etmesi imkânsızdır. Çünkü onun büyüklüğünü, değerini hisseder. İnsan kendisinin huzurî ilimle güçlülük âleminden olduğunu idrak edince zaaf ve güçsüzlükten nefret eder. Yani kendi nefsinin büyüklüğünü hissedince bedenî zaaf, alçaklık ve acizliği içine atmaz. Gıybet etmez, zira -daha önce okuduğumuz bir hadise uygun olarak- gıybetin, acizlik ve güçsüzlük olduğunu hisseder. Kıskançlık beslemez, çünkü kıskançlığın acizlik ve güçsüzlük olduğunu hisseder. Büyüklük taslamaz, çünkü büyüklenmenin nefsin aşağılığından doğduğunu anlamaktadır, insan aşağılık bir nefse sahip olmadıkça büyüklenmez:

"Bir kimse nefsinde aşağılık hissetmedikçe dünyada büyüklenmez, zorbalık ve zulüm etmez."([65])

Kibirli insan gerçek "ben"ini bulamamıştır. Eğer ir\san gerçek "ben"ini bulursa artık aşağılığı hissetmez, güçlülük ve büyüklüğü hisseder; büyüklenip zorbalık yapmaz, çünkü bu davranış, ruhuyla uyuşmaz. İnsan niçin ilimden hoşlanır da cehaletten nefret eder? Çünkü kendi gerçeği, gerçek benliği ilim âlemindendir, ilmin kendisidir ve cehaletten nefret eder. Niçin "Cömertlik" insan için, onların deyimiyle bir değer, bizim ifademizle manevî bir hayırdır? Çünkü cömertlik, rahmet ve mutluluktur ve insan kendisinin rahmet aleminden olduğunu, rahmet aleminden olmanın gereğinin de mutluluk vermek ve mutluluğu yaymak olduğunu hisseder. İslam mektebinde tüm ahlakî duyguların, "ben"ini bulmaktan ve "ben"inin gerçek duygusunu bulmaktan ortaya çıktığı şey budur. Eğer insan gerçek benliğini bulursa -bunların deyimiyle- ahlakî ve ahlakî olmayan değerlerin tümünün bir mana ifade ettiğini görecektir. Bundan sonradır ki insan tüm İslamî haberlerin ahlak babında özel bir felsefeye sahip olduğunu, ahlakın İslam'da kendini bilme mihveri üzerine kurulduğunu, büyüklük duygusunun gerçek benlikte olduğunu ve İslamî ahlakın bu temel esas üzerine kurulmuş olduğunu görür. O halde, İslam açısından insanda gerçekten iki "ben"in var olduğu, fakat insanda birbirinden ayrı ve bağımsız iki "ben"in var olması şeklinde olmadığı anlaşılmış oldu. O iki "ben", "gerçek ben" ve tufeyli, "zanna dayalı ben"den, yani gerçekte "ben olmayan" fakat insanın onu "ben" olarak zannettiği şeyden ibarettir. ("Ben" ve "Ben olmayan"dan ibarettir.) Kendisiyle savaşılması gereken ve bencilliklerin, kıskançlıkların, büyüklenmelerin, şehvetlerin ve zulümlerin kendisinden çıktığı o "ben", insanın "gerçek ben"i değildir. "Gerçek ben", fıtrî İslam'ın verdiği ilhamdır.

"Nefse ve onu şekillendirene, ona isyanını ve itaatim ilham edene andolsun..."([66])

MATERYALİSTLERİN GÖRÜŞÜ

Başkalarının da -hatta maddecilerin de- bir insanın "ben"inin kendisinin şahsi kimliğinin "ben"ine özgü kılınmayacağım söylediklerini belirtmiştik. Aslında insan şahsiyeti öyle bir şeydir ki, hatta maddecilerin en maddecisi bile insanın şahıs ötesi bir şahsiyete sahip olduğunu söylemektedir. Kaçınılmaz olarak bunların da düşüncede insanın daha yüce ve daha büyük bir "ben"e sahip olduğunu belirten bir görüş ileri sürmeleri gerekir. Nihayet, bu daha büyük olan "ben" nedir? Sorusuna cevap verme konusunda başka sözler peşinde gitmektedirler.

Bu ekollerden birisi bir söz söylemiştir ki, çok önemli felsefî meselelerle bağlantılı olduğundan dolayı genel hatlarına ve reddine işaret etmek zorundayım. Bu ekol insanda iki "ben"in var olduğunu söylemiştir: Biri ferdî (kişisel) "ben", diğeri külli (bütünsel) "ben"dir. Ferdi "ben", kendini bir fert (kişi) şeklinde hissettiğindir. Küllî "ben", bütün fertlerde var olan tabiî bütünlüktür, yani "in-san"dır. Kişinin insan sever olması bu açıdandır. Yani kişinin insan sever olması kendisinde biri cüz'î ve sınırlı "kişi ben"i ve diğeri bütünsel olan "insan ben"i şeklinde olan iki "ben"in var olmasından dolayıdır.

Bu söz, çok yanlış bir sözdür. Küllinin (bütünlük) manasını anlamamışlardır. Çok büyük filozoflar, özellikle İslam’a filozoflar bütünlük ve tabiî bütünlük gerçeği konusunda çok değerli araştırmalar yapmışlardır, Ebu Ali'den (îbn-i Sina) tutun da Sadru'l Müteellihîn'e kadar hepsi bu konu üzerinde konuştukları için bizim mesele üzerinde durmamıza gerek yoktur. Bunlar şu şekilde düşünmektedirler: insanda şerefli olan ve şerefliliği hisseden o "ben", tekrar tabiattan çıkmayan başka insanların "ben"idir. Maddî insanların aynısı. Denilir ki, benim kendimi hissettiğim yer, bu kurtarılması gereken o murdar, pis "ben"dir. İnsanı hissettiğim yerde yinekendimi hissediyorum, ama kendimi bütünsel insanın içinde hissediyorum, işte o, mukaddes "ben"dir. Biz de deriz ki; o bütünsel insan da diğer insanların aynısıdır, onlardan başka bir şey yoktur, buna ilave olarak, kişi (fert) deki bütünsel (küllî) insan, fertten başka bir şey değil, ferdin aynısıdır, aslında çok uzun bir hikâyedir.

SARTRE'IN SÖZÜ

Jean Paul Sartre gibi olan bazı kimseler başka bir söz söylemişlerdir. Diyorlar ki, insanın "ben"i, "beni olmamak" tır. İnsanın bir "gerçek ben"i vardır, birde "ben olmayan" mecazî bir "ben"i vardır, insanın "gerçek ben"i hiç "ben"e sahip olmamasıdır. Sizin, insan için farz ettiğiniz her "ben"i, aslında onun için tabiat, mahiyet ve huy olarak farz ettiğiniz şeydir. Aslında insan huysuz ve mahiyetsiz bir varlıktır, kendisinin yok edicisi ve mutlak özgür bir varlıktır. İnsan cevheri, her şeyden, hatta kendine bile sahip olmaktan mutlak özgürdür. Senin "gerçek ben'in, "kendine sahip olmamak" tır. Sen bir "ben" buluncaya kadar kendi "gerçek ben"ini kaybetmişsin.

Bu da bağlayıcı olmayan bir sözdür, fakat açıklanması ve aydınlatılması gerekir, daha sonra inşaallah onun açıklanması ve aydınlatılmasına çalışacağız.

MARKSİST'LERİN GÖRÜŞÜ

Burada belirtilmesi gereken bir görüş de Marksistlerin görüşüdür. Bunların da insanda iki "ben"in olduğunu teşhis etmekten başka bir çareleri yoktur sonunda. Çünkü insandaki bu iki temayülü inkâr etmek mümkün değildir. Bunlar şunu iddia etmektedirler: İnsanda kendisiyle savaşılması gereken, murdar olan bir "ben", yani "özel ben" vardır. Bir de insandaki "değerli ben", yani "ortak ben". Bunlar şu görüşü ileri sürmektedirler: insanoğlu üzerinden bazı devreler geçmiştir. O devrelerde mülkiyet olmamış, işte bundan dolayı da "ben" ve "biz" diye bir şey kullanılmamıştır. O dönemde insanlar arasında herhangi bir duvar yoktu, bütün "ben"ler bir tek "ben"di ve o da insanoğlunun "ben"i idi. Bir ailenin fertleri gibi. Zira bir "ben" onların tümünü şekillendirmektedir ve biz ona "aile beni" demekteyiz. Bu sınırlı ben: Benim malım, benim elbisem, benim evim, benim mülkiyet senedim vb. dediğimiz bu "ben", fertler arasına duvar çekmeye yol açmaktadır. Bütün bu mülkiyetlerle insanoğlu fertleri birbirinden ayrılmaktadır. Yani, önceden bir denizde toplanmış bir su hükmünde olan bu fertler, Mevlana'nın deyimiyle, bunların tümü (mülkiyetler sonucunda küçük sular şeklinde toplanmış) birbirleriyle ittihad (birlik) halindeydiler, elbette Mevlana'nın maksadı bundan ayrı ve daha yüce bir mana ifade eder:



"Hepimiz bir tek cevher durumunda olduğumuz halde geniş idik. Bütün o başlarla birlikte başsız ve ayaksız idik.

Güneş gibi bir cevher idik. Tıpkı su gibi saf ve grupsuz idik."

 Mevlana bunu irfani gerçekler konusunda söylemektedir. Marksistler ise, toplumsal bir iş konusunda bunu söylemektedirler. Bunlar şöyle demektedirler: Başlangıçta insanoğlu ortak bir yaşamı paylaşıyordu, insanoğlunun bütün fertleri bir denizdeki su gibiydiler. Bu başsız mülkiyet geldi ve bu suyu parça parça etti, araya duvar çekti ve parçalara ayırdı. İşte buradan "kişisel ben" ortaya çıktı. Kendisiyle savaşılması gereken o "ben", "kişisel ben" ve "özel ben"dir. Siz mülkiyetle savaşınız, ahlakın kötüsünü kökünden kazımış olursunuz. Ahlaktaki tüm kötülüklerin kökü mülkiyettir. Ortaklığı sağlayın, böylece toplumsal bir "ben" ortaya çıkarmış ve onun arkasında "toplumsal ben"e bağlı olan tüm ahlakî güzellikler elde etmiş olursunuz.

BU GÖRÜŞÜN ELEŞTİRİSİ

Bu da daha çok bir şiire benzeyen bir sözdür. Şimdilik bunun sadece bir yönünü sizlere açıklayacağım, eğer fırsatımız olursa daha sonra genişçe açıklayacağız.

Bunlara bir soru soralım: Acaba insan fertleri araşma duvar çeken, yani "ben"leri birbirinden ayıran o şey, sadece mülkiyete mi özgüdür? Acaba hayattaki tüm nimetler, servetten doğan nimetlere mi özgüdür? Acaba insanoğlunun hayatında başka nimetler de var mıdır? Bir arada yaşayan bir ailenin fertlerinin mülkiyet açısından da birbiriyle ortak bir yanlarının olduğunu farz etsek bile, acaba erkek ve kız kardeşler arasındaki "ben" ve "biz" tamamıyla ortadan kalkıyor mu? Yoksa "ben" ve "biz"i icad eden başka şeyler mi vardır aralarında? Acaba bir toplumda, hatta mal ve serveti ortak ve eşit bir şekilde dağıttığını iddia eden komünizm toplumunda bile -ki böyle yapmamaktadırlar, sözde vardır, fakat pratikte yapmıyorlar- mesken, makam, şöhret, dostluk ve güç gibi işler de eşit bir şekilde taksim ediliyor mu? Acaba gerçekten falan çelik fabrikasında çalışan ve ölmemesi için kendisine sadece bir ekmek veril-ne falan işçi örneğin Brejnev'in sahip olduğu aynı güce sahip midir? Acaba insanoğlu için güç, esas değil midir? İnsan serveti güce feda etmektedir. Kadın nasıldır? Acaba kadın konusunda da ortaklığı sağlayabilmişler midir? Hayır, sağlamak istemişlerdir, fakat böyle bir şeyin imkânsız olduğunu görmüşlerdir. Acaba o nimet değil midir? Ve buna benzer başka binlerce nimet. İlave olarak, insanın ahlakî değerleri toplumsal ortaklıklarla asla şekillenmeyen bir takım değerlerdir. Toplumsal ortaklığın en son sınırı, herkesin servette birbiriyle eşit olmasıdır. Bunun, bir insanın, örneğin kendisini savaşlarda diğer insanlar için feda etmesiyle ya da başka insanlara nispetle gerçek karşısında insaflı olmasıyla ne alakası vardır? Bu konu hakkında da inşaallah daha sonra bazı açıklamalar yapacağız.      

O halde, İslamî açıdan insanın bütün ahlakî duygularının anası, "ben"in içindeki ve kendi "gerçek ben"indeki büyüklük, şeref, izzet, güç ve yücelik duygusudur. O da gerçek büyüklük, şeref, izzet, güç ve yüceliktir. Ve insanın "gerçek ben"i Yüce Allah'ın Kur'an'da açıkladığı; "Ona ruhundan üfledim" ayetinin ta kendisidir. İslam'ın ahlakı açısından kâmil insanlar, yani kendilerini başkalarından daha çok tanımış olan insanlar, şeref ve büyüklüğü kendi zatlarında başkalarından daha çok hissetmişlerdir.

Daha önce de arz ettiğimiz gibi İmam Hüseyin'in kahramanlıklarının tümü nefsin büyüklük, izzet, şeref ve yüceliği etrafında dönüp dolaşmaktaydı. Onun iyiliği emir, kötülükten nehyedişi de bu tür duygulardan bir duygudur. Şöyle buyurmaktadır:

Ey İnsanlar! Gözleriniz görmüyor mu? Yoksa siz iyiliklerin nasıl terk edildiğini ve uzaklaştığını ve kendileriyle amel edilmediğini görmüyor musunuz? Kötülüklerin nasıl revaç bulduğunu görmüyor musunuz? Müslüman olan bir mü'min, şerefli olan bir insan, ölümü her zaman bu tür kötü tablolarla karşılaşacağı ve hiçbir zaman insanlığın yüce, şerefli tablolarıyla karşılaşmayacağı bir hayata tercih eder. Mü'min kişi, bu tür (kötü) şartlar altında Rabb'ıyla yüzleşmeye rağbet eden bir kişi olmalıdır. Yani kesinlikle bu dünyadan nefret etmeli ve ondan uzaklaşmalıdır. Veya İmamın başka bir ifadesiyle:

"Mü'min, bu tür şartlarda Allah'a kavuşmaya rağbet etmelidir..." ([67])

Bu, insanda nasıl bir duygudur: Zorba ve zalimlerle yaşamak, gözümün yanlızca zalimlere karşı kapanmasını isteyen, bunlarla beraber olmamı, onlarla aynı yolda yürümemi isteyen bir hayat, benim için hayat değil, ölümdür, sıkıntıdır. Benim için saadet; bu tür şartlar altında kalmaktansa ölmemdir. Bu tür şartlar altında ölüm benim için saadettir.([68])

Aşura gününde çadırının kapışma gelip durarak çok yüce kız-kardeşine şöyle hitap ediyor:

"Ey bacım! Süt emen çocuğu yanıma getir de ona veda edeyim. "([69])

Bu küçük çocuğun annesi orada olmasına rağmen, Eba Abdullah, kendisinden sonra ev halkının başının Zeynep olduğunu göstermek istediği için kız kardeşine sesleniyor. Zeynep gidip Eba Abdullah'ın süt emen küçücük çocuğunu getiriyor. Hüseyin bu çocuğun yüzüne bakıyor. Birkaç gündür annesi su içmemiştir. Bilindiği gibi, kadının, kendisinde bir rahatsızlık olduğu zaman artık, göğüsleri süt vermez. Burada ise, değil bir rahatsızlık, kaç gün ve gecedir kadının boğazına bir damla su girmemiştir. Bu durumda Eba Abdullah'ın bu küçücük çocuğunda ise açlık ve susuzluğun ortaya çıkması kaçınılmazdır. Sevginin merkezi olan Hüseyin, bu çocuğu öpmek için tutup kucağına alır. Düşman, kendi askerlerinden birine emrederek, "Ne güzel bir hedef bulduğuna bak, eğer maharetini gösterebilirsen, nişan al." der. Asker, Neyi nişan alayım?" der. Komutan, çocuğa nişan almasını söyler. Çocuk, Eba Abdullah'ın ellerinde olduğu bir anda onun bir kuş gibi başının kesildiğini ve el ve ayaklarını çırpmakta olduğunu görürler. Fakat Hüseyn'in o feryat ve bağırmayla yaptığı iş, avuçlarını kandan doldurup gökyüzüne doğru savurarak şöyle söylemesidir:

"Allah 'ın rızası yolundadır ve Allah bunu görmektedir. "

Artık bu, Hüseyn için hazmedilemeyecek bir şey değildir.

Allah'ım gönüllerimizi iman nuruyla aydınlat, bizlere İslamî ahlakın en yücesiyle yücelik bağışla, bizleri ahlakî rezilliklerden uzak tut. Kişisel, ahlakî ve toplumsal izzeti bütün Müslümanlara ihsan et. Onları düşmanları üzerine muzaffer kıl, bu toplumun meşru ihtiyaçlarını karşıla, ölülerimize rahmet ve ihsanını bağışla.

------------------

[19]Mevlana, Mesnevi, sh. 345.

[20]Paskal, Avrupa’nın meşhur matematik üstatlarından biridir. Onun çok büyük bir üstat olduğu söylenir

[21] - Al-i İmran, 134, (ayet Muttakilerin vasıflarını anlatır.)

[22]İsrailoğullarından bir padişahın ismidir (çev.)

[23]Tevriye: Hakikati gizleme (çev.)

[24]Kurma: Türkçeden Farsçaya geçmiş bir kelimedir. Türkçedeki kavurmanın karşılığıdır. Et ve yağdan ibarettir. Farsçada baştaki kelimenin "ğayn" mı olduğu "Kaf" mı olduğu ihtilaflıdır. (Çev.)

[25]İranlı bir şair (çev.)

[26]Cemşit'in kısaltılmışı. Şehname'ye göre eski İran’da -Pişdadî'lerin dördüncü hükümdarı.

[27]Müntehe'l Amal, c. 1, sh. 113

[28]Müstedrek 2/217, el-Lü'lü ve'l Mercan, sh. 38, Bihar, c. 43, sh. 272, çeşitli tabirler

[29]Mefatihu'l Cenan, sihir duası

[30]Mevlana, Mesnevi, c. 3, s. 218

[31]Nehcu'l Belağa, babul hikem, 229. Hadis, sh. 1192 

[32]Biharu'l Envar, cilt 41,101. bölüm, sh. 14, Hz. Ali'den

[33]Nehcu'l Belağa, 175. Hutbe 

[34]- Nehcu'l Belağa, Kitab 31, bölüm 46, sh. 929 



Yüklə 1,6 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   5   6   7   8   9   10   11   12   ...   15




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin