91-ŞAH VE HEKİM
Nasiruddin Şah, Horasan yolculuğunda hangi şehre varsa, her zaman olduğu gibi her kesimden kendisini karşılamaya geliyorlardı. Şehirden ayrıldığı zaman da uğurluyorlardı. Sebzevar şehrine uğradığında, yine halkın her kesiminden onu görmeğe gelenlerle karşılaştı. onu karşılamaya gelmeyen tek kişi, sadece inziva bahanesiyle gelmek istemeyen meşhur hekim, filozof ve arif Hacı Molla Hadi Sebzevari idi. Şahın da Horasan yolculuğunda görmeği umut ettiği kişi, şöhreti bütün İran’a yayılmış olan ve her yerden öğrencilerin kendisini ziyaret ettiği, Sebzevar’da açılan büyük medresenin açılmasına vesile olan hekim idi. O görüşmelerden, karşılama merasimlerinden ve insanların yağcılıklarından bıkan Şah, hekimi görmeğe bizzat kendisi gitmek istiyordu.
Orada bulunanlar şaha:
-Bu hekim şah ve vezir tanımaz, dediklerinde şah :
-Ama şah, hekim tanır, diye cevap verdi.
Şahın ziyaretini hekime haber verip, görüşme saati belirlendi. Öğlen vakti Şah, sadece yanında bir kişi ile hekimin evine gitti. Hekimin evi çok sade bir evdi. Sohbet arasında şah, şöyle dedi:
-Her nimetin bir şükrü vardır. İlim nimetinin şükrü de onu öğretmektir. Mal nimetinin şükrü, muhtaçlara yardım etmektir. Saltanat nimetinin şükrü de tabi ki ihtiyaçları gidermektir. İşte bunun için sizden yapabileceğim bir şeyi istemenizi diliyorum.
-Benim bir sıkıntım yok. Hiçbir şey istemiyorum.
-Sizin bir araziniz olduğunu duydum. İzin verin o araziyi vergiden muaf kılayım.
-Maliyet defterinde hangi şehirden ne kadar vergi alınacağı bellidir. Genel kural, cüzi değişikliklerle bozulmaz. Eğer benden vergi alınmazsa, bu parayı başkalarından çıkarırlar. Böylece Sebzevar’dan gelmesi gereken vergiyi tamamlamış olurlar. Şah da beni vergiden muaf tutarak, dul ve yetimlere bu yükü yüklemek istemez her halde. Devletin görevi, halkın can ve mal güvenliğini sağlamaktır. Dolayısıyla maddi ihtiyaçları da temin edilmelidir. Biz kendi isteğimizle bu vergileri veriyoruz.
-Bu gün yemeğimi sizinle beraber yemek istiyorum. Ama her gün yediğiniz yemekten… Emir verin öğlen yemeğiniz gelsin.
Hekim yemeğini istediğinde, tahtadan bir tepsi üzerinde birkaç ekmek, birkaç kaşık, biraz ayran ve biraz da tuz getirip şah ile hekimin önüne koydular.
Hekim, Şaha:
-Ye ekmek helaldir, dedi. Bu alın terimin ürünüdür.
Şah bir kaşık aldı ama alışık olmadığı bu yemeği yiyemeyeceğini anladı. Hekimden, o ekmekleri mendile koyarak teberruken kendisiyle götürmek için izin istedi. Sonra şaşkın bir halde hekimin evini terk etti. 101
92-MUFAZZAL’IN TEVHİDİ
Mufazzal B. Ömer Cu’fi, ikindi namazını peygamberin mescidinde kıldıktan sonra, minberle Resulü Ekrem’in kabri arasına oturarak, Allah Resulü’nün yüce şahsiyeti hakkında derin bir düşünceye daldı.kendi kendine şöyle diyordu: “Eşsiz bir tazim ve makama mahzar olan bu yüce şahsiyet, aslında bizim bildiğimizden çok daha yücedir. İnsanların Resulü Ekrem’in faziletleri ve yüceliği hakkında bildikleri, bilmediklerinin yanında naçiz kalır.”
Mufazzal, bu düşüncelerle meşgul iken, meşhur ateist İbni Ebil Evca oraya gelerek bir köşede oturdu. Çok geçmeden onunla aynı düşünceleri paylaşan başka bir arkadaşı da geldi ve aralarında sohbet etmeğe başladılar.
Abbasilerin hilafetinin başlangıç dönemi olan o tarihte, İslam-i kültür de değişim içerisindeydi. Müslümanlar, bazı ilmi dallar tesis etmişlerdi. İlmi ve felsefi konularda Yunanca’dan, Farsça’dan ve Hinduca’dan kitaplar tercüme ediyorlardı. Akait ve felsefe dalları oluşmuştu. İnançların çeliştiği bir dönemdi.
Abbasiler, siyasetlerine karışılmadığı sürece her türlü görüşe özgürlük tanıyorlardı. Müslüman olmayan alimler bile, o dönemde özgürce inançlarını dile getiriyor, hatta Kabe’nin yanında ya da Mescidun Nebi’de toplanıp konuşabiliyorlardı. İbni Ebil Evca da bunlardan biriydi. O gün, peş peşe arkadaşıyla Mescidun nebi’ye gelip, yan yana oturarak sohbet etmeğe başlamışlardı.
Mufazzal, onların konuşmalarını duyuyordu. Tesadüfen ilk konuştukları konu da , Mufazzal’ı meşgul eden konuydu. Ebil Evca, arkadaşına şöyle diyordu:
-Bu adamın işi nasıl da tuttu. Kimsenin ulaşamadığı bir makama ulaştı.
Arkadaşı da cevaben:
-O üstün bir zekaya sahipti, dedi. Olağanüstü ve acayip işler yaparak herkesi şaşırtıyordu. Akıllılar, edebiyatçılar ve hatipler, kendilerini onun karşısında aciz görerek onun davetini kabullenmek zorunda kalıyorlardı. Sonra halkın diğer kesimi de dalga dalga ona doğru koşup, ona iman ediyorlardı. İş öyle bir yere vardı ki, onun adı onu peygamberliğe seçenin adıyla beraber anılmaya başlandı. Şimdi onun adı, ezan unvanında bütün şehirlerde, köylerde, hatta deniz ve çöllerde anılmaktadır. Her yerde günde beş kez, “Eşhedü enne Muhammeden Resulullah” feryadı işitiliyor. Ezanda bu adamın ismi anılıyor. İkamede de bu adamın adı söyleniyor. Böylece hiçbir zaman unutulmayacak.
İbni Ebil Evca, şöyle devam etti:
-Muhammed hakkında daha fazla konuşmayalım. Ben daha bu adamı çözmüş değilim. En iyisi biz, varlığın ilk yaratılışından ve Muhammed’in dininin kurucusundan bahsedelim.
Sonra Ebil Evca, kendi maddi düşüncelerinden bahsederek:
-Hiçbir tedbir ve taktir yoktur, dedi. Her şey kendiliğinden var olmuştur ve böyle var olmaya devam edecektir.
Duydukları karşısında daha fazla sabredemeyen Mufazzal, öfkeli bir şekilde feryat ederek:
-Ey Allah’ın düşmanı! Dedi. Seni en güzel şekilde yaratan rabbini inkar mı ediyorsun? Uzağa gitme birazcık kendi hayatına ve yaratılışına bakarsan, yaratılmış olduğunu anlarsın…
Mufazzal’ı tanımayan İbni Ebil Evca:
-Sen kimsin ve hangi gruptansın, diye sordu. Eğer alimlerdensen, delilleriyle beraber konuşalım. Sağlam deliller sunduğun taktirde, sözlerini kabul ederiz. Eğer alim de değilsen, söyleyecek bir sözüm yoktur. Eğer Cafer Sadık’ın(as) taraftarlarından isen o, bizimle bu tarzda konuşmuyor. O, bizden senin duyduğundan çok daha ağır konuları duyuyor ama hiçbir zaman bize hakaret ettiğini görmedik. O, hiçbir zaman sinirlenip hakaret etmez. Sabırla ve metanetli bir şekilde, içimizde tek söz kalmayana kadar bizi dinler. Biz ona kendi delillerimizi sunduğumuzda, bizi o kadar sakin bir şekilde dinliyor ki, bize teslim olduğunu zannediyoruz. Cevabımızı verdiğinde, şefkatli bir şekilde, kısa ve mana dolu sözlerle bütün kaçış yollarımızı kapatıyor. Eğer onun taraftarlarından isen, onun gibi konuş.
Mufazzal, çok üzgün bir şekilde camiden çıktı. Kendi kendine şöyle diyordu: “İslam alemi, ne kadar ilginç şeylere müptela olmuş. Zındıklar ve peygambere inanmayanlar,peygamberin mescidinde oturup, hayasızca her şeyi inkar ediyorlar.”
Mufazzal, daha sonra İmam Sadık’ın(as) evine geldi. İmam Sadık(as):
-Mufazzal niye bu kadar üzgünsün? Diye sorunca,
-Ey Resulullah’ın oğlu! Peygamberin mescidindeydim, dedi. İki ateist gelip yakınımda bir yere oturdular.sonra Allah ve peygamberi, inkar eden sözler sarf etmeğe başladılar. O sözleri işitince, dayanamadım.Onların sözlerine sert bir şekilde cevap verdim.
-Üzülme, yarından itibaren yanıma gel. Sana tevhit dersi vereceğim. Yaratılışla ilgili konularda, canlı ve cansız varlıkların yaratılışı konusunda, kuşlar ve yırtıcı hayvanlar konusunda yenilen ve yenilmeyenler ve bitkilerin ilahi hikmetler konusunda sana o kadar şey anlatacağım ki, sana ve hakikati arayan her araştırmacıya yeterli gelecektir. Zındıklar ve ateistler hayrete düşecekler. Yarın sabah bekliyorum.
Mufazzal, büyük bir mutlulukla İmamın huzurundan ayrıldı. Kendi kendine: “Benim bu günkü üzüntün ne kadar da işime yaradı.” Diye söyleniyordu. O gece gözüne uyku girmedi. Bir an önce sabah olmasını ve İmam Sadık’ın(as) huzuruna koşmayı bekliyordu. O gece sanki bütün gecelerden daha uzundu.
Sabah erkenden imamın evine geldi. izin isteyip içeri girdi ve imamın izni ile oturdu. Sonra İmam(as), özel kişileri ağırladığı odaya doğru hareket etti. Mufazzal da imamın işaretiyle arkadan gitti. Mufazzal’ı çok iyi tanıyan imam, şöyle buyurdu:
-Her halde gözüne uyku girmemiştir. Buraya gelmek için sabırsızlıkla sabahı beklemişsindir.
-Evet aynen buyurduğunuz gibi oldu.
-Ey Mufazzal! Allah, her varlıktan daha öncedir. Varlıkların evveli ve ahiri odur…
-Ey Resulullah’ın oğlu! Buyurduklarınızı yazmama izin verir misiniz? Kağıt kalem var yanımda.
-Yazabilirsin…
Peş peşe dört gün boyunca, sabahtan öğlene kadar süren uzun oturumlarla İmam(as), Mufazzal’a tevhit dersi verdi ve Mufazzal da yazdı. Bu yazılanlar, daha sonra derli toplu bir kitap haline geldi. bu gün elimizde bulunan ve yaratılışın hikmetini geniş bir şekilde açıklayan “ Mufazzal’ın Tevhidi” adlı kitap, anlattığımız olaydan dolayı dört oturumda yazılmıştır.102
Dostları ilə paylaş: |