EFLATUN'UN GÖRÜŞÜ
Burada az önceki görüşe yakın olan ve Eflatun'a ait olan başka bir görüş daha vardır. Eflatun da "ahlak, güzellik kategorisindendir" diyor. Bu konuda sizlere bazı açıklamalarda bulunmak gereklidir:
"Adl-i ilahî " adlı kitabımızda adl'in üç şekilde tarif edildiğini belirtmiştik: Biri eşitlik, ikincisi "Her hakk sahibinin hakk'ının verilmiş olması, üçüncüsü ölçü ve beraberlik. Eğer ölçü ve beraberlik olan üçüncü tarifi göz önünde tutarsak adi (adalet) güzelliğe eşiti olur. Çünkü güzellik ölçünün bir çeşididir. ("Camiu 's saadet" kitapta merhum Narakî, adl'in güzellik kategorisinden olduğuna yönelik adi üzerine bir konu yazmıştır.) Eflatun insanda var olan güç ve kuvvetlerin çeşit çeşit olduğu inanandaydı. Doğru da söylüyor. Eflatun'dan başkaları da bu sözü söylemişlerdir. İnsanda tabiî güçler vardır, tabiatüstü güçler vardır, hisse dayalı güçler vardır, akla dayalı güçler vardır. "İnsanın vücut açısından eğer organları birbirine uygun olursa güzeldir, ruh ve can açısından da eğer kendi güç ve kuvvetlerini ölçülü olacak şekilde eğitirse, o kuvvetlerden her birini, ne az ne de çok, var olan belli sınırda doyurabilirse ve ifrat ve tefritin önünü alırsa güzeldir." demektedir. Bizim ahlak kitaplarımızda ifrat ve tefrit üzerine çokça konuştuklarını ve "güzel ahlak, orta yolda olan ahlaktır" dediklerini görmüşsünüz-dür. Eflatun da "orta yol" demektedir, fakat onun görüşü daha çok güzellik üzerinedir. "Ahlaka eşit, kuvvete eşit ve kuvvete uygun insan" demektedir. Her şeyi -ruhî açıdan- ne daha fazla, ne de daha az, kendi haddinde tutan bir insan ruhî açıdan güzeldir. Ahlaklı olmak, ruhî ve manevî güzelliği kazanmak demektir. Şöyle demektedir: Zahirî ve cismanî vücutlar bizim isteğimiz altında değildir ve anne rahminde düzenlenip tamamlanmıştır. Bizim isteğimiz altında olan şey ruhî vücutlardır. İnsan cisim açısından, davranışlarla birlikte bu dünyaya gelmektedir anne karnından doğmasıyla birlikte cisim açısından davranışlarla birliktedir, yani vücudu tamamlanmış olarak dünyaya gelir ve böylece büyür, fakat vücudun tümü bu dünyaya gelir. Ama ruh açısından bir derece daha geridedir. Yani insan ruhu için dünya âlemi, insan bedeni için cenin âlemi hükmündedir. Molla Sadra da bu tabiri söylemiştir: Ruh için dünya âlemi, cenin için olan rahim âlemine benzer. Ruhun vücudu burada şekillenir. Diğer fark şudur ki, ceninde şekillenen bedenin yapısı bizim ihtiyarımız altında değildi, bizlerin kendimizi rahmin içinde siyah veya beyaz yapmaya, kız veya erkek, çirkin veya güzel yapmağa gücümüz yoktu. Bir sorumluluğumuz da yoktu. Fakat bu dünyadaki ihtiyar (seçme serbestliği) bizim elimizdedir, kendi ruhî vücut ve yapımızı çizmek ve kendi varlığımızın şeklini şu dünyada açıklayıp, kendimizi şekillendirmek için kaza kalemi ve kader levhası bizim elimizdedir. (Elbette bunlar Eflatun'a ait değildir. Onun sözünün uzantısını söylemekteyiz. O sadece güzellik meselesine dayanmıştır) O halde "kendimizi şekillendirmeliyiz" dediğimiz şey bizimle ilgilidir ve bunlar bizleriz. Nasıl sekilendim? Ruhî ve psikolojik açıdan nasıl en güzel bir şekilde yapılanalım? Biz kendimiz kendimizi güzel şekillendirmekle ve burada yaptığımız gibi öte dünyada da aynı şekilde haşr olunmakla mükellefiz. Hadis ve rivayetlerde, aşağıdaki ayet-i kerime'de değinildiği gibi:
"O gün sura üflenir, bölük bölük gelirsiniz." (Nebe: 18).
İnsanlar o zaman grup grup haşr olunur. Şöyle buyurduklarını okumuşsunuzdur: Sadece bir grup insan şeklinde haşr olunacak. Çünkü orada insanlar, kendi niyet ve içlerinde taşıdıkları esaslar üzerine haşr olunacak, yani onların şekil ve görünüşteki yapılan meleke ve batınlarındaki yapılarına tabidir. Salih insanlar insan şeklinde haşr olunacaklardır. Çünkü gerçekçi insanlardır. Diğer insanlar ise, bir kısmı maymun şeklinde, bir kısmı horoz şeklinde, bir kısmı köpek şeklinde, bir kısmı karınca şeklinde, bir kısmı kedi şeklinde haşr olunacaktır. Ve bir kısmı da şu ayette geçtiği şekilde: "Onları maymun ve domuz şekline soktu " (Maide: 6) hiçbir hayvana benzemeyen bir şekilde haşr olunur. Çünkü kendisi kendisini bu şekilde yapılandırmıştır. O halde Eflatun'un sözü münasebetiyle üzerinde durduğumuz bu konuda şüphe yok ki, insan bu dünyada kendisi kendini şekillendirip yapılandırmalıdır ve kendi kendisini yapılandırmakla mükelleftir. Bizim şu asrımızda egzistansiyalizm adındaki bu yeni felsefede bir ıstılah vardır ki lafız açısından bizim ıstılahımızla birdir, ama mana açısından farklı... Fakat söylemiş oldukları manayı biz başka yerde söylemişiz. O ıstılah, "varlığın asliyeti" ve "mahiyyetin asliyeti"dir. "Biz varlığın asliyetine taraftarız" diyorlar, fakat maksatları şudur: ...([85])
FİLOZOFLARIN GÖRÜŞÜ
Diğer görüş, âlim ve filozofların görüşüdür. Onlar ahlakın delilini akıl, fakat özgür akıl veya aklî özgürlük olarak bilmektedirler. Bu konuyu arz etmekte olduğum şu şekli, sizler onların kitaplarında açık olarak bulamazsınız ve biz İslam filozoflarının kelimelerinin kompleksliğinden, özellikle Sadru'l müteellihin'in sözlerinden elde etmişiz. Bu görüş, mücerret ruhun aslı üzerine kurulmuştur.
Bu beyler, insan cevherinin insanın o akıl gücü olduğuna inanmaktadırlar. İnsanın cevheri insanın aklıdır ve insanın nihaî ve gerçek kemal ve saadeti aklî saadettir. Aklî saadet nedir? Yani maarif, insanın kendisi için mümkün olan o son derecede ilahî maarifi tanımaları ve varlık âlemini var olan şekilde anlamaları demektir. Onlar, hikmeti (felsefeyi) mevzu açısından değil gaye açısından tarif ettikleri zaman şöyle demektedirler: insanın, görülebilir âleme benzer aklî bir âlem olmasıdır. Elbette onun parçalarını normal olan insan idrak etmez, Hakk'm velileri dışında kimse idrak edemez, fakat normal insan kendi aklında varlık düzeninin tümünü başından sonuna kadar var olduğu şekilde idrak edeceği bir mertebeye ulaşabilir. Vacibu'l vücudun zatından tutup ilk maddeye kadar alemin bütün derecelerini idrak edebilir. Ve Allah, Allah'ın sıfat ve fiilleri ile ilgili insan maarifinden daha fazla olarak daha kâmildir ve aklî saadet olan gerçekçi saadetten daha fazla yararlanır.
Daha sonra şöyle demektedirler: insan aklının iki yönü vardır, Nazarî ve yükseğe doğru olan bir yön ki bu yönle yüzü yükseğe doğrudur ve gerçekleri keşfetmek ister, bir yönü de aşağıya doğru olan yöndür, yani bedene doğrudur ki bu yönle bedeni tedbir etmek ister. Bu dereceye kadarını çoğu kitapta yazmaktadırlar.
Daha sonra şöyle demektedirler: Akim bu tedbiri, bedeni hangi esas üzerinde olmalıdır? Ahlakın esasının İslam âlimleri açısından adalet olduğunu işitmişsinizdir. Adaleti niçin esas olarak kabul ettiklerini hiç düşündünüz mü? Kökü şudur: "Ahlak, insan varlığına hâkim olan unsurun tabiat olmaması, yani şehvet, kızgınlık ve tabiî garazların hiçbirinin olmaması ve de vehimler gücü olmaması, hayal olmaması, insan varlığının üzerindeki hâkimin akıl olması demektir, eğer hâkim akıl olursa, akıl insanda adaletle hükmeder." demektedirler. Yani Eflatun'un başka bir şekilde söylediği adaleti bunlar burada, "akıl, her kuvvet ve gücün hazzını ifrat ve tefrit olmaksızın ona vermektedir." şeklinde ifade etmektedirler. Pekâlâ, bir kuvvetin daha fazla toplanmasının, birinin de daha az toplanmasının ne engeli vardır? Eğer Eflatun'a "ne engel vardır?" demiş olsaydık, O, "güzellik, birbiriyle çakışıyor" diyecekti. Fakat Mo22a Sadra gibileri niçin "kuvvet ve güçlerde ifrat ve tefrit olmamalıdır." demektedirler? Acaba onlar da "güzelliğin birbiriyle çakışmamasıdır." mı demektedirler? Hayır, onlar şöyle söylemektedirler: "Eğer bundan ayrı olursa akim özgürlüğü ortadan kalkar". Asıl incelik de buradadır. "Eğer akıl, hiçbir kuvvet kendi haddini aşmaksızın bütün kuvvetler arasında hâkim olmak isterse, yolu sadece bu kuvvetleri birbiri karşısında yerleştirmesi olur. Şehveti kızgınlığın karşısında, kızgınlığı şehvetin karşısında. Bu kuvvetlerin birbirlerini tesirsiz kılacakları yani kendilerini koruyacakları şekilde yerleştirmesi olur ki akıl, tam bir şekilde rahatça emretsin" demektedirler. Bunlar adalet ve orta yolu bundan dolayı aklî mizaç olarak bilmektedirler ki Eğer insan melekeler açısından orta yol üzerinde olursa akim hükmü sade bir şekilde yürür. Aklın hükmü sadece bir şekilde icra olunca beden hiçbir zaman ruhun zahmetiyle karşılaşmaz ve o zaman ruh hiç zahmetsiz olarak beden tarafından kendi olgunluklarını kazanır. O halde bunlar açısından ahlak, kuvvet ve orta yol arasındaki eşitlik demektir, fakat orta yol ne içindir? Acaba güzellik için midir? Hayır, onların güzellikle bir alakası yoktur. Orta yol akıl ve ruhun -ki ruhun cevheri de akıldır- beden üzerinde had derecedeki istila ve tasallutunun olması içindir. Bir kuvvetin tuğyan ettiği yerin tersine örneğin mideperest bir insanın isteklerinden birisinin doyma isteği olmasından dolayı bu isteğin onda tuğyan etmesi ve ihtiyarını aklının elinden alıp götürmesidir. Tüm bunların önünü almak gerekir ki kendi aklı özgürce beden ve kuvvetlere emredebilsin ve örneğin "buraya git, oraya gitme, şu kadar faydalan, bu kadar faydalanma" diyebilsin. Özet olarak akim emri bedende mutlak hâkim olsun. Bunlar açısından da ahlakın temeli adalet ve ölçüye dönüşür, ama ölçü ne içindir? Aklın özgürlüğü içindir. Gerçekte ahlak bu filozoflar açısından bir manada özgürlük kategorisindendir, nitekim eğer "özgürlük" dersek "aklî özgürlük" olur.
RUSSELL'IN GÖRÜŞÜ
Bir başka görüş de Bertrand Russell gibilerinin takip ettikleri görüştür. Bunlar maddeci oldukları için ve hem dünya hakkında maddeci olarak düşündükleri, hem de insanı maddî bir varlık olarak düşündükleri için şöyle demektedirler: "Davranışın gayesinin başkası olması, başkasını sevme duygusu gibi sözler yalandır. Hiçbir zaman insan başkasını sevmeye yanaşmaz. Herkes sadece kendisine istemektedir. Hiçbir zaman insanın davranış gayesinin başka bir kimse olması ve hedefi başka kimsenin hayrına yapmak istemesi mümkün değildir." Kant, "ahlakî vicdan" demiştir. Onlar ise, bizim kesinlikte ahlakî vicdanımız yoktur, derler. Ve ya "sorumluluk duygusu" demiştir. Sorumluluk duygusu diye bir şey yoktur. Vicdan kesinlikle yalandır. Bir diğeri, "davranış güzelliği" demiştir. Biz davranıştaki güzellik ye güzel olmamayı anlamayız, derler. Bir diğeri, "ruh güzelliği" demiştir. Onlar ise," kafamız güzel ve güzel olmayan ruhu almaz" der. Bir diğeri, "mücerret akıl ve mücerret ruh" demiştir. Onlar da kesinlikle mücerret ruh diye bir şeyi kabul etmiyoruz, derler.
"O halde siz ahlakı kabul ediyor musunuz yoksa etmiyor musunuz?" diye soracak olursak, "evet, ben ahlakı da kabul ediyorum" (çünkü kimse ahlakı inkâr edemez) der. O zaman, "pekâlâ ahlakı hangi esas üzerine kuruyorsun?" deriz. İttifakla kendisi ahlakın öncülerindendir ve bir kısım insan da onun sözlerine kanmıştır ve onu insan sever biri olarak tanımışlardır. Ben defalarca söylemişimdir: Bu adamın felsefesi onun şiarlarının tersinedir, insan severlik şiarını yükseltir ve kendi felsefesinde insan severliğin zıddına konuşur. Kesinlikle insan severlik, Russell'ın felsefesinde yalan özlüdür. "Ahlak nedir?" diyoruz, O, "ahlak, istenilen faydayla zekilik ve uzak görüşlülüğün birleşimidir." diyor. Bütün ahlakî ekoller, isteğe dayalı faydayı ahlakın zıddı olarak biliyor, sadece, "ahlakı isteğe dayalı faydadan hazırlamak gerekir" diyen Russell'ın ahlakî ekolü bunu bu şekilde biliyor. İnsanın kendi menfaatlerini uzak görüşlülükle temin etmek istemesi ahlak olur. Nasıl? O şöyle demektedir: "Şüphe yok ki akıl insan tabiatının hizmetindedir, akıl insan için bir lambadır. Lamba, onu elinde tutmakta olan kimsenin isteği altındadır. Gitmek istediği her tarafa doğru lambaya emir verir lamba da o tarafa gider ve onun yolunu aydınlatır. İnsan kendi aklını kendi menfaatinin hizmetine verir. Akıl, insan menfaatinin hizmetindedir. Şöyle der: Fakat insan aklının ışığı çok geniş olmalı ve zayıf olmamalıdır ki sadece kendi önünü görsün. Eğer kendi önünü görmek isterse menfaatperest olur, ferdperest olur, hud perest olur. Bizim hud perestlik ve menfaatperestlikle savaşmamızın bir gereği yoktur. Biz deriz ki, "beyefendi menfaatperest ol fakat uzak görüşlü de ol. Zeki ol, uyanık ol, akıl ışığını daha da uzun yap, yani kendi davranışlarının aksi davranışlarına da sahip ol. Eğer uzak görüşlülük ışıkları uzun olursa o zaman kişisel menfaat, toplumsal menfaat ve toplumsal maslahat olarak tatbik olunur ve beraber olur, ahlak olur". Bir de, örnek veriyor: Farz edin ki komşumun çok süt veren güzel bir ineğinin olduğunu görüyorum. Şüphe yok ki başlangıçta benim menfaatçi yaklaşımım komşumun ineğini çalmamı emrediyor, bu, insan için çok tabiîdir. Fakat aklım var, zekâya sahibim, bu davranışın karşılıksız kalmayacağını biliyorum. Ben eğer komşumun ineğini çalarsam, komşumda yarın gelir benim ineğimi çalar, ben ki bir menfaate kavuşmak istedim, eğer ben başkalarının menfaatine tecavüz edersem başkalarının da benim menfaatime tecavüz edeceklerini gördüm, o halde maslahat şudur diyeceğiz: Ne ben, ne de sen.
BAYEZİD VE ALLAH
Attar'ın da şiir şeklinde yazdığı bir hikâye vardır. Elbette bunlar efsanedir, şöyle demektedir: Mutasavvıflardan biri -ki kendi deyimleriyle ona sultan diyorlardı- bir vakit kendi keşif âleminde Allah'la konuşmaktaydı. Allah ona şöyle dedi: "Ey Bayezid! Senin içyüzünü olduğu gibi halka göstermemi ister misin ki artık hiçbir kişi sana mürit olmasın ve peşinden gelmesin?" Bayezid de şöyle dedi: "Allah'ım! Benim de, Senin o çok fazla olan rahmetini halka açıklamamı ister misin ki artık hiçbir kişi senin sözlerine itaat etmesin?" Allah şöyle buyurdu: "Baş başa olalım, ne sen söyle ne de ben söyleyeyim!
İDARECİ ADAM VE YARDIMCISININ HİKÂYESİ
Arkadaşlarımızdan birisi naklediyor ki, Ramazan ayının ilk günüydü, oruç tutmuştuk daireye gittim. Yani bir masa arkadaşımla tanışmıştık. O da oruç tutuyordu. Bir-iki saatten sonra o arkadaş şöyle dedi: "Ey falan! Sana bir hatırlatmada bulunmak (veya bir sır vermek) istiyorum." Ben de "buyurun" dedim. Şöyle dedi: "Size bu hatırlatmayı yapıyorum, fakat bu hatırlatmayı yapmayı çok gerekli gördüğüm için açıklamamdan dolayı sizden çok özür dilerim. Benim kendi kötü ahlakımla ilgilidir, size ne söyleyeyim. Benim öyle kötü bir ahlakım var ki Ramazan ayında oruç tuttuğum zaman sinirleniyorum, hem de çok sinirleniyorum. Sinirlendiğim zaman da artık ağzıma ne gelirse söylüyorum, kötü söz söylüyorum, açık saçık sözler söylüyorum, küçük düşürücü hareketler yapıyorum. Bu ramazan ayında siz yüce şahsiyetliden bir cesaret alabilirim. Sizden özür dilerim, eğer böyle bir şey olursa, artık oruçtur, benim ahlakımdır, çok bağışlayın." Bizim bu arkadaş şöyle dedi: Dedik ki çok acayip bir iş oldu? Bu adam, Ramazanın birinci gününde geldi bizimle birlikte işe başladı ve şimdi bir Ramazan ayı bitti, oysa ondan bir tek kötü söz duymalıydık. Çünkü Ramazanın ilk gününde "benim ahlakım budur." demişti. Dedi ki: "Ben de dedim ki acayip bir hatırlatmayı tam yerinde yaptın, tesadüfen benim ahlakım da aynı şekildedir ve belki de daha kötü, oruçlu anımda sinirleniyorum, bir an görürsün ki örneğin şu kalemliği almış ve başına fırlatmışım." Dedi ki: hayret! Çok kötü bir ahlaktır! O halde her ikimizin kendimizi korumamız iyidir.
Russell, ahlak meselesinin insanoğlu arasında sadece ve sadece bu olduğunu söylemektedir. "Severlik çeşidi", "hedef, başka insanlar olsun", "mücerret ruh", "mücerret akıl" ve "sorumluluk duygusu" gibi sözler manasızdır. Maddeci bir insan, dünyanın maddiyet dünyası olduğu ve insanın da maddî bir varlık olduğundan başka bir şey düşünmez. İnsan kendi menfaatinden başka bir şeyin peşinden gitmez. Sadece onun zekiliği daha fazla olmalıdır ve bu şekilde eğer başkalarının haklarına tecavüz etmek isterse, onun aksülameli, başkalarının da tecavüzü olduğunun görür. Bir toprak parçasını birisine atmanın karşılığı taştır. Attığım bir toprak parçasına karşılık yüz tane taş yemeliyim. Sonra bir adamın çocuğunun gelip kendi yerine oturması gibi, ben de gelip kendi yerime oturarak edebe geliyorum.
Onun, ahlakı uyanıklık kategorisinden saymasının sebebi şudur. İnsanın her değer yargısı cahil olsa, kendi davranışlarının aksülameline yönelmez ve kişisel menfaatler peşinde gider, İnsanın her değer yargısı daha bilgili ve daha uyanık olsa, aksülamelle-re daha fazla yönelse, uzakları daha çok görse ihtiyarlığının sonuna kadar görse, kendi gelecek neslini görse ve "benim çocuklarım da rahatsız olmasınlar" düşüncesinde olsa, kendi menfaatinin başkalarının menfaatiyle tatbik olunması için daha fazla çalışır. O halde ahlak, akıllıca ve uyanıkça bir bencilliktir ve aklın temelini, kökünü uyanıklık ve akılda aramak gerekir. Bundan dolayı, bu adama göre biz güzel ahlakı topluma getirmek için, daima toplumu daha bilgili ve daha âlim yapmalıyız ve halkın, aksülamellerden, davranış gereklerinden ve kendi davranışlarından daha fazla haberdar olmasını sağlamalıyız. Bu şekilde ahlak halk arasında daha iyi oluşup yayılır.
Sokrat'ın da böyle bir görüşe sahip olduğu gibi. Hazreti Emir'in sözlerinde de bu sözü başka bir şekilde görüyoruz: "Halk bilgilendiriniz, bu yeterlidir." Sokrat da şöyle diyordu: Halkı bilgin yapın, güzel ahlak ortaya çıkar... Elbette o bir temele dayanarak bunu söylüyordu. "Halkı bilgilendiriniz, bu yeterlidir." Sözünün de bir temel dayanağı olduğu gibi. Russell'ın da, "halkı bilgin yapın, bu yeterlidir." dediği sözü ise diğer bir temel üzerindedir. Onun söylemiş olduğu bilgi, aksülamellere yönelme demektir: Davranışların aksülamelini insanoğluna öğretiniz, hepsi iyi olur. Russell'ın görüşüne göre terbiye daha çok talim kategorisinde görülür ve eğitim, öğretim kategorisine girer.
Russell'ın görüşünün insan severliğe zıt olduğunu ve onun kendi şiarlarına aykırı olduğunu söyledim. Bu görüş, ahlakın temelini sarsmıştır. Russell'ın görüşüne göre, ahlak sadece bir yerde ahlak olabilir ki insan başkalarının kötülüğünün aksülamelinin kendi menfaatlerine zıt olduğunu göreceği yerde ahlaktır. Yani bu görüşe göre, zayıf bir adam eğer uyanık olsa, ahlaka ters olan davranışlarda bulunmaz. Çünkü başkaları gelir onun yaptığının birkaç katını yapar, 6nun menfaatini yok ederler. Başkalarının gücünü kendi gücüne eşit gören bir insan da bu ahlaka ters olan davranışlarda bulunmaz. Çünkü onun başkalarından götürebileceğinin aynısının başkalarının da ondan götürebileceğini görür.
Sonra Russell'a şunu söyleriz: Ahlak birinci derecede güçlerin kontrol edilebilmesidir. Bu görüşe göre, güçlerin zulmü ahlaka ters değildir. (Russell'a en büyük eleştiri budur) Nickson'un Vietnam'da ya da Ortadoğu'da yaptığı şeyler ahlaka zıt değildir, çünkü bütün hesaplarını yapmıştı zorluğunun çok fazla olduğunu biliyordu, istediği her şeyi götürmek ve çalmak istediğinde, onun menfaatlerini yok edebilecek bir güç yoktur. Ahlak, uyanıkça menfaatçilikten ibaret olunca bu uyanıkça menfaatçilik, zayıf kimse ve gücü başkalarına eşit olan kimse için bir çeşittir. Fakat güçlü kimse için başka bir çeşittir. Güçlü eğer zayıfın kendi aleyhinde herhangi bir aksülamel yapamayacağından emin olursa, yapacağı her zulümden dolayı davranışı ahlakîdir ve ahlaka zıt değildir, çünkü uyanıkça bir menfaatçiliktir ve hesaplanmıştır. Buna göre, İsrail Mig uçak savarlarını atıyor, eğer kendi gücüne ve Amerika’nın gücüne yüzde yüz inanmış olsa ve zayıf taraf olduğunu ve bunu telafi edemeyeceğini bilse, Russell beye göre ahlaka zıt olan bir iş yapmamış olur. O halde, Russel Bey! Senin yollara düşüp Vietnam ve benzeri savaşlar aleyhine şiarlar yükselterek yaptığın bu insan severlik gösterileri ne içindir? Onun güç ve zoru vardır ve o işi, aksülamelinin olmadığını bildiği kendi zorunun hükmüyle, kendi zekâ ve anlayışı hükmüyle yapmaktadır. Sen kendin ise onu caiz görmektesin.)([86])
Allah'ın salât ve rahmeti Muhammed (saa) ve temiz yakınlarının üzerine olsun.
EK: 2
RUSSELL'IN AHLAK EKOLÜ
Diğer bir ahlak, Bertrand Russell'ın öne sürdüğü ahlaktır. Çok sayıda kitapta kendisi bu görüşünü açıklamıştır. O kitaplardan bir tanesi "Benim Tanıdığım Dünya" adındaki ünlü kitaptır. Bu kitapta bir bölüm, ahlaka ayrılmıştır. Bir başka kitap da "Karı-Koca ve Ahlak" adlı kitaptır. Her ne kadar orada söz konusu olan sadece cinsel ahlak ise de kendi görüşünün tümü aydınlanıyor. Zannederim, "İlmî Dünya Görüşü" adlı kitapta da vardır. Şu anda hatırlamadığım diğer birkaç yer daha var...
Russell'ın "aklî ahlak" şeklindeki ahlak anlayışının manası "keskin zekilik ahlak"tır. O, gerçekte maddeci bir şekilde düşünmesinden dolayı ahlakî ölçülerden hiçbir ölçüyü kabul etmez, ne Eflatun'un hayır ve fazilet anlayışına bir inancı vardır, ne Aristo'nun "Orta yol" anlayışına, ne de Kant'ın "vicdanî ahlak", yani "sorumluluk duygusu" anlayışına inancı vardır. "İnsan, zorunlu biçimde menfaatçi olarak yaratılmış olan bir varlıktır, kendi faydasından başka bir şeyin peşinde değildir" demektedir. Bu hepsinden geri kalan sözdür, insanın kendi faydasından başka bir şeyi istediğine inanmayın. Diğer taraftan bizim toplum içinde ismini ahlak olarak koyduğumuz bir takım güzellik bağlarına ihtiyacımız vardır. "Birbirlerimizin haklarına riayet edelim, birbirlerimize saygı gösterelim, kendi toplumsal görevlerimizi yapalım" diyoruz. Kendi görev ve sorumluluklarını yapmak, başkalarının hakkına riayet etmek, başkalarının şahsiyetine saygı göstermek, insanın toplumsal hayatında ahlak adıyla ihtiyaç duyduğu şeyler bunlardır. Daha sonra şöyle demektedir: Ahlak şudur; biz öyle bir iş yapalım ki bu yaptığımız şey aynıyla toplumda hükümferma olsun, fertlerin tümü birbirlerinin haklarına riayet etsinler, görevlerini yerine getirsinler, birbirlerine saygı göstersinler ve bu gibi usullere inansınlar. Peki, siz, bunları maddî olmayan bir temel üzerine yerleştirmeyi ister misiniz: Niçin birbirimizin haklarına riayet edelim? Çünkü fazilet budur veya sorumluluk ve mesuliyet böyle icap ettirdiği içindir. Şöyle demektedir: Hayır, bu sözlerin bir temel ve esası yoktur, gerçek şu ki insanın menfaatleri de aynı şeydedir. Biz insana, "sen kendi menfaat ve mutluluğunun peşinde gitmelisin ve senin menfaatlerin aynı şeydedir. Başkasının hakkını payimal etmeden halinde kendine bir faydayı sağladığını veya eğer kendi sorumluluğunu yerine getirmezsen kendine bir fayda sağladığını veya eğer saygılara riayet etmezsen kendine bir faydanın olduğunu düşünmekle yanılıyorsun" düşüncesini anlatmalıyız. (Bu örnekleri ben veriyorum, o vermiyor). Bunların hepsi yanlıştır. İnsanın akıl ve zekâsını arttırmalıyız ve ona uzak görüşlülüğü vermeliyiz. Düşünen bir insanın faydası, halkın haklarını payimal etmektedir, yakın görüşlülüğü sebebiyledir, ayağının önünü görüyor ve uzağı görmüyor, diğer bir ifadeyle aksülamellere aldırış etmez. İnsanoğlunun tümüne aksülamelleri anlatmak gerekir. Bu örneği ben söylüyorum: Bir grup insanın bir odada beraberce yaşadıklarını farz edin. Her kişinin tembellikten dolayı veya başka şeyden dolayı bu odanın durumuna önem vermemesi, fakat aynı zamanda bu odanın her zaman temiz ve düzenli olmasını beklemesi mümkündür. Fakat bu gruba "bizim fert fert menfaatimiz bu oda konusundaki görevlerimizi yerine getirmemizdir." anlayışının kavratılması gerekir. İnsan bu konuyu çabucak anlayabilir. Ben, benim fert olarak kendi menfaatimin aynı yerde olduğunu anladığım zaman, siz de sizin fert olarak kendi menfaatinizin aynı yerde olduğunuzu anlarsınız, bir başkası da fert olarak kendisinin menfaatinin aynı yerde olduğun anlar, bu durumda kesinlikle hepsi bu işi yapacaktır, çünkü insan menfaatçidir. Bir örnek veriyor, şöyle diyor: Başlangıçta mümkündür ki eğer gidip de komşunun ineğini çalarsam daha fazla faydalanacağım, fakat, "eğer sen komşunun ineğini çalarsan komşun da senin ineğini çalar ve o diğer komşu da senin örneğin eşeğini çalar ve bir fayda alacağın yerde yüz tane zarar alırsın" anlayışı bana kavratıldığı zaman başkasının benim ineğimi götürmesinler diye komşumun ineğini götürmeyeceğim açıktır ve bu çok tabiîdir. O halde sadece insana sivri zekâlılık verilmelidir ve ahlak olarak isimlendirilen şeyin, herkesin faydasını kaldıran şey olduğunu ona vermek gerekir. Bu da gerçekte ahlakî değerleri inkâr etmiş olan bir çeşit ahlakî ekoldür, yani yine ölçü, menfaatler olmuştur. Nihayet şimdiye kadar daima "ahlak, zorlu menfaatlerle elde edilen bir şeydir" denmiştir ve falan ahlakî değerimenfaatin önüne çıkaranın işi ahlakîdir, fakat bu ekol diyor ki, niçin siz geliyor menfaat ve ahlakî davranış arasına ihtilaf koyuyorsunuz, sonra da diyor ki, insan kendi huyunun hesabına göre menfaatin peşinde gider, ama ahlakî davranışı hangi hesap üzerine yapar? Ve sonra kendisi için bir ölçü ve tartı açıklamak istiyorsunuz ve her biriniz bir şey söylüyorsunuz. Hayır, ahlakî davranış elin etrafında, menfaatleri, temin eden bir davranıştır, ahlakî olmayan davranış ise kendisinde insanın sadece yakınını gördüğü davranıştır" demektedir.
Biz, başka bir örnek verelim: İlkokula gitmek isteyen bir çocuk bu günler için düşünüyor ve "ben, bugün okula gitmeliyim, dört saat orada kalmalıyım, oyunlarım gidecek, bütün mutluluğum gidecek" diyerek üzülmektedir. Kendisini bir sevinç ve bir zahmet arasında görüyor: Bugünün sevinci ve bugünün zahmeti. Sonucu görecek kadar bir ince zekâlılığı yoktur. "Eğer ben bugün ders okumazsam, daha sonraları bu ders okuma neyle sonuçlanır ve ders okumak neyle sonuçlanır?" kadarını anlayamaz. O anlamaz fakat ana-babası anlarlar. Onlar çocuğun faydasını istiyorlar, çocuk da kendi faydasını istiyor, fakat çocuk kendi faydasını küçük bir ışık içinde görüyor, ana-babası ise onun faydasını büyük bir ışık içinde görüyorlar, bundan dolayı da anne ve babanın o faydayı görüşleri, ders okuma zahmeti olan böyle bir mahrumiyet ve zahmete tahammülle sonuçlanır, fakat çocuk yakın görüşlü olduğu için bu işi yapmak istemez. Tıpkı ahlakî davranışlarının tümü, "ben doğru söylemeliyim, benim kârım doğruyu söylemekte yatar, eğer başkalarına yalan söylersem başkaları da bana yalan söyler, ben güvenilir olmalıyım, eğer emaneti sahibine vermezsem başkası da vermez ve bu da benim zararımadır, o halde benim faydam emin olmakta yatar" sözlerinden ibaret olan ekol gibidir.
Russell'ın sözü gerçekte bir değer olarak ahlakın inkârıdır. Çünkü ahlakı faydada yok saymıştır. Böylece Russell'a gelen ilk eleştiri şudur: Onun esas olarak kabul ettiği ahlak, yüce ve mukaddes değerleri yok etmiştir. Menfaatin üstünde bir şey yoktur, hatta kendi menfaatinin üstünde. Bu da Russell'ın söylediği şiarlara terstir. Şiarları felsefesine zıt olanlardan birisi de Russel'dir. O kendisini dünyada insan sever biri olarak tanıtmıştı. Fakat gerçekte onun felsefesi buna zıttır. Onun felsefesi menfaatçiliktir. O halde Russell'ın tüm barışseverlik değerleri kendi şahsı üzerinde odaklanır: "Ben niçin bugün İngiltere'de Vietnam'daki savaşa muhalefet ediyorum, faydam bunda olduğu için." Bundan dolayı senin işinin bir değeri yoktur.
İkinci olarak, teklif edilen bu ahlak sadece bir yerde faydalıdır. Eğer güçler eşit olursa faydalı olur. O iki komşu misali gibi: Ben komşumun ineğini çalmam, çünkü komşum da gelir benim ineğimi çalar. İki eşit güç birbirlerine karşı yer alınca veya zayıf bir güç kuvvetli bir güce karşı yer alınca bunu güzel bir şekilde mülahaza ederler. Fakat fevkalade kuvvetli bir güç, zayıf bir güce karşı yer alınca ve bu kuvvetli güç o zayıf gücün yüz yıla kadar dahi onun menfaatlerini alamayacağını bildiği zaman ahlak onun için böyle bir iktizaya (gereksinmeye) sahip değildir. Buna göre, örneğin Brejnev Carter'ın karşısında yer alırsa, o zaman ahlak, hem Carter'ın ahlaklı olmasına -çünkü rakibinin de onun kadar bir gücü vardır- hem de Brejnev'in ahlaklı olmasına -çünkü onun da rakibi onun kadar güçlüdür- hükmeder. Fakat bunların her ikisi zayıf milletlere karşı hiçbir zaman ahlaka gereksinim duymazlar. Çünkü zayıf milletlerin yüzyıla kadar dahi kendi menfaatlerini ellerinden almalarına güç yetiremeyeceğini bilmektedirler. Belki de daha başlangıçta onların bu gücü elde etmelerine izin vermiyorlar, bunun için de büyük bir eminlik içindedirler. Bu durumda Russell'ın ahlakı gibi menfaat esası üzerinde kurulan bu ahlaklar ne işe yarar?! Aslında ahlak, güçlülerin önüne daha kâmil bir güçle geçmek içindir: "Daha fazla güce sahip olana affetme ve bağışlamayı daha fazla aşılayın."([87]) Ancak menfaat esası üzerinde olan bir ahlakın ikinci temeli de güçlerin eşitliğidir, yani sadece güçlerin eşitliği varsayımı üzerinedir. Ben, en az benim kadar güçlü olan bir rakip karşısında yer aldığım zaman kesinlikle onu öldürmeye kalkışmam, çünkü onun da beni öldürmeye kalkışması mümkündür. Eğer onu öldürebileceğime yüzde elli bir ihtimal verirsem öldürüleceğime de yüzde elli ihtimal vermeliyim. Bunu yapmayacağım açıktır. Ve ya en sonunda "O halde her ikimizin de bilirimizi korumamız daha iyidir." diyen idareci ve arkadaşının hikâyesi gibi. İki kişinin güç açısından eşit olduğu yerde bu böyledir ama eğer eşit olmazlarsa artık ahlak mevcut değildir. Böylece bu ahlak da ahlak değildir, ahlakın inkârıdır. Gerçekte Russell'ın felsefesinin manası şudur: Ahlakı serbest bırakın, çünkü ahlak, değere sahip olmağa, yüceliğe ve menfaatlerden ve hayvanlıktan üstün olan bir şeye eşittir. Ahlak, insaniyet demektir, insaniyet ise, hayvanlıktan üstün bir değer demektir ve menfaatler üstü bir davranıştır. Russell'ın sözünün anlamı, ahlakın bir esasının olmadığı, fakat sizin ahlaktan alabileceğiniz sonucu öğretimden de alabileceğinizdir. Yalnız bir şartla: Umumî menfaatler böyle gerektirsin.
Bu söze şu eleştirinin yapıldığını görmüştünüz: Evet güç açısından eşit olan bir halka böyle bir sözü söylemek mümkündür, fakat zorba olan bir kimse hakkında bu ahlak söz konusu değildir.
Aksine onun ahlakın tersini yapmaya teşvik eder. Çünkü der ki, aslında ölçü, menfaattir. O, ahlaklı olmaya mecburdur, fakat senin ahlaklı olmaya hiç mecburiyetin yoktur".
[70]- Güreru'l Hikem ve durerul kelam, 77. fasıl, 301. hadis
[71]- Tuheful Ukul, s.316
[72]- Nehcu'l Belağa, hikmet, 409, sh. 1285
[73]- Nefsu'l Mehmum, sh. 36, Emalî-yi Saduk'tan naklen, sh. 79, oturum 27
[74]- Biharu'l Envar,c.45, sh.ll5 (39.bab)
[75]- Fi Rihabî Eimmeti'l Beyt, c. 3, sh. 152
[76]- Nehcu'l Fesaha, 2195. hadis, sh. 464
[77]- Nehcu'l Belağa, 1122,77. hadis
[78]- Mesnevi, sh. 86
[79]- Biharu'l Envar, c. 46,19. bab, s. 335
[80]- Vesail-i Şia, c 11, sh. 122
[81]- Emiru'l Mü'minin'in şiir divanı, s. 15
[82]- el-Cunnetu'l Asimetu, sh. 358
[83]- Beytu'l Ehzan, sh. 155
[84]- Nehcul Mağa, 193. hutbe
[85]- (Burada merin eksikliği mevcuttur. Aynı mevzuda olan sonraki oturumun başlangıcından bir kaç dakikası elimizde mevcuttu ki aynı konuyu zikretmektedir:)
Bu felsefe, varlığın asliyeti anlayışını verir. Egzistansiyalizm, varlık asliyetinin taraftarı olan ekol demektir, elbette ki insanda. Burada söylenmekte olan bu "varlık asliyeti" bizim kendi felsefemizde söylediğimiz varlık asliyetiyle ikilik arz ediyor, ayrıdır. O bir konudur, bu ise başka bir konu... O, dünyanın tümünde vardır, bu ise insana özgüdür. Buna ilave olarak insanın kendisinde de yine bu bir özel mefhumdur ki biz bu özel mefhumla varlığın asliyetini tabir etmiyoruz, ona başka bir isim veririz. Sartre'in söylediği bu "varlık asliyeti"nin, inkâr etmekte oldukları mahiyyet asliyeti karşısındaki şey şudur: "insan dışındaki her varlığın -cansız, bitki ve hayvan- kendi mahiyyet ve zatı, onun üstünde takdim edilmektedir" diyorlar
[86]- Russell'ın ahlakî ekolünü Şehid Üstad başka bir konferansta (komünizm ahlakı konuşmasının sonunda) açıklamıştır. Bu açıklamalarda da güzel noktalar olduğundan dolayı tam olarak elinizdeki kitabın sonuna alınmıştır. (Farsça yayıncının notu)
[87]- Nehcu'l Belağa, 49. söz
Dostları ilə paylaş: |