dil, omurgalıların çoğunda, ağız tabanında yer alan ve kas dokusundan oluşan hareket- İi organ. Dil, omurgalıların değişik grupla- nnda çeşitli işlevlere uyarlanmıştır: Bazı hayvanlarda, örneğin kurbağalarda böcek yakalamayı kolaylaştırmak üzere dışarı doğ-
L
t
t
i Dil
Charles Joslin
ru uzayabilir; bazı sürüngenlerde her şeyden önce bir duyu organıdır; kedilerde ve memelilerin öbür bazı türlerinde yalanmaya ve temizlenmeye yarar; memelilerde, ağız boşluğunda eksi basınç yaratarak emme hareketini sağlar, ayrıca çiğneme ve yutmaya yardımcı olur, üstündeki tat alma tomur- cuklarıyla temel tat alma organı ve insanda konuşmaya yardımcı organlardan biridir.
Memelilerin dili, aralarında yağ dokusu ve salgı bezleri bulunan, iç içe geçmiş çizgili kaslardan oluşan, mukozayla kaplı bir organdır. İnsanda, dilin ucunun ve kenarlarının dişlere değmesi, bu organın konuşmaya ve yutmaya yardımcı olmasını sağlar. Dil sırtı denen üst yüzeyinde, papilla adı verilen çok sayıda mukoza çıkıntısı bulunur. Bu çıkıntılarda, duyarlı tat tomurcukları ve ağız boşluğu ile yiyeceklerin ıslatılmasını sağlamak üzere tükürük salgısına katkıda bulunan salgıbezleri bulunur. Üst yüzün arka bölümünde (dil tabanı) papilla bulunmaz, buna karşılık dil bademcikleri olarak bilinen lenf dokusu kütlesi ile salgıbezleri vardır. Dil ucundan ağız tabanına kadar dilin bütün alt yüzünü kaplayan mukoza, papillaları olmayan pürüzsüz bir katmandır ve çok sayıda kan damarıyla beslendiği için mor renktedir. Alt yüzün ağız tabanıyla birleştiği yer olan dil kökünde, dilin öbür bölgelerine dağılan sinir, atardamar ve kas demetleri yer alır.
Dildeki sinirlerin, çözülmüş haldeki yiyeceklerden aldığı kimyasal uyaranlarla uya- rılmasıyla tat duyumu oluşur. Dört ana tat duyumu, dilin üstündeki özel bölgelerde bulunan alıcılarla algılanır: Tatlı ve tuzluya duyarlı olan alıcılar dilin ucunda, acıya duyarlı olanlar dil tabanında, ekşiye duyarlı olanlar ise dilin kenarlarında dağılmıştır. Dilin üst yüzündeki küçük tat tomurcukları, tat duyumunun sinir sistemine iletilmesinden sorumludur.
Dilde görülen başlıca hastalıklar, çeşitli nedenlere bağlı dil iltihapları (glossit), aft- lar, dil kanseri, beyaz lekelerle beliren lökoplaki, dil büyümesi, mantar enfeksi- yonlan, ankiloglosi(*) ya da yarık dil gibi doğuştan oluşum bozuklukları ve vücudun başka bölgelerindeki hastalıklara bağlı çeşitli belirtilerdir. Dilde oluşan yaraların en yaygın nedeni, yalnız dili değil tüm ağız boşluğunu saran ve beyaz ırkta beşte bir oranında görülen aftlardır. Yılda bir iki kez belirip 7-10 gün içinde patlayan ağrılı keseciklerden (vezikül) 1-2 cm çapında, aylarca iyileşmeyen derin yaralara kadar değişen aftların etkisi hafif bir tahriş ve rahatsızlık duygusundan konuşma, yutkunma ve yemek yemeyi engelleyecek şiddette ağrılara kadar değişebilir. Aft yaraları bazen ruhsal gerginliğe bağlanırsa da, altında yatan neden çoğu kez çölyak hastalığı gibi bir emilim bozukluğudur. Asıl nedene yönelik tedavinin yanı sıra, yerel anestezik ve ağrı kesicilerle hastanın konuşmasına ve yemek yemesine yardımcı olunabilir; en etkili tedavi kortikosteroitlerle sağlanır. Behçet hastalı- ğında(*) da, üreme organlarının çevresindeki yaraların ve gözlerdeki belirtilerin yanı sıra ağız boşluğunda ve dilde de derin yaralar oluşur.
Dildeki renk değişiklikleri, özellikle dilin beyazlaşması, genellikle tükürük salgısının azalmasına bağlı olarak, epitel doku döküntülerinin, ölü bakteri ve yemek artıklarının birikmesinden ileri gelir. Ateşli hastalıklarda, tıpkı idrar miktannın azalması ve kabızlık gibi tükürük salgısının azalması da, yükselen vücut sıcaklığıyla birlikte artacak sıvı kaybını önlemeye yönelik bir korunma mekanizması olduğundan, dil beyazlaşması genellikle ateşli hastalıkların tipik ve akut belirtilerindendir. Tükürük bezleri atrofiye uğradığında, ağız sağlığına ve temizliğine özen gösterilmediğinde dildeki renk değişikliği kronikleşir. Çok sigara içenlerde, dil yüzeyinde biriken bu artıklar koyu kahverengiye döner. Dilin renginin siyahlaşması ve dil sırtının ortasında sık bir tüy örtüsünün oluşması (tüylü kara dil) genellikle mantarlardan ileri gelen bir hastalıktır; bazen tüysü papillalarm çok uzaması ve meyankökü katılmış şekerlerin fazlaca yenmesi de dilde bu tür renk değişikliğine ve kıllanmaya yol açabilir. Dil yüzeyindeki bütün papillalarm atrofiye uğramasından kaynaklanan pürüzsüz dil, ciddi boyutlara ulaşan demir eksikliği kansızlıklannda, öldürücü Addison kansızlığında ve B grubu vitaminlerden nikotinik asit eksikliğine bağ-h pellagrada görülür. Daha çok tahıl, özellikle de mısır ağırlıklı beslenme bu vitamin eksikliğine yol açtığından, açlık tehlikesiyle karşı karşıya olan azgelişmiş ülkelerde pel- lagra ve pürüzsüz dil yerleşik bir hastalıktır. Dildeki derin çatlak ve yarıklar, dilin destekdokusundaki doğuştan ya da sonradan olma değişikliklere bağlıdır; bu çatlakların iltihaplanması yanma ve ağrı duyumuna yol açar.
Harita dil olarak da bilinen döküntülü dil iltihabında, dil yüzeyinde yer yer değişik boyut ve biçimlerde, pürüzsüz yüzeyli iltihaplı yaralar oluşur. Tüysü papillaların yeniden oluşmasıyla bu yaralar epitel dokuyla örtülüp kapanırken dilin başka bölgelerinde yeni yaralar açılır ve böylece, pürüzsüz yara bölgelerinin sürekli yer değiştirme- siyle dil yüzeyinin görünümü durmadan değişir. Nedeni bilinmeyen ve bazen yıllarca sürebilen bu hastalık genellikle başka hiçbir belirti vermez ve yalnızca dilde hafif bir yanma duyumu yaratır. Dil kanseri, genellikle çok sigara içenlerde dil yüzeyinin sürekli bir ısıyla tahriş olmasından ileri gelir ve çoğu kez mukozayı kaplayan pul biçimindeki beyaz lekelerin (lökoplaki) belirmesinden sonra gelişir. Dil büyümesinin (makroglosi) nedeni, dildeki kas kütlesinin aşırı gelişmesi ya da dil kaslarında bazı maddelerin birikmesidir. Kasların aşırı gelişmesi, mongolizmde (Down sendromu) olduğu gibi doğuştan ya da akromegalide olduğu gibi sonradan olabilir. Ayrıca, iltihaplanma, ur ya da başka bir nedenle lenf damarlarının tıkanması, glikojenoz ve amiloidoz gibi bazı metabolizma bozukluklarına bağlı olarak dilin kas dokusunda glikojen ve amiloit birikmesi de dil büyümesine yol açabilir.
dil, insanlar arasında iletişimi sağlayan sesli ya da yazılı simgeler sistemi. Dil simgelerine "gösterge" adı verilir. Bu göstergeler, saymaca bir nitelik taşır; anlamları doğal bir bağlantıdan kaynaklanmayıp toplumsal bir anlaşmadan, bireyler arasında üstü kapalı bir uzlaşmadan doğar. Bu tanıma göre dil, yalnızca insan toplumlarında bulunan bir yetenektir. Hayvan türleri de sesler ve beden hareketlerinin yardımıyla birbirleriyle iletişim kurar, hatta birçokları bir noktaya kadar insan dilini anlamayı da öğrenebilir. Ama insanın dışında hiçbir tür, çıkardığı sesleri, insan dilinde olduğu gibi açık ve iç tutarlılığı olan, saymaca bir sistem durumuna getirememiştir.
Tanımı. Dilin birçok tanımı yapılmıştır. Dil, bir yaklaşıma göre, düşüncelerin, sözcük haline getirilmiş sesler aracılığıyla anlatılmasıdır. Ama bu tanım düşünce öğesine fazla ağırlık vermektedir. Dil, düşünce dışında kalan, bilinçsiz varlık alanlarını, duyguları, düşleri de kapsar. Kesin bir tanımdan önce, dilin bazı özelliklerinin belirtilmesi gerekir.
-
Fizyolojik ve zihinsel özürleri olmayan bütün insanlar, çocukluklarında, gırtlak ve ağızlarında bazı organların hareketlerinden doğan sesleri bir sesli iletişim sistemi haline getirmeyi ve öbür insanlarla iletişimlerinde bu sistemden hem işitici, hem de konuşucu olarak yararlanmayı öğrenirler.
-
Farklı sesli iletişim sistemleri yeryüzündeki farklı dilleri oluşturur. Farklı bir dilin ortaya çıkması için gerekli farklılık derecesini çok kesinlikle saptamak olanaklı değildir. Ama bu, örneğin iki Almanın farklı diller konuşması anlamına da gelmez. Eğer bir insan bir başka insanın dilini özel bir öğrenim görmeksizin anlayamıyorsa, bu iki insan farklı diller konuşuyorlardır. Buna karşılık, belirli bir dil içinde anlaşmayı güçleştiren, ama kesin olarak engellemeyen farklılıklara lehçe farklılığı denir.
-
Çoğunlukla insanlar önce bir tek dil öğrenirler. Çocuğun ailesinin ya da doğup büyüdüğü ortamdaki insanların konuştuğu bu dile anadili adı verilir. Bir çocuğun iki dili birden öğrenerek büyüdüğü durumlar enderdir.
-
Bu özellikleriyle dil, insana özgü bir yetenektir. Öteki türlerin de seslerle ya da başka araçlarla birbirleriyle iletişim kurabildikleri bilinmektedir, ama insan dilinin en önemli özellikleri olan çift eklemliliğe, tutumluluğa, sınırsız üretkenliğe ve yaratıcılığa hiçbir hayvan türünün iletişiminde rastlanmaz. İnsanların konuşma konulan sınırsızdır. Dilin kapsayamayacağı hiçbir alan yoktur. Oysa hayvanların iletişim konuları, üreme ve sağ kalma gibi en temel gereksinimlerle sınırlıdır. Papağan gibi insanların yanında uzun süre bulunan kuşların çıkardığı, sözcüklere benzeyen seslerin de iletişim amacı taşımadığı bilinmektedir. Bu tür sesler, canlılardaki öykünme dürtüsünün ürünüdür.
Dilin önemi ve gücü ilk çağlardan beri vurgulanmıştır. Adlandırma, nesnelere ad verme, dilin yalnızca bir yönü olsa da, ilk insanlar için büyüleyici bir değer taşımıştır. Birçok kültürde adlandırma yeteneği, nesneler üzerinde denetim kurmanın, onlara sahip olmanın en kesin yolu olarak görülmüştür. İlkel kültürlerde insanların adlarını yabancılara açıklamaktan kaçınmaları da buna bağlanabilir.
Geçmişte, dilin tanrısal bir kökeni olduğuna inanılırdı. Eski Sami inançlarım yansıtan Eski Ahit'te, Âdem'in dünyadaki yaratıkları Tanrı'nın yardımıyla adlandırdığı anlatılır. Hindu dinine göre de dili, tanrı İndra yaratmıştır. İskandinav mitolojisinde rünik alfabeyi yaratan tanrı Odin'dir. Gene Eski Ahit'in Tekvin bölümünde, başlangıçta bütün dünyanın "dilinin bir, sözünün bir" olduğu belirtilir. Ama insanlar gökyüzüne ulaşacak bir kule (Babil Kulesi) yapmaya kalkışınca, Tanrı onların dillerini böler ve böylece birbirlerini anlamalarım önleyen birçok dil ortaya çıkar. Arap inançlarında da yazıyı ve dili Adem'e veren Tanrı'dır.
18. yüzyılda, özellikle Alman romantizm felsefesinde "kökenler" kavramının önem kazanmasıyla dilin doğuş ve gelişme koşullan konusu bir kez daha gündeme gelmiştir. Ancak dilin hangi koşullar altında ortaya çıktığı ve ilk dillerin neye benzediği soruları bugün henüz tam anlamıyla açıklığa kavuşturulamamıştır; çünkü şu ya da bu biçimde dilin doğuşu, Homo sapiens'in ortaya çıkışıyla eşzamanlıdır. Oysa bugün var olan ilk yazılı belgeler en çok 5 bin yıl öncesine gitmektedir. İnsanlar dil üzerine düşünmeye başlayınca, dilin düşünceyle ilişkisi de kaçınılmaz olarak gündeme gelir. Aristoteles'e göre "Konuşma, zihnin yaşantılarının temsil edilmesidir". Aristoteles'in bu tanımı, yakın zamanlara değin bütün bir Batı düşünce geleneği üzerinde etkili olmuştur. 17. yüzyılın usçu felsefesi de dil konusunda benzer bir görüş öne sürer. Konuşma, düşüncenin bu amaç için yaratılmış göstergelerle ifade edilmesidir ve düşüncenin farklı yönlerini ifade etmek için de farklı sözcük türleri ortaya çıkmıştır. Düşünce öğesine ağırlık tanıyan bu usçu yaklaşımın sakıncası şudur: Düşünce kavramının kapsamını ya fazla geniş tutmakta ve böylece içeriğini de bulanıklaştırmakta ya da fazla daraltarak dilin birçok işlevini dışarıda bırakmaktadır. Oysa günlük yaşamda dilin dar anlamıyla düşünceleri açıklamaktan başka işlevleri de vardır. Bu yaklaşım, bir başka açıdan, Condillac ve Herder gibi 18. yüzyıl düşünürlerince de eleştirilmiştir. Usçu felsefe, dilin daha önce
149 dil
var olan düşünceleri anlatan bir araç olduğunu savunur. Oysa Herder'e göre dilden önce, dilden bağımsız bir düşünce olamaz. Düşünce de dille birlikte ortaya çıkmıştır. Bu açıdan, farklı dillerin farklı düşünce yapılarına denk düştüğünü söylemek yanlış olmaz. İnsanlar ve kültürler arasındaki farklılık, bir bakıma diller arasındaki farklılıktır.
Dilin bilimsel tanımı, ancak 19. yüzyılda F. de Saussure gibi dilcilerin çabalarıyla çağdaş genel dilbilimin kurulmasından sonra yapılabilmiştir. Dil temelde, bir kavramla bir ses imgesinin (o sesin zihindeki karşılığının) birbirine bağlanmasından doğar. Bu bağlanma, doğal ve zorunlu değil, saymaca bir bağdır. Örneğin "köpek" kavramı için İngilizler dog. Almanlar Hund, Fransızlar chien seslerini kullanırlar. Bununla birlikte, kavram-ses imgesi bağının aynı toplumun üyeleri için zorunlu olması gerekir; yoksa toplumsal anlaşma olamaz. İnsan dilini bütün hayvan dillerinden ayıran iki temel özellik vardır. Önce, insan dili, hayvan dilleri gibi kalıtım yoluyla değil, toplumsal çevre içinde öğrenim yoluyla elde edilir. Kuşaktan kuşağa farklı koşullar içinde gerçekleşen bu öğrenim süreci içinde dil de değişikliğe uğrayabilir. İnsan dilinin çeşitliliğine karşılık hayvan dillerinin değişmezliği, bu iki edinim biçimi arasındaki farkın sonucudur. İkinci olarak, insan dilinin öğeleri olan göstergeler, son derece küçük parçalara ayrılabilir. Bu küçük parçaların değişik biçimlerde birleştirilmesiyle yeni dil öğeleri, yeni anlamlar, yeni sözcükler doğar. Hayvan dillerinde böyle bir bölünme ve eklemlenme özelliği yoktur. Kısaca söylemek gerekirse, dil toplumsal yaşamın hem ifadesi, hem de varlık koşuludur; hem sonuçtur, hem neden.
Dilin fizyolojik temelleri. Dil yazıdan bağımsız olarak düşünülebilir, ama konuşmadan bağımsız olarak düşünülemez. İnsan toplulukları yazıyı bilmeseler de yüzyıllar boyunca konuşarak anlaşabilmişlerdir. Bu yüzden, dilin yapısının kavranabilmesi, konuşmanın fiziksel ve fizyolojik koşullarının kavranmasına bağlıdır.
Konuşma, insan bedenindeki ses organları aracılığıyla seslerin oluşturulup çıkarılmasıdır. Daha kesin olarak, akciğerde kullanılmış havanın geri püskürtülmesi sırasında ses yolunda belirli organların (gırtlak, ses telleri, dil, damak, dişler, vb) belirli konumlara girmesiyle değişik sesler çıkarma, bu sesleri yükseltip alçaltma ve belirli biçimlere sokma yeteneğidir. Ünlüler ünsüzlerden, kaim ünlüler ince ünlülerden, yumuşak ünsüzler sert ünsüzlerden ve değişik titremler (ton) birbirlerinden bu hareketlerle aynlırlar. Bu en küçük ses birimlerinin değişik bileşimler içinde birleştirilmesine eklemlenme adı verilir.
Konuşma seslerini çıkarabilme yeteneği açısından bütün özürsüz insanlar eşit durumdadır. İnsanların yüz, ağız, dil ve dişlerinin birbirine benzememesi, belirli bir dili öğrenme yeteneklerini etkilemez. Böyle fiziksel farklılıklar, insanların seslerinde farklılık yaratır; her insanın sesinin bir başkasından ayırt edilebilmesinin nedeni de budur. Ama bu farklılığa karşın, her insan aynı çevre koşullarında aynı dili öğrenir.
insan dilinin gelişmesi, iki ayak üstünde yürümeye bağlanmıştır. Bu görüşe göre, kolların yürümek için kullanılmayıp serbest kalması, insan türünü uzun süre "soluğunu tutma" zorunluluğundan kurtarmıştır, insanın atalarının iki ayaklan üstünde doğrulup Homo sapiens'c dönüştükleri milyonlarca
dil aileleri 150
yıllık süre içinde beynin yapısında da bazı gelişmelerin gerçekleşmiş olması gerekir. 19. yüzyıldan bu yana sürdürülen araştırmalar, konuşma denetim merkezlerinin beynin görece "yeni" ve gelişmiş bir bölümünde toplandığını göstermektedir. Bütün bu özellikler bütün insanlar için geçerlidir. Ama, insanın biyolojik kalıtımının konuşma yeteneğini ne ölçüde etkilediği konusunda kesin bir sonuca da varılamamıştır. Hiç kimse biyolojik olarak belirli bir dili öğrenme ve konuşma yeteneğine sahip olarak doğmaz. Ama bütün sağlıklı çocuklar, şu ya da bu dili öğrenme yeteneğiyle doğarlar. Hangi dili öğrenecekleri, biyolojik ve fiziksel özelliklerine değil, içinde yetiştikleri aile ya da çevreye bağlıdır. Bu çevrenin dili, insanın anadilidir. Örneğin bir Arap ailesi içinde emeklemeyi, yürümeyi ve konuşmayı öğrenmiş olan Fransız kökenli bir çocuğun anadili Arapçadır. Dil öğreniminin, sözcükleri ve cümle kalıplarını öğrenmenin dışında çok önemli bir boyutu daha vardır: Çocuğun belli bir ana değin işitmiş olduğu cümlelerden farklı, dilbilgisi kurallarına uygun, yeni sözler söyleme, yeni cümleler kurma yeteneği. İnsan dilini papağanın "sözleri"nden ayıran bu çok temel özellik, günümüzde insan beyninin doğuştan var olan bir cümle kurma, anlam üretme yeteneğiyle açıklanmaktadır.
Dilde anlam ve üslup. Dilin amacı, anlaşmayı sağlamak, anlam iletişimini gerçekleştirmektir. Anlam iki kategori içinde incelenebilir: Yapısal (ya da dilbilgisel) anlam ve sözlük anlamı.
Yapısal anlam, bir cümledeki tek tek sözcüklerin sözlük anlamlarının ötesinde, cümle içindeki yerleri ve kullanılma biçimle- riyle belirlenen anlamdır. Örneğin "aslan fareyi kovaladı" ve "fare aslanı kovaladı" cümleleri aynı sözcükleri içerdiği halde anlamları farklıdır, çünkü "aslan" ve "fare" sözcüklerinin yerleri ve biçimleri farklıdır. Yapısal anlamı belirleyen başka bir etken de cümle içindeki vurguların yerleri ve sesin yüksekliği ya da alçaklığıdır. Çoğu zaman bu üç etken (sözdizim, sözcük biçimi ve vurgu) anlamı birlikte belirler. Dilleri birbirinden ayıran en terçıel nokta, yapısal anlam farklılıklarıdır.
Sözlük anlamı, bir cümle içindeki sözcüklerin çıplak biçimlerinin (eğer eylemse, eylemliklerin) anlamıdır. Dillerin sözcük dağarcıklarını birbirleriyle karşılaştırırken düşülen en büyük yanılgı da bu noktada doğar. Her dildeki sözcüklerin ya da hiç değilse adların, eylemlerin ve sıfatların aynı nesneleri, işlemleri ve özellikleri karşıladığı sanılır. Bu, "güneş", "bulut", "taş" gibi görece sabit, doğal nesneler için geçerlidir. Ama daha karmaşık ve belirsiz nesneler ve durumlar söz konusu olduğunda, diller arasında bire bir denklik aramak yanlış olur. Örneğin Malezya dilinde kita sözcüğü, konuşulan kişiyi de kapsayacak biçimde "biz" ya da "sen ve ben" anlamına gelir. Kami sözcüğü ise, birinci tekil kişiyi (konuşanı) ve üçüncü kişi ya da kişileri kapsayan ama ikinci tekil kişiyi (konuşulan kişiyi) dışarıda bırakan bir "biz"dir. Sözlük anlamlarının farklılığı, bağıntı, duygu ve kültür özelliklerini belirten sözcüklerde daha da fazladır.
Dil nasıl ses yönünden en küçük birimlere bölünebiliyor ve eklemlenebiliyorsa, anlam yönünden de bölünüp eklemlenebilir. En küçük ses birimlerine sesbirim (fonem), en küçük anlam birimlerine de anlambirim (monem) adı verilir. (Bazı dilbilimciler, anlambirimleri de anlambirimciklere [sem] ayırırlar). Sınırsız zenginliğinin kaynağı da dilin bu iki düzeyde e
Bir insanın konuşması, yüz ifadeleri ve jestlerle desteklendiğinde, söylenen sözün belirtik, açık içeriğinin dışında ek anlamlar da taşır, insanlar ses perdelerini yükseltip alçaltarak ve sözlerinin bazı noktalarını vurgulayarak, sözcüklerin sözlük anlamlarında bulunmayan duyguları, tavırları, istekleri de dile getirebilirler. Aynı şey yazı dili için de geçerlidir. Buna üslup adı verilmektedir. Üslup, yalnızca süslü ya da duygulu söz demek değildir. Çok önemli, duygusal içeriği yoğun bir konuyu aşırı yalın, serinkanlı, duygusuz bir dille anlatmak da bir üslup tavrıdır. Üslup, dilin en değişken, en bireysel, en kültürel öğesi sayılabilir. Üslup incelemelerinde, genel dilbilim, göstergebilim, dilbilgisi, sesbilgisi, anlambilim gibi dilsel araştırma yöntemlerinin yanı sıra, yaşamöyküsü, tarih, kültür tarihi gibi disiplinlerden de yararlanılması, bu değişkenlik ve karmaşıklığın bir göstergesidir.
Dil ve kültür. Antropolojik anlamıyla kültür, insan yaşamının toplumsal ilişkilerden doğan bütün yönlerini kapsar. Bu anlamda kültürle dil, özdeş sayılmasa da, birbiriyle iç içe geçmiş olgulardır. Dil öğrenme yeteneği kalıtımsal olsa bile, bu yeteneğin gerçekleşmesi ve kullanılması, toplumsal ilişkilerin varlığına bağlıdır. Toplum dışı bir ortamda, örneğin ormanda hayvanlar arasında büyüyen insanların konuşmayı öğrenemediği bilinmektedir.
Bir toplumun kültürü, değerleri, becerileri ve bütün bilgisi bireylere dil yoluyla aktarılır. Öğrenim sürecinde öykünmenin rolü, sözlü eğitim ve öğretimle karşılaştırılamayacak kadar küçüktür. Hayvan türlerinin davranışlarının ancak biyolojik değşinim ya da evcilleştirme sonucunda ve ancak çok uzun süreler sonunda değişmesine karşılık, insan kültürlerinin hem zaman içinde, hem de belli bir anda büyük değişiklik göstermesinin temelinde dilin bu değişken, "kaygan" niteliği yatmaktadır. Dille kültürün ilişkisi şöyle tanımlanabilir: Dil, bireylere kültürün bir parçası olarak aktarılır, ama kültür de gene dil yoluyla aktarılır. Bireylerin toplumsallaşmasını sağlayan dildir. Toplumsallaşma, bir anlamda bireylerin birbirine benzemesi, birbirleriyle ortak anlamlar, davranışlar ve değerlere sahip olmasıdır. Bunu dil birliği gerçekleştirir. Ama toplumsallaşma, bir yönüyle de bireyselleş- me, kendine özgü bir kişilik sahibi olma demektir. Bunu sağlayan da gene dildir. Dilin sınırsızca yeni anlamlar üretme, yeni bağıntılar kurma yeteneği, bireylere de birbirlerinden farklı anlam dünyaları kurma, farklı sözcüklerle, farklı üsluplarla konuşma ve yazma olanağını verir. Bu, toplumlar için de geçerlidir. Kültürleri birbirinden ayıran, sayısız çeviri güçlükleri ve olanaksızlıkları doğuran etken dildir. Ama ortak bir kültür temeli de ancak bu farklılıklar içinden kurulabilmiştir: Tarihöncesi çağlarda iki yarı topluluk ya da sürü içinde yaşayan iki dilsiz "insan"ın birbiriyle anlaşması, bir Lapon ile bir İtalyan'ın anlaşmasından daha güç olmalıdır. Çevirinin gerçekleşebilmesi için ortada iki anlamın, birbirine uzak ya da yakın iki anlamın bulunması gerekir; anlam diye bir şeyin vaı olması ise dilin varlığına bağlıdır. Ayrıca bak. dil aileleri; konuşma; yazı.
dil aileleri, aynı anadilden türemiş, ortak bir kökene bağlı dilleri kapsayan dil sınıflandırmaları. Dünyadaki dil ailelerinin dağılımı şu coğrafi bölgelere bağlı olarak ele alınabilir: Avrupa, Güney Asya, Kuzey Asya, Doğu Asya, Güneydoğu Asya, Güneybatı Asya, Afrika, Kuzey Amerika ve Güney Amerika.
Avrupa'da ve Avrupa kökenlilerin (örn. Kuzey ve Güney Amerika'daki İngilizce ve İspanyolca konuşan halkların) yerleştiği bölgelerde konuşulan diller temel olarak Hint-Avrupa ve Fin-Ugor dil ailelerine bağlıdır. Hint-Avrupa dil ailesinde yer alan Portekizce, İspanyolca, Katalanca, Fransızca, Romanş dili, Ladino dili, Friuli dili, İtalyanca ve Rumence, ailenin İtalik diller kolunun Roman alt öbeğini oluşturur. Günümüzde de konuşulan Germen dil öbekleri, İngilizce, Frizce, Hollandaca-Almanca, Ada İskandinavyası ve Kara İskandinavyası dilleridir. Bu dil öbekleri, ayrıca ulusal temelde alt öbeklere bölünür (örn. Kara İskandinavyası öbeği Norveççe, Danca ve İsveççeye ayrılır). Hint-Avrupa dil ailesinin Kelt kolunda Galce, Bretonca, İrlanda Gaelcesi ve İskoçya Gaelcesi vardır. Hint- Avrupa dil ailesinin Slav kolunda yer alan edebiyat dilleri, coğrafi bölgelere göre üçe ayrılır: Doğu Slav dilleri, Batı Slav dilleri ve Güney Slav dilleri. Bu bölgelerin dillerine örnek olarak Rusça, Lehçe ve Sırp-Hırvat dili verilebilir. Hint-Avrupa ailesinin öteki üç kolu Baltık dilleri, Yunanca ve Arnavut- çadan oluşur. Fin-Ügor ailesinden olan Lapon ve Baltık-Fin dilleri (örn. Laponca, Fince ve Livonya dili) gibi diller Norveç, İsveç, Finlandiya ve Rusya'nın bazı yörelerinde konuşulur. Macarca da Fin-Ugor dil ailesindendir. Güney Asya'da, Hindistan, Bangladeş ve Pakistan'da konuşulan diller ile bunlarla sınırı olan aradaki devletlerin dilleri, kökenleri ağısından, Hint-Avrupa dil ailesinin Hint-Ari kolunun Hint-Âri ve İran alt öbekleri olarak sınıflandırılır. Hint-Âri alt öbeğinde 20'den fazla dil yer alır ve çok daha fazla sayıda da lehçe vardır. Ama en yaygın konuşulan diller Bengal-Assam dili, Batı Hintçe, Bihari dilleri ve Doğu Hintçe- dir. İran alt öbeğindeki diller, Güney Asya' da Hint-Âri dillerinden daha az konuşulur. Güney Asya'da en yaygın İran dillerinden olan Keşmir ve Şina dilleri, yalnızca Cem- mu ve Keşmir'de konuşulur. Bazı Çin-Tibet dillerinin yanı sıra Telugu ve Tamil dilleri gibi yerel bazı Dravid dilleri de Güney Âsya'da konuşulmaktadır. Kuzey Asya dilleri denilince, kuzeyde Kuzey Buz Denizinden güneyde Güney Asya ve Çin'e, batıda Hazar Denizi ve Ural Dağlarından doğuda Büyük Okyanusa kadar uzanan bölgede konuşulan diller anlaşılır. Bu diller, kökenleri açısından ya Hint- Avrupa dil ailesi, Altay öbeği ve Ural dil ailesinden birine ya da Paleo-Sibirya öbeğine girer. Ural dillerini konuşanların sayısının az olmasına karşılık, Âltay dillerini konuşanlara İran ile Âfganistan'da ve Çin' in Gansu yönetim bölgesinde rastlanmaktadır. İran dilleri gibi Hint-Avrupa dillerinin çoğu, Kuzey Asya'ya ancak yakın zamanda girmiştir. Öteki Kuzey Asya dilleriyle köken bağı bulunmayan Paleo-Sibirya dilleri, Sibirya'nın en kuzeydoğu yörelerinde yaygın olarak konuşulur. Güneybatı Asya'da, yani Türkiye, İran, Irak, Suudi Arabistan, Ürdün, Suriye, Lübnan ve İsrail'de konuşulan diller Hint-
Avrupa, Türk, Kafkas ya da Sami dillerinden birine girer. Ural-Altay dil ailelerinin Altay öbeğine bağlı Türkçe Türkiye'de,öteki Türk dilleriyse Kafkas dil ailesinden 30'u aşkın dilin de yaygın olduğu Kafkasya'da konuşulur. Hint-Avrupa dil ailesine giren hemen hemen bütün İran dilleri (bunlar içinde Farsça, Peştuca ya da Afganca, Kürtçe, Beluci dilleri vardır) İran'da, Ermenice ise Ermenistan ile Gürcistan'da konuşulur. Güneybatı Asya'da konuşulan Sami dillerinden İbranice israil'de, Batı Aramca lehçeleri Lübnan ve Suriye'de, Çağdaş Güney Arapçası ise Suudi Arabistan'ın güneyinde ve yakınındaki adalarda konuşulur.
Doğu Asya'da yaygın olan başlıca dillerden Çin dilleri (ya da lehçeleri) Çin'de, Japonca Japonya da, Kore dili de Kore' de konuşulur. Buna karşılık Altay dil öbeği Çin'de, bir Türk dili olan Uygurcayla ve bir Mançu-Tunguz dili olan Mançu diliyle temsil edilir. Çin dillerinin en yaygın konuşulanları Mandarin, Vu ve Guangzhou (Kanton) dilleridir. Çinlilerin yüzde 70'inin anadili olan ve 525 milyon insanın konuştuğu Mandarin dili, dünyada en çok insanın konuştuğu anadildir. Day ve Meo-Yeo dilleri, Orta Çin'in güneyinde, Vietnam'da, Laos ve Tayland'da konuşulur.
Güneydoğu Asya denilince, buna Çin'in güneyindeki anakara alt bölgesi ve Hindistan'ın doğusu, Malezya'nın adalar bölümü, Endonezya ve Filipinler girer. Bu bölgede dilin adıyla ülkenin adı genellikle örtüşen sözcüklerdir. Anakaradaki diller Güneydoğu Asya, Day ve Çin-Tibet dil ailelerinden- dir. Buna karşılık ada ülkelerindeki dillerin tümü Malezya-Polinezya dil ailesindendir. Kampuçya'da Khmer dili, Tayland'da Mon dili ve Vietnam'da Vietnam dili gibi 50'den fazla Güneydoğu Asya dili, Güneydoğu Asya anakarasında konuşulur. Day ve Çin- Tibet dil aileleri, Tayland'da Tay ya da Tai (Siyam) dili, Laos'ta ve Kamboçya'da Lao dili ve Myanmar'da (Birmanya) Birman diliyle temsil edilir. Güneydoğu Asya adalarında 500'den fazla Malezya-Polinezya dili konuşulur. Bunlar arasındaki en geniş öbek, Pilipino dilinin temelini oluşturan Tagaİok dili ile Filipinler'de konuşulan 100 kadar öteki dili kapsayan Batı Endonezya alt öbeğidir. Papua Yeni Gine ve Avustralya'nın, Güneydoğu Asya adalar grubuna girdiği söylenebilirse de, buralarda yalnızca Malezya-Polinezya dışındaki diller yaygındır. Bunların başında da Papua Yeni Gine'de konuşulan Papua dilleriyle Avus- tralya'daki 200'ü aşkın yerel dil gelir.
Afrika'nın pek çok bölgesinde, 19. yüzyılda sömürgecilik yoluyla girmiş Avrupa dillerinin hâlâ işlevsel ulusal diller olarak konuşulmasına karşın, yerel Afrika dilleri Hami-Sami, Nil-Sahra, Nijer-Kongo ve Koi- san dil ailelerine girer. Hami-Sami dilleri Moritanya'dan Somali'ye kadar uzanan Kuzey Afrika'da ve Güneydoğu Asya'ya doğru uzanan bölgelerde yaygındır. Nil-Sahra dillerine Orta Afrika'nın iç bölümlerinde rastlanır. Sayılan yaklaşık 900'ü bulan Nijer- Kongo dilleri Moritanya'dan Kenya'ya kadar olan bölgede ve Güney Afrika'ya doğru uzanan bölgelerde konuşulur. Koisan dilleri, Afrika'nın güneyinde ve Tanzanya'da konuşulan 50 kadar dili kapsar.
Kuzey ve Güney Amerika kıtalarında İspanyolca, İngilizce ve Fransızca gibi Avrupa dilleri eğitim ve devlet dilleridir. Amerika Yerlilerinin atalarıyla birlikte Asya'dan gelen yerel diller ise, Kuzey ve Orta Amerika Yerli dil ailelerine ve Güney Amerika Yerli dil ailelerine ayrılır. Kuzey ve Orta Amerika Yerli dil ailesi, 20 Ata- bask dili, 13 Algonkin dili, Siu dilleri üst öbeği ve bir de Güney Amerika'da konuşulan tek Kuzey Amerika dil öbeği olan Penut dillerinden oluşur. Güney Amerika Yerli dillerinin sayısı ise çok daha fazladır. Örneğin And-Ekvator dil öbeği içinde 14 dil ailesi ve yaklaşık 200 dil vardır ve bu diller Fransız Guyanası'ndan Kolombiya'ya, güneyde Paraguay'a kadar uzanan yörede, ayrıca Amazon Irmağı boyunca konuşulur.
Dostları ilə paylaş: |