BiRİNCİ oturum tabiİ Fİİl ve ahlakî FİİL


"... (Kur'an'ın ayetlerini) işittikleri zaman derhal ağlayarak çenele



Yüklə 1,6 Mb.
səhifə6/15
tarix26.08.2018
ölçüsü1,6 Mb.
#74557
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   15

"... (Kur'an'ın ayetlerini) işittikleri zaman derhal ağlayarak çeneleri üstüne düşer ve secde ederler..." (İsra: 107 - 109)

Gece yanlarında, Kur'an ayetleri halktan ne kadar gözyaşı döktürmüştür! Dökülen bu gözyaşları şunun sonucudur: Bu çok güzel örtünün içindeki manalar, bu güzel duygular insanın manevî dostluğunu kendi yetkisi altına alır ve kendisine itaat ettirir.



"Resul'e indirileni (Kur'an'ı) dinledikleri zaman, gözlerinden yaş aktığını görürsün. Zira O'nun gerçek olduğunu anlamışlardır." (Maide: 83)

 

ALİ'NİN (AS) SÖZÜNÜN GÜZELLİĞİ



Hazreti Zeyneb'in ifadesiyle: Beni Ümeyye, Ali'nin adının dünyada anılmaması ve O'na ait bir sözün olmaması için yeryüzünün her tarafını ve gökyüzünün ufuklarını tutmuşlardı. Ali'nin (AS) dünyada ölmemesinin temel sebeplerinden biri (açıkça görülen tabii sebepleri söylemekteyiz) Ali'nin, son derece güzelliği olan sözlere sahip olmasıdır. "Nehcu’l Belağa" gerçekten Nehcu'l belağadır. (Nehcu'l Belağa: Belagatın açıklığı Çev.) Düşman bile Ali'nin sözlerini anlamak ve ezberlemek ister. Arap fesahet ve belagatının ne kadarına sahibiz. Ali'yle arası iyi olmayanlara bile "'Sen bu fesahat makamına nereden ulaştın!" diye sorulduğunda, birisi, "Ali'nin söylediği hutbelerden yüz tanesini ezberledim, sonra zihnim coştu da coştu" der. Bir başkası "Yetmiş hutbe ezberledim" der. Bir diğeri "Başının ön kısmında saç bulunmayan adamın sözlerini ezberleyerek!" der.

Abdulhamid çok ünlü bir kâtiptir. Mervan-ı Humar ismiyle tanınan Emevilerin son halifesinin sarayında İranlı bir yazardır. Çok fevkalade bir yazardır. Nitekim şöyle demiştir: "Yazarlık, Abdulhamid 'le başladı, Ibnul Amid 'le sona erdi." O, ya takiyye üzere veya gerçekten Ali (AS) ile arası iyi olmadığından, kendisine, "Sen bu yazarlık mesleğini nereden öğrendin?"diye sorulduğunda şöyle cevap verdi: "Başının ön tarafında saç bulunmayan adamın sözlerini ezberlemekle" Düşman bile Ali'nin sözlerini ezberlemezlik edemiyordu.



"Nehc-ül Belağa", O, Seyyid Rıza'nın yapımıdır diyen kimselerin ve değersiz sözleri ona yakıştıranların bakmaları gerekir: Mes'udî, Seyyid Rıza'dan yüzyıl önce yaşamıştı. O herkesin kabul ettiği bir tarihçidir, Şii mi Sünni mi olduğu belli değildir. Şii olsa bile bizim bugün olduğumuz şekilde bir Şii kesinlikle değildir. Ali'ye (AS) az temayülü vardır, en azından Ali'nin düşmanı değildir. Onu Şii saymak mümkün değildir. Seyyid Rıza'dan yüzyıl önce yazdığı Mürucu 'z Zeheb adlı kitabında Ali'nin sözlerini naklettiği sözlerinden haberlerinden ve zühdünden de bir parıltının zikri isimli başlık altında şunları söylüyor: "Şu anda Ali'nin dört yüz seksen küsur hutbesi, halkın yanında mahfuzdur." Oysa Nehcu'l Belağa'da olan hutbelerin sayısı iki yüz otuz dokuzdur. Yani Seyyid Rıza, Mes'udî'nin açıklamış olduğunun yarısından daha az hutbe yazmıştır.

Ali'nin (AS) o harikulade fesahati, yani hakkında "yaratıcının sözlerinden daha düşük, yaratılanların sözlerinden daha yüce" denilen sözlerinin o fevkalade güzelliği bu sözlerin ortadan kalkmasına engel oldu, hâlâ da engeldir. Bu, çok etkili bir sebeptir. O halde, şiir, fesahat, belagat, edebi nesir ve bunların tümü güzellik kategorisine girer, fakat bunlar düşünsel güzelliklerdir, duygusal güzellik değil, yani göz, kulak, doku, koku ve tada bağlı değildirler. Yalnız ve yalnız insan düşüncesine bağlıdırlar.

AKILCI GÜZELLİK

Şimdi gelelim güzelliğin cinsi arzulara bağlı güzelliklere özgü olmadığı konusuna. Bu güzellik, bu âlemde hissedilen her şeyde vardır. Sadece bu âlemde hissedilenlere de özgü değildir, düşünsel manalara da bağlıdır, bir adım daha ileri gidersek, bu anlatılanlardan daha yüce ve geniş anlamlan da mevcuttur: Makul güzellik, yalnızca insan aklının idrak ettiği güzelliklerdir, insan duygusunun ve insanın hayal gücünün idrak ettiği değil. Bu, daha yüce bir mertebe ve zirvededir, buna aklî güzellik denilmektedir. Bunun karşıtı, aklî kirlilik ya da aklî çirkinliktir. İslam kelamcılarından bir kısmının (Şia ve mü'tezile kelamcılarının, eşariyenin değil) ve aynı şekilde İslam fakihlerinden bir kısmının yine Şia’nın ve kelamı açıdan mütezilî olan bir grup ehl-i sünnet fakihlerinin) bazı işlerin akli güzellik olduğuna, bazı işlerinde akli çirkinlik ve kirlilik olduğuna inanmaları bundandır. Yani insanoğlunun iki çeşit işinin olduğunu iddia ederler: Bazı işler kendi zatındandır. (yani) işlerin bizzat kendileri güzel ve cemal sahibidir, azametlidir, cazibe ve çekiciliği vardır, hareketi meydana getirir, aşk ve ilgiyi oluşturur, övgüyü doğurur. Bazı işler ise böyle değildir. Aslında konumuz, insanın yapmakta olduğu bir kısım işlerin normal ve tabii işlerden farklı işler olduğu noktadan başlamıştı, insanoğlunun tabii ve normal işleri, övgü, medih ve sitayişleri gerektirmeyen işlerdir. Fakat bazı işler de var ki kendilerinde sevinç, azamet, yücelik ve büyüklük vardır, cemal ve güzellik vardır, kendi karşısında tevazu, alçakgönüllülük ve güzelliği doğurur. Bu, görünüşte de böyledir. Bir insanın, kendi toplumunun kurtuluşu için kendini feda ettiği, başkalarının rahatı için meşakkate katlandığı halde övülmediğini gören var mı?! Kur'an-ı Kerim Peygamber (SAA) hakkında şöyle buyurmaktadır:



"Andolsun, içinizden size öyle bir peygamber geldi ki, sıkıntıya uğramanız ona ağır gelir, size düşkün, müminlere şefkatli, merhametlidir." (Tevbe: 128)

Sizin kendi cinsinizden sizler için bir peygamber geldi, O'nun bir özelliği de sizin bedbahtlıklarınızın, hatalarınızın, tutulduğunuz cehalet ve bilgisizlikten veya başka bir şeyden dolayı idrak edemediğiniz ve rahatsız olamadığınız meşakkat, sıkıntı ve rahatsızlıklarınızın ona ağır gelmesi ve katlanmasıdır. Sizler büyük bir bedbahtlık içindesiniz ve bunu idrak edemiyorsunuz. Fakat o bundan sıkılır, rahatsızlığına karşı tahammül eder, eziyet çeker; sizin rahatsızlığınızın eziyet ve acısını. İşte bu davranışın takdis, azamet, yücelik, büyüklük ve övgüye değer olduğu açıktır.



Bu nazariyenin dediğine göre, ahlak mektebinde, insanoğlunun, ahlaki davranışların manevi güzelliklerini anlayabileceği işler yapınız. Fedakârlık güzelliği, direnme güzelliği, kendisi hakkında başkasına nispetle insaflı olma güzelliği, affetme güzelliği, hilm güzelliği, tahammül güzelliği, bağışlama güzelliği, kerem güzelliğini anlayacak davranışlarda bulununuz. Eğer bu güzellikleri, duygusal güzellikleri anladığı gibi anlayabilirse bu takdirde bu davranışlara doğru cezp olur. Örneğin güzel bir halıyı gördüğü zaman ona âşık olur ve güzelliğine kapılır, ona asıl değerinden daha fazla bir değer verir. Niçin? Çünkü onun güzelliğini anlamıştır. Öyle işler yapınız ki, halk üstün ahlakın güzelliğini anlasın, güzellik konusundaki düşünceleri cinsel davranışlara bağlı meselelerle sınırlı kılmasın, tabiatta var olan başka binlerce güzelliği, hayali anlayan güzellikleri hissetsin, sonra daha yükseklere, zirveye çıksın, iyi işlerin güzelliklerini, iyi davranmanın güzelliğini anlasın, bunlara karşılık olarak kötü işlerin kötülüğünü, beğenilmezliğini ve çirkinliğini hissetsin. Bir iş yapınız ki kesinlikle yalan onun nazarında kötü ve çirkin bir şey olsun. Kendi zevkinin ondan nefret ettiği bir şey olsun. Dilinizi gıybet etmekten nefret edecek şekilde ıslah ediniz. Acaba siz ahlakçıların, yani kendilerini tamamıyla terbiye etmiş olan kimselerin dillerini, gıybetten nefret edecek, yalan söylemekten, halka ihanet etmekten, halkın hakkına tecavüz etmekten, onlara zulmetmekten nefret edecek bir duruma getirdiklerine inanıyor musunuz? Onların dili kesin olarak bu davranışları beğenmez, istemez ve onları uzağa atar. Dilinizi düzeltiniz. Fakat aklî dili düşünsel dili, manevî dili düzeltiniz. Dil düzelince insan da kendi kendine bu şekle gelir. Bunun yolu nedir? Elbette bunun bir yolu vardır. Her fıtrî duyguyu terbiye ile yetiştirmek çok güzel olur. Kendi hayatımızda dilleri, ağızlarında bir gonca gibi güzel olan nice insanlar görmüşüzdür. Dilleri Allah'ı zikretme ve anlamaktan öyle lezzet bulur ki, hiçbir tabii yemekten ve cismi lezzetten o kadar lezzet ve haz bulamaz. Böyle bir insanın dili; ibadetten lezzet bulan halkın hidayet ve irşadından lezzet alan, halka ihanet etmekten nefret eden, gıybetten nefret eden bir şekildedir. Allah ona, "ben seni gıybetlerinden dolayı cezalandırmayacağım, doğru sözlülüğünden dolayı da mükâfatlandırmayacağım. Şu andan itibaren sorumluluk üzerinden kalkmıştır, sen özgür ve serbestsin, ister gıybet et ister gıybet etme" dese bile yine de gıybet etmez. Çünkü onun dili, gıybet etmekten, töhmet altında bırakmaktan, fahşadan (kötülükten), ve her türlü kötü işten nefret ederek, adaletin güzelliğini idrak edecek, ihsanın güzelliğine idrak edecek, fuhşiyatın kötülüğünü anlayacak, (Kur'an'ın ifadesiyle) bağyin kötülüğünü idrak edecek bir dereceye ulaşmıştır. Kur'an'ın çok hayret verici bir ifadesi vardır: "Ma'rufve münker" demektedir. Münker kötülük demektir.

"Allah adaleti, ihsanı, akrabaya vermeyi emreder. Fahşa (edepsizlik) dan, münker (fenalık) den ve bağy (azgınlık) den meneder. Öğüt almanız için size böyle öğüt verir." (Nahl: 90)

Buraya kadar anlattıklarımız İslam kelâmcılarının ve onların peşinden fıkıhçıların "güzellik ve çirkinlik" bölümünde söylemiş oldukları şeylerdir.

EFLATUN'UN GÖRÜŞÜ

Bu konuda başka bir söz daha vardır. O da şudur: "aslında ahlak, ruha bağlı olarak güzeldir, davranış haddizatında güzel olduğu için değil." Ahlak, insan ruhunun, ruhun kendisi güzel olmasıyla ortaya çıkardığı haldir. Her ne kadar davranış güzel ise de ruhun tabiatıyla güzeldir. Burada birinci görüş, "davranış haddizatında güzeldir ve ruh kendi güzelliğini davranışından kazanmaktadır." Şeklinde, bu görüşün zıddı ise "ruh güzeldir, davranış ise kendi güzelliğini ruhtan kazanmaktadır." biçimindedir. Bu görüş Eflatun'a aittir. Eflatun, Ahlakın temelini adaletin üzerine oturtmuştur. Yani, ahlakı adaletle eşit görmekte, adaleti de güzellikle eşit görmektedir. Şöyle diyor: İnsanoğlu adaleti, güzelliği ve hakikati tanımasına rağmen bunlardan hiçbiri tarif edilemez... Fakat yine de adalet için eksik bir tarif elde etmeğe çalışmıştır: "Adalet, parçaların bütün ile beraberliğinden ibarettir." demiştir. Hatta tarif ettiği toplumsal adalet konusunda da şöyle demektedir: Toplumsal adalet, her ferdin yapabildiği kadarıyla çalıştığı ve kendi çalıştığının değerinde mükâfat alması demektir. Bütün fertler böyle olmalıdırlar. Eğer toplum, bu tür fertlerden oluşursa o zaman bu toplumun tüm parçaları birbirine uygundur. Yoksa birisi çok çalışır, bir diğeri az çalışır da birincisinin çalıştığım karşılığı ikincisine verilirse veya biri aslında çalışmaz ve fakat başkalarının çalıştığının karşılığını kendisine alırsa bu doğru değildir. Bu takdirde, fertler adil olmadıkları gibi toplum da adil değildir. Adil olmayan toplum güzel değildir, adil ve güzel olmayan toplum da kalıcı değildir. O (Eflatun)'nun adalet konusunda şöyle bir sözü vardır: "Ahlak, yani düşünceler, eğilimler, istekler, irade ve kararlardan oluşan bir bütün olan insanın ruh sisteminin parçaları -bir otomobil gibi- bir birileriyle uygunluk arz etmelidirler." Fakat demiştik ki, uygunluğun kendisinin formülünün ne olduğunu kimse açıklayamaz. Şu kadarını söylüyor: "Olgunluğun uygunluk, ölçü ve bütünlüğü insanın ruhi unsurları arasındadır." Ona göre, başkasının kendisini çok yüce bir övgüyle methettiği bir insan, insan-ı kâmildir, yani ruhi açıdan sonsuz derecede güzel olan bir insandır. Bizim de söylediğimiz gibi, güzellik, kendisiyle beraber cazibe ve çekiciliği getirir, aşk ve isteği doğurur, hareketi doğurur, övgüyü doğurur; öyle ki Ali'nin (AS) özelliklerinden birisinin, bu insanın ruhunda olan melekutiliğin adalet, ölçü ve olgunluğun bütünlüğü olduğunu görmekteyiz. Eskiden beri kâmil sıfatlı ve zıtlıkları kendinde toplayan bir insandır. Safiyuddin Hıllî şöyle demektedir:

"Senin varlığında bütün zıtlar bir yerde toplanmış. Bundan dolayı sende benzer olanlar bulunamaz." ([27]) Seyyid Rıza, Ali'nin (AS) bir sözü hakkında şöyle demektedir: Birkaç yönlü bir sözdür ve bütün yönleriyle güzeldir. Ali, her alanda söz söylemiş ve hep de güzel söylemiştir. Çünkü onun ruhu bütün alanları kapsayan bir ruhtur, günümüz ifadesiyle birkaç boyutlu bir ruhtur. Sadece birkaç boyutlu değil, tam tersine, birkaç boyutlu olmakla birlikte onun çeşitli boyutları arasında bir çeşit ölçü ve uygunluk vardır. Ruhlarda ve akıllarda yer etmesinin sebebi budur. Bu, artık göze, kulağa veya kokuya ya da tatmaya ve bütün olarak duyu organlarına bağlı değildir, insanın ruhuna bağlıdır. '

İnsanlar, Ali'nin güzelliğini tarif edemeksizin onu idrak ediyorlar, " güzellik çekici olduğu için Ali'ye tutuluyorlar. On dört asır geçtiği -halde Ali'ye binlerce, hatta milyonlarca insanın sevgi beslemediği, ona tutulmadığı bir asır yoktur. Ali'yi sevmek niçin imandır? Çünkü Ali'yi sevmek, adil ve ölçülü bir ruha aşk beslemek, kâmil bir insana aşk duymak, insanlığın olgunluğuna aşk beslemek ve Allah'ın ve Resulü'nün davet ettiğine aşk beslemektir. Bu, şahsa tapmak değildir, hatta şahsı sevmek de değildir, bundan daha yücedir. Gerçekte Ali'yi seven, "Ben o büyük ruhun harikulade güzelliğini idrak ediyorum, O kâmil insanın adalet ve ölçüsünü idrak ediyorum, ben insan-ı kâmilin manasını anlıyorum" diyerek kendisini övmektedir. Bir adam ki, kendi döneminin tarihinin O'nu bütünüyle uzaklaştırmasına, mazlumlaştırmasına eziyet etmesine rağmen yine de bu on dört asırlık tarihin derinliklerinden O'na övgü sesinin yükseldiğini görüyoruz. Onu övenler, sadece Şii olarak tanınanlar değildir. Ehl-i sünnetin dilinden de ona övgüler yükselmiştir tarihin her sayfasında. Ve hatta sadece Müslüman olanların da dilinden değil, kâfirler, Hıristiyan ve Yahudilerin de dilinden yükselmiştir. Bir vicdana sahip olan herkes Ali'yi övmektedir.

İbn-i Şehr Aşub, Menakıb adlı kitabını yazdığı zaman şunu iddia ediyordu: "Ben Menakıb yazdığım şu anda bin tane Menakıb kitabı (Hz. Ali'nin menakıbı) mevcuttur." Ben o kitapların da müellifin kütüphanesinde olup olmadığını veya en azından onların fihristinin elinde olup olmadığını bilmiyorum. Bu, insanoğlunun fıtratından doğar. İnsanoğlunun fıtratının Yusuf un (AS) güzelliği gibi bir güzellik karşısında cezp oluşu gibi. Zira Kur'an-ı Mecid, Yusuf un kıssasını sonsuz derecedeki bir güzellik, fesahat ve belagat içinde açıklamıştır. Gerçekten hayret vericidir:

"... Kadınlar Yusuf'u görünce onu gözlerinde büyüttüler (ona hayranlıklarından ötürü) ellerini kestiler ve Allah için, hâşâ bu insan değildir; bu ancak güzel bir melektir" dediler. "(Yusuf: 31)

Evet, Yusuf'un yüzünün insanoğlunun fıtratını kendine çekmesi gibi bir insan-ı kamil'in manevi yüzü de insanoğullarını kendi fıtratının derinliklerinden kendisine çeker.

Peki, ya Hüseyn b. Ali (a.s)! Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur:

"Hüseyin'e (AS) karşı mü'minlerin gönüllerinde gizli ve saklı bir sevgi vardır. "([28])

Bu "gizli ve saklı" kelimesi büyük manalar taşır. Yani, mü'minlerin gönlünde mevcuttur, fakat genellikle göremiyorlar. Bilmeden dahi olsa, Hüseyin'in sevgisi her mü'minin gönlünde mevcuttur. Bazıları, Allah'ın bir sevgiyi dışarıdan kasrî (zorla) ve cebrî bir şekilde mü'minlerin gönlüne yerleştirdiğini düşünebilirler. Hayır, böyle değildir. Her mü'minin fıtratının derinliğinde Hüseyin'in ki gibi bir yüceltme vardır. Eğer Hüseyn (AS) de olmasaydı, O'nun yerine başka bir Hüseyn olsaydı ve Onun yaptığı işin aynısını yapsaydı bu yönü böyle olurdu, yoksa mü'minlerin tertemiz gönülleri O'nu nasıl övebilir ve sevebilirlerdi. Sadece bir çocuğu olan bu bir tanecik çocuğu ölen bir kadın nasıl ağlar ise işte Hüseyin için de öyle ağlamak gerekir.

 

 



 

BEŞİNCİ OTURUM

 

 

TAPINMA NAZARİYESİ



Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla

"Hamd, bütün varlıkları yaratan âlemlerin Rabb'ı olan Allah'a mahsustur. Salat ve Selam Allah'ın kulu, Resulü, günahlardan arındırılmış, sırrı koruyan, risaletini tebliğ eden, efendimiz, peygamberimiz Ebu'l-Kasım Muhammed'e ve O'nun günahlardan arındırılmış tertemiz ve güzel yakınlarının üzerine olsun. Lanetlenmiş şeytandan Allah'a sığınırım.



"Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım."(Zariyat: 56)

İnsanoğlunun ahlaki davranışları konusundaki görüşlerden biri de "Kulluk" görüşüdür. Denilmektedir ki, insanoğlunun, tabii davranışlardan farklı olan ve insanoğlunun tüm fertlerinde var olan, herkesin o davranışları yüceltip övdüğü, şereflice ve insanca ve tabii davranışlardan daha üstün bildikleri o bir takım davranışları küllük kategorisindedir. Bundan önceki gecelerde arz ettiğim önceki görüşlerde bazılarının bu tip davranışları sevgi ve muhabbet türünden bildikleri, bazılarının akıl, bilgi ve düşünce türünden, bazılarının güçlü irade türünden, bazılarının insan vicdanının sesi ve bazılarının da güzellik kategorisinden kabul ettikleri açıklığa kavuştu. Şimdi de şunu açıklayalım: İnsanlığın, bu tür mukaddes davranışların tabiatı konusunda başka bir görüş de vardır, o da, bu davranışların kulluk kategorisinde, Allah'a ibadet kategorisinde, fakat bilgisizce bir ibadet kategorisinde olduğudur. Örneğin, ahlaki davranışları güzellik türünden bilen o kimse şunu söylemekteydi: Güzellik, duygusal güzelliklere özgü olduğu ve akla dayalı güzellik de güzellik olduğu için ahlaki davranışta bulunan kişi akli güzelliği ahlaki güzellik zanneder ve bu güzellik onu tıpkı ahlak dışı bir davranış olan kötülüğün kendisinden nefret ettirmesi gibi kendine doğru çeker. Ahlaki davranışlarda güzellik cazibesi türünden bir cazibe vardır ve ahlak karşıtı davranışlarda da güzellik karşıtı def ediciler (iticiler) türünden bir def edici (itici) vardır.

Fakat bu görüş, hayret verici bir görüştür. Gariplik şuradadır: Ahlaki bir davranışta bulunan bir kimse, hatta kendi uyanık şuurunda Allah'ı tanımayan ve Allah'ın varlığını itiraf etmeyen veya faraza itiraf etse kendi uyanık şuurunda bu davranışı Allah rızası için yapmasa ve bu davranışıyla Allah'a kulluk etmiş olmasa bile onun ahlak davranışı bir tür Allah'a kulluktur, bilgisiz olarak yapılan bir kulluk...

AÇIK ŞUUR VE GÖRÜNMEYEN ŞUUR

Bilgisiz olarak (cahilce) Allah'a kulluğun olması mümkün mü? diye bir soru sorulabilir. Bunun cevabı şudur: Evet, hatta bizim bilgisiz olarak Allah'a tanıdığımız yerler de vardır. Yani bütün halklar fıtratlarının derinliğinde -günümüz ifadesiyle cahilce-kendi ilahlarını tanımaktadırlar. Toplum bireylerinin Allah'ı tanıma konusundaki farklılığı haberdar olma aşamasındadır. Bu konu, her ne kadar dün, yani geçmiş asırlarda kendisine inanmak az müşküllü idiyse de bugün ona inanmak çok kolaydır. Yani bugün bu konu ispata kavuşmuştur: İnsan iki tür şuura sahiptir; açık olan şuur ve görünmeyen şuur, yani insanın kendisinden haberdar olduğu ve bildiği şuur, diğeri ise kendi başına bir tür haberlilik olan fakat insanın açıktaki şuurunun ondan habersiz olduğu şuur. Hatta günümüz psikoloji bilginleri, insan şuurunun en çok kısmının insanın görünmeyen şuuru olduğu ve en az kısmının da insanın, varlığını bildiği şuur olduğu inancındadırlar. Örneğin, şayet biz iç dünyamıza müracaat eder ve iç benliğimizin detaylarını kontrol edersek bir miktar duygu, bilgi, haber, eğilim, kinler, sevgiler ve bu tür şeyler buluruz, daha sonra da bundan başka bir şeyin olmadığını düşünürüz. Hâlbuki haberler, bilgiler, idrak edilenler ve de düşünceler, duygular ve eğilimlerden çoğu kendilerinden habersiz olduğumuz bir şekilde ruhumuzun derinliklerinde yer etmiştir. Yani, benim ruhumun büyük bir kısmı sizinle konuştuğum "ben "den gizlidir. Ve sizin ruhunuzun büyük bir kısmı sizin şu anda sözlerime kulak vermekte olduğunuz "siz "den gizlidir. Misal olarak şöyle demektedirler: Eğer siz bir karpuzu bir su havuzuna atarsanız o karpuzun kaçta kaçı suyun üstünde olur? Az bir kısmı. Şayet onda dokuzu suya batmışsa onda biri dışarıdadır. Ya da eğer büyük bir buz parçasını su havuzuna atarsanız onun kaçta kaçı suyun üstünde olur ve kaçta kaçı suya batar? İşte insan şuuru da bu şekildedir. Açık olan kısım gizli olan kısma nispetle daha azdır.

Âlem de aynı şekildedir. Kur'an'ın ifadesiyle şehadet âlemi olan bu tabiat âlemi, gayb âlemi ve gizli gerçekler karşısındaki oran bundan çok daha fazla değilse bile hemen hemen aynıdır. Bütün Samanyolu ve yıldızlan içine alan tabiat âlemi ve sonunun nerede bittiğini bilmediği için insanoğlunun sonsuz feza dediği -gerçekten de sonsuzdur- bu feza, bu âlemi içine olan bir âleme nispetle, yani âlemin gizli olan kısmına nispetle çok küçüktür. Hadisin ifadesine göre şunun gibidir: Bir yüzük bir çöle atılırsa, o yüzük sahraya nispetle nasıl kıyaslanabilir? Hiç.

Şimdi, bilgisiz kulluk dediğimiz bu konu, yoksa kulluğun bilgisizcesi de mi olur? gibi şaşkınlık doğurmasın. Vekil ve vasi istemeyen yaşayan bir kimse gibi. Ben Allah'a kulluk etmeğimi düşünüyorsam asla Allah'ı kabul etmiyorum demektir. Aynı şekilde siz, benim o ahlakî davranışım cahili bir kulluktur mu diyorsunuz?! Bunun cevabı şudur: -Evet, sen çok şeyi bilmemektesin, başlatıyorsun ve kendini tanımıyorsun. Kendin, kendini tanımıyorsun.

Biz bu görüşün, "İnsanın ahlaki davranışlarının tümü bilgisizce Allah 'a kulluktur." anlamına geldiğini söylemekteyiz. Bu konuyu açıklamak için bir takım mukaddimeler arz etmeliyiz.

KULLUK NEDİR?

Güzellik bölümünde de söylediğimiz gibi ilk soru şudur: Kulluk nedir? Kulluğu tarif edin, cins ve sıfatlarını söyleyin, tahlil edin, onu meydana getiren parça ve unsunları söyleyin. Eğer kulluktan maksat insanın kulluğa dair davranışları ise, yani insanın kulluk adıyla yap^ğ1davranışlar (örneğin namaz kılmak, oruç utmak, Hacca gitmek, dua etmek ve Allah için akrabayı ziyaret etmek gibi) eğer maksat insanın ibadete dayalı amelleri ise, bunun açıklaması çek açıktır. İbadet, örneğin bunun bir çeşidi namazdır, namaz da bir takım sözler, ameller ve niyetleri ihtiva eder; (bunlardan bazıları) rükû dur, secdedir, kıyamdır, zikir ve başka şeylerdir. Fakat eğer kulluk bir gerçeklik ise, Allah Teâlâ tarafından bizim için belirlenmiş bu ameller, gerçekte bizde var olan o hakikate o fıtrî tecelliye şekil vermek ve kalıba sokmaktır. Başka bir ifadeyle, bizde var olan bir gerçekten dolayı bizim için tayin edilmiş ve yapılmış bir kalıp ve şekildir, bizler ister anlayalım ister anlamayalım, ister ona yönelmiş olalım, ister yönelmiş olmayalım bizim fıtratımızın derinliğinde mevcut olan bir gerçektir. Evet, eğer kulluk bu ise -k: bunu da kapsar- tarifi Öyle basit bir tarif değildir. Daha önce arz ettiğim şekilde, filozoflar adaletin tarifini yapmaktan aciz kalmışlardır güzelliğin tarifinden -ki onlara göre güzellik bir istektir- insanoğlunun isteklerini açıklamaktan aciz kalmışlardır, hatta ilmin tarifini yapmaktan da aciz olduklarını açıklamışlardır.

Eğer filozofların kitaplarını karıştırırsanız ilmin yüz çeşit tarifini görürsünüz. Birisi, "ilim, istek kategorisindendir" diyor, bir başkası, "izafe kategorisindendir" diyor, bir diğeri, "Asla hiçbir kategoride değildir " demektedir ve... Tarif etmek kolay bir iş değildir. Tarif etmek için bir gereklilik de yoktur. Biz, bir gerçeğin varlığını anlamak istediğimiz zaman, tarif edebilirsek ederiz, edemezsek yok. Fakat güzelliği tarif edemediğimizde görüldüğü şekilde onun etraf ve kenarındaki başka şeyleri teşhis ederiz, kullukta da bazı işleri teşhis ederiz. Kullukta, teveccüh vardır, takdis vardır (Takdis, bir gerçeği her çeşit noksanlıktan ve noksanlıkla karışık her şeyden münezzeh bilmektir. Zira o gerçeği tabirlerle şekillendirmek istediğimiz zaman;"Subhanallah" veya "Subhanallahi Rabbiyel azim ve bihamdih" veya "Subhanallahi Rabbiyel a'la ve bihamdih" lafzıyla ve hatta "Allahu Ekber" lafzıyla onu şekillendiririz. Yani onu her çeşitnoksanlıktan, yokluktan, noksanlıkla karışık şeylerden münezzeh ve daha yüce biliriz.) İbadette hamd ve övgü, kelimelerle yapılır (bir bülbülün gül karşısında yer alınca kendisinde gülü övecek bir durum oluştuğu gibi, insan, o gerçek ma'buda ibadet esnasında hamd eder). İbadette kendi küçük benliğinin sınırından çıkma, küçük istek ve temennilerin sınırından çıkma, sınır ve vakit vardır, başka bir ifadeyle ibadet esnasında insan, küçük temenni ve isteklerin dairesinden dışarı çıkar. İbadette iltica vardır, başka şeylerden ilişki kesme vardır, ibadette yardım isteme, güç alma ve yakarma vardır. İbadette gerçekten insan bencilliğin, nefsine tapmanın, arzuların, temennilerin ve küçük işlerin dairesinden uçup çıkar. Yakın olmanın manası da budur. "Namaz kılıyoruz" dediğimiz zaman "kurbeten ilallah "ı kastederiz. Bu lafız yaklaşma değildir, aksine insanın gerçekten namaz esnasında bu küçük daireden Hakk'a doğru uçuşudur.

O halde bizim kendimizi yorup ibadeti, yani insanın ruhi isteklerini tarif etmeyi istememize gerek yoktur, fakat bütün bunlar ibadette mevcuttur. İnsan halinin en büyük, en yüce, en şerefli en azametlisi insanın kendinde tuttuğu o kulluk halidir.

ACABA KULLUK, İNSANIN BİLEREK YAPTIĞI KULLUĞA MI ÖZGÜDÜR?

Diğer bir konu: Güzellik bölümünde söylemiştik, acaba güzellik -konudan az haberi olan kimselerin düşündüğü şekilde- hayvanların cinsi isteklerine bağlı bir iş midir ve sadece karşı cinse nispetle mi hissedilir? Ya çok geniştir, bütün tabiatı kapsar, tabiattan daha yüce, fesahat, belagat, şiir ve diğer bölümlerde değindiğimiz gibi zihni manaları kapsar. Ve ya bunlardan da daha öteye, akla dayalı güzelliği kapsar, duyu, hayal ve benzeri şeylerden daha üstün olan güzellikler elbette daha üstündür dedik. Dua yaparken şunu okuduğumuzu görmektesiniz:

"Allah'ım senden istiyoruz, senin güzellik ve cemalinden istiyoruz" ([29])

İslam kelamcıları, Allah'ın sıfatları konusunda ıstılahlar kullanmışlardır: Sübûtî sıfatlar ve selbî sıfatlar. Fakat başkalarının özellikle ariflerin kullandıkları ıstılahlar, "Cemali sıfatlar" ve"Celali sıfatlar" ısılardandır. Sübûti sıfatların yerine cemali sıfatları, selbi sıfatların yerine de celalî sıfatları kullanıyorlar. Bu, şunun içindir: Cemal ve güzelliğin gerçeği oradadır. Burada olan şey, orada olan şeyden bir cilvedir (tecellidir-çev.).

Bu konunun aynısı kullukta da vardır. Acaba kulluk insana mı özgüdür ve Allah'a kulluk eden sadece insan mıdır? O da insanlardan bir kısmı mı? Hayır dedik, ilkönce bazı insanların yaptığı bazılarının da yapmadığı o kulluk, bilerek yapılan kulluktur. Bilgisizce her şey kulluk etmektedir. Belki de kulluk, âlemdeki bütün varlıklarda mevcut olan bir gerçektir ve âlemde Hakk'a kulluk etmeyen hiçbir varlık yoktur, anı şekilde bilmeden dahi olsa Hakk'a kulluketmeyen bir insan yoktur bu âlemde. Sadece siz değilsiniz Allah'ı teşbih eden, O'na hamd ve sena eden, bütün eşya Allah'ı teşbih eder, hamd ve sena eder. Bu konuda bazı ayetlere kulak verelim:


Yüklə 1,6 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   15




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin