BiRİNCİ oturum tabiİ Fİİl ve ahlakî FİİL


[4]- Sefinetu'l Bihar, c. 1, s. 411/Muhaccetü'l Beyda, c. 4, s. 121/ İlmul Yakın, sh. 439 [5]



Yüklə 1,6 Mb.
səhifə4/15
tarix26.08.2018
ölçüsü1,6 Mb.
#74557
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   15

[4]- Sefinetu'l Bihar, c. 1, s. 411/Muhaccetü'l Beyda, c. 4, s. 121/ İlmul Yakın, sh. 439

[5]Ali'ye (as) nisbet edilen divan, sh. 11

[6]Heybet ve celal sahibi olduğunu söylememiz olağanüstü bir şey değildir. Tarih de böyle yazmaktadır. Muaviye döneminin de adamın biri Şam'a gitmek istedi. Adama Medine'de Hüseyn b. Ali'yi görünce ne şekilde davranacağını söylemek isteyen Muaviye şöyle dedi: Eğer Peygamber Mescidi'ne gidersen, sonsuz bir celalet ve büyüklükle ve falan şekilde oturmuş, insanların etrafında toplandığı, heybetinin bu insanları kuşattığı -ki bu gözle görülür ve kalben hissedilir- şu, şu alametlere sahib birisini görürsen bil ki o Hüseyn b. Ali'dir 

[7]Muaviye, Şam'da otuz yıl süresince Ali'nin (as) aleyhinde propaganda yaptı ve ne yalanlarda bulundu. Şam halkı Ali'ye İslam'dan nasip almamış bir kişi olarak bakmaktaydılar

[8]Nehcu'l Belağa, sh. 921,3. mektup

[9]"Upanişadlar": Hinduizm dininin birkaç bin yıl öncesinde yazılmış en eski kitaplar mecmuasıdır. Dünyanın önemli kitaplarından sayılır. Büyük üstadımız Allame Tabatabai, bir kaç yıl önce bu kitabı mütalaa ettiği zaman çok hayret etmişti. Bu kitapta fevkalade derin manalar bulunduğunu söylüyordu. Bu gün de Batı dünyası bu kitaba büyük önem vermektedir

[10]Riyazet: Az yiyip, az uyuma ve sürekli ibadet ederek nefsi terbiye etmek suretiyle nefsi kırma (Çev.) 

[11]Gurer ve Durer, Amudî, sh. 768, fasıl, 80, Hadis 151

[12]Luhuf, sh. 119, Nefeu'I Mehmum, sh. 187 

[13]- Nehcu'l Belağa, 51. hutbe, sh. 138

[14]Tefsir'ul Mizan, cilt, 5, sh. 190'da Vabise'nin şöyle dediği yazılıdır: "Hz. Peygamber üç parmağını birleştirdi ve..."

 

[15]Muhaccet'ûl Beyda, Cilt 1, sh. 58



[16]Biharu'l Envar, cilt 45, s. 115. 39. bölüm 

[17]Luhuf, s. 160 

[18]Biharu'l Envar, cilt 45,39. bölüm, sh. 117

 

 



ÜÇÜNCÜ OTURUM

 

VİCDANCI GÖRÜŞ

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla

Hamd, bütün varlıkları yaratan âlemlerin Rabb'ı olan Allah'a mahsustur. Salât ve selam Allah'ın kulu, resulü, habibi, günahlardan arındırılmış, Allah'ın sırrını koruyan, risaletini tebliğ eden efendimiz, peygamberimiz Ebu'l Kasım Muhammed'e ve O'nun günahlardan arındırılmış temiz ve güzel yakınlarının üzerine olsun. Lanetlenmiş şeytandan Allah'a sığınırım.

Nefse ve onu şekillendirene, ona isyan ve itaatini ilham edene and olsun” (Şems: 7 – 8)

Şimdi, ahlaktaki vicdan nazariyesi konusuna geldik. Bu insanın ahlâkî fiil, düşünce ve kararlarının "vicdan" adında bir şeyden kaynaklandığını savunanların görüşüdür: Bu görüşün dünya filozoflarının en büyüklerinin birinden çıktığını göz önüne almalıyız. Buna ilave olarak bu nazariye, bakmaya değer bir görüştür. Bütün bunlara ilave olarak eğer bir görüş gerçekten teveccühe şayan olarak kabul edilirse insanın buna boş yere nakletmesi, sonra da kabul etmesi veya eleştirmesi doğru değildir. Bundan dolayı değerli dinleyicilerimizin izniyle bu gece bu görüş hakkında bazı açıklamalarda bulunmak istiyorum. Dinleyicilerin bu tip konuların açıklanmasına karşı olmadıklarını aksine istediklerini zannediyorum.

ACABA İNSAN ZİHNİNDEKİ HER ŞEY TECRÜBELERDEN Mİ KAYNAKLANMAKTADIR?

Bu görüş öncelikle Kant'ın ve dünyadaki diğer bazı filozofların savundukları başka bir görüş üzerine kurulmuştur. Açıklamak istediğimiz nokta, dünyada yaygın olan şu meseledir: Acaba insan zihninin tüm muhtevası, insanın fikrî, zihinsel ve vicdanî sermayelerinin tümü insanın his ve tecrübelerinden mi kaynaklanmaktadır? Yani acaba insanda var olan bütün fikir, düşünce ve duygular dünyaya geldiği ilk başlangıçta hiçbir şekilde mevcut değil de, insan her neyi elde etmişse sadece beş duyu organı olan göz, kulak, doku, tat ve koku yoluyla mı elde etmiştir. Yoksa bir takım hükümler, başlangıçtan beri insan zihniyle birlikte mi olmuştur? Kimileri şuna inanırlar: İnsan zihninde hiçbir şey yoktur ki daha önce hissetmemiş olsun. İnsanın bütün zihinsel ve fikrî birikimi bu duyu organlarının kapılarından zihne girmiştir ve bunun dışında bir şey yoktur. Bu kimselerin görüşüne göre, insan zihni başlangıçta boş olan bir depo mahiyetindedir. Beş kapıdan (veya daha çok; tabi eğer duyu organları beşten fazla kabul edilirse) bu depoya eşya boşaltılır ve depo dolar. Fakat dolan bu depoda bu kapıların herhangi birisinden girmeksizin var olan hiçbir şey yoktur. Bu depoda bu kapılardan girmeyen bir şey yoktur.

Başka bir görüş de, "insanın zihin deposunda var olan şeyler iki kısımdır, bir kısmı bu göz, kulak, koku, dokunma, tat vb. kapı ve pencereler yoluyla gelmiştir. Diğer bir kısmı da evveldendir, yani duyulardan önce zihnimizde vardır." diyenlerin görüşüdür. Kant, bu ikinci görüşü seçmiştir ve bizim tecrübe öncesi gerçeklere sahip olduğumuza inanır. Bu, birinci mukaddime

NAZARÎ AKIL VE AMELÎ AKIL

Eskilerimizin de sık sık söylemiş oldukları diğer bir konu da şudur: İnsan aklı iki kısımdır: Nazari kısım, Ameli kısım. Ve ya insan aklının hükümleri iki kısımdır: Nazari ve Ameli, insan aklının fonksiyonlarından bir kısmı, var olan şeylerin kavranmasıdır. Bunlara nazari akıl denilir. Diğer kısmı da yapmamız gereken şeylerin kavranmasıdır, gerekli şeylerin kavranması. Buna da Ameli akıl denilir. Kant'ın bütün felsefesi, nazari akıl ve ameli aklı birbirinden ayırmak üzerinedir. Nazari akıldan hangi işler oluşur, ameli akıldan hangi işler oluşur konusu üzerinde durmuştur. O, sonuçta şuna varır: Nazari akıldan fazla bir şey oluşmaz, çoğu ameli akıldan oluşur. Bununla da vicdan meselesine ulaşır. Bu da ikinci mukaddime

KANT'A GÖRE VİCDANIN HÜKMÜ

Üçüncü mukaddime: Kant şöyle diyor: Vicdan veya ameli akıl, önceden var olan bir takım hükümlerdir. Yani duyu ve tecrübe yoluyla insana geçmemiştir, insanoğlunun kader ve fıtratından bir parçadır. Örneğin "doğruyu söyle, yalan söyleme" emri gibi. İnsanın doğru ve yalan hakkında bir tecrübeye sahip olmasından ve doğru ve yalanın sonucunu görmesinden önce var olan bir emirdir. Vicdan insana; "doğru söyle, yalan söyleme" demektedir. Buna göre, vicdanın verdiği emirlerin tümü, önceden var olan, fıtrî ve halkın değimiyle doğuştan gelen emirlerdir, insanın duyu ve tecrübelerine bağlı değildir. Bu iddiaya göre ahlakî emirlerin işlerin sonucuyla bir işi yoktur, kendisi bir esastır. Örneğin biz şöyle deriz: "Doğru söyle." Sonra bunu delillendiririz: Çünkü eğer insan doğruyu söylerse halk ona güvenir, sapıklığa, yanlış yola düşmez. Ayrıca doğru söyleyen kişi iyi bir şahsiyet kazanır. Böylece doğruluğun sonucunu açıklarız. Aynı şekilde şöyle deriz: "Yalan söyleme", sonra yalanın kötü sonucunu açıklarız. Ahlakî vicdanın bu sonuçla bir işi yoktur, mutlak bir emirdir demektedirler. Başka birdeyişle, maslahatla işi gücü olan akıldır. Ahlakî bir mesele için gelip de delil ileri sunmamız yanlıştır, bunlara göre, "Ey insanlar! Emaneti koruyunuz. Şundan bundan dolayı" deyip sonra emanetin önem, maslahat ve faydalarını zikretmemiz, "Ey insanlar! İhanet etmeyin" deyip ihanetin kötülüklerini anlatmamız, "Ey insanlar! Adil olun" deyip sonra adaletin önem ve maslahatını anlatmamız, "zalim olmayın" deyip zulmün kötülüklerini beyan etmemiz yanlıştır. Buna göre, maslahatın peşinden gitmek aklın işidir. Akıl maslahatın peşinden gidince onun hükmü her zaman şartlı olur, yani her zaman maslahatın hatırı için bir şeyi emreder. Bir yerde bu maslahatın ortadan kalktığını görüyorsunuz. Maslahat ortadan kalkınca akıl da elini, verdiği emirden çeker. Örneğin akıl, falan maslahat için emaneti koru der. Her hangi bir yerde bu maslahat söz konusu olmadığında bu defa, hayır, artık burada emaneti koruma diyecektir. Ve ya falan maslahat gereği doğruyu söyle der. Bir ara bu maslahat ortadan kalkınca, hayır artık doğru söyleme, burası yalan söyleme yeridir der. Kant şöyle diyor: Ahlakçıların bazen ahlak kurallarının tersini yapmağa izin vermelerinin sebebi, bunların vicdandan ilham almayı istememeleri, akıldan emir almayı istemeleridir. Maslahatın peşinden giden bu akıldır. Vicdan bu sözleri anlamaz, o, "doğruyu söyle" der. Kayıtsız şartsız mutlak bir emrin sonuç ve etkisiyle bir işi yoktur. "Senin için kötü bir sonuç getirse de doğruyu şöyle, senin için birçok faydalar sağlasa da yalan Söyleme" der. Onun (vicdanın) aslında böyle sözlerle bir işi yoktur. Der ki; mutlaka doğruyu söyle ve mutlaka yalan söyleme. (Şairin biri) şöyle, der:

"İçimde kimin hasta olduğunu bilmem.

Zira sen sessizim o ise figan ve kargaşa içindedir,"

Yüce Allah iç dünyamızda bize ahlakî emirler veren bir takım emirler ve tekliflerle yüklü emredici bir güç yaratmıştır. Başka bir deyişle, insanoğlu "Mükellef olarak (kendinden sorumlu olarak)" doğmuştur. Başkaları insanın ağır bir göreve hazır bir halde doğduğunu, daha sonra sorumlu olmayı kabul ederek doğduğunu savunurlar. Kant şöyle demektedir: "Beşer kesinlikle sorumlu olarak doğmuştur. Sorumlulukları kendisiyle birlikte gelmiştir. (Elbette maksat vicdani sorumluluklardan başka bir şey değildir, bu sorumlulukların bir kısmıdır. O, sadece ahlaki sorumlulukları kastediyor.)" İnsan "Kendinden sorumlu olarak gelmiştir" demek, insanın içine bir takım sorumluluklar konulduğunu, kendi içinde bir emirleri yerine uygun olarak kendisine verecek bir güç bulunduğunu söylemek demektir.

VİCDAN AZABI

Daha sonra şöyle denilir: Acaba pişmanlık acısını hiç tattınız mı? Hiç kimse yoktur ki bir ahlaksızlık yapsın da daha sonra bunun acısını tatmamış olsun. Adam gıybet eder, gıybet ettiği esnada hararetlidir, savaş esnasındaki bir insan gibi. Savaş esnasında o kadar hararetlidir ki vücudu yaralarla dolduğu halde bunu hissetmez. Fakat savaş bitip de durum normale döndüğünde yaralan yeni yeni hissetmeğe başlar. İşte insan bir heyecanın sıcaklığı anında gıybet eder, tıpkı Kur'an'ın tabiriyle "Kardeşinin ölü etini" yiyen aç bir insanın lezzet aldığı gibi lezzet alır. Ama bu durum geçince kendisinden nefret edecek bir duruma gelir, kendinden nefret ettiğini hisseder, kendisini parçalamak ister, kendisini ayıplar ve serzenişte bulunur. Bu gün buna "Vicdan azabı" denilmektedir. Bu apaçık bir gerçektir. Dünyadaki cinayetkar insanların çoğu bir anlık da olsa vicdan azabı çekerler, tümü demiyorum çünkü ben böyle bir istatistiğe sahip değilim, ama bunun tersine bir delile de sahip değilim. Dünyadaki cinayetkarların çoğu çok şiddetli bir takım sarhoşlukları adet edinmişlerdir, afyon, eroin, içki ve kumar gibi bir takım uyuşturucu şeylere veya başka şiddetli sarhoşluklara yakalanmışlardır. Bu, kendinden kaçıp kurtulmak içindir. Kendinde şunu hissetmektedir: Eğer kendinde ise, kendi kendine acı çeker, içi sanki yılan ve akreplerle doludur ve bu yılan ve akrepler onu ısırmaktadır. Tıpkı şiddetli bir hastalıktan dolayı inleyen bir hastanın bu sıkıntıları hissetmemek için damarlarına morfin vurulması gibi, daha çok cinayetkar ve fasitlerde bulunan bu sarhoşluk, uyuşturucu, içki ve kumarlar kendinden kaçıp kurtulmak için yapılmaktadır. Kendinden kaçmak istiyor, bu nasıl bir bedbahtlıktır, insan kendisini niye kendisiyle baş başa kalamayacak şekle sokar. Bunun tersi; salih kimseler, takva sahibi kimseler, ahlak sahibi kimseler, her zaman vicdanlarının sesine kulak veren ve itaat eden kimseler niçin kendilerini kendilerinden (benliklerinden) uzaklaştırmaya çalışan her şeyden kaçarlar, gönülleri ister ki kendilerinde olsunlar, kendileriyle baş başa kalıp düşünsünler. Çünkü içlerindeki dünya dışlarındaki dünyadan gerçekten daha emindir. İç dünyaları, canavarların, yırtıcı ve parçalayıcı hayvanların içinde kol gezdiği vahşi bir orman gibi olan kimseler kendinden kaçar ve uyuşturucu maddeler tarafına yönelir. Fakat bu tersliktir. Mevlana şöyle der:



"Kendinden (veya halktan) biran ayrı kalırsan

Boğazına kadar sıkıntı ve gamda kalırsın. "([19])

Özet olarak şöyle denilir: İnsanın kendi başına kalamayışı gerçek benliğini kaybetmiş olmasındandır, bunların deyimiyle, vicdanıyla bir an dahi olsa baş başa kalamadığından dolayıdır. Vicdan onlara şöyle der: Toprak başına (ölesin) niye böyle yaptın? Böyle yapmaman gerekirdi.

Kant şöyle demektedir: Bu pişmanlık acılan, bu vicdan azapları nereden gelmektedir? İnsanın içinde böyle bir emir olmamış olsaydı insan kendi yaptığından razı olurdu ve hiç şüphesiz kendi iç âleminde rahatsız olmaz, dış âlemden rahatsız olurdu. Fakat insan devamlı iç âleminden rahatsız olduğunu hisseder. Bu iş şunun içindir: O güç önceden var olan, yani tecrübelerle elde edilmeyen bir güçtür, mutlaktır ve aklın hükmü gibi maslahata bağlı değildir,her şeyi kapsar ve her yerde tek doğrudur, benim için doğru olan sizin içinde aynı ölçüde doğrudur, senin için doğru olan başkası için de aynı miktarda doğrudur. Aynı şekilde zaruret ve zorlama, teslimiyeti kabul ermekten ayrıdır. İnsan kendini başkasına teslim edebilir. Fakat vicdanını asla teslim edemez. İnsanın kendisini bir zorbaya veya kötü bir işe teslim etmesi mümkündür. Fakat vicdan asla teslim olmayacak bir şeydir. Dünya cinayetkarlarının en cinayetkarının vicdanı bile o cinayetkara teslim olmaya, yani ona, "çok güzel, iyi bir iş yaptın" demeğe hazır değildir. Hiçbir gücün kendisini teslim alamadığı Ebu Zerr'in iyiliği emir, kötülükten nehyetmesi gibi kendi bildiği hüküm üzerinde durmuştur, iç âlemden insana iyiliği emir ve kötülüğü nehyeder. Çoğu cinayetkarın işledikleri feci cinayetler ve kendilerine geldiklerinde deli olacak kadar rahatsız olma -tarih bu tip örneklerle doludur- deliliklerinin sim budur. O halde kendisinin pişmanlık acısı, insanın gerçekten böyle bir vicdana sahip olduğu konusuna delildir.

AHLAKΠVİCDAN VE SAADET

Şöyle demektedir: Bu vicdan, yani ahlakı vicdan, insanı kemale (olgunluk) davet eder, saadete değil. Saadet bir konudur, kemal başka bir konu. Kant, tek bir güzellikten başka bir şey bilmediği için şöyle diyor: Bütün dünyada tek bir güzellik mevcuttur, o da, iyi iradedir. İyi irade de, vicdanın emirleri karşısında mutlak olana itaat etmektir. Şayet insanın vicdanının emirleri karşısında mutlak olana itaat etmesi gerekirse, o halde onun emrine itaat etmek gerek ve onun "mutlak olan" ına teslim olmak gerekir. Ahlaki vicdan işin sonucuna bakmaz ve "ister senin için bir fayda ve lezzet olsun isler olmasın, sonuçta iyilik veya kötülük olsun onu yap" derse o halde insanın saadetiyle (mutluluk) bir işi yok demektir, çünkü saadet son tahlilde bir iyiliktir, oysa her lezzet iyilik değildir. Peşinde bir eziyeti, sıkıntıyı getiren lezzet, güzellik değildir. "Saadet", yani güzellik kendisinde ruhî, cismi, dünyevî ve uhrevî yönden hiçbir şekilde eziyet ve sıkıntı bulunmayan her şeydir. "Şekavet", dert, sıkıntı ve eziyet demektir. Dert ve sıkıntıların tümünü ve güzelliklerin tümünü -cismi, ruhî, dünyevî ve uhrevî yönlerin tümünü kapsayacak şekilde –hesap etmek gerekir, hepsinden daha fazla güzellik oluşturan şey saadettir. O halde saadetin temeli güzelliktir, fakat bu vicdanın güzellikle bir ilişkisi yoktur, kemal (olgunluk) ile ilişkisi vardır. Diyor ki: Sen bu işi yap çünkü bu, kemalin içindedir, başkalarının saadetini iste, çünkü bu, senin kemalindir... Kant'ın kemal ve saadetin arasına fark koyduğu yer burasıdır ve bu fikir onun zamanından bugüne kadar geçerliliğini korumaktadır. Zira Avrupalılar da; Kemal ayrı bir konu, saadet ise ayrı bir konudur demektedirler.

ACABA KEMAL (OLGUNLUK) SAADETTEN AYRIMIDIR?

İslam felsefesinde kemal ve saadet konusu açıklanmıştır. Ebu Ali (Ibn-i Sina) "işaret" adlı kitabında ve diğer bir kısım felsefeciler çeşitli yerlerde bu konuyu açıklamışlardır. Onlar, saadetin kemalden, kemal'in de saadet'ten ayrılamayacağına, kemal'in bir nevi saadet olduğuna inanmaktadırlar. Bunun açıklamasını size daha sonra arz edeceğim. Fakat Kant, bu iki konuyu birbirinden ayırmaktadır, daha sonra kendisi de, üstesinden gelemeyecek kadar karışık olduğunu itiraf ediyor. Onun iddiasına göre vazifeyi güzellikten ayırmalıyız, ahlakî saadet'ten ayırmalıyız. Hâlbuki dünyanın bütün felsefecileri ahlakı, saadete bağlı olarak bilmektedirler. Örneğin, saadet konusunda çokça bahseden ve bu konuda bir kaç kitap kelime almış ve "Tahsü-i Saadet" adlı kitabını da bu konuda yazmış olan Farabi, kesinlikle ahlak ve saadetin birbirine ikiz olduğunu söylüyor. Veya ahlaki kitaplar olan "Cami-us saadet" ve"Mi'racu's saadet" sahibi gibi ahlakçılara göre; saadet kesinlikle ahlakın bir esasıdır. Fakat Kant, ahlakın saadetle bir işi-gücü olmadığını, kemal ile ilişkili olduğunu söylüyor. Sonra kendisi kendisine itiraz ediyor, şöyle diyor. Eğer ahlak saadetten ayrı olarak görülürse, ahlakın işi çok zor olur; saadetten uzaklaşmaya inanan ahlaklı bir insan kendi ahlakî duygularının emrini kabul etmelidir, bu ise çok zor bir iştir. Diyor ki: zor olduğunu kabul ediyorum, fakat melekûta (melekler ve ruhlar âlemine) yükselmenin tek yolu, insanın kemal yolunu seçmesidir, saadet yolunu seçmesi değil.

Burada çok açık bir açıklama vardır. Kant'a mademki melekûta yükselmekten söz ediyorsun, acaba insan melekût-i a'la'ya (Ruhlar âlemine) yükselince, saadetli midir yoksa şekavedi mi (mutlu mudur, yoksa dertli mi)? Diye sormak gerekmez mi? Çaresiz olarak saadet hissi saadet olduğu anlaşılıyor. Yani dünyanın maddî güzellikleri. O halde saadet kesinlikle kemalden ayrılamaz ve Ebu Ali ve benzerlerinin söyledikleri gibi, saadet ve kemal'in bir birinden ayrılması mümkün değildir. Kant da sonuçta bu ikisini birbirinden ayıramadı, önün söylediklerini anlamamız için, "saadet" ten maksadının bizim eskilerimizin "hissî saadet" dedikleri şey olduğunu söylemeliyiz. Zira bizim, eski filozoflarımız da iki saadet olduğuna inanırlar: Hissî saadet ve gayr-i hissi saadet.

VİCDAN VE İNSAN İHTİYARININ İSPATI

Kant'ın –arz ettiğimiz gibi- felsefesinin en önemli kısmı ahlakî vicdandır. O, nazarî akıl konusunda, yani bizim "ilahî felsefe ve hikmet" dediğimiz şey konusunda ne kadar araştırma yapmışsa da sonunda şüpheye düşmüştür, yani bir yere varamamıştır. Fakat ahlak âlemine gelince, burada her şeyin anahtarını keşfettiği görüşüne varmıştır: Din anahtarını keşfetmiş, özgürlük ve ihtiyar (serbestlik) anahtarını keşfetmiş, beka (sonsuzluk) ve nefsin ölümsüzlük anahtarını keşfetmiş, miadın (Allah tarafından belirlenmiş zaman) anahtarını keşfetmiş, Allah'ın varlığını ispat eden anahtarı keşfetmiştir. Devamla şöyle diyor ki: Eğer biz nazari akıl –bugün "felsefe" dediğiniz şey- yoluyla insanın muhtar (serbest) ve özgür olduğunu ispatlamak istersek yapamayız. Nazari akıl, sonunda, kişinin "insan özgür değildir ve mecbur olan bir varlıktır" diyeceği bir yere geliyor. Fakat derunî ve vicdanî bir konu olan ve insanın huzurî ilimle onu keşfedeceği ahlakî his yoluyla insanın özgür ve serbest olduğu noktaya ulaşırız. (Huzurî ilim, insanın kendi işindekini doğru bir şekilde görmesi, kendi içini doğru bir şekilde anlaması demektir.) Yine diyor ki, Eğer biz felsefe yoluyla buna girersek, sonunda insanın mecbur bırakılan bir varlık olduğu sonucuna varırız. Fakat kendi ahlakî hissimize ve vicdanımıza danışacağımız zaman vicdanımızda insanın özgür ve serbest olduğunu görürüz. Özgürlük ve ihtiyarı (serbestliği), derunî his ve insanın iç dünyasıyla ispat ediyor.

Bu da yeni bir iddia değildir. Başka pek çok kimse de ihtiyarı derunî his yoluyla ispat etmektedir. Mevlana şöyle der:



"Bunu mu yapayım yoksa onu mu yapayım diyen kim.

Bu, ihtiyarın (serbestliğin) delilidir ey güzel."

 

O halde Kant'ın görüşüne göre insan, vicdanının hükmüyle -felsefi delillerin hükmüyle değil- serbest ve özgür bir varlıktır.



VİCDAN VE NEFSİN SONSUZLUK (BEKA) İSTEĞİNİN İSPATI

Daha sonra, aynı yerden beka ve nefsin özgürlüğü meselesini ispat ediyor. Siz de biliyorsunuz ki beşeriyetin önemli meselelerinden biri şu olmuştur: Acaba insanın ruh veya nefsi, ölümden sonra baki, ölümsüz ve öbür âlemde mutlu veya mutsuz mudur yoksa değil mi? İnsanın nefis veya ruhu insanın ölümüyle tamamlanıp yok oluyor mu? Bu, dünyanın fikrî ve felsefî meselelerinden en önemli olanıdır. Bu gün teknoloji açısından gelişmiş Avrupa dünyasına gitseniz, hâlâ Avrupa'nın büyük filozoflarından bazılarının materyalist bazılarının ise metafizik eğilimli olduğunu göreceksiniz. Kant, felsefenin delilleriyle beka' ve nefsin özgürlüğünün ispat edilemeyeceğine inanır. Fakat insan vicdanı, nefsin baki ve ölümsüz olduğunu, her zaman var olduğunu ve öbür âlemde mükâfat veya ceza göreceğini söyler. Bunun delilinin şu olduğunu söylüyor:

İnsan vicdanı her an ona sadakati, emaneti, doğruluğu, adaleti emreder. İnsan, sadakat, emanet, doğruluk, adalet ve benzerlerinin insanın dünya hayatındaki amelinde kendisine bir mükâfat getirmediğini ve hatta bunların dünyevî mükâfat, menfaat ve ücret elde etmede insan için bir engel olduğunu görmektedir. Eğer insan bu engelleri, yani sadakat, emanet, adalet ve benzerlerini ortadan kaldırırsa dünyevî mükâfat ve menfaatlere rahatlıkla ulaşır. Şu örneği zikredeyim: Ali b. Ebi Talib ve Muaviye birbirlerine karşı yer alıyorlar. Ali, adaletin yayıcısı, adam kayırmaya, rüşvete, yalan söylemeğe, hile yapmağa karşı bir adamdır. Tüm siyaseti buesas üzerine kurulmuştur. Muaviye ise, bu vasıflardan hiçbirini taşımayan birisidir. O, kendi hedef ve maksadına ulaşmak ister; bu eğer adaletle daha çabuk oluyorsa adaletle, yok eğer adaletle olmuyorsa ayırımcılık, rüşvet, halkın malını gasp, bundan alıp ona vermek, hile yapmak, kurnazlık, yalan söylemekle işini yürütür. Zorbalıkla o muvaffak olur, Ali (AS) ise yenilgiye uğrar.

Bütün insanlar, bunların insan için engel ve sınırlama getirdiğini düşünmektedirler. Bununla birlikte yine de insanın içindeki duygular, sadakat, emanet, adalet ve benzerlerini emreder. O, kendisinin verdiği emirlerden el çekmez. Bu neden dolayıdır? (Kant) şöyle diyor: İnsanın, kendi içinde kaybolmayan ve heder olmayan bu davranışların iyi sonucundan habersizce emin olmaması muhaldir. İnsan vicdanı ve içyüzünün derinliğinde, bu itikat ve iman habersizce bulunmaktadır. Fakat yine de zahiren inkâr eder. Diyor ki: Biz gerçekten bir kıyametin olduğunu, bir miadın olduğunu, acaba ölüm sonrasından bir haber var mı yok mu bilmiyoruz. Fakat insan habersizce kendi içinde bu gerçeklere inanır. Bundan dolayı (insan) yüz defa doğru söyleyip de karşılığında kötülük görse, adalet yapıp da karşılığında zulüm görse yüz birinci defa yine sadakat ve adaletini bırakmaz. Bu, şunun içindir: Vicdan ve içyüzün derinliğinde ve huzurî ilimle hayatın buraya has olmadığı, dünya döneminin, başka bir doğuşun kendisini takip ettiği bir ceninin anne karnında yaşadığı dönem gibi olduğu konusunu düşünür. (Bu değerlendirme Kant'ın kendisine aittir). O halde sorumluluk hissi, mükâfatlara inanmayı kapsar, yani nefsin ölümsüz ve bekasına imanı kapsar. Nefsin ölümsüzlüğüne iman, yani ben bakiyim (ölümsüzüm) ve mükâfatımı dünyadan alırım düşüncesi yok olmaz. Bunun kendisi yaratıcıya imanı içerir. "Ben"in ölümsüzlüğüne iman, yaratıcıya imanı gerektirir.

İşte Kant'ın ahlakî vicdandan sadece ahlakî emirleri anlamakla kalmayışı aksine bunun, tüm tabiat ötesinde onun felsefesinin temeli olduğu, özgürlük ve serbestliği aynı yerden ispat ettiği,, nefsin beka ve ölümsüzlüğünü, ahiret alemini aynı yerden ispat ettiği Allah'ın varlığını aynı yerden ispat ettiği yer burasıdır. Bundan dolayı: "iki şey hayret vericidir ve hiçbir şey onların ölçüsünde insan için hayret verici değildir. Birisi, başımızın üzerinde yer alan yıldız dolu gökyüzü, diğeri, bizim içyüzümüzde yer alan vicdandır." diyor. Bu, onun insanın içyüzünde çok şeyin olduğuna inanması ve usulden çok şeyi insanın içyüzünden ve batınından keşfetmesindendir. Bazen âlim ve ariflerimiz veya onların bilginleri, "akıl"ın yerine "gönül" kelimesini kullanıyorlar. Bu konuda "gönül"den maksat vicdandır. Kant, Russo'nun -Emil, İtiraflar, Toplumsal Kurallar adlı kitapların ünlü yazan- Allah konusunda bir sözü olduğunu söylemiştir. (Russo) şöyle demiştir: "Gönül" "kafa"nın anlayamayacağı bir mantığa sahiptir. Yani insan bazen düşüncesinin asla ulaşamayacağı şeyleri kendi vicdanının hesabıyla düşünür. Daha sonra şöyle diyor: Russo doğru söylemiştir. Paskal([20]da: "Gönül kendisi için kafanın, yani aklın kesinlikle habersiz olduğu delillere sahiptir." sözünden dolayı doğru söylemiştir. Kant bunların sözlerinin doğru olduğunu söylemektedir. Onun maksadı, insanın Allah'ın varlığının ispatı konusunda aklın delilleri peşinde her zaman gitmesinin gerekmediğidir. Bunlar bir takım delillerdir, fakat gönül akim delillerinin dışında delillere sahiptir. Gönül ve içyüzün yolu, Allah'a doğru giden bir yoldur. Akıl yolu ise, Allah'a doğru giden başka bir yoldur. Biri o yoldan gitmek ister, biri diğer yoldan.

İMAM SADIK (a.s)'DAN BİR HADİS

Bu konuyla ilgili olan ve sık sık kullanılan bir hadis aklıma geldi:

Adamın biri imam Sadık (a.s)'ın huzuruna geldi ve şöyle dedi: "Ben Allah'ın varlığına hangi delille inanayım?" İmam, konuya vicdani yolla girdi ve şöyle buyurdu: "Gemiye hiç bindiğin oldu mu?" adam "evet" dedi. İmam şöyle buyurdu: "Her şeyden ümidini keseceğin bir şekilde kuvvetli bir rüzgârın estiği ve denizin çok büyük bir dalgaya tutulduğu (veya geminin kırıldığı, delindiği) durumuyla karşılaştın mı?" Adam, 'evet böyle bir durumla karşılaştım" dedi. İmam: "O anda isterse seni kurtaracağı bir gücün olduğunu düşündün mü hiç?" dedi. Adam "evet" deyince, İmam: "İşte o, Allah'tır. Senin bütün sebep, alet, araç ve vasıtalardan ilişkinin kesildiği anda ister istemez senin ümitsizliğe düşmene elvermeyen şey senin vicdanındır. Vicdanında gerçekten böyle bir şey olduğu için olduğuna hükmeder. İsteğin, arzun bir işi başlatmaya taalluk edince sebepler ve müsebbiplerin tümü onun karşısında bir şey değildir." diye buyurdu.

Vicdanın görüşü olan bu görüş, arz ettiğim gibi seçkin bir görüştür ve dayanağı atıfe, irade vecp akıl değildir, dayanağı vicdandır. Acaba bu görüş, eleştirilmeğe gerek duyar mı duymaz mı?


Yüklə 1,6 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   15




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin