Bu dosya, Ethem Aydın isimli eserin web üzerinden izinli yayınlanan resimsiz hazırlanmış bölümüdür. Değiştirilemez. Serbestçe kopyalanıp dağıtılabilir. Bu dosyanın orjinali



Yüklə 2,29 Mb.
səhifə5/97
tarix29.10.2017
ölçüsü2,29 Mb.
#19746
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   97

YAŞAM SANAL MIDIR?


İnsan düşüncede "yaşam"ın evrensel bir amacı olduğunun duyumundadır. Öyleyse, bu amaç nedir? ne olmalıdır?

A Soyun sürdürülmesi

B Görünür olanakların kullanımıyla var olmak

C Gelecek kuşakların daha iyi yaşamaları için birikit oluşturmak.

Güzel yüz, güzel vücut, tatlı dil, incelikli derin anlamlı söz, çiçeklerin rengi; beyaz, sarı, turuncu, mavi, yeşil, mor ve ötesi. Kokular; gülün renk katmanlarından yansıyan derin kokusu, yaseminin içten açık seçik çağırganlığı, karanfilin iç ürperten aşk benekli, yoğunluklu kokusu, saklamenin renk ötesi, ışınlar dünyasına çağrısı, menekşenin gözlerden ırak, sessizliğin içinden gizli, platonik, utangaç, hanımsı çağrısı, esinin esintide bin bir yapraktan süzülerek, ince yağmurla arınmış duyumları yer altından katman katman süzülerek doğaya ulaşan pırıltısı, kuşların barışık sesleri, gören göze, duyan gönle aşk çağrısıdır. Yaşam bunlarla güzel, bunlarla görkemlidir.

Balonlarım vardır, üzerinde çiçek isimleri. Yaşama yaşam katan dünyalar güzeli hanımların ak soluklarıyla şişirilmiş.

Konuşurum onlarla sevgi ve aşk üzre. Uzun uyku yüklü gecelerde.

E. Aydın


UYGARLIĞIN ÖLÜMÜ

Uygarlığın yazgısı, teknolojinin, varsayımlarına, yanılgılarına endeksli oldukça, düşünce bir ütopya bir rüya olmaktan kurtulamaz.

E. Aydın

BEN HEP MUTLULUĞA AĞLARIM

Şu gezegende hepimiz birer konuk olarak bulunuyoruz. “Gelip yaşayıp gidenler gibi, bizler de gideceğiz” düşüncesini ve gerçeğini hep dışlıyorum. Bu, yaşama sanki savaş hissi veriyorrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrr.

E. Aydın, 24.Kasım.1998

DOĞUŞ ve YOK OLUŞ


(*) yaşam bu kadar gerçek ve yok(*) çaba gerekmezdi.

Doğan yok da olacaktı.

Düşünce, bu tek yönlü denklemin fantezi oyun ve oyuncakları, süsleri (*).

Oyun başladı. (*) fazla oynuyordu. Gerçek unutulmuştu. Kazanmak ve kaybetme uğruna yaşanıyordu. Sonsuz değildi. Böylece gerçeği(*)

E. Aydın

BAŞLIKSIZ

İyisi bir kötüsü bir. Büyük küçük hepisi bir. Evlerinin tapusu bir bu dünyanın, bu dünyanın acıları....., koyunları kuzusuzdur o dünyanın.... Karşıki dağlarda, karlı dağ olsa, çevre yanı mor sümbüllü bağ olsa, ağa olsa, paşa olsa, bey olsa, yakasız gömleğe sarılır bir gün. Çoban ölür, sürü kalmaz dağılır, sarı inek sağ oldukça sağılır.

Baranalarda, kavaklarda, karaağaçlarda, pelitlerde, tilki kuyruğu salkımların oluşturduğu hevenklerde, incecikten yağan yağmurun, gezinen saydam damlalarıyla kehribar bir gerdanlık gibi, gel gel eder.

E. Aydın

UZAM VE ZAMAN


Zaman, birbirlerinin yerini alarak zincirlendiklerinde sonsuz süre, ışık hızına yakın akan, belkide bir enerji türüdür. Bazen hızlı, bazen yavaş, bazen de durağan ve görecelidir.

Uzam ise soyumuzun geçmiş belleğidir, yaşanmışlıkla ilgilidir. Değişmezlerin ışığında, ruhsal, psikolojik, dinsel değerleri, geçmişin belleğiyle de buluşturarak, kartografimizin taslağını; varlığın ve yaşanmışlığın her tür olaylarıyla, yani doğumlar, ölümler, aşklar, savaşlar, umutlar, mutsuzluklar, imgeler, simgelerle anımsayabildiğimiz, geçmişin kıvrıntılarında yakalayabildiğimiz ve bulanık olsa da tanımlayabildiğimiz ve yorumlayabildiğimiz, ayrıca geçmişin belleğinden, anonim olmuş türküler, şarkılar, özdeyişler, atasözleri, anıtsal ürünler, öykülerle süslediğimiz uzam bir film şeridi gibi geriye doğru soluklaşarak sonsuz tınılar uğultu halinde akar gider..

E. Aydın, 28Haziran2000

BİR

Bir, birler sonsuza değin bir kalırlar. Ama biri çoğaltan ikidir. Hem çoğaltır hem sulandırır. Artık binlerin yolu açılmış, bir o görkemli yerini terk etmiştir. Renkler biter, sayılar başlar. Kemiyet keyfiyete dönüşür. Kargaşa başlar.

E. Aydın

ZAMANI KULLANMAK


Canlı belli bir süre için dünyaya geliyor. Akarsu gibi her an ayrı ayrı yaşanıyor ve geçiyor. Yenileri, yenileri....

Tren katarı yürüyor, yolcular sanki telaşta. İnen, binen... ama yürünüyor. Sürezaman kendi katılığı içinde. Sessiz ve kararlı yürüyor. Her geçen an bantta bir iz bırakır. Yaşanan an, gelecek zaman onların üzerine yazılır. İlerde, çok ilerde bandınızı dinlemeğe kalkarsanız, yıllardan kalan tortulaşmış ama yine de anlamlı izler bulursunuz. Anılar, anılara yol vermiyor. Anılar fuluğ. Eğer onları netleyen günü durdurup tekrar başlatan bir aygıt bulunsaydı bilmem mutlu olur muyduk?

Kar izleri örtmüş, acıtatlı hatırlara. Gününde kabir azabına benzeyen hatıralar, unutulan hatıralar. Yaşamak, unuttukça bir anlam getiriyor. Bencil yorumlar, karanlık kavramları, sevimli ve kabullenilir yapıyor. İstediğin oranda sınırlar çizmeğe, sınırları daraltmağa, genişletmeğe, istenmeyeni sevmeğe gerekçe ve mantık getiriyor. Objektif, eski çarpık objelere yaklaşmıyor. Bir yerde kişiyi ve kişiliği korumuş oluyor.

“Bütün bu olanlar oldu mu?” diyorsunuz. “Olacak ne kaldı ?” demiyorsunuz. Bir ince kök, yaşama umut vermeğe yetiyor. O incecik umut, bir koca ağacı canlı yapmağa yetiyor. Mademki yaşıyor, gövdeye bir canlılık, çürümeğe karşı bir koruma getiriyor. Çoğu zaman bu umut, yaşamın bütün ağırlıklarına, fırtına, fırtına, hastalık, beslenme yetersizliğine direniyor, normal şartlardaki süre, zamanı bile solluyor. Yaşam süreci içinde, geleceğe pırıltılar öz belgeler sunuyor.

Ben de buna bir örnek değil miyim?

Zayıf, nahif, sağlıksız, hastalıklı, yaşamışlıkla, ölmüşlüğü fark edilmeyecek kadar renksiz. Öğrenme gücü yok. Yorgun bir çocuk düşününüz. O çocuk, yaşayacak, büyüyecek, öğretmen olacak, yüksek öğrenimini bile yapacak, lisede resim öğretmeni olacak. Öğrenecek, öğretecek, sayacak, saygın olacak. Sonunda 30 yıl görev yapacak, emekli olacak, ve de mesleğinde çalışkan, öğrenmeğe açık, hep kendini yenilemek özelliğiyle seçkin olacak. Bu hangi pedagojik, psikolojik, sosyolojik kurama uyar.!

Ben her müspet verelerin, dışlayacağı bir yapıya sahibim. Ama bakınız varım ve varlığımla öğünüyorum. Sağlığım Allah’a çok şükür yerinde. Varlığım düzey altı değil. Sanatım kendi içinde kendine özgü. Bağıntılı, düşünsel okuyorum, okuduğumu anlıyor, düşünebiliyor, dahası bu çelişik fikirler üzerinde öz yargımı yazabiliyorum. Hayat görüşümü yadsımadan dinliyorlar. Çocuklarım çağdaş mutluluğun kollarında. Biri diş doktoru, biri makine mühendisi, işlerinde çalışıp gidiyorlar.

Yaşam kavramı o kadar çelişkilerle dolu ki, hiç bir oluşum mükemmel, kusursuz olmamıştır, böylece, olmayacak da denebilir.

Eğer en mükemmel, en kusursuza ulaşabilseydi medeniyet süreci dururdu. Her zaman kurallar, varsayımlar sonucu faydalıya, kullanıma yatkına ulaşılamıyor.

İşte yine dönüp dolaşıp, eğitim sorununa, beslenme sorununa, yaşam biçimine gelindi. O biçim, organize olduğu zaman, belki bir hedefe varılmış gibi görülür. Aslında hedeften çok uzaklaştığımız bir gerçektir. Zaman ırmağı üzerinde düzenli bir trafik isteniyorsa, bir iş birimi içinde işiyle özdeşleşmiş, kendini başarısının bir parçası saymış, belkide zamanı durdururcasına hoyratça kullanan bireyleri bu trafiğe sokamazsınız. Çünkü bütün başarılar, belkide bir hiç uğruna emeğini, zamanını verebilenler sayesinde oluşur. (Bir şey mi icat etmek istiyorsun, öyleyse çiçek yetiştiren bir bahçıvan kadar sabırlı olacaksın En az). Kreasyon dediğimiz olay, yoğunlaşmadır. Bir objenin düşünülmesi, üzerinde odaklanma, birçok zaman yitirici araştırmaları gerektirir. Bir Kant’ı, bir Edison’u, bir Anştayn’ı, bir Küri’leri, Mikelanj’ları, Karacaoğlanları düşününüz. Zamanı nasıl kullanmışlardı bakınız.

E. Aydın

BİR GÜNÜN İKİ TÜRLÜ YORUMU

Akılcı günce: İnsan vücudu, evingen ve devingenliğe programlanmıştır. Böylece bütün kaslar hareket eder. Hücreler yenilenmek gereksinimi duyarlar. Nasıl bir şehir trafiği durağanlıkla aksarsa, sıkışırsa insan vücudu da, genel dolaşımında hareketliliği ister.

Seçilen yaşam biçimi gereği, hareketler topluluğunda bir tek düzelik oluşursa, hücreler topluluğu içsel devinimlerinde yavaşlar veya dururlar, tembelleşirler. Aldıkları rutin enerjiyi sarf edemezler, gereksiz birikimlere yönelirler. Doğal olarak, ilerde gerekeceği anlamında yağ birikimi başlar. Kaslar durağanlığa geçer, kemikler yeni üretimi azaltırlar. Sonuç olarak bütün vücutta iç sarhoşluk gözlenir olur, ruhi gevşemeler adım adım artar. İşte bundan neden günün bir bölümünde yine rutin olmak koşuluyla vücudu evindirmek ve devindirmek gerekir. Uzun sabah yürüyüşleri bunun ilk ve en uygun gereğidir. Her yaşta uygulanabilirliği de avantajdır.

Yine bundan neden sabahın ilk saatlerinde, açık hava da bazen 5, bazen de 78 km yürüdüm.

Duyumsal yönüne gelince: Her sabah önemli bir işiniz olduğu gerekçesiyle yatağınızdan kalkar, gezi yolunuzu düşleyerek giyinir, yola çıkarsınız. İlk olarak serin bir havayı solur, mevsimlere uygun giyiminizle adımlarınızı akort eder, sokakların suskunluğuna karışırsınız, kaldırım taşları, ağaçlar size "günaydın" derler. Dallar, yapraklar gülümser, esin yavaş yavaş sizi okşar, kuşlar telaşlı ve seveğen uçuşurlar, cıvıltıları, yem aramak için birbirleriyle itişip kalkışmaları, bir yandan da sizi gözlemeleri, arp bülbüllerinin melodik seslenişleri, sizin ıslıkla tekrarınız. İşte size bir candan arkadaş, daha yakın dala konarak, melodiyi değiştirip, öterek, yol boyu sizi izleyerek, ilgi alanınızı genişletirler. Irmak kenarındasınız, güneş doğmak üzere, sabahın serin sisi yer yer dağılıyor, uzak bulutlar güneşin önündeler şimdi, gök, bir renk cümbüşü, maviler, açık maviler, turuncular kırmızılara kayarken, mavilerin üzerinden geçer, saydam viyoleleri ve morları beslerler. Uzak selvi ve kavak ağaçları arasından sızan bir güneş, bir an için sularda kümelenir ve oynaşır, sallanır ve gider, yürüyorsunuz, ama sizi ayaklarınız vücudunuz sadece taşıyor, içiniz bir orada bir burada, bir siyah poşet ne güzel de bir hayvan taklidi yaparak size doğru koşuyor, ürperiyorsunuz.

Bir adam traktör lastiğinden yaptığı bir botla ırmakta ağını seriyor, ırmak balıkları durumu uzaktan ilgiyle gözetiyor. Kimileri zaman zaman sudan fırlayarak umut dağıtıyor. Ağ toplanıyor, çocukların ilk nafakası bir kaç balıkla oluşuyor. Az ama gün daha uzun, morarmış eller, ayaklarda umut bitmez. Demiryolu köprüsünü geçtiniz, banliyö trenide işte geçiyor, bir çekici, kırk vagon, kompartumanlarda bir kaç sarılı baş. Karayolu köprüsü altındasınız, mevsim kış ama bir kaç pembe çiçek, doğadaki görkemin ilk savaşçıları, direniyorlar, Mimar parkı girişindesiniz, yeşil başlıyor, çimler seyrek ve yalbırtılı, belediyemiz belki yirmi yaşında olan hurka ağaçlarını çaktırmadan buraya taşımış ve dikmiş, hayret hiç de gövdeyle kökler arasında bir sorun yok, yaşıyorlar.

Herhalde bu moral bağlamda bir olay. Yaşlı ardıçlar, selviler epeyce şaşırmış gözüküyorlar, eğri dikilişleri onların şiiriyetini etkilemiş, doğrulmaya kararlılar ama zor olacak..

Alman barajındasınız, Toros’lardan kopan kar suları, dört gözden çağlayarak ırmak yatağını dolduruyorlar, fışkıran beyaz dantel örgüler arasında, güneş de kendi olgusu ile sahnede ebemkuşağı. Regülatör köprüsü üzerinde bir yazı “geçiş tehlikeli ve yasak”, yayalar, bisikletliler, motosikletler gelip geçiyor, bekçi bezgin. İkinci yazı, “elektrik görülmez”. Geçiyorsunuz, Ceyhan ovasına akan kanalın kenarındaki yolu izliyorsunuz, iri yüksek çam ve okalüptüs ağaçları koyu gölgeli dingin. Okalüptüs ağaçları ne kadar da Adanalıya benzer, dalları sarkık, yorgun ve bezgin, ama güçlü.

Esintili havaları ağaçlar da seviyor, öylesine oylumlu, yumşak hareketlerle, bir bale yapar gibi birbirlerine sokuluyor, duyulmaz bir figürle ulaşabildiklerince birbirlerine sokuluyor, yapraklarıyla dokunuyor ve ayrı bir dönüşler konumlarına geliyorlar. Onlar da “dokunmanın sevmek olduğunu biliyorlar”. Bugün semt pazarı var, tezgahlar yeni yeni kuruluyor, gölgelikler terekler hazırlanıyor, bitmez bir coşku var insanın yüzünde. Ertesi gün Kanal, sonra Cemalpaşa, Vali yolu, Kurtuluş mahallesi... Bir hafta boyu tezgah kurmak, bozmak, tekrar kurmak bıkmadan tekrarlamak! Namuslu para kazanmak zor be dostum zor! Ama her zaman ve zamanlar içinde alın teri saygındır, güzeldir, muhteremdir.

Eski Ziraat okulu karşısındayız, öğrenciler ve vatandaşlar dolmuş bekliyorlar, o, onların haftanın yedi günü çektikleri ezgileri ve zevkleridir. Yaşamak bu değil midir?

Artık taşıt trafiği sıklaşıyor. Ebeş karayoluna geldik. Karayolu köprüsünün koltuğundan parkın yanından, Seyhan’ın kenarına iniyorum bir patikadan, bir vatandaş ayaklarını çemlemiş, yarı yarıya suya girmiş oltasını atmış kısmetini bekliyor, selamlaşıyoruz, gülüşüyoruz. O, bana bu saatte burada ne arıyorsun, ben ona, hasta olacaksın, değer mi? diyordum.

Demir köprünün sol ayağından üzerine çıktım, karşımda kocaman kızarmış bir fırın ekmeği gibi güneşi buldum. Bisiklet barikatlarını geçerek rayların yanından çakıl dolgusu üzerinden, lokomotif tamir atelyesi özel otomobil şeritlerini yaparak petrole ulaştım.

Oto gürültülerinden, eksoz gazlarından korunmak için bir ara yolu seçtim, zakkum çiçekleri hala gülümsüyor ve var olmanın zor çabasını veriyorlardı. Bildik turunç ağaçları, kaldırımlar, işte bizim sokak ve Aydın Sanatevi. Günün başlangıcındayız, kitaplar, yazılar, yarım kalmış resimler, beklenen dostlar.

E. Aydın, 6Aralık1995



GÜNAYDIN SAVAŞLARI

Birkaç zamandan beri, bazı yörelerimizde sportif sabah yürüyüşü yapılır oldu. Her geçen gün katılım daha da artıyor.

Her gün ben de, iki saat kadar yürüyorum. Çok da güzel ve iyi oluyor. Adana belediyesi, ırmak boyunda trafikten arınmış, ağaçları ve yeşilliği bol bir yerde yürüyüş parkuru düzenlemiş.

Sabahın çok erken saatlerinde yollara dökülen kalabalık ırmak yönüne yönelince, sevimli bir görünüm de sergileniyor. Temiz spor giysili, rengarenk eşofmanlı, ağızları, yüzleri mevsime göre sarılmış, kadınerkek, çocuk. Kimi koşar, kimi hızlı yürür, kimileride benim gibi orta karar gider gelirler.

Yürüyüşlere ilk başladığım günlerde, bazı gurupların karşı karşıya geldiklerinde "Selamünaleyküm" dediklerini, karşıda gelenlerin de "Esselamünaleyküm" yanıtını verdiklerini duydum. Günlerce uzun uzun düşündüm. Kanımca ortada bir terslik vardı.

Biz yetmiş yıl, bunlara "günaydın" demeyi öğretmiş olmalıydık. Bu saatte, sade vatandaş yatağında dünün yorgunluğu ile uyur, dindar ise sabah namazına gitmeyi yeğler. Öyleyse geride kalan seçenek, bu kesim "entel" kesimidir ki, kendilerine "varlık nedir?", "neden yaşıyoruz?", "insanın, canlının değeri nedir?", yaşam neden kıymetlidir?" gibi soruları sormuş ve kendilerince bir yanıt almış olmalılar.

Ertesi sabahların birisinde, karşı gurubun selam mesafesine girmek üzereyken, fazlaca yüksek bir sesle, "esenliğe günaydın" diye bağırdım. Bu beklenmedik bir ünlem, yavaş da olsa günaydın basınçlı, aleykümselam karması yankı getirdi.

Akşam, saatimi iyi ayarladım, tam beşe kurdum, ertesi gün tam zamanında yürüyüş alanında yürüyüşe başladım. Tanısam da, tanımasam da herkese "günaydın" dedim. Onlar "esenliğe günaydın" diye cevap verdiler.

Kısa ve çapraz bir deneyle randımanın yüzde doksan beşe vardığı, mutluluktan uçtuğum bir sabah orman içinde üçlü bir gurup "ah şu selamını bir değiştirsen" dediler. "Selamünaleyküm Allah kelamıdır" dediler. Yanıtım "Selamınızı siz değiştirin, Cumhuriyet çocukları" oldu. Diğer günlerden bir gün, karşıma topluca geldiler, avukat olduğunu sandığım, bir kişi ince nezaketiyle, saygılı bir sesle, "Beyefendi ah şu selamınızı bir değiştirseniz" dedi. Yanıtım "Tanrının Türkçe bilmediğini size kim öğretti" oldu.

Mücadele sürüyor. Sonunda "AKIL" galip gelecektir.

Atatürkçü düşüncelerde ilkeler, edime dönebildiği sürece, "Bir ağaç diken, faydasız yaşamamıştır" inancındayız.

E. Aydın, İçel Sanat Kulübü dergisi, Ocak 1996


Üzerime gelmeyin çocuklar!!.

Deli olmak işten değil

Karanlık nur oldu bana

Hayal gerçek oldu bana

Felek çelik ben bir çomak

Deli olmak işten değil.

Aza nereye gidiyorsunuz demişler çoğun yanına demiş. Bu kadarı da olmaz ki, böyle de yapılmaz ki..

Mektuplar yağıyor ardı arkası kesilmez. Ethem Aydın deyesi: “ulanerkekseniz, bir bir gelin..!!.”

Size bugün gelen bir mektubu yolluyorum. Çokların içinden seçtim. Suçlu ayağa kalk diye ünleyesim geliyor. Sen çıkıyorsun karşıma...

Bir şey değil, bir ağlama krizim tuttu. Her mektuba mutluluk göz yaşları döküyorum. 24Kasım2000 de – Yunus’la yan yana..güler misin ağlar mısın.? Çocuklar benimle fazla oynamayın mismil değilim. Bir de size kanacak olsam, tanrının başına gelen olur. Bir gün peygamberler toplanmış, bir ırmak kenarında balık avlıyorlarmış. Peygamberler koca koca balık çekiyorlarken bir de bakmışlar ki, ırmağın çavlak deli akan bir yerinde tanrı da balık avlıyor ama hiç çekemiyor. Peygamberler utanmışlar birimiz gidip, akıntıda balık olmaz, biraz yukarı veya aşağıya olta atarsan iyi olur demişler. Tanrı da öyle yapmış. Biraz aşağıya gelip oltasını atar atmaz koca bir balık tutmuş ve “alllah alllah” diye bağırmış.

Deli çocuklar hepinizi seviyor, sizlerle övünüyorum...

E. Aydın


KARADENİZ ÜZERİNE BENDE OLUŞAN

YENİ BİR SÖYLENCE MODELİ

John Gray, diyor ki Erkekler Mars'tan, kadınla Venüs’ten...

Ben bunu elli senedir biliyorum da söyleyemiyorum, deli derler diye!..

Tümceyi biraz değiştirerek diyeceğim; Karadenizliler kesin kez uzaylı.. Dünyamıza yeni bir şekil vermek için gelmişler.

Biz zavallı abdal dünyalılar bunun farkında bile olmamışız. Seçtikleri yerleşim alanı, kımıl kımıl, denizi dingin, engin ve yalpalı, ta uzakta gibi görülen bir siyah bulutla, ne kadar tansık fırtınalar koparabilir!.. Havası sessiz ve havalı...

Yöresel konumu ve iklimi üzerine denecek söz pek çok ama ben hanımlarını anlatmaya çalışacağım, becerebildiğimce.

Onlar güzel mi güzel doğuyorlar. Deniz gözlü ve huylu, güneş sarısı kadar sanal, oyunları gibi hareketten öte hareketli, insandan insan, kadından kadın. Bilimselliği hep ters kurguyla tepe takla eden ince zeka, tez buluşlarıyla belirgin karakterde.

Onların yanılgıları biz dünyalıların doğrusu. Aşklar, sevgiler Karadeniz kadınında bir başka çelişik ama gerçek bir rota izler.

Dünyalılarda, kızgınlıklar, kırgınlıklar; bir ömür boyu yaşatılmak, yüreklerde tortulaştırılmak, kişiyi için için kemirerek öldürmek veya mutsuz etmek için kullanılırken, bu, yıkım gücü çok çok yüksek olan yetiyi, anında görüntü; kavga, gürültü, patırtı, gerekirse sopa, bıçak, tabanca kullanarak derhal yok ederler.

Arkasından bir Karadeniz güneşi doğar ki, pırıl pırıl, sıcacık, ılıman ve besleyici! Kitaplar, ideali eğitim kitapları, acaba bunu görüp neden yazmazlar???? Daha da bir insan olmak için!..

Benim büyük eksiğim, belki de aynı bazda özelliğim, hep ayrıntılarda gezerim. Çabukçabuktan, hızlıdan, hızlı yapılan her işten nefret ederim. Yoğun düşüncenin, emeğin özüne işlememiş hiçbir üretim beni hoşnut etmez. Bundan neden, hep çağ dışıyımdır.

Çocukluktan böyleydim. Zor yol aldım. Belki de az mesafe kat ettim ama kendimi o kadar dolmuş duyumsuyorum ki, bana görece, böyle olmak, içimdeki çocuğu doyuruyor. Kafam motor gibi çalışıyor. Günde gezindiğim kadar, dünde ve yarında da rahat geziniyorum. Karadenizli değilim ama, uzayın bir kesitinden olduğumu sezinliyorum.

Benim çağdaşlarım, bulmak için hep koşarlarken, yavaş adımlarla, mümkün olduğunca yavaş adımlarla, yürüyorum. Onlardan daha çok şeyler görür, daha çok şey duyar, duyumsarım. Dahası, onlardan göreceli anlamda daha çok yaşarım.

Sözü bağlarken, bir Karadenizli hanımın son verelerini de yazacağım. Yolum Mengen'e düşünce, yolumun ilk etabında sen, bir sevdiğim, saydığım kişi vardı. İçimden seni anmak geldi, aradım. Aman efendim, bu sevgi ahhh.. Bir bülbül şakıdı, şakıdı, mantık parabolumu allak bullak etti. Sevgi yağmuru seller gibi, üzerime üzerime ! Sevgiden bir ömür yoksun kalmış birisi olarak, sırılsıklam ıslandım. Bir de otogara gelmeyi, basite indirgemez mi! Dünyalar tatlısı bir hanımefendiden, bu içten gönüllüğü duyunca, sevgi yağmurundan kaçayım derken, nice nice yalanların şemsiyesine sığındım. Bu besleyici nem bana, yollar boyu yetmişti.

Bolu Öğretmen Evi ve Otelcilik Okulu'ndaki bahçe ve hizmetler güzelliğini de görünce, içimden, paylaşmak, bir kıymet bilenle paylaşmak, geldi. Ödüllendirmek ve ödüllenmek istedim. Telefon ettim. Siz de havaya baktınız, aniden gelen çağrıya baktınız, münasip bir de yalan buldunuz.

Gelmediniz. İmgeler sıcaklığını yitirdi. O akşam dönüşe geçtim.

E. Aydın, 22Eylül1996

SİVRİSİNEK VE YAZARLAR, ÇİZERLER.

Akşamdan sabaha, gazeteler ülke çaplı ve dünya genelinde haberlerle dolar taşar. Eğrisi, doğrusu, taraflısı, tarafsızı. Göz nuru alın teri. Görünüşte kurulu düzen, hep duyarsız, bildiğini okumaya devam eder. Acaba bu kadar emekle, incelemelerle, yazmanın anlamı ne ola.!

Yetke sahipleri acaba uyanırlar, yanlıştan dönerler mi?

Sivri sinek kan emer, bazı kalın, bazı ince kemanıyla, bütün gece kulağımda öter durur.

Kan emecekse, uyuyanın kulağında bütün gece ötmesi neye?

Sivri sinek, kandaki demire ancak uyanıkken ulaşabilir.

E. Aydın

HAYVANLAR AKILLI MI?

(Editörün notu: Bu köpek, sahibini şehirlerarası karayolunda kaybeden yaşlı bir teriyer’dir. Oturduğum apartman komşum yolda başıboş bulduğu bu köpeği apartmana getirmişti. Babama alışmıştı. Aydın sanat evine sık sık babamın ziyaretine giderdi. Fotoğrafı kitabın sonundadır.)

Bir köpek tanıdım, adı Zeytin. Adını biliyor, çağırınca anlıyor, ancak çağıran kişinin kimliğine göre, yakınlığına göre tavır alıyor. Tanımadığı bir yakınlığa ilgisiz kalıyor. Bazen de sert tepki veriyor. Çocukları seviyor, kendisine sataşma varsa yine karşılık veriyor. Sataşmaya tepki büyükler içinde geçerlidir. Tanışıklığı hemen olmuyor.

Rengi siyah ve bol tüylü, asabi mizaçlı değil, çevreyle ilgisi tamamen kendine özgü. Genelde yerlerde bir şeyler koklar, bulduğu her şeyi yemez, sadece ilgilenir.

Sakindir, uzun süre rahat bir yerde uyumayı sever, açlık bile onun bu durumunu değiştirmez. Verilirse yer, beğeneceği bir şey olmazsa yine yemez. Hiç bir zaman sofrayı taciz etmez, kendine verilinceye kadar uyuyarak bekler. Sevilmeyi, okşanmayı istiyor. Okşandığı zaman kahverengi gözleriyle sanki, oda sizi okşuyor veya mutluluğunu anlatmak için aşırıya kaçmayan, rahatsız etmeyen serzenişlerde bulunuyor.

İnsan kadar, (bazen onu da geçen) bir inceliği var. Gençliğinde iyi bir ailenin içinde çok iyi eğitilmiş. Hiç bir zaman, bir köpek olduğunu unutmaz, alıngandır, onurludur, istenmediği zamanlarda hemen ortalığı terk eder, geri dönmekte ısrar edip, ağlayıp, sızlanmaz. Daima ikinci, üçüncü seçenek bulma yetisi vardır. İnsan tiplerinden, zararlı, tehlikeyi ayırır, çöp toplayanlara, dilencilere, boyacılara karşı hep tetiktedir. Kılığı, kıyafeti uygunsuz olanlara tavır kor. Sahibince istenmeyen hareketleri zamanında terk eder ve bir daha unutmaz.

Köpek olarak bir takım görevler üstlenmek ister, verilmezse kendince önemli olan davranışları yapar. Uzaktan gelen köpek seslerine yanıt verir, gerekirse gidip bir şeyler yapmaya davranır ama saldırgan, kavgacı değildir. Sulh sever, ne yapar ne eder uzlaşır. Zaman zaman kendinden güçlü köpek guruplarıyla raslaşırsa, onların sığamayacağı bir boşluk seçer, bekler. Genelde kısa bir süre sonra nasıl olduğunu bilmem anlaşır, koklaşırlar.

Şayet uzaktan bir kavga başlatılmışsa, gurubun içinde öncü olanı bekler, gözü de kestiyse acı bir hamle yaparak yıldırır, homurdanarak yoluna devam eder. Eşliğinde gittiği, ki saydığı kişi, her hangi bir saldırıya uğrarsa; canla başla, önce yıldırma caydırma savaşına girer; zor durumu önler.

Çişini sınırsız kontrol eder, hiç bir şekilde bulunduğu çevreyi kirletmez. Gezinen tanıdıkla beraber olmakta bir güvence bulur ama ara komutları dinlemez, gel denilince gelmez, eskiden bunu da bildiği gerçek.

Bir kaç kere önemli trafik kazası geçirmesi, derin yaralar almasına karşın; otomobilin araç olduğunu, onu bir insanın kullandığını bilir ve şoförlerin vicdanına sığınır. Hasta köpeklerle koklaşmaz, yaklaşmaz. Kaniş tipinde ama ondan büyük, görüntüsü ilginç ve yalındır. Hırsız değildir, bir şeyi bir yerden katiyen aşırmaz. Çok acıktığında kuyruğunu sallayarak, sokularak halini ima eder.

Sonuç; Çevreye, insanlardan daha çok uyumlu ve durum değerlendirmesi, onlardan gerçekcidir...

E. Aydın, 5mayıs1998



HAYVAN KARDEŞİMİZLE BİR SÖYLEŞİ

Nereden bakılırsa bakılsın, sizleri taktir etmemek elde değil.

Sizler yaşayabileceğiniz şartlar altında dünyaya gelirsiniz, doğa kurallarını çok iyi bilirsiniz, ona uyum sağlarsınız, uyumu sağlayamayanlar ölümü yeğlerler.

Kendi çokluğunuz içinde, yerinizi bilirsiniz, gereğine göre davranırsınız, gereksiniminiz kadar yersiniz, yarın, daha ileri günler için kaygı çekmezsiniz. Yaşam çizginizde prensipleriniz vardır. Hemcinslerinize karşı sonsuz nobran değilsiniz, diğer cins canlılara karşı belli bir sınırda saygılısınız. Aşklarınızda doğallık geçerli, sevişmeyi de kavga kadar bilirsiniz. Birbirlerinizi aldatmaz, yapay tuzaklar kurmazsınız. Cinsinize özgü karekter yapınızı içinde bulunduğunuz her şarta göre değiştirmezsiniz. Öldürmek için, silah icat etmez, üstün ve sömürgen olmak için kanunlar koymazsınız, seçim yasalarınız basit çıkar oyunlarıyla zedelenmemiş, siyaset sizin çokluğunuzu kemirmiyor. Bir de bizlere kendisini insan sayan, insanlığa soyunan bizlere bakınız nelerle uğraşıyoruz.

Artık bir ananın doğurmak için belli bir süre beklemesi gereğini unuttuk. Artık yumurtalar tavuğa varamıyor, kısa devrede piliç ve yemeklik oluyor. Tarlalarımızın özü tükendi, dinlenmeden doğurmaktan, tohumlarımız da soysuzlaştı sık yenilenmekten. İlaçlardan, gübrelerden yiyeceklerimizin özü kaçtı. Dahası zararlı oldular. Çiçekler özgürce açıp, görkemle dölleniyorlar her şey yapay, artık hanımlar bile doğurmaktan kurtulmak üzere. Babalar, babalıklar, analar, analıklar artık tarihe karışmak üzereler, soy ağacı bir fantazi olmak üzere.

Atomlar ve hücreler oyuncağımız oldu, yapının özüne kurt gibi daldık, kemirgenler gibi kemiriyoruz. Yalın doğayı karmakarışık ettik, soyları soysuz ettik. Yer yuvarlağını, gök kubbeyi kirletebildiğimizce kirletiyoruz, temizlemeye gelince hiç de acelemiz yok diyoruz. Bu gidişle sizlere bile soluk alacak bir hava, temiz bir yiyecek, arı bir su bile bırakmadan kendi darağaçları mızı hazırlamakla uğraşıyoruz. O küçük insancık aklımızla, doğanın bitmek üzere olduğunu sezinledik. Şimdileri galaksilerde rahatça kirletebileceğimiz yerler keşfetmeye var gücümüzle çalışıyoruz.

E. Aydın, Mavi Çizgi Dergisi, Ocak1992

ÖRÜMCEĞİN ÖYKÜSÜ ÜZERİNE BİR MİT.

ARAKNA.

Ror bölgesinde Lidya’da çok güzel, becerikli bir kız yaşardı. El işlerinde gergef ve iğne işlerinde O’ndan üstünü hiç yoktu. Yeteneği ile övünmesine övünürdü de.

Bir gün güzeller güzeli ölümsüz tanrıça Atenadan daha becerikli olduğunu söyler. Bunu duyan Atena göksel hızla Lidya’ya gelir. Bir yaşlı kadın kılığında Arakna’nın evine konuk olur. Sohbet sohbeti açar. Yaptığı el işlerini ortaya döker.

Atena, çok çok güzel işler ve kızın cazibesi karşısında şaşırır. O’nu örümcek kılığına sokar.

O gün bu gündür, örümcek utanautana gözlerden uzak yerlerde örgüsünü örer ve yaşar. O, bizim Arakna’dır. (Lydia.Tanrıça Athena)

E. Aydın, 26Temmuz1999



İNSAN VE ÖRÜMCEK

İnsan ve örümcek arasında, çok enteresan bir bağ vardır. Örümcek gerebildiği ağ nisbetinde emin ve geniş bir av ve yaşam alanına ulaşır. Tabiidir ki, bu iş sadece maddeseldir. Ancak insan, yaşadığının bilincine varmak için ise gönül iplerini gerer. Kurduğu kominikasyon oranında, ruhen dinç ve dinamik, güncel olabiliyor. Hatta çağdaşlık bile bu ölçülerden soyutlanamaz.

Yazıyorsunuz, yazıyorlar. Yazıştıkça, pınarlarda olduğu gibi, önce belirsiz, bulanık sonraları durula durula tertemiz bir doğa kazanıyor. Demek ki akmak, devinmek, devindirmek, bir yerlerde bir şeyleri arındırıyor.!.

Ola ki, kişi pınar niteliğinde yaratılmış olsun. Aktivitesi, dolup boşalma özelliği yoksa, teneke tangırtısı gibi monoton, bir süre sonrada çekilmez olur. Böyleleri de çevremizde az değil.!.

Bugünde platform sözcüğünü taktım aklıma. Aradım, karşılığı; sahanlık, tahta, boş balkon altı imiş. Acaba Evren, Özal dün bu kelimeyi ve caydırıcı sözcüğünü ne anlamda kullandılar? İran'ın, tahtaboş'u, sahanlığı, merdiven altı neresi?. Orduyu silahlandırıyorsunuz. Bu olası bir savaş içindir. Karşı tarafta bunu ve daha fazlasını yapacaktır. İkisi de güçlü oldukları kanısına varınca, savaş kaçınılmaz olacak. Amaç savaş değil midir?

Ava çıkıyorsunuz, silahınız, cephaneniz sırtınızda, “gezintideyim” diyorsunuz?..

Sorulmaz mı, bu silah, bu cephane, gezinen kişinin sırtında ne arıyor diye?..

E. Aydın


KARINCA

Karıncalarda iletişim, koku alma, iz sürme, engel aşma, haberleşme, bireysel işlerde sorumluluk, mühendislik, amölajman hizmetleri. Sevmedikleri kokular. İmece.

Yaptığım deneyler: Üç ayrı yuvada, üç ayrı büyüklükte karıncaların farklı davranışları.

(a) Yuva: Küçük karıncalarkalede, bir kaya platosu üzerinde, kimileri yuvadan dışarıya yiyecek artıkları taşıyor, kimileri yuvaya yiyecek getiriyor, kimileri koşa koşa sağda solda dolaşıyorlar, gidip telaşlı telaşlı birbirleriyle de karşılaşarak, koklaşarak hemen ayrılıyorlar.

Kayanın üzerine kendime bir oturacak yer seçtim. Ama önemsemediler, benim de üzerimde dolaşmaya başladılar. Sigaramın izmaritiyle taşı üzerine beni içine alan bir çizgi çizdim. Oraya kadar gelip geri geri dönmeye başladılar. Bir Antep fıstığını açtım, ortalığa bıraktım. İlgisiz gezinen bir karınca önce yanından ilgisizce geçti, sonra yine geldi tadına kokusuna baktı, yine gitti, bir başkası, her halde görevli idi, zorlukla bir parça kopardı götürdü. Kısa bir sonra paça görünmez oldu ve yavaş yavaş yürütülmeye başladı ve tepeler, hendekler aşarak kayboldular.

E. Aydın



MUT’TA MUT’UN KAYSISI

Bir yıl fazla, bir yıl kıt

Önce erik, sonra dut

Hak vergisi, bin bir tat

Mut’ta Mut’un kaysısı.
Yeşil yaprak alıdır

Ayva nardan suludur

Tadı şifa doludur

Mut’ta Mut’un Kaysısı.


Ne Malatya ne Iğdır

Hem beyaz, hem de aldır

Bir sarışın hoş yardır

Mut’ta Mut’un kaysısı (Yazan : Dede Papur – Pide Fırını Ustası Mut – İçel)

Dün Mut’tan sizin yolladığınız iki koli kayısı geldi; açınca kayısıların üzeri karıncalarla örtülüydü. Yeni bir kaba aktarmaya başladık. Belliydi ki, karıncalar da Mut’tan geliyorlardı. Sağa sola dağılmaya, sığınacak bir yerler aramaya kalkmadılar, özellikle de kayısıdan uzaklaşmak istemiyorlar. Bize duyargalarıyla, sanki tanışıklık işareti nanik yapıyorlardı. Her ne olursa olsun onları uzaklaştırmam gerekiyordu.

Süpürgeyle kapı dışına kadar götürdüm. Dışarıda da karıncalar vardı. Daha önce tanışmış, savaşmıştık. İki ayrı koloni karşı karşıya gelince, neler olacağını ilgiyle izlemeye başladım. Bir tür savaş bekliyorum.

Kısa bir süre, kendi dillerince konuştular. Bizimkiler, geri dönmek için hızla kapıya yöneldiler, arkasından Adanalı karıncalar da sevinç çığlıkları atarak, teklifsizce kutulara yöneldiler.

Bu öteden beri çok sevdiğim; yaşam biçimlerini de okuduğum, yaşam biçimlerini iyi bildiğim savaşlarını, yem toplamadaki becerilerini, işbirliği, imecelerini, mühendisliklerini, inşaat ustalıklarını, ara sıra yan gelip yatmak, sarhoş olmak için termit adlı bir böceği beslediklerini, onu ilkbaharda filizlere taşıdıklarını .

Uzun uzun, kafamda bir şerit gibi geçirdim, ama ortada bir gerçek vardı, ben bu hemşehrileri barındıramazdım. Hele hele arkalarında bir ordu konukla gelince. Üzele üzüle üzerlerine D.T.T. boca ettim, süpürdüm.

Her kayısı yiyişte, konuklara kayısı ikram edişte, ben hemşehrileri anımsıyor, kayısının tadını eksikli buluyordum. Paylaşmanın tadını gereğince alamıyordum.

Sabahın loşluğunda yollara düşen, en az üç kilometre mesafede ağaçlara tırmanan, dal dal gezip, tane tane toplayarak koli dolduran, köyüne on üç kilometre mesafedeki Mut’a getiren, otobüse yüklüce taşıma parası da ödeyen; İbrahim’lere, Kerime’lere, Ayşe’lere, Zafer’lere, Seçkin’ler’e, onlara gün boyu hizmet veren Deli Kara Eşeğe, yorgun motorsiklete borcumuz, şükran istencemiz, söylemekle, yazmakla ödeşilir mi?

Kayısı bizleri çok çok memnun etti. Ama emek verenlere, hele hele, üzüle üzüle ölümüne neden olduğum hemşehrilerim karıncalara ne demeli! Yarab, bir lokma için ne emekler gidiyor!.

İşlerinizde başarılar diler, herşeyin gönlünüzce olmasını, sağlık içinde olmanızı yakarırız.

Ethem Hidayet, 5Haziran1999



MUT'UN DİŞDAŞ KÖYÜNDE HİNDİ YETİŞTİRME

Bu köy yayladır, sulak, çayırlı, engebelidir. Burada oturanlar görenekleri hindi ve tavuk beslerler, her evin kümesi vardır.

Havluları vardır ama kenarları tavuklara karşı korumalıdır. Mevsimlik ve günlük sebze gereksinimlerini düşünmüşlerdir.

Hindiler tembel hayvanlardır, ama akıllarına diyecek yok. Üç beş yumurtayı yan yana görseler, hemen gurk olasıları gelir ve yumurtanın üzerine inatla otururlar.

Bunun farkına varan köylüler, her gün yumurtaları toplarlar, imece suretiyle bir gurk hindinin altına on beş yumurta yerleştirirler. Gurk sayısı başlangıçlarda on hindiyle idare edilir. 150 Civcivle bizimkisi yaylıma çıkar ama sakin ve düşüncelidir. Zaman zaman, yüksekçe bir tümseğin üzerine çıkar, sürüyü seyreder, aklı yetmemiştir ama, Allah için görevini de iyi yapar. Bir hafta sonra, büyümeye başlayan palazlar sürüden ayrılarak bir çocuğun gözetiminde yaylıma çıkarılır.

Hindiye pekmezbiber karışımı zorla bir şurup içirirler, ayaklarından güçlü biri tutarak havada hızla döndermeye başlar, bir kaç tur sonra, daha önce hazırlanmış onbeş yumurtanın üzerinde otururken sarhoşluğu geçer, ama hayvancık geçmişi unutmuştur.

İyi yolculuklar Selami...!!!

22 Gün daha yatar. İki veya üç turdan sonra, üvey ana olarak yaylıma çıkar, beslenmesi gerek, ya yumurtlamaya oturacak, ya da pazara hazır olacaktır.

E. Aydın, 30Mayıs1996


Yüklə 2,29 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   97




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin