İNSANIN DAVRANIŞINDAKİ BAŞLANGIÇ VE HEDEF
İnsandaki her davranışın bir başlangıcı bir de gayesi vardır. Yani insanda, kendisini bir işe yönlendiren bir duygu, bir eğilim, bir yaptırım vardır. Eğer bu olmasaydı insanın o işi başlatması mümkün değildi. Kişiyi harekete geçirici, yönlendirici bir faktör veya bir korku olmaksızın insanın bir işi başlatması imkânsızdır. Her işin bir hedefi, amacı vardır, insanın yaptığı her işte kavuşmak isteği bir amaç ve hedefi vardır. Ahlaki iş, öyle bir iştir ki başlangıç açısından, insanın kendisine bağlı olmayıp başkasına bağlı olan bir eğilimden doğar. Bunu da sevginin dışındaki atıfe olarak adlandırıyoruz. Buna göre insanın amacı, hayrın kendisine dokunması değil, başkalarına dokunmasıdır. Bu görüşe göre, tabii fiil, "Kendi" ve "Ben" dairesinin dışında değildir. "Ben" ve "Kendi"ne bağlı olan eğilim ve arzu, bu hayrın aynı "Ben" ve "Kendi"ne dokunmasını ister. Hayvanlar da böyledir. Fakat ahlakî fiil, hem eğilim yönünden"Kendi" dairesinin dışındadır, yani bu eğilim aslında "Kendi"ne bağlı değildir, başkasına bağlıdır. Hem de amaç yönünden "Kendi" dairesinin dışında olmaktır. Çünkü amaç hayrı kendisine değil de kendisinden başkasına ulaştırmaktır. O halde ahlaklı insan, "Kendi" dairesinden ayağını çekmiş ve kendinden başkasına ulaşmış insandır. Bu, ahlakta, muhabbeti ahlakın temel unsuru olarak kabul edip anlatan ekoldür. Onun nazarında ahlak muhabbete, sevgiye eşittir. Ahlakını bu temel üzerinde kuran ahlaklı öğretmen, kendisini muhabbetin yayıcısı olarak bilir ve tanır. Bu nazariyenin bir kısmı, tüm dinler arasında ve dünyadaki felsefi ekollerin çoğunda müşterek bir nazariyedir. Herhalde bizler dünyada muhabbeti sevgiyi tavsiye etmeyen hiçbir dine rastlamadık. Bizim haber ve hadislerimiz arasında şöyle bir cümle vardır:
"Kendi için sevdiğin şeyi başkaları içinde sev, ve kendin için beğenmediğin şeyi başkaları için de beğenme" ([8]) (Bu içerikteki sözlerden birçoğuna sahibiz.) Dinler Tarihiyle ilgili bir kitapta, dünyadaki büyük dinlerin tümünde bu tavsiyenin var olduğunu okumuştum. Bunun elbette olması gerekir. Orada var olan şey, bu ekol ve dinlerden bazılarının muhabbet yönlerinin daha ağır basmasıdır, yani ahlaklarının en ağır yönünü, mihverini, sadece ve sadece muhabbet oluşturmaktadır, bundan başka bir odak noktalan yoktur. Fakat diğer dinlerden bazılarında, muhabbet, onların ahlaki unsurlarından bir unsurdur. Ahlaklarında bununla birlikte başka unsurlar da mevcuttur.
HİNT AHLÂKI
Hint ahlakı, atifî ahlakıdır, yani Hint ahlakının tek dayanağı, sevgidir (atıfedir). Hıristiyanlık ahlakının da tek dayanağının sevgi ve muhabbet olduğu söylenebilir. Gandi'nin kendi adına yayınlanan "Budur benim dinim" adlı bir kitabı vardır. Avrupalı biri de bu kitaba çok geniş bir mukaddime yazmıştır. Gandi: "Ben Upanişadları([9]) araştırmakla üç temel esasa vardım" demektedir.
Birinci esas, bütün dünyada bir iyilik, bir tanıma mevcuttur ve o da zat'm tanınmasıdır. (Tercümede "zat" kelimesini yazmışlar. Ben, "zat" kelimesi yerine "nefs" kelimesinin tercüme edilmesi gerektiği konusunda kesin bir iddiayı savunuyorum.) Âlemde sadece bir iyilik mevcuttur, o da nefsin iyiliğidir, yani kendini tanıma. Marifet konusunda Hint kültürünün dayanağı, nefsin marifetidir, yani, insanın kendisini tanıması gerektiğidir, kendini keşfetmelidir. Hinduizm’in bütün riyazetleri([10]) de bu konuya ulaşmak içindir. Herhalde, şimdi bu esası anladım diyebilirsiniz. Yani, bütün dünyada bir marifet ve bir tanıma vardır ve o da kişinin kendisini tanıyıp keşfetmesidir.
İkinci esas şudur: Kendisini tanıyan herkes Allah'ı ve dünyayı tanımış demektir. (Zat'ın marifeti değil de nefsin marifeti olarak tercüme edilmesi gerektiğini iddia etmemiz işte bundandır.) Bu da doğru bir sözdür. O'nun söylediği bu iki esas Peygamber-i Ekrem ve Emiru'l Mü'minin sözlerinde vardır. Emiru'l Mümin'in Nehcül Belaga'sında değil, fakat Amudî'nin Gurer ve Durer'inde vardır. Burada Emiru'l Mü'minin şöyle buyurmaktadır: "Kendini tanımaher türlü tanımadan daha faydalıdır." ([11]) Bu şu demektir: Kendini tanıyan herkes hem Allah'ı hem de dünyayı tanımıştır. Peygamber (saa) ve Emiru'l Mümi'ninin sözlerinde bu manayı içeren hadisler çoktur: Kendini tanıyan Allah'ı tanımıştır.
Gandi'nin, "Ben bu üç esası upanişadlar 'ı incelediğim esnada keşfettim " dediği üçüncü esas ise şudur: Bütün dünyada bir güç ve bir iyilik mevcuttur bunun dışında ise bir şey yoktur. O güç, üzerinde egemen olan güçtür. Kendisine hâkim olan herkes -O'nun tabiriyle- bütün cihana hâkim olmuş demektir. Ve bütün dünyada tek bir iyilik vardır. O da kendisini sevdiği gibi başkalarını sevmektir. (Gandi'den nakletmiş olduğum tüm deliller bu bir cümleden ibarettir.) Hint ahlakının "sevmek" temeli üzerinde kurulduğunu söyleyebiliriz. Hıristiyanlıkta da iddia ettiklerine bakılırsa, ahlak sevgi üzerine bina edilmiştir. (Doğulu olan Hintlilerin, yalan ve nifakları daha azdır. Batılı olan Hristiyanlar ise, genellikle nah tersinden çakarlar. Onlar hakkında "iddia ettiklerine bakılırsa" tabirini kullanmamız bundan dolayıdır.) Hıristiyanlık propagandacılarının her zamanki sözü şudur Bizler, sevgi tebliğcileriyiz; Mesih (İsa), sevgi peygamberiydi, sevginin öncüsü, aşkın öncüsü, şefkatin öncüsüydü. Nitekim şöyle demektedirler: Eğer birisi yüzünün sağ tarafına bir tokat vurursa, ona sol tarafını da çevir.
Bu nazariyenin özeti; ahlak, yani iyilik yapmak, muhabbet beslemek, başkalarını sevmek manasınadır. Acaba bu nazariye doğru mudur yoksa doğru değil midir?
BU GÖRÜŞÜN ELEŞTİRİSİ
a) Her Muhabbet (Sevgi) Ahlak Değildir.
Bu nazariyenin yüzde ellisi doğru, yüzde ellisi doğru değildir. Bu nazariyede tenkit edilecek yerler vardır. Bir tanesi sudun Her muhabbet ve sevgi ahlâk kabul edilemez. Tıpkı övülmeğe ve methedilmeğe layık olup da ahlak sayılmayan işler gibi. Methedilmeğe layık olan her davranışın ismi ahlâk değildir. Güçlü bir bileğe sahip olan bir kahramanın işi övülmeğe değerdir. Fakat bunun ismi ahlak değildir. Ahlakta, beğenilen ve kazanılan unsurlar, yani fıtrî olan şeylerin dışındaki unsurlar yatmaktadır. Eğer bir işin başlangıcı insan için fıtrî, tabii ve doğuştan gelen bir şey ise ve insan onu okumamış ve kendi isteğiyle elde etmemişse, o iş, azamet ve ululukla övülmeğe değer olabilir, ama ahlak değildir, anne ve babanın çocuğuna karşı olan sevgisi, özellikle annelik sevgisi gibi. Bir annenin çocuğuna karşı olan sevgisi çok yüce ve çok büyük bir duygudur, övülmeğe değer bir duygudur, ama annenin yavrusuna karşı göstermiş olduğu o çok büyük sevgi duygusunun ahlaki bir davranış olduğuna delil gösteremeyiz. Bu sevginin, başkasının çocuğuna, örneğin komşusunun çocuğuna karşı göstereceği sevgiden farksız olduğunu söyleyemeyiz. Bu duygular, sevginin dışında bir duygudur, ama bu, kendi çocuğuna özgü değildir. Buna ilave olarak o bu duygulan öğrenip kazanmamış, kendi isteğiyle elde etmemiş, tam tersine yaradılışa hâkim olan kanunlar, işlerin düzgün bir şekilde yürümesi için bu çok güçlü duygulan ona vermiştir. Zira eğer böyle olmasaydı hiçbir anne kendi çocuğuna hizmet etmezdi. Bundan dolayı Annenin duygulan, bir atıfeden kaynaklanan başkasını sevmeye dayalı duygulardır ve "Kendi", yani "Ferd" dairesinin dışındadır, fakat bu duyguları ahlakî duygular ve annenin davranışını ahlak olarak adlandıramayız. Babanın duygulan, akrabalık duygulan, vatandaş sevgisi ve milliyet sevgisi de bu türdendir. İnsanın kazanmadan elde ettiği duygular ahlak sayılamaz.
b) Ahlak Başkasını Sevmekle Sınırlı Değildir.
Başka bir tenkit: Ahlak dairesi başkasının sevme sınırından daha geniştir. Bütün ahlak anlayışları, yani tüm mukaddes işler insan sevgisiyle birlikte başkasını sevme türünden değildir. Başka bir çeşit, yani yücelik, büyüklük, övgü, takdir, takdis ve aferine değer bir takım işler silsilesi vardır insanda, fakat bunlar, başkasını sevmeğe bağlı değildir. İnsan, işar (cömertlik) ve ihsanı (iyilik) takdis ettiği gibi, o işi de takdis eder. Tıpkı Arapların "İbâü'd deymî" olarak tabir ettikleri zillete boyun eğmemek" gibi. İnsanlar bir tehlikeyle karşılaştıktan ve işleri dağınıklığa uğradığı zamanlarda zarara tahammül etmeleri ve izzetlerini korumaları için veya mala ve cana gelecek bir zarara tahammül edemeyecekleri için zillet ve alçaklığa boyun eğme konusunda farklıdırlar. Tarihte öyle insanlarla karşılaşıyoruz ki canlarını feda ediyorlar, fakat zillete boyun eğmiyorlar. "El -Mevtü evla min rukûbi'l âr"([12]) denilir. Yani ölüm, insanın zillete boyun eğmesinden daha iyidir. Emiru'l Mü'minin; şöyle buyurmaktadır:
"Muzaffer olarak ölmenizdedir hayat. "([13])
Gandi şöyle diyor: "Dünyada sadece tek bir iyilik mevcuttur o da, başkalarını sevmektir." Hayır, dünyada, başkalarını sevmekten başka iyilikler de mevcuttur. Bunlardan biri de az önce verdiğimiz örnektir.
c) İnsan Severlik Düşüncesi:
Üçüncüsü, insanın muhabbeti, açıklanması gereken bir kavramdır. Bu kavramı genellikle "başkalarını sevme" şeklinde açıklamışlardır. Biraz daha ileri gidenler ise, "insanı sevme" demişlerdir. İlk önce tenkit edilmesi gereken şey: Niçin insanı sevme? Canlıları sevme dersek daha iyi değil mi? Gerçekten insan bin hayvana karşı şefkat gösterebilir. Tıpkı hadiste anlatıldığı gibi, susayan köpeğin susuzluğunu gideren, ayakkabısını (kovasını) kuyuya sarkıtarak güçlükle su çekip köpeğin su ihtiyacını gideren şahsın yaptığı iş "insanı sevme" olmadığı için ahlakî değil midir? Acaba insan sadece insanları mı sevmeli, diğer canlıları sevmemeli mi? Aksine Sa'di'nin de dediği gibi her şeyi sevmeli:
Dünyada, dünyanın kendisinden memnun olduğu kimseden memnunum.
Bütün aleme aşığım çünkü alemin tümü O'ndandır.
Şahidim saki olduğu için bu zehiri irademle içiyorum.
Bu sıkıntıyı sevinçle çekerim çünkü ilaç da O'ndandır.
Niye sadece "insanı sevme" diyelim? Şüphesiz "canlıları sevme" demeliyiz. O halde "insanı sevme" kavramının tefsire ihtiyacı vardır. Zira bu, eğer birazcık ifrata kaçılırsa insanı sevme adı altında "imana düşman" anlayışı çıkar. Bu nasıl olur?
İnsandan maksat nedir? Acaba insan bir başı, iki kulağı olan bir hayvan mıdır? Bu bir başı, iki kulağı olan hayvanı gördüğümüz her yerde, "bu insandır, insanoğlunun babası Âdem’in soyundandır' mı diyelim? İnsanoğlunun babası Âdem’in soyundan olan her şeyi ister Lumumba olsun, isterse Musa Çumbe olsun- çünkü ikisi de bu yönden eşittirler- sevmeli miyiz? Yoksa insandan maksat her insan değil mi? Ne kuvvetli insan, ne de insanın zıddı olan insandır. Belki de insanlık sahibi insandır maksat ve "insanı sevme," insanlığın sevme, yani insanlık değerlerini sevme açısındadır. Her insan, insanlık değerlerine sahip olduğu ölçüde sevilmeğe, insanlıktan uzaklaştığı ölçüde de -velev ki bu görünüşte diğer insanlar gibi olsun- düşmanlığa layıktır. Görünüş itibariyle Cengiz, Yezid b. Muaviye ve Haccac b. Yusuf da insandırlar. Fakat insanlık değerlerinin kendilerinde olmadığı, insan karşıtı olan insanlardır. Ohalde "insanı sevme" kavramının tefsire ihtiyacı vardır. İnsanı sevme, yani insanlık değerlerine sahip olan her insan sevilmeğe layıktır. Yine insanlık değerlerine sahip olmayan her insan, insanlık değerlerini elde etmesi için sevilmeğe layıktır. Bir insan-ı kâmil, insanlık değerlerini yok eden bir insanı da sever, fakat sadece karnını doyurmak için onu seviyor değildir. Onu bundan kurtarmak ve insanlık değerlerine kavuşturmak için sever. İşte biz Peygamber'in(sav) Rahmet'un li'lâlemin olması, yani ister kâfir ister mü'min olsun bütün insanlar için rahmet olması bundan dolayıdır.
Şimdi, bunun ahlak konusunda söylenmiş bir ölçü olduğunu ve bu ölçünün kâmil olmadığını görmüş bulunuyoruz. Bunu yüzde yüz yok etmiyoruz, fakat kâmil bir ölçü değildir. Bu ölçüde gerçeğin tümü değil de bir kısmı vardır.
İSLAM FELSEFECİLERİNİN GÖRÜŞÜ -İRADE
İnsanlık ahlakı ölçüleri konusunda başka bir görüş daha vardır ve o da irade görüşüdür. Bu görüşün biraz açıklanması gerekir. Her ne kadar benim açıklamam zorsa da, açıklık getirmeye çalışacağım. "Her hayvanın iradeli olarak hareket ettiği, falan yere gitmek için irade ettiği (istediği) ve oraya isteğiyle gittiği, insanın da hayvan gibi iradesiyle hareket ettiği" bilinmektedir. Fakat bu yanlıştır. Hayvanlarda var olan arzu ve istektir. İnsanda da bir takım arzu ve istekler vardır. Fakat insanda, hayvanda bulunmayan bir "irade" vardır. İrade akılla yan yanadır, aklın olduğu her yerde irade vardır, aklın olmadığı yerde irade de yoktur. İnsan iradesiyle hareket edebilir, ama bazen de iradesiyle hareket etmez, arzu ve isteğine göre hareket eder. Hayvan daima arzu ve isteğiyle hareket eder.
ARZU (MEYL) VE İRADENİN FARKI
Arzu ve irade arasındaki fark nedir? İnsandaki arzu, harici bir şeye kavuşmağa çalışmaktır. İnsan açtır, sofraya yemek getirirler, kendinde yemeğe doğru bir arzu hisseder. Yani insanın içinde kendisini yemeğe çeken bir kuvvet vardır veya bu kuvvet, insanı kendisine doğru çeken yemekte de olabilir. Arzu (meyi), insanı harici bir şeye doğru çeken harici bir etken ile insan arasındaki cazibe ve çabadır. İnsan veya hayvan acıkınca kendisinde yemek yeme arzusu belirir. Susayınca da su içme arzusu belirir. Cinsel arzu, karşı cinse meylettirir. İstirahat etmekte kendi başına bir arzudur. "meyl" arz ettiğim gibi cazibedir, çekici bir kuvvet gibi. İnsanda peyda olunca onu harici bir şeye doğru sürükler. Anne sevgisi de kendi başına bir arzudur. Hatta insanlık sevgisi de bir arzudur. Örneğin insan çaresiz bir insanla karşılaştığı zaman kendisinde o çaresiz kişiye yardım etme duygusu belirir, yani kendisinde ona yardım etme arzusu doğar.
Ama irade içsel bir duygudur, dışsal değil. Yani dış dünya ile insan arasındaki bir ilişki değildir, bunun tersidir. İnsan, yapacağı işleri düşünür, tartışır, en uzak ihtimalleri, doğacak sonuçları derin bir şekilde düşünür, aklına göre işin iyi ve kötü yönlerini birbirleriyle ölçer, daha sonra iyinin ve doğrunun hangisi olduğunu teşhis eder. İşte o zaman, arzusunun istediği değil de aklın kendisine emrettiği şeyi yapmaya iradesiyle yönelir. İnsanın, aklının kendisine yaptırdığı ve kendisinin de iradesiyle yaptığı işlerin çoğu içinde taşıdığı arzu ve isteğe terstir. Perhizli olan bir kişi düşünelim. Sofraya oturmuş, önüne çok güzel yemekler serilmiş. İçindeki arzu, onu, o güzelim yemekleri yemeğe iter. Fakat o esnada düşünün eğer ben bu güzel yemekleri yersem ne olacak? Bundan dolayı da arzusunun tersini yapar ve yemez. Başka bir değişle, onun yapısı ilaçtan nefret eder. Sadece ilaca arzu duymamakla kalmaz, bu arzunun tam tersini taşır. Fakat işin muhasebesini yapınca, ilacın alınması gerektiğini maslahat olarak görünce ilaçtan nefret etmesine ve isteksizliğine rağmen o ilacı almaya karar verir, irade, bütün nefsanî arzuların ve nefsanî arzuların karşıtlarının, yani nefret ve korkuların kontrol altına alınması demektir. Arzunun tersi olan korku, insanı kaçmağa sürükler. Fakat irade bazen korkuyla da mücadele eder. "Yerinde dur, bunun ismi kahramanlık olur" der.
O halde irade, insandaki bütün arzu ve istekleri, çekicilikleri, nefretleri, korkulan, cesaretsizlik ve ürkeklikleri kontrolü altına alan ve bir arzunun veya başka bir şeyin insanı kendi tarafına çekmesine engel olan bir kuvvettir. Akla şöyle der: "Ey değerli akıl! Gel otur da bu işin bir muhasebesini yap, hepsinin içinden hangisi mutlu bir sonuca vardırır, maslahat hangisini ister? Maslahat hangisini gerektiriyorsa bana söyle de yapalım."
Bu nazariyeye göre, ahlakî davranış, bir arzunun tasallutundan doğmayan -velev ki bu arzu muhabbet düşüncesi de olsa- ve arzunun tersi olan bir şeyin de tasallutundan doğmayan bir davranıştır. Yani eğer siz mecbur kalan bir insan gibi, muhabbet düşüncesinin tesiri altında kalırsanız bu ahlakî değildir. Örneğin bazen acıma duygunuz kabarıyor, kendinizden geçiyor ve bir iş yapıyorsunuz. Size "Bu işi niçin yaptınız?" diyorlar, siz: "Acıdım" diyorsunuz. Bu, insanın zaaf noktasıdır. Eğer muhabbet düşüncesi akıl ve iradenin ihtiyarında ise, bir yerde akü iradeye, "şu ferdi arzuyu izle", başka bir yerde de "izleme" der. Bu, bütün arzular konusunda böyledir. Ben açım, yemeğe ihtiyacım var, bu durumda yemek yemek, maslahattır. İrade, bu konuda arzuya izin verir, ben yemeği arzuma göre bir yere kadar yiyorum. Geride birkaç lokma bir şey kalmış, irade hemen ortaya atılıyor ve yeter diyor. Bundan fazla yersen rahatsızlık doğar, her ne kadar yemeği arzuluyorsan da yeme. Ve ben artık yemiyorum. İnsanı sevme düşüncesinde de bu böyledir. Çoğu konularda atıfe (acıma duygusu) bir hüküm verir, akıl ve irade ise başka bir hüküm verir. Atıfe, acıma duygusudur, insanı açındırır. Ama akıl ve irade uzak ve geniş düşüncelidir. Bu konuda Kur'an'da bir ayet ve Sa'di'nin bir şiiri vardır. Ayet, zina eden erkekler ve zina eden kadınlarla ilgilidir:
"Zina eden kadın ve zina eden erkeğin her birine yüz değnek vurun, Allah 'a ve Ahiret gününe inananlar iseniz Allah 'ın dinini uygulama konusunda sizi, onlara karşı acıma duygusu tutup engellemesin. Mü'minlerden bir gurup da onlara yapılan azaba şahid olsun. "(Nur: 2)
Allah, zina eden kadın ve zina eden erkeği cezalandırın, değnek vurun ve müminlerden bir gurup da bu manzaraya şahid olsun diyor. Oysa Kur'an, katil birisinin cezalandırılması esnasında birçok insanın içinin sızlayacağını ve bu cezayı uygulamaktan vazgeçilmesinin iyi olacağını düşüneceğini biliyor. Bu, ani bir duygudur. Böyle bir şeyin olması ve her katilin cezadan muaf tutulması halinde bunun peşinden, cinayet üstüne cinayetlerin meydana geleceğini düşünmez. Burada atıfe (acıma duygusu), cezalandırmayın diyor. Akıl ve maslahat ise cezalandırın diyor. Buradaki atıfe, başkasını sevme atıfesidir, kendini sevme atıfesi değil. Fakat atıfe, kendi başına hareket edemez. Atıfe, acıma duygusudur, insanın elinden tutup, bu işi yapma der. Akıl ve maslahat ise burada sertlik yanlısı olup "sen anlamazsın, sen sadece yakını görürsün, uzağı göremezsin, eğer uzağı da yakın gibi görebilseydin böyle bir karar vermezdin" derler. Kur'an şöyle buyuruyor:
"... Zina eden o ikisi için Allah 'in dininde merhamet ve şefkate kapılmayın." (Nur: 2)
İlahi cezaların ortada ve bütün beşeriyet için maslahat olduğu yerde bir an bile acıma duygusu söz konusu olamaz. Sa'di bir beytinde şöyle der:
Keskin dişli kaplana acımak koyunlara zulümdür.
Çok güzel söylemiş. Bir kaplana acımak, işin mantıki, maslahat, akıl ve irade yönünü ele almaksızın sergilenen atıfi bir tavırdır. Koyunlarımızı yemiş olan bir kaplanı düşünelim. Acaba biz bunu cezalandırmalı mıyız yoksa serbest mi bırakmalıyız? Eğer yakın bir görüşe sahip isek ve sadece kaplanı görüyorsak, ona acır ve serbest bırakırız. Yok, eğer uzak görüşlü isek cezasını veririz. Eğer dünyada bir kaplandan başka canlı yoksa bu atıfe (acıma duygusu) doğru bir atıfedir. Ama gözümüzü açıp da diğer tarafa bakacak olursak bu kaplana olan acıma hissimizin yüzlerce koyun karşısındaki sertliğe eşittir. Atıfe, artık başkasının sertliğini gerektiren bu acımayı gösteremez. Her şeyi birbirine bağlı olarak hesaplayan akıl ve maslahattır. Bu atifenin arkasında bir sürü sertlik, merhametsizlik, acımasızlık görüyoruz.
Buna benzer bir başka konu da hırsızlık cezasına yönelik sözlerdir. Hırsızın elinin kesilmesi bir acımasızlıktır, insanlığa ve insan sevgisine yakışmaz. Hırsız, hırsızlık yapsa da elini kesmemeliyiz, onu bırakalım da terbiye edelim. Sonucunu her zaman dünyada gördüğümüz terbiyeler. Hayır, böyle değildir. Sonuç her zaman gördüğümüzün aynısıdır. Eğer; "Bundan sonra hırsızın eli şu yerden kesilecektir" şeklinde bir kanun çıkarılırsa ve bir hırsızın eli kesilirse, artık hırsızlık tohumu kökünden sökülmüş olur. Nitekim şimdi hırsızlık yapmak için ne cinayetler, ne katliamlar işlendiğini görüyoruz.' Yani hırsızlığın bizzat kendisi fevkalade büyük cinayet ve katliamları gerektirmektedir. Bu ekol, ahlakî olmanın ölçü ve temelinin atıfe değil, aksine akıl ve irade olduğunu söylemektedir. Buna göre atıfenin de akıl ve iradenin emri altında kendi işinin yürütmesi gerekir. Yoksa eğer atıfeyi ahlakî davranış adı altında kendi başına bırakırsanız, ahlakî davranışların tersi davranışlar yapar, İslam felsefecilerininüzerinde ayrılığa düştükleri ahlakta şu sorun var: Kamil ahlak, akim güçlülüğü ve iradenin güçlülüğü esası üzerine kurulan bir ahlaktır. Ferdî arzular, çeşitli istekler ve iştiyakların tümü akıl ve iradenin kontrolü altında olmalıdır. Bu nazariyeye göre gerçek ahlak, akıl ve iradenin tüm vücudu üzerinde hâkim olduğu kimsenin ahlakıdır. Elbette insan vücudunda ferdî şefkatten başka şefkatler de mevcuttur, fakat bunlar insan vücudunda akıl ve iradenin kontrolü altında kendi yerinde açılan çeşmelerdir. Bunun gibi, buna benzer kamil insanlar, bazen öyle işler yapıyorlar ki sonsuz naziklik içinde şefkat besliyorlar, insan bunların oradaki ruhi yapılarını görünce bunun gülden daha nazik, nesim rüzgarından daha güzel olduğunu anlıyor. Fakat aynı insanı başka bir yerde öyle bir sertlikle görüyorsunuz ki, dağ bile o sertlikte olamaz. Bir yerde yüz insanın başını bir koyun gibi kesiyor ve gönlü hiç kıpırdamıyor. Başka bir yerde küçücük bir manzarayı görmekle öyle kendinden geçiyor ki asla zapt edilmeğe ve kontrol altına alınmaya gelmiyor. Yoksa Ali b. Ebi Talip böyle değil miydi? Eğer bir insan sırf şefkatinin tesiri altında kalıyorsa, şefkati mantıksız ve kör olduğundan, o insan bütün konularda böyle olmalıdır. Fakat şefkat kaynağı vücudundaki akıl ve iradesinin ihtiyarında olduğu zaman bir yerde ruhu böylebir letafet, naziklik ve yüceliği gösterirken başka bir yerde onun hiç titremeksizin sonsuz bir sertlik ve acımasızlık içinde olduğunu görürsünüz.
Bu nazariyeye göre ahlâk, yani akim ve iradenin insan vücudu üzerindeki hâkimiyeti, kişisel ve toplumsal arzulan kapsayan tüm arzuların akıl ve iradenin ihtiyarında olduğu anlamına gelmektedir. Buna göre, "Ahlak" bu mektepte akıl ve iradenin hâkimiyetine dönüşmektedir. Açıkladığımız bu görüş, İslam felsefecilerinin görüşüdür, İslam’ın görüşü değil. Bundan dolayı İslam’ın görüşü başka, İslam felsefecilerinin görüşü ise başka bir konudur. İslam felsefecilerinin söylemiş oldukları sözlerde İslami meseleleri kâmil bir şekilde açıklamış olmaları elzem değildir. Gerçeğin bir kısmını söylemiş olabilirler. Bu nedenle bunları İslam adına açıklamam doğru olmaz.
Üçüncü görüşü de kısaca açıklayayım.
VİCDANCI GÖRÜŞ
Vicdancı görüş ahlakı, ne Hinduizm ne Hıristiyanlık ne ahlakının kabul ettiği şefkati ve ne de bu felsefecilerin söyledikleri akıl ve irade olarak ele alır. Ahlaki vicdanî ilhamlardan ibaret olarak değerlendirir. "Vicdan" kelimesini çok işitmişsinizdir. Bazıları, Allah Teâlâ’nın insanın içinde akıl ve şefkatin dışında olan bir güç yarattığını, bunun insana ilham veren bir güç olduğunu, yani insanın kendi içinde insana emreden ve şöyle yap böyle yapma diyen bir güç olduğunu söylerler. Bu güç akla bağlı değildir. Akıl, daha çok kazanmaya dayalı bir iştir ve bu kişisel bir davranıştır. Allah Teâlâ her insanı, bir vicdanla birlikte yaratmıştır ve bu vicdan pek çok konuda -her şeyde değil- insana ilham eder. Ahlaki davranışlar olarak adlandırdığımız davranışlarda vicdan insana ilham eder, bu işi yap, şu işi yapma der. Ahlaki davranış vicdandan ilham alan bir davranıştır. Tabii davranış vicdanla ilgili değildir, tabiatla ilgilidir; yemek yemek, su içmek vb. davranışlar gibi. Fakat ahlaki davranış insan tabiatıyla ilgili değildir, insan vicdanıyla ilgilidir, insanın kendi içinden aldığı emirle ilgilidir-
KUR'AN'IN VİCDAN HAKKINDAKİ GÖRÜŞÜ
Kur'an, insanın birtakım kişisel ilhamlarla mücehhez olduğu konusunda sessiz kalmamıştır. Mübarek şems suresinde şunu okuyoruz:
"Güneşe ve onun aydınlığına and olsun. Onu takip ettiği zaman aya andolsun. Güneşi ortaya çıkardığı zaman gündüze andolsun. Onu örttüğü zaman geceye andolsun. Göğe ve onu yapana and olsun. Yere ve onu yuvarlayıp döşeyene and olsun. Nefse ve onu şekillendirene, Ona bozukluğunu ve korunmasını ilham edene and olsun..." (Şems: 1 - 8)
Bu yeminin sonu şöyledir; insan ruhuna ve onu şekillendirene yemin olsun ki Allah Teâlâ insan ruhuna hangi davranışların kötü olduğu, hangisinin fısk ve fücur olduğu, hangisinin yapılmaması gerektiği ve hangisinin takva ve iyi olduğu ve yapılması gerektiği konusunda itaat ve isyan yollarını ilham etmiştir.
Aşağıdaki Kur'an ayeti inince:
“...İyilik ve takva üzerinde yardımlasın, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın...” (Maide: 2)
Rasûlulah'ın huzuruna Vabise isminde bir adam geldi ve: "Ey Allah 'ın Resulü! Bir sorum var" dedi. Resulullah: "Ben sana sorunun ne olduğunu söyleyeyim mi?" dedi. Adam "buyur" deyince, Resulullah: "Sana "birr ve takva"yı ve ism ve udvan "ın ne olduğunu açıklamam için geldim" dedi. Adam, "Evet ya Resulullah! Bunun için gelmiştim' dedi. Hz. Peygamber'in (saa), parmaklarını birleştirerek Vabise'nin göğsüne vurduğu ve şöyle buyurduğu rivayet edilir:([14])
"Ey Vabise! Bu fetvayı kendi gönlünden al, kalbinden al, kalbinden al." ([15])
Yani, Allah bu bilgiyi bir ilham şeklinde her insanın kalbine ilham etmiştir. Mevlana'nın da aynı hadisi şiirle dile getirdiği bir şiiri vardır.
Kur'an'ın diğer bir ayetinde şöyle deniliyor: "... Ve onlara hayırlı işleri vahy ettik..."(Enbiya: 73)
Tefsiru'l Mizan'da çok güzel bir hüküm vardır. Deniliyor ki, Allah, "hayırlı işler yapmalarını vahyettik" buyurmamıştır.
Eğer böyle olsaydı bu vahiy normal bir şey olurdu. Yani onlara emir verdik denseydi. Fakat şöyle buyrulmuştur: "Ve onlara hayırlı işleri vahyettik." işin kendisini vahyettik, yani işin kendisini onlara ilham ettik.
KANT’IN GÖRÜŞÜ
Dünyada bazı kimseler vardır, hem doğu dünyasında, hem de batı dünyasında. Bizim doğudaki İslam toplumunda ve gayr-i İslami batı toplumunda insanda bağımsız vicdanın olduğuna inanan ve bu düşüncede olan birçok insan vardır. Bunlar, Allah'ın insanoğluna böyle bir vicdanı bağışladığına inanırlar. Bunlardan biri de meşhur Alman filozofu "Kant"tır. Kant dünyanın en büyük filozoflarından, akıl ve düşünce konusunda Aristo ve Eflatun'a eşit biri ve çok büyük bir filozof olarak tanınmaktadır. Kant'ın "Nazarî akıl" konusunda bir kitabı ve "Ameli akıl" konusunda da bir kitabı vardır. Ahlak, ahlakın kökeni ve ahlak felsefesi bölümü adı altındaki kısımda "Ameli ahlak"tan söz etmiştir. Sözlerinin en önemli yanı da "Amelî hikmet" ve "Amelî ahlak" konulan hakkındadır. Kant, kendi felsefesinde ahlaki fiili, yani insanın bir teklif olarak kendi vicdanından aldığı fiili savunmaktadır. Ahlakî fiil, yani vicdanın yap dediği, insanın da niçin ve nasıl demeden, bir hedef veya amaç için değil sırf vicdanın emir ve buyruklarına itaat için yaptığı fiillerdir (davranışlardır.) O halde ahlaki fiil (davranış) vicdanın buyruklarından doğan davranışlardır. Kant'ın, vicdan ve insanın iç yüzüyle ilgili birçok sözü vardır. Onun -ya kendi vasiyetiyle veya başkalarının seçtiği- mezar taşının üzerine yazılan bir sözü vardır. Çok değerli bir sözdür, şöyle demiştir:
"İnsanı her zaman şaşkınlığa zorlayan ve bunları araştıran herkesin şaşkınlığını arttıran iki şey vardır: Birisi, başımızın üstünde yer alan yıldız dolu gökyüzü, diğeri de iç dünyamızda yer alan vicdandır."
Aslında bu mektepte ahlak, Allah Teâlâ’nın her insana vermiş olduğu insanın fıtrî vicdanıdır.
Psikolojide insan vicdanı veya vicdanlarıyla ilgili, bizim sözlerimize uygun olan bir tabirle, insanın fıtratında hangi şeylerin olduğu konusunda insanın fıtri davranışları ile ilgili uzun bir bahis vardır. Bu konunun dört yönü vardır. Birincisi hakkı arama vicdanı veya ilim vicdanı: Acaba insan, ilmi ilmin kendisi için mi seviyor? Yani, araştırma fıtratı ve arzusu için mi yaratılmıştır? İkincisi, ahlaki vicdandır: Acaba insan iyi davranış fıtratı üzerine mi yaratılmıştır? Onu iyi iş yapmağa davet edecek ve iyiye yönlendirecek bir vicdan mı verilmiştir ona? Üçüncüsü; güzellik vicdanıdır: Acaba herkes vicdanı, güzelliği tanıma ve güzelliği isteme fıtratı üzerine mi yaratılmıştır? Dördüncüsü; tapınma vicdanı, yani dinî vicdan: Acaba her insan, yaratılış ve fıtrat, tapma, Allah'ı isteme, Allah'ı sevme ve Allah'a tapma hesabıyla mı yoksa başka bir şey için mi yaratılmıştır? Kant ahlakî vicdan meselesini esas almıştır.
, Bu nazariyenin görüşüne göre ahlâk, insana vicdanı tarafından ilham olunan kesin ve açık kanun ve emirlerdir. İnsanlar niçin cömertlik yapar? Diye sorarsanız, bu vicdanın emridir derler. Delil yok, niçini, nasılı yok, vicdan emretmiş deyip işin içinden çıkarlar. İnsanlar niçin haktanırdırlar Derler ki Hak tanıma, vicdanın bir ilhamıdır. İnsanlar niçin intikam almaktan çok bağışlamaktan hoşlanırlar? Niçin intikam alacakları yerde bağışlıyorlar? Diye sorsanız, bu, vicdanın emridir derler. İnsanlar niçin zillete boyun eğmeği can vermekten daha ağır kabul edip de zillete boyun eğmeyeceğim diyorlar? Vicdanın emridir derler. Onlara göre vicdanın emrinden başka bir şey yoktur. (Bundan başka bir şey bilmiyorlar).
Musibet konusunda birkaç söz zikretmek istiyorum: Defalarca işitmiş ve duymuşsunuzdur. Bildiğiniz gibi Kerbela hadisesinde, Seyid-üş Şüheda'nın mukaddes şahsında onun arkadaşlarının ve ehl-i Beytinde gözle görülen eşsiz ahlaktan biri şu ahlaki durumdur: Biz zillete boğan eğmeyiz, bedenimiz zincire vurulabilir, boyunlarımız ağır demir halkalar altında parçalanabilir, yaralanıp kanımız akabilir. Fakat ruhumuz hiçbir şekilde zilletin, alçaklığın yükü altına girmez. Esirlerimiz kadın dahi olsa zillete boyun eğmeyiz.
Esirleri, Ziyad'ın oğlunun meclisine getirdiler. Ehl-i Beyt kadınları, bazı ashab kadınları, hizmetçiler ve kölelerin tümü Zeyneb'in etrafında sanki halka oluşturmuşlardı. Hz. Zeyneb bu şekilde İbn-i Ziyad'ın sarayına girdi. Zeyneb, çok yüce bir kadındı. O esnadaki yüceliği daha yüce idi. Zeyneb içeri girdi ve selam vermedi. İbn Ziyad bu hadiseden sonra kendisince bunları ezdiğini, kuvvetlerinin tümünü yok ettiğini, artık bunların teslim olmaları gerektiğini ve şimdi de özür dileme ve kayırma zamanı olduğunu düşünerek bu olaydan sonra biraz bekledi. Zeyneb'in az da olsa rüşvet amacıyla kendisine bir selam vermesini bekledi. Fakat Zeynebböyle bir rüşveti dahi vermedi. İbn-i Ziyad bundan rahatsız oldu. Onların ruhunun parçalanamayacağını, yok olamayacağını bilmiyordu. Zeyneb oturunca, O, büyük bir gurur ve kibirlilikle, "Bu kibirli kadın kimdir? Yani bize ne diye selam vermedi? (Başka bir rivayete göre: Bu yabancı kadın kimdir?)" dedi. Ona kimse cevap vermedi. Sorusunu tekrarladı. Yine kimse cevap vermedi, üçüncü veya dördüncü tekrarından sonra kadınlardan biri: Bu, Ali'nin kızı Zeynep'tir([16]) İbn-i Ziyad rezillik ve alçaklığa başlayarak: "Allah'a hamdolsun ki sizi rüsva etti ve yalanınızı ortaya çıkardı. Allah'a hamd olsun ki benim dert ve kinimi kardeşine nisbetle giderdi." ([17]) Ve buna benzer yaralayıcı sözler söyledi. Zeynep konuşmağa başladı ve şöyle buyurdu: "Allah 'a hamd olsun ki şehadet izzetini bize nasip etti, yine Allah 'a hamd ederim ki nübüvveti bizim aileye verdi. Rüsvaylık fasık ve facir (yalana, fitneci, fesatçı) lere mahsustur. Şehadet rüsvaylık değil iftihardır. Yalanı hakikat ehli değil, fasık ve facirler söyler. Yalan bizim evimizden uzaktır. Ey Mercane'nin oğlu Allah seni kahretsin." ([18])
Bu "Mercane'nin oğlu" kelimesi o zaman bir terkibdi. Çünkü "Mercane" kötü bir kadındı. Sen Mercane'nin oğlusun denilince İbn-i Ziyad ve orada bulunanların aklına bu konu geldi. İbn-i Ziyad şöyle dedi: "Siz hala konuşuyor musunuz?! Hala başınızı eğmediniz mi?!" Durum öyle bir noktaya gelir ki, cellat gelsin de şu kadının boynunu uçursun diye emreder. Zeyneb ise Zeynelabidinle konuşur. O da Zeyneb'e aynı şekilde cevap verir. İbn-i Ziyad:"Cellât gelsin de şu gencin boynunu uçursun" der. Zeyneb, ansızın yerinden kalkıp Zeynelabidin'i kucağına alıp şöyle söyler: "Allah 'a yemin ederim ki Zeynebin boynu vurulmadan bunun boynu vurulamaz." İbn-i Ziyad baktı ve şöyle dedi: "Sübhanallah şu merhamete bak. Ben şimdi görüyorum ki eğer bu gencin boynunu vurmak istersem önüne şu kadın boynunu vurmalıyım."
Ya Rabb! Kalplerimizi iman nuruyla nurlandır, ahlakımızı Kur'ani bir ahlak yap, gönüllerimizi ahlaksızlıklardan temizle, bütün Müslümanlara izzet ve Kur'an talimleriyle tanışıklık bağışla, dünyadan ayrılmış anne ve babalarımıza merhamet eyle. (Âmin).
--------------
[1]- Tümen, İran'ın para birimidir. Günümüzde (Temmuz, 1990) 1 tümen yaklaşık 20 TL.'dir.
[2]- Farsça bir atasözü
[3]- Usul-i Kâfi, c.3 bab258, s.239, hadis 5/ Sefinetü’l Bihar, c.2, s.273
Dostları ilə paylaş: |