Bu dosya, Ethem Aydın isimli eserin web üzerinden izinli yayınlanan resimsiz hazırlanmış bölümüdür. Değiştirilemez. Serbestçe kopyalanıp dağıtılabilir. Bu dosyanın orjinali



Yüklə 2,29 Mb.
səhifə3/97
tarix29.10.2017
ölçüsü2,29 Mb.
#19746
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   97

BIÇAK ÜZERİNDE MUTLULUK


Bu ne çelişkidir yarabbi. Bilirimki sen, gerekçesiz bir şey yapmazsın, yaratmazsın.

Canlıyı yaratacaksın, gerekçeler ortaya koyup, birileri için birilerini ölmeğe hazırlayacaksın ?

Büyük çelişki, kafamda mantığımda karşılığını arar hep.

Tohumda bolluk var, bu tamam. Fireler, olasılıklar, kötü şanslar düşünülmüş. Artı oranlar, eksi oranlar için konulmuş.

Genel çizgide evrensel beslenme kurallaştırılmış. Ot fazlasını otçular, et fazlasını etciller, belli bir ölçüde yiyecek, yaşamını sürdürecek. Sınır zorlanmayacak. Keklik çalı dibine yumurtlayacak. Tilki, çakal, yılan, bütün sürüngenler türü yok etmeyecek bir olasılıkla yumurtayı yiyecekler, kuluçka olunacak, piliç ve palazlar büyüyecek. Ayni yerde, ayni ortamda artmayı koruyarak sürecek. Denge birilerinin zararına bozulursa, genel önlem, sonucu artı yönde etkileyecek.

İnsana gelince, devreye bir takım tinsel, mistik, mitolojik, dinsel ölçüler de girecek. Bunlar da genel kavramlar içinde tıpkı onlar gibi işlevlerini sürdürecek.

Gelecek toplumlara bir şeyler bırakmak çabası başlayacak. Sınırlarda ölünecek, masalarda, bürolarda, laboratuvarlarda, okul sıralarından pembe günler harcanacak. Belki 15 karın geçmişinden, 20 karın geleceğine bir şeyler götürme çabası egemen olacak.

Ben yokken benleri yok etme pahasına çalışıp didineceğim.

Böylece yaşama bir sınır çiziliyor. Sınırsızlık içinde mantık herhalde duruma isyan eder, ama genel varoluş teorisi böyle.

Yaşam sahnesinde canlılar birer figüran. Bu neye böyle? Bu oyun neden oynanır? Ne amaçlanmış? Daha değişik yarınlar niçin düşünülmüş? Amaç nedir? Kime ve kimlere hizmet veriliyor?

Bunu düşüneceğim – düşleyeceğim bugünü yaşayacağım – yarını hazırlayacağım ve günü gelince bir sebepten çekilip gideceğim. Yaşam sürüyor, sürecek de. Ama nasıl ve ne pahasına?

Ay doğdu, güneş battı ve ötesi Ayşe kız çamura battı ve ötesi...

E. Aydın, 1Ağustos1987

BAŞLIKSIZ

Akan zamanın, daha ve daha birçok olayın birlikteliğinde yaşamak var. Anlık, rastlantısal sulara akıp gitmek varken, yaşamı kıstas içine almak niye? Belki, aynı ayrıntıları bulamama korkusu....

Bu anı parçalarcasına bütünü koruma, bir o kadar da yok etme...

Birşeyler olmalı, olabilmeli....

Dünleri hep yaşarken bir sonrakilere umutla bakmaya doğru...

E. Aydın , 26Mayıs1998



DOĞANIN GİZEMİ



RESİM

Çiçeklerin, ağaçların, yaprakların, taşların, toprakların, bütün görülür görülmez, havanın, suyun, ay ışığı, gün ışığı, loşluğun, karanlığın sağlam bir belleği olduğunu, okunabilirliğini düşündüğün oldu mu hiç.!

Bütün bu ayrıntı gibi geçiştirdiğim sözcüklerin en küçük ayrıntısına kadar kaydedildiği, sonsuz büyüklükte bir depo belleğin varlığından haberli misin?

Hani günler gelir, rengarenk, benek benek üzgü mutluluk kırpıntıları bırakarak geçer gider ya; arkasından bazı geceler ay olur, o solgun, çağırgan iklimde sevgiler, sevgide çoğalır ya; sonra mevsimler döner, bahar gelir, yaz gelir, canlılar çoşar, koşar edimler çoğalır ya; sonra esimler yerlere düşüp oylumlu oylumlu dalgalanarak gezinir, doğanın bellek defterinde yerini arar ya; uzamda, zamanlarda, çıkarılan, konuşulan sesler, çevrede, otta, ağaçta, yaprakta, taşta yerleşerek gelecekte kendilerinin okunacağı zamanları bekler ya; hani duvarların kulağı var deriz ya...

Bütün bu görkemli, akıl yetmez olgu kaynaklar, insanlık evrimi boyunca, hep okunmuş, kütüklere geçmiş, geçecektir de..

Adına kısaca ilham dediğimiz; o sanatsal ve sanal olguları, düşünür, yazar, ozan, bilgin, şair, ressam, yontucu, evrensel belleği okumaya çaba verenlerin, tanrısal özellikleri var ya.

E. Aydın, 26Mayıs1998

BAŞLIĞINI YİTİREN YAZILAR VE

ÖYLE BİR ŞEY

Bir gün, bir yerde çocuk bir anababa buluyor ve de dünyaya geliyor. Bütün canlılarda, böylesine giz dolu bir başlangıç.

Nedenleri, niçinleri, nasılları bir türlü açıklığa kavuşamayan....

Artık açık alandaki, görülür, gözlenir yaşam başlamıştır.

İsimler, sıfatlar, yüklemler, nüanslar, yorumlar başlar, yaşam da artık sürmektedir. Ayakta kalmak savaşı verilir, şartlar ne olursa olsun. Birileri birilerine artık borçludur, sanki kanunları kendi içinde oluşur, kanunlardan ileri. Beslenecek, soğuk sıcak ve her türlü tehlikelerden korunacak sınırsız verilecek.

Genel yapı, kendi özendirici kurallarını kendisi koymuş, aslında var olan bu bağıntıyı anlamaya çalıştığımız zaman zorlanıyoruz.

Aslında her şey kendi kuralları içinde, kendi varlığını korumak, devam ettirmek için çok sarmal bir yapıda sürüyor, anlasak da anlamasak da sürüyor, sürecektir.

E. Aydın


BİR PORSİYON YAŞAMIN ANATOMİSİ

İnsan elinde olmayarak dünyaya geliyor, hoş geldi, sefa geldi. Bu ziyaret sıradan bir gelişmidir? Amaçladığı, yani doğanın programladığı ölçüler dışında bir ileri ide var mıdır?

Canlılar yaşamı taparcasına seviyorlar, onun için yapamayacağı özveri yok. Özveri içinde seviyorlar ve fakat bir gün ölüyorlar.

Bu dönüşüm bir düzeliğin izlerini taşısa bile, insan veya canlı yaşamı öz ben olarak özümlemek istiyor. Ayrıcalıklı yaşam için çaba veriyor. Güzel gördükleri, elle tuttukları, tadımsadıkları hemen hemen ayrıcalıklı bir yorumun potasına dökmek özlemindeler. Çeşitlemeler çoğalıyor, görüntüler aynı olduğu halde tınılar çoğalıyor, ama yine de ölünüyor.

İnsana değin canlılarda bir farklılaşım izlenemiyor, bir düzelik konularını icra ediyor. İnsanda ben duygusu yoğunlaşıyor.

Öyleyse ideal bir yaşamın anatomisi nasıl olmalıdır?

Nasıl yaşanmalıdır ki, ilahi ölçütlerin şablonuna uygun olunsun? Çağlar boyu terbiyeciler, felsefeciler, sanatçılar, bilim adamları konuya hangi gözle bakmışlar?

Dinler, kültürler, bazen katı, bazen de ılımlı öneri ve yaptırımları ortaya koymuşlar, az da olsa uyum ve uygulama sürüp gidiyor.

Öz beni sorguluyorum, ben nasıl olmalıyım? Çok para, çok sağlık, çok ilim, çok din, ama bütün bu istenenlerde ölçüt ne olacak?

Karun gibi zengin, Herkül gibi güçlü kuvvetli, cinsin en güzeli, en seksisi, en'ler bitmiyor ki... Yalnız tinsel ve dinsel olmak bir yaşam biçimi olabilir mi? Biraz ondan, biraz bundan denildiği zaman, farklar farksızlaşıyor. Ağırlık öğesi ne olmalıdır?

Her şeyin birincil olduğu yerde ikincil hangisidir???

Bir şey mi icat etmek istiyorsunuz, öyleyse çiçek yetiştiren bir bahçıvan kadar sabırlı olacaksın, en az.

Yaşamak mı istiyorsun? Yaşam emaresi gösteren her şeyi dikkatle izleyeceksin, arıyı tanıyacak, kelebeği o görkemli renk cümbüşünü, tatlı hareketlerle kanat çırpışını, süzülüşünü, bir çiçeğe konuşunu, doyumunu izleyecek, onu en özentili bir eser gibi seyredeceksin.

Asırlar boyu bir kısım insanlar bu gizleri incelemişler. Bir kısımları da, iyi gören, iyi duyanların vereleri ile kelebeği tanımış sevmişizdir. Burada kelebek küçük bir örneklemedir.

İlimler ve fenler rasgeleliğe yer vermezler, onu methetmezler. Buluşlar ise titiz incelemelerin eseridir.

Bizler yeni nesilleri bu güzel yoldan, sağlam bulgulardan ayırmaya çalışıyoruz.

E. Aydın, 30Nisan1992

BAŞLIKSIZ

Yangında kurtulacak eşyalar dizisinde öncelik tanınan, canlılıktır. Sonra diğer gereksinimler, sırasıyla düşünülür.

Böyle gerçekci bakıldığında,dünyamızın soluk alıyor olması bizi sevindirmeli. Bir de ay gibi, birçok gezegen gibi dünyamız da ölmüş soğumuş, ısıtmaz olsaydı; işte bu beklenmedik büyük bir felaket olurdu. Dahası yaşamın sonu olurdu.

Jeolojik yapı başlangıçtan beri değişmekte. Bir zamanlar Toros dağlarının deniz dibinde olduğunu da düşünürsek, geleceği kestirmek kolaylaşır. Doğal olaylar, fırtınalar, seller, depremler; dünyamızın hala soluk aldığının vereleridir. Sevinmemiz, hem de çok çok sevinmemiz, yukarda belirttiğim durumlardan hep daha iyi olduğu bilinciyle, mutlu olmamıza bir gerçekci nedendir.

E. Aydın
İLAHİ, HÜSEYİN

BÖYLE ANSIZIN ÇEKİLİP GİTTİN ARAMIZDAN

ACELEN NEYDİ,

TABANSIZ ÇOCUK!

(Editörün notu: Aşağıdaki yazı, vefat eden bir sınıf arkadaşının ardından yazılmıştır)

Yıl, 1941.

Dünyada savaş rüzgarlarının acımasız soluğu ensemizde. Ülkemiz dört bir yandan korumasız, silah ve cephanemiz yetersiz, fenni savaş araçlarımız yok. Dostumuz da yok.

Daha dün kurtuluş savaşından yorgun ve bitkin çıkmışız. Yokluk ve kıtlık yurt genelinde egemen!

Ekmek vesikayla.!

Gazi Eğitim Enstitüsünün bal döksen yalanır temiz koridorlarında devletimizin bize layık gördüğü lacivert yün kumaştan elbiselerimizin son provası yapıldı.

Akşamleyin asorti giyinmiş iki Taşeli’li kol kola: Hüseyin Sevim, Ethem Aydın. Takım elbise ne güzel yakışmıştı Hüseyin’e.! Bukleli kıvırcık, bakımlı saçlar, gözlük, dudak kenarına özenle tutturulmuş sigara, ortanın üzerinde, hiç kamburu olmayan, kusursuz bir vücut, açık mavi gömlek, üzerine vişne çürüğü kıravat, altın sarısı metal iğne, dik duran baş, ala çakır göz, loş koridor ışıkları altında, yanar döner bir portre. Doğrusu ya, kız ve erkek bütün ilgileri üstüne çeken bir pırıltı kaynağı oluşturuyordu.! Herkes sakız çiğniyordu ama Hüseyin gibi yakıştıramamıştı neme lazım, yiğidin hakkını yiğide vermek gerek.

Ben O’nun kontrastı gibi kalıyordum. Kamburu, bu yüzden elbisesi defolu, sigara içmez, gözlüksüz, sol bacağı nedeniyle tekleyerek yürüyen...

Ertesi sabah bahçedeyiz, çiçeklerin arasında, çiçekler.!

Hüseyin bana:

Yahu bu ne biçim devlet? Harp kapıda silahımız yok, cephanemiz yok, askerin sırtı, postalı yamalı, halkın yediği vesika ekmeği, mısır koçanı, üretici yok. Ya askerde ya okulda, bizcileyin! İki resim öğretmeni yetiştirmek için bunca masrafa ne gerek var! Yediriyor, kaloriferli odalarda yatırıyor, kat kat elbise, gömlek, çamaşır, ayakkabı veriyor, ders araç ve gereçlerini boyafırçakağıdına kadar bol bol karşılıyor, bir türlü anlayamıyorum dedi.

Bu düşünceye ben de katılıyordum sustum.

Radyodan savaş haberlerini her akşam izliyorduk. Büyük devletler Türkiye’yi savaşa zorluyorlardı.

Bir süre sonra, üst sınıflardan başlayarak hemen hemen her öğrenci eski, evinden köyünden getirdiği kılıklarını giymeye başladı. Durum okul müdürü Esat Altan’ın gözünden kaçmamış olacakki “öğrenciler okul içinde ve dışında lacivert elbiselerini giyecektir, üstelik dışarı çıkarken kasketsiz öğrenci istemiyorum” buyruğunu verdi. Yine de direnenlerin olduğunu görünce bölüm bölüm öğrencileri anfilerde toplayarak konuşmaya başladı. Sıra Resimİş bölümüne gelmişti.

Hasan Ali Yücel de anfideydi. Söze O başladı. Koca kafalı, tıknaz, orta boy, çatık gür kaşlar altından ela gözlerini üzerimizde gezdirirken, köy dokuması, keten urbasıyla Hüseyin’i gördü ve tok, babacan sesiyle gürledi: NEEEDEEENNN LACİVERTLERİNİ GİYMİYORSUN?????????... Hüseyin bayıldı bayılacak. Benzi önce limon sarısına sonra yeşile doğru kaydı. Saygılı bir eğilimle ayağa kalktı

“Ben bir köylü çocuğuyum. Ailem fakir. Savaş çıktı çıkacak. Askerimiz zemheri zürafaası gibi gaputsuz yamalı elbise ve yamalı postalla gezerken, lacivert yün takım elbisemden utanıyorum” dedi.!

Bir fırtına öncesi suskunluğunun dayanılmaz dinginliği amfiyi sardı. Sonra birden bire bir alkış tufanı...... Başımı kaldırdım, Hasan Ali Yücel, Esat Altan gözlerini siliyorlar, alkışlıyorlardı da...

Yücel, yavaş adımlarla kürsüye geldi, iyice yaslandı, doluluğu belli oluyordu. Bizleri uzun uzun izledi. Tok ve inanmış sesiyle: “çünkü büyük Atatürk öğretmenler yeni nesi sizin eseriniz olacaktır buyruğunu O size verdi” dedi. Sonra yine yavaş yavaş kürsüden indi, Hüseyin’e doğru gitti. Öptü, sevinç gözyaşları... alkışlar... alkışlar... alkışlar...

Hüseyin ne acele ettin, çekip gittin aramızdan...!

Ne olacak.... tabansız çocuk...

E. Aydın, 8Ağustos1997



Yüklə 2,29 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   97




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin