El-Kanun fit-Tıbb (KANUN) : İbni Sina'nın 5 ciltlik büyük tıp kitabı. Zamanın bütün tıp bilgisini, kendi bilgi ve tecrübeleriyle birleştirmiş ve anlaşılır bir dille kaleme almıştır. Bu kitap Doğuda ve Batıda tıp eğitiminde başyapıt olarak kullanılmıştır. Kanun'un ilk latince tercümesi İspanya'nın Toledo şehrinde Cremonalı Gerard tarafından 12. yüzyılda yapılmıştır. Daha sonra Avrupa'da bir çok kez basılmıştı. 18.yüzyıla kadar tıp fakültelerinde okutulmuştur.
Kanun : 1.Cilt(Külliyat el-Kanun) anatomi ve fizyoloji ile ilgilidir. 2.Cilt (Müfredat) alfabetik olarak tedavide kullanılan tek tek ilaç maddelerinden bahseder. 3.Cilt (Mualecat): Bu kitapta vücudun baştan ayağa doğru çeşitli organlarında görülen hastalıklarını anlatır. Burada bağırsak hastalıkları, plevra iltihabı, zührevi hastalıklar hakkında ilgi çekici bilgiler yer alır. 4.Cilt (Hummiyat) : ateşli hastalıklar, küçük cerrahi, kırıklar,çıkıklar, kızamık,çiçek gibi döküntülü hastalıklara aittir. 5. Cilt : (Mürekkabat veya Akrabadin) Tedavide kullanılan ilaçların reçeteleri ve hazırlanmaları hakkında bilgi verir.
İbni Sina'nın Tıbba Getirdikleri
--Hastalıkları muayene ederken, bünyelerine, mizaçlarına, yaşayışlarına, aldıkları gıdalara, yaptıkları beden hareketlerini büyük dikkatle sorar ve dinlerdi.
--Hasta vücudunu baştan ayağa kadar tetkik eder, karaciğer ve dalağı eli ile yoklar, muhtemelen göğsü dinlerdi. Nabız ve idrarı muayene ederdi.
--Kanseri, hacmi gittikçe artan ve kökleri civar hücreler içine sokulan, tahrip edici bir ur olarak anlatırdı.
--Galen gözün dört kasından bahsettiği halde İbni Sina bunların altı olduğunu iddia etmiş, retinanın görmede olan rolünü bildirmişti. Gözbebeklerinin hareketini açıklamıştı.
--Beyinde tümör teşekkül edebileceğini belirtmiştir.
--Yüz felçlerini, mide ülserini, pilor darlığını çok güzel açıklamıştır.
--Diyabetin semptomlarını tetkik etmiştir.
--Sarılığın çeşitlerinin nedenini araştırmıştır.
--Vebanın yayılmasında sıçanların rolünü sezmiştir.
--Bazı bulaşıcı hastalıkların plasenta yolu ile geçebileceğine dikkati çekmiştir.
--Güç doğumlarda iptidai bir forseps kullanılmasını tavsiye etmiştir.
--Tedavide sert olmayan laksatiflere, lavmanlara, buz keselerine, sıcak soğuk su banyolarına , spora ve içilecek memba sularına önem verirdi.
--Zamanına göre çok derin psikiyatri bilgisine sahipti. Psikosomatik hastalıklardan anlayan hekimlerin en iyisi olarak kabul edilir.63
F-ÜNİVERSİTE64
Haçlı Seferleri ve Endülüs’ten medresenin bilimsel düşünme sistemini öğrenen batıda, üniversite 10.yy’da ortaya çıkıp, 15. Yy’dan itibaren ön aldı…
Haçlı Seferleri ve Endülüs’ten bu bilgi ve düşünce, batı Avrupa’ya da tevarüs etmiş ve kentleşme ile ortaya çıkan batı üniversitesi, bunun üzerine kurulmuştur. Palton’dan ikibin sene sonra, İtalya’nın Bologna kentinde, dünyanın ilk üniversitesi kurulur. Ne var ki üniversite, akademiden doğmaz... Tam tersine, kentleşmenin bir ürünü olan bu kurum, giderek gündemden düşen kırsaldaki manastır okullarının yerine; kentlerdeki loncaların alternatifi olarak doğmuştur.
Belli meslek kuruluşlarının, özgürce kendi mesleklerini, geliştirdikleri ve bunu yaparken de öğrencilerine klâsik bilgileri aktardıkları, eski “skola”ların yeni bir versiyonudur, ortaçağ üniversitesi... Hem kırsal manastır okullarının hem de kentlerdeki bu yeni kurum olan üniversitelerin belirleyici özellikleri, kendi kendilerine yetmeleridir. Ve o çok ünlü galat-ı meşhurun aksine, üniversiteye adını veren evrensel anlamındaki “üniversal” değil; sendika anlamındaki “üniversidat”tır... Bugünkü anlamda bilim üretme, yâni akademiye dahil olma; çok çok sonraların işidir... Ama kökeninde, eski manastır okulları vardır.Daha da derininde, medrese yatar…
Batı akademiası, deneyselliği 10.yy’dan beri var olan üniversite kültürünün üstüne giydirerek ilerledi. Bologna, Oxford gibi üniversitelerin kuruluşları, 10-11. yy’lara dayanır. 15.yy’da tıptan başlayarak, deneyselliği keşfettiği andan itibaren de medreseyi aştı.
Ancak, batıda üniversite, manastır kökenini hiç unutmadı. Geleneğin üstünde yükseldi. Hegel’den dem vurmayan entelimiz yoktur ama onun bir papaz olduğunu, genellikle unuturuz! Darwin , Cambridge mezunu bir papazdı. Kopernik, Polonyalı papaz. Gregor Mendel, Avusturya-Macar karışımı baş rahip.
Türk modernleşmesi üzerine çalışmaya kalkan her yazar, bunun temelinde Sultan Abdülmecid’in Tıbbıye’de “teşrih”e izin vermesini bulacaktır.
Ne var ki bizde üniversite, mederesenin, geleneğin dışında oluştu! Mekteb-i Sultani, Mühendishane-i Şahane, Tıbbıye-i Şahane, Mülkiye-i Şahane, Harbiye-i Şahane örnekleri, modern düşünceyi medreseye kabul ettirmenin olanaksızlığı karşısında, dışarıda, ayrıca oluşturuldu. Çünkü, İmam Gazali’den sonra ortaya çıkan tutuculuk, gerçeğin zaten Kur’an-ı Kerim’de yazılı olduğu ve araştırılmasının günah olduğu düşüncesi, bilim düşünmenin temeli olan kuşkuculuğu bile yasaklamaktaydı. Hazret, özellikle Aristoteles ve onun takipçileri olan İbni Sina ve Farabi’nin üzerine yönelmişti. Pasteur’den yıllarca önce “mikrop” kavramını akleden, robot yapan, rasathane kurarak, evrenin halâ çözülemeyen sırlarını anlamaya çalışan adamlar,, düşman ve din dışı ilân edildiler… Çünkü, kendine göre bu kişiler Ehl-i Sünnet itikadına muhalifti. Zaten Ma’mun da bir “ müttezili” idi… Akılcı bir mezhep olan Mu'tezile, mantık kurallarıyla çelişir gördüğü âyet ve hadisleri Ehl-i Sünnet'ten farklı biçimde yorumlamış ve bu yorumlarında akla öncelik vermiştir. Gazali, bunun için Felsefeye ve akla karşı çıktı… Felsefi düşüncenin gelişmesini önledi… Gazali’den sonra medrese, kendi teolojisinin içine gömülmüş, bilimin dışına düşmüş bir vaziyette, can çekişmeye başladı…
1930’larda, Türkiye’de Darül Fünûn üniversiteye tahvil edilirken, medrese zaten artık bitmişti!
Bizim akademiamız, batıdaki gibi geleneksel kökenler üstüne değil, geleneği reddederek, batının bir taklidi olarak ortaya çıkmıştır. Üstelik Hristiyan olmadığımızdan, o kavramın içeriğini de anlayamayarak! Çünkü, Aydınlanma Felsefesi, çürüyen Katolik Ahlâk’a karşı bir başkaldırıdır… Alternatif bir hristiyanlık anlayışıdır, Protestan Ahlâk’tır… Müslüman adamın derdi de değildir, hiç kusura kalınmaya… Onun için bilim adamı ile allâme’yi halâ birbirine karıştırıyoruz…
Eylül 2008'de İngiltere Kilisesi, Darwin'in 200. doğum yılının bir fırsat olduğunu söyleyerek, "Seni yanlış anladığımız, sana karşı gösterdiğimiz ilk tepkide hatalı oluşumuz ve bu sebeple başkalarının da seni yanlış anlamasına yol açtığımız için..." sözleriyle Darwin'den özür diledi… Kilise!
İbn-i Sinâ’dan beri özgün bilim adamımız olmadığı gibi, Mevlâna’dan, Hacı Bektaş’tan beri, özgün düşünürümüz de yoktur. Ortaylı haklı… Ama kimin teolojisi? Halife Ma’mun ve Harun ül Reşid’inki mi? Kaçımızın haberi var, Bağdat Medresesi’nden? Muttezile’den?
Bizdeki üniversite ne batıdaki gibi eski geleneği devam ettirip, manastır/medrese ahlâkını taşıyor; ne de oradaki gibi, kentleşmenin bir ürünü! Akademi’yi bile “mektep” sanıyoruz, henüz…
G-TÜRK TIP DÜNYASI
İSLAM ÖNCESİ TÜRKLERDE TIP
En eski Türk kavimlerinden bahseden tarihlere Mezopotamya ve Anadolu metinlerinde rastlıyoruz. Mezopotamya'da M.Ö.2300 tarihlerinden itibaren İran yaylalarından inerek Akatları yıkıp devlet kuran Guti lerden bahsedilir (I.Oğuz Devleti). M.Ö. 1700 lerde Babil'de III.Babil hanedanlığını kuran ve aralıksız 600 yıl Babil tahtına güçlü kırallar yetiştiren Gas'lardır (II.Oğuz Devleti ve Guti lerin devamı). Anadolu'da ise M.Ö. 2000 lerden sonra Aral gölünün batısından İran yaylalarını aştıktan sonra Tuz Gölü civarına kadar ilerlemiş olan Türk kavmi (Guti,Gutu,Qutu) lardır. B.Lansberger Guti'lerin bir Türk kavmi olduğunu ortaya koyar. E.Rossi'de Gut, Guz, Uzi'nin Oğuz olduğunu ortaya koyar.
Orta Asya'daki Türk kavimleri genellikle Baykal Gölü'ne dökülen Selenga ve Orhun nehirlerinin suladığı arazilerde ve Aral gölüne dökülen Seyhun ve Ceyhun nehirlerinin çevresinde görüyoruz. M.Ö. 1000 yıllarından itibaren İç Asya'da göçebe Türk kavimlerin medeniyetlerinden haberdarız. Çin kaynaklarının Ting Ling dedikleri kağnılı boylar Türkler olup, evcilleştirdikleri atlara biniyorlar, büyük tekerlekli arabalar kullanıyorlar ve maden dökme sanatını biliyorlardı. Büyük Türk Devletleri ise; Hunlar Mö220 ile M.S.226 yılları arasında büyük bir imparatorluk kurarak Aral Gölü'nden Çin denizine kadar geniş topraklara hükmettiler. Göktürkler M.S. 545 ile M.S. 745 yılları arasında Orta Asya da kurulan büyük Türk imparatorluğudur. Uygurlar M.S.744-840 yılları arasında Orhun ve Selenga ırmakları arasında hükmeden üçüncü büyük Türk Devletidir.
Eski Türklerde ev ve çadır hayatları tabiat şartlarına çok uygundu. Temizliğe çok önem veriyorlardı. Günlük yaşayışları içinde temizliği esas alan yasak ve kaçınmalar önemli yer tutardı. Türklerin hayatlarında su çok önemli yer alırdı. Suya uzak yerleşim yerlerinde suyu kanallarla getiriyorlardı (Orta Asya'daki Tüto kanalının 10 kilometrelik kısmı bugüne kalmıştır). Moğolistan'a giden Göktürk elçilik heyeti o ülkenin pisliğini görünce "Biz hayvanların ülkesine gelmişiz" diyerek geri dönmüş olduğunu tarihler kaydeder. Türkler dengeli besleniyorlardı; mayalı ve fermantasyona tabi tutulmuş besinleri tercih ediyorlardı. Kurutma ve tuzlama ile gıdalarını koruyorlardı. Hastaların sağlamlarla teması kesiliyor, ayrı bir çadırda tedavi ediliyorlardı. Hastanın eşyaları ateşten geçiriliyordu (Ateşin temizleyici olduğu inancı) , böylece bulaşıcı hastalıkların yayılmasına mani olunuyordu.
Eski Türklerde Tıp
Erken devir Türk toplumlarında ilkel tababetin uygulandığı devirlerde şaman hekim olarak görev yapıyordu. Şaman o kabilenin lideri ve hekimi idi. Türklerin bazı boyları bu şamanlara Kam, bazıları Baksı veya Baksa diyorlardı. Şamanın ilahi güçlerden kuvvet alarak hastalıkların sebebini (kötü bir ruh, kötü bir tanrı v.b.) bildiği ve bunu tedavi ettiğine inanılırdı. Şaman hastalığı dua, tütsü, müzik ile trans haline geçerek teşhis eder ve kendine has metotlarıyla (Korkutmak, soğuk suya sokmak, tütsülemek v.b.) ve kendi yaptığı ilaçlarıyla tedavi ederdi. Şamanlar zamanla Ak şaman (İyi ruhlarla tedavi kurarak tedavi eden) veya Kara şaman(Kötü ruhlarla ilişki kurarak tedavi eden) olarak ayrılmıştır.
Türk devletlerinde zamanla şaman yerini tıbbı bilen, eğitim görmüş ve tedavi eden hekim tipine bırakmıştır. Bu hekimler Otacı lardır. Otacı kelimesi otamak (Tedavi etmek), ot (Bitki, ilaç) kelimelerinden türemiştir. Otacı iyi bir eğitim yapıyor ve isabetli tedavileriyle hastalar tarafından büyük saygı görüyordu. Altay' lardaki arkeolojik çalışmalar esnasında bulunan bir otacı mezarından çıkan eşyalar bize bu otacının devrin hakanının yakın arkadaşı olduğu ve sarayda görevli olduğunu bildiriyor. İsminin Akgün Şengün olduğunu öğrendiğimiz hekimin otacı olduğunu bildiren gümüş bir kemer ve yemin içtiği kadeh de mezarında bulunanlar arasındadır. Eski Türklerde tıp biliminin sırlarını sakladığı düşünülen yılan ve ejderha sembolleri otacının da sembolleri idi. 11. Yüzyılda yazılan Kutadgu Biliğ adlı eserde de otacı hakkında bilgi sahibi oluyoruz. Bu eserde otacıdan başka, hastalıkları dualarla tedavi eden Efsuncu ve sağlığın korunması için şuruplar şerbetler hazırlayan İdişci den bahsedilmektedir. 11. Yüzyılda yazılan bir diğer Türkçe eser Divan-ı Lüğat-it Türk' de ise hastalıklar için ilaç hazırlayan Emçi ve Türkler tarafından kullanılan çok sayıda tıbbi bitki bildirilmektedir.
İSLAMİYETİ KABULDEN SONRA TÜRK DEVLETLERİNDE TIP
Türkler İslamiyeti kabul ettikten sonra da önemli devletler kurmuşlardı. Mısır'da Tolunoğulları Devleti'nde Ahmed İbn Tolun 9. Yüzyılda İbn Tolun hastanesini kurdurmuş ve çok düzenli ilk hastane ve eczaneyi halkının hizmetine sunmuştu. Bu hastane kendi vakıf gelirleriyle çalışıyordu. Karahanlılar, Samanoğulları, Gazneliler, Harzemşahlar isimli Türk Devletlerinde Razi, Farabi, Biruni, İbni Sina gibi tıbbın devleri yetişmişti. Büyük Şelçuklular döneminde; Nizamül Mülk 1067 de Nizamiye Medresesi ve hastanesini, Nurettin zengi 1157 de Şam'da Nurettin hastanesi ve tıbbiyesini, Selahattin Eyyubi Mısırda bir çok medrese ve hastane kurdurmuştu. Bu medreselerde tıp matematik, astronomi, eğitimi de veriliyordu. Anadolu Şelçukluları döneminde 1110 da Mardin Darüşşifası, 1205 de Kayseri Darüşşifası, 1217 de Sivas Darüşşifası 1308 de Amasya Darüşşifası yaptırılarak halkın hizmetine sunulmuştu. 66
H- KLASİK HEMŞİRELİK VE FLORANCE NİGHTİNGALE:
Florance Nightingale
Kırım Savaşı’nın olumlu bir ve belki de TEK ÜRÜN’ü olarak, yaralı askerlerin BAKIM GEREKSİNİM’ini yanıtlamak üzere hijyene ve dolayısı ile ÇEVRE’nindeğiştirilmesine odaklanmış HEMŞİRELİKdisiplini doğmuştur.
Hemşirelik Kuramı ile ilgili İLK ADIM; Kırım savaşı ve sonrası, 19. Y.yılın ortasından 20. Y.yılın ilk yıllarında, Hemşirelik odağını ve bakım işlevlerini tanımlamak üzere FLORENCE NIGHTINGALE tarafından atılmıştır.
Bu dönemde F.Nightingale; savaş ve benzeri ortamlarda yaşam koşullarının yetersizliğini gözlemlemiş ve
a)Hemşirelere olan ulusal gereksinimi,
b)Hemşireler için örgün eğitim programı geliştirmeyi,
c)Savaşta İngiliz askerlerinin maruz kaldıkları sağlıksız ÇEVRE koşullarının düzeltilmesini İngiliz Hükümeti ve Hemşireliği için HEDEF olarak belirtmiş ve destek aramıştır.
RufeydeSaadAl-İslamiah adlı bir kadın, bir grup kadını örgütleyerek Hz.Muhammed’ in savaşlarına katılmış ve yaralı askerlerin bakımına önem vermiş, hijyene/temizliğe ve ÇEVRE’ ye özen göstermiş ve batıdakine benzer bir süreç birkaç yüzyıl öncesinde doğuda yaşanmıştır.
a)Acil bakımı ve uzun süreli bakımı aynı ölçüde önemsemiş,
b)İyileşmenin sağlıklı bir çevrede bakım vererek gerçekleşeceğine,
c)Başka hemşireler yetiştirmek gerektiğine inanmışlardır.
F.Nightingale Dönemi’de, hemşirenin varoluş nedeni
a)Bakım verme,
b)İyileşmeyi hızlandırma
c)Esenlikiçinsağlıklı ÇEVRE yaratma
d)Rahatı sağlama ve
e)Acıyı azaltmaya,
Yönelik, YARDIM diye tarif edilmiştir.
Diğer önemli bir konu da Florence Nightingale’in İnsan /hasta GEREKSİNİMLERİ ile ilgili saptamalarıdır. F. Nightingale’inhasta birey için gerekli gördüğü temiz hava, su, doğal ışık, beslenme gibi GEREKSİNİMlere odaklandığı tarihten çok sonra GEREKSİNİMLER psikososyal bir terim olarak II. Dünya Savaşı ürünü olarak 1950’li yılarda ilk kez A. Maslow; “TEMEL İNSAN GEREKSİNİMLERİ”ni Hiyerarşik bir düzende, kuramında dile getirmiştir. Bu durum Nightingale’in; Öngörüsü mü? Sezgisi mi? Gerçeği saptaması mı?
ÇEVRE de Nightingale için; çok geniş anlam yüklüdür.Ona göre Çevre İnsanın sağlığını, gelişimini olumlu etkileyen, Yetersizliğinde Hastalık-rahatsızlık deneyimlerine, hatta ölüme neden olan“Dış koşulların tümüdür”.
İnsanbedeninin hastalık durumunda doğanın yardımı ile iyileşme gücünü kazanacağına inanır. Hemşireliği ise bu güce yardımcı olacak koşulları sağlayan Sanat olarak tanımlar.
Nightingale’in yaşadığı dönem, savaşlar ve sınıfsal yaşam koşullarında farklılıkları bilmek, onun ÇEVRE’ye bu denli verdiği önemi anlamak için yeterlidir.
KLÂSİK HEMŞİRELİKTE BAKIM VE ETİK:
Hemşireliğin özü olarak kabul edilen "bakım" insan onurunun korunması fikri içinde hemşireliğin bir ahlak ülküsü olarak kabul edilmektedir. İnsanın sağlık ihtiyaçlarının bir başkası tarafından karşılanması ihtiyacından doğduğu söylenen hemşirelik, dönemin sosyal ve dini değerlerine göre biçimlendirilmiştir. Bazen bir azize, bazen bir rahibe, bazen bir anne, bazen bir kardeş olarak tariflenmiştir. Bu kutsal adlandırmalar nedeniyle hemşirelik daha çok dini değerler üzerine temellendirilmiş ve hemşireden yardımseverlik, fedakârlık, itaatkârlık, ağırbaşlılık, inançlılık ve şefkatlilik gibi erdemlere sahip olması beklenmiştir. Bu nedenle 1860 yıllarında hemşireliğin kurucusu olarak kabul edilen Florence Nightingale (1820-1910)’in Kuramı bu anlayışa dayanmaktadır. Dolayısıyla Florence Nightingale “hemşire, hastanın yaşamsal ihtiyaçlarına göre hastaya yardım etmeli ve hemşireliğin amacını bu olarak görmelidir” diyerek hemşireliği yardımseverlik değeri üzerine inşa etmiştir.
Onun temelini attığı hemşirelik, ilk önceleri içinde bulunduğu dönemin din etiği ilkelerine dayandırılmış ve hemşirelerden birer azize gibi davranmaları beklenmiştir. Din etiği ilkelerine dayanan bu meslek etik kodları; hemşireleri, çok katı kurallara bağlı kılmış ve onlardan yüksek ahlaki karakterler göstermeleri beklenmiştir. Uzun yıllar hemşirelere rehberlik etmiş olan bu etik kodlar, mesleğin kendi etik kodları olmamasına karşın, yirminci yüzyıla kadar hemşireliği etkisi altına almıştır .
Mesleğin ilk etik kodları olarak kabul edilen Florence Nightingale Andı, hemşireler için önemli rehber kuralları içermektedir:
“ Mesleğimin standartlarını yükseltmek için tüm gücümü kullanacağım. Şahit olduğum sırları saklayacağım. Yararlı olmak için bilgimi zorlayacağım. Tehlikeli olandan kaçınacağım. Zararlı olan ilacı vermeyeceğim” gibi, mesleğin amacına ve işlevlerine yönelik bu sözler hemşireliğin yeni mesleki değerlerini ortaya koymuş ve hemşirelik, dinin katı kurallarından çıkartılarak, kendine özgü değerleri, ilkeleri olan bir meslek olarak kabul edilmeye başlanmıştır.
Ancak insanın sağlık ihtiyaçlarının giderilmesinde bu erdemlere sahip olmanın yetmemesi üzerine hemşireliğin tanımı ile ilgili kuramlar ortaya konmuştur.
MODERN HEMŞİRELİĞE DOĞRU
20.Yüzyıl başlarına kadar, insan ve vatan sevgisi gibi değerler hemşireliğe hâkim iken, günümüzde; estetik-hoşnutluk sağlayan nesnelerin, olayların ve kişilerin özellikleri, fedakârlık- başkalarının iyiliği ile ilgilenme, eşitlik- aynı haklara, ayrıcalıklara ya da konuma sahip olma, özgürlük- seçim yapma kapasitesi, insan onuru- bireyin tekliğine ve değerine inanma, adalet- ahlaksal ve yasal ilkelere itibar etme, gerçeklik- gerçeğe ya da gerçekliğe sadakat gibi değerler genel kabul görmektedir. Bu yeni profesyonel değerler, hemşirelik anlayışında ve hasta-hemşire ilişkisi modelinde değişiklikleri kaçınılmaz kılmaktadır. Çağdaş hemşirelik modeli olarak isimlendirilen bu değişim; hasta merkezli hemşireliği ve geleneksel hasta-hemşire ilişkisi olan tek yönlü ilişki yerine, karşılıklı sorumluluk getiren ilişkinin benimsenmesini sağlamıştır.
İnsanın değerliliği, onun yaşamına, konforuna, sağlığına, güvenliğine yansıyacak biçimde, bilimsel–teknolojik–ekonomik–sanatsal–felsefi değişim ve gelişimlere neden olmuştur. Hemşirelikte bu değişim ve gelişimden kendine düşen payla sağlık ve sosyal bilimlerden ve teknolojiden yararlanarak sanat tanımına eğitim, yönetim ve araştırma etkinlikleri ile BİLİMSELliği de eklemlemiştir.67
I-MEKTEB-İ TIBBİYE-İ ŞAHANE
Osmanlı Devleti’nde modern tıp eğitiminin başlangıcı 19. yüzyılın başlarına kadar dayanmaktadır. Ocak 1806 yılında Mühendishane-i Cedide’den ilham alınarak “Tersane Tıbbiyesi” adlı bir tıp mektebi kurulmuştur.Tersane-i Amire’de donanmanın tabip ve cerrah ihtiyacını karşılamak amacıyla açılan bu mekteple asıl olarak imparatorlukta tıp tahsilinin yaygınlaştırılması ve Devlet-i Aliye tebaasından tabiplerin sayısının artması hedeflenmiştir. İmparatorluğun Tersane’de açılan bu ilk modern tıp okulunun faaliyetleri kısa ömürlü olmuş ve kuruluşundan iki yıl sonra sırasyıla Kabakçı İsyanı Sultan Selim’in tahttan indirilmesi onun yerine Mustafa’nın geçişi onun kısa süren saltanatından sonra 1808’de meydana gelen “Alemdar Olayı” Sultan III. Selim’in öldürülmesi ve II. Mahmud’un tahta çıkışı gibi büyük çalkantılar arasında bu mektebin de faaliyelerinin kesilmiş olduğunu zannediyoruz.
Osmanlı İmparatorluğu’nda medrese tipi öğretimden modern tıp eğitimine geçişin 14 Mart 1827 tarihinde Mustafa Behçet Efendi’nin önderliğinde “Tıbhane-i Amire” ve 1832’de Cerrahhane-i Amire isimli okulların açılmasıyla başladığı kabul edilir; 14 Mart tarihi bu nedenle ülkemizde tıp bayramı olarak kutlanmaktadır.
Tıbhane-i Amire daha sonra Cerrahane-i Amire ile birleştirilip Mekteb-i Tıbbiye adını almıştır. Bu kurumlara yabancı doktorlar müdür olarak atanmışlar ve eğitim dili Fransızca olmuştur. İlk başta sadece Müslüman öğrenciler alınırken 1839 Tanzimat Fermanı ile gayr-i Müslim öğrenciler de bu kurumlara girebilmişlerdir. 1843 yılında ilk mezunlarını vermiş; 4 mezununun 1848 yılında Viyana'da yapılan tıp yeterlilik sınavını geçmesi üzerine Avrupa'daki tıp fakültelerine denk sayılmaya başlanmış ve "fakülte" statüsü kazanmıştır.
1865 yılında mektebin başına getirilen Cemaleddin Efendi bu kurumun eğitim dilini Türkçeleştirme çabalarına girmiş ve organize ettiği öğrenci sınıfıyla Türkçe ilk tıp lügatı olan Lügat-ı Tıbbıye’yi neşretmişlerdir.
Sultan II. Mahmud (1808-1839) döneminde Şehzadebaşı’ndaki Tulumbacıbaşı Konağında açılan Tıphane ve Cerrahhane-i Amire isimli ilk modern tıp okulu, askeri bir okul olup yeni kurulan Asakir-i Mansure-i Mahmudiye adlı orduya hekim yetiştirilmesi amacı ile kurulmuştur. Okul daha sonra İstanbul’un farklı semtlerine taşınır; 1839 yılında Galatasaray’daki eski Enderun Ağaları Mektebi’nin (bugünkü Galatasaray Lisesi’nin olduğu yer) bulunduğu yere taşındığı zaman ise Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şahane ismini alır. Okulun eğitim dili ise Fransızca’dır. Ancak okulun binası 1849’daki Galatasaray’daki yangın sonucu yine taşınmak zorunda kalır. Önce Halıcıoğlu’ndaki Topçu Kışlasına, ardından Hasköy’deki Gergeroğlu Konağına yerleşen okul, 1866 yılında Sirkeci’deki Demirkapı Kışlası’na geçer. Bu sırada, 1867 yılında Mekteb-i Tıbbiye içerisinde Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye yani sivil tıbbiye kurulur; eğitim dili ise Türkçe’dir. Hem sivil hem de askeri tıbbiye okulları, 1874 yılında onarılmış olan Galatasaray’daki binaya dönerler. Her iki okul 1876 yılında tekrar Demirkapı Kışlası’na taşınır. Sivil tıp okulu daha sonra Kadırga’ya yerleşir.
.Tıphanede okutulan dersler: 1. sınıf: Arapça, Din, Fransızca, Fizik, Kimya, 2. sınıf: Din, Arapça, Teşrih, Nebatat, Hayvanat, 3. sınıf: Hıfz-ı sıhhat, Tıp Müfredatı, Fizyoloji, Askeri Cerrahi, 4. sınıf: Dahili hastalıklar, Harici Hastalıklar, Doğum. Beş yıl sonra Topkapı Sarayının sahil kısmında bulunan üç koğuşlu Hastalar Odasında ayrıca Cerrahhane kuruldu.
1839da II. Mahmut’un da bulunduğu bir törenle açılan ve adı Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şâhâne olarak değişen okulda Avusturya’dan gelen Dr. Charles Ambroise Bernardın (1808-1844) eğitimde önemli rolü oldu. Kadavra üzerinde anatomi öğretimi başladı. Bitki koleksiyonu, tabiat müzesi, jeolojik oluşumlar koleksiyonu, tıp kütüphanesi, hidrolik basınç aletleri, deneyler için tüm araçlara sahip fizik laboratuvarı, botanik gravür ve resimleri ve kimya laboratuvarına sahip Galatasarayı Tıbbiyesi 1849da yandı.
Türkiye’deki modern tıp eğitimi verilen ilk okulların serüvenine bakıldığında, yerleşimin önemli bir sorun oluşturduğu görülmektedir.
Bugün Marmara Üniversitesi Haydarpaşa Kampusu olarak hizmet veren yapının, Sultan II Abdülhamit döneminde 1894 yılında inşasına başlanmış ve Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane ismi altında tıp fakültesi olarak inşa edilmiştir. Bina 1903 yılında eğitime açılarak eğitime başlanmıştır.
Yeni tıp okulunun inşaatı 11 Şubat 1895 tarihinde başlamıştır. Binanın mimari tasarımı dönemin önde gelen mimarlarında Alexandre Vallaury ve Raimondo D’Aronco’ya aittir. Bina daha önceden yapılmış olan Haydarpaşa Askeri Hastanesi ile Selimiye Kışlası arasında ve yaklaşık 80.000 metrekarelik bir arsa üzerine inşa edilmiştir, ortasında 140 x 80m boyutunda dikdörtgen bir avlu yer almaktadır. Bu orta avlu dörtkenarı boyunca koridorlarla çevrilidir. Avlunun güney, batı ve kuzey kenarlarında sınıflar ve diğer birimler yapının dış yüzeyinde olacak şekilde sıralanmaktadır. Doğu kenarındaki koridora ise, binanın bugünkü Tıbbiye Caddesi’ne bakan cephesinden görülen 5 farklı kitle eklenmekte ve böylece okulun mimari tasarımı da kışla tipi yapılardan ayrılmaktadır. Cemil Topuzlu Paşa, inşaat bedelinin 450.000 altın tuttuğunu da belirtmektedir.
Bina, büyüklüğüne rağmen hızla inşa edilmiş ve 1900 yılında tamamlanmıştır. Ayrıca, 1901 yılında tıbbiye binasının karşısına yaklaşık 75 metre mesafede bulunan klinik pavyonlarının inşaatına başlanmıştır. Mekteb-i Tıbbiye’nin yeni binası, II. Abdülhamit’in doğum günü olan 15 Şaban 1321 / 6 Kasım 1903 Cuma günü açılış ve eğitime başlama töreni yapılmıştır.
1909 yılında, askeri ve sivil tıbbiyeler Haydarpaşa’daki tıbbiye binasında birleştirilerek Haydarpaşa Tıp Fakültesi diye anılmaya başladı Resmi adı, İstanbul Darülfününü Tıp Fakültesi idi. O yıllarda görev yapan öğretim kadrosunda Dr. Esat Şerafettin (Köprülü) (Tıp Botaniği), Dr. Mazhar Paşa (Anatomi), Dr. Tevfik Recep (Örensoy) (Histoloji Embriyoloji), Dr. Kemal Cenap (Berksoy) (Fizyoloji), Dr. Abdi Kurtaran (Cerrahi), Akil Muhtar (Özden) (Tedavi Fenni), Dr. Bahaettin Şakir (Tıp Kanunu), Dr. Hamdi Suat (Aknar) (Patolojik Anatomi) gibi önemli hocalar bulunuyordu. . Fakülte reisi, yani dekan olarak ise Cemil Paşa (Topuzlu) seçilmiştir.
Tıp fakültesi Birinci Dünya Savaşı sırasında sıkıntılı dönemler geçirmiştir. 1913 yılında verdiği 118 mezunun ardından eğitime ara verilmiş ve bina 1914 yılında Yedek Askeri Hastane olarak hizmet vermiş, 1915’de Darül Fünun’a bağlanarak bugünkü İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne dönüşmüş ve daha sonra Türkiye’de kurulan diğer tıp fakülteierine kaynaklık etmiştir.1916 yılında ise öğretime yeniden başlanmıştır. 1919’da okul İngiliz İşgal kuvvetlerinin denetimine girmiş, eğitim sırasında büyük zorluklar ve baskılar ile karşılaşılmıştır. Ancak tüm bunlara karşın, Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane ve sonraki ismiyle Haydarpaşa Tıp Fakültesi’nden 1912-1922 yılları arasında yetişen hekimler, askeri hekimlik ve bulaşıcı hastalıklarla mücadele sahalarında başarıyla hizmet vermişlerdir.
Op.Dr. Cemil Topuzlu Paşa
14 Martın Tıp Bayramı olarak kutlanmasına da İstanbulun işgali sırasında başlandı. Tıbbiyeliler bir 14 Martta İşgalci güçlerin haksız tutum ve baskılarına karşı gösteriler yaptılar. Aynı yıllarda Fakülte hocalarından Süleyman Numan Paşa (İç hastalıkları) ve Esat Işık Paşa (Göz hastalıkları) İngilizler tarafından Maltaya sürgün edildiler. Tıbbiye savaş sırasında büyük yaralar aldı. Fakat on yıl süren savaş sırasında bu fedakar hekimler cephedeki görevleri ile birlikte zor koşullar altında bulaşıcı hastalıklarla da başarı ile savaştılar.
1924 ders yılından itibaren FKB (o dönemdeki ismiyle PCN) sınıfı açıldı. Dr. İhsan Hilmi Alantar (Çocuk), Dr. Behçet Sabit (Erduran) (Üroloji), /Muzaffer Esat (Güçhan) (İç hastalıkları), Kazım İsmail (Gürkan) (Cerrahi), Şinasi Hakkı (Erel) (Cerrahi) gibi genç isimler Tıbbiyenin eğitim kadrosuna girerek, savaş yıllarının boşluğunu kısa sürede giderdiler.Haydarpaşada öğretim devam ederken, hocalar tekrar İstanbul yakasına dönmek istediler. Bunun için ilk girişim 1925 yılında yapıldı. Fakat 1933 Üniversite Reformuna kadar eğitim Haydarpaşada devam etti.
1933 yılındaki Üniversite Reformu’nda tıp fakültesi Avrupa yakasına taşınmış, Mekteb-i Tıbbiye binası ise Milli Eğitim Bakanlığına bırakılarak Haydarpaşa Lisesi’nin kullanımına geçmiştir. Okulun klinik pavyonları ise günümüzde halen Haydarpaşa Numune Hastanesi olarak hizmet vermektedir.
Fakülte idare merkezi ve temel bilimler Beyazıtta bulunan eski Harbiye Nezareti Binasına (üzerinde Arap harfleri ile Daire-i Umur-ı Askeriye yazan ihtişamlı kapıdan girilerek ulaşılan ve günümüzde İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü olarak kullanılan büyük tarihi bina), klinikler Şişli Çocuk, Haseki, Cerrahpaşa, Gureba ve Bakırköyde bulunan hastanelere taşındılar. Nazi idaresi sebebi ile Almanyadan ayrılmak zorunda kalan Musevi bilim adamlarından bazıları 1933 Üniversite Reformundan sonra Türkiyeye geldiler. Çeşitli fakültelerde görev alan bu bilim adamlarından bazıları Tıp Fakültesinde Türk öğretim üyeleri ile birlikte öğretim kadrosunda görev aldılar. Bunlardan Hans Winterstein (Fizyoloji), Werner Lipschitz (Biyokimya), Hugo Braun (Mikrobiyoloji), Rudolphe Nissen (Cerrahi), Wilhelm Liepmann (Kadın Doğum), Leopard İgerscheimer (Göz) i sayabiliriz.
İstanbul Üniversitesi içinde bulunan tek Tıp Fakültesi 1967 yılında İstanbul ve Cerrahpaşa Tıp Fakülteleri olarak ikiye ayrılırken 140 yıllık köklü bir tarihin mirasına da ortak oldular. 68
Dostları ilə paylaş: |