Dilmen, İbrahim Necmi (d. 1887, Gü- mülcine - ö. 5 Mart 1945, Ankara), edebiyat tarihçisi ve dilci. Ortaöğrenimini Selanik İdadisi'nde, yükseköğrenimini İstanbul Hukuk Mektebi'nde yaptı (1909). Selanik Hukuk Mektebi'nde devletler hukuku, çeşitli İstanbul liselerinde edebiyat dersleri okuttu. Edebiyat Fakültesi'nde Ural-Altay dilleri dilbilgisi ve edebiyat kuramları dersleri verdi (1913-18). Ankara Gazi Terbiye Enstitüsü ve Musiki Muallim Mektebi'nde de edebiyat öğretmenliği yaptı. 1932'de Türk Dil Kurumu merkez kurulu üyeliğine getirildi, kurumun genel yazmanlığını yaptı (1933-45). Bu arada Eğitim Bakanlığı genel müfettişliğinde bulundu. 1935'te seçildiği Burdur milletvekilliğini ölümüne değin sürdürdü.
edebiyat" olmak üzere iki bölümde ele almış, birinci ciltte Türkçenin en eski ürünlerinden başlayarak eski edebiyatın önde gelen şair ve yazarlarını tanıtmış, ikinci ciltte Tanzimat'tan Milli Edebiyat'a kadarki dönemin özelliklerini anlatmıştır. Abdiilhak Hamid ve Eserleri (1932), Gü- tıeş-Dil Devrimi Teorisinin Ana Hatları (1936), Türk Dilbilgisi Dersleri (1936, 2 cilt), Türkçe Gramer (1939, 2 cilt), Tanzimat Edebiyatı Tarihi Notları (1942) Dil- men'in öbür yapıtlarıdır.
Dilmun, İÖ y. 2000'de gelişen bağımsız bir krallığın Sümer dilindeki adı. Krallığın, Basra Körfezindeki Bahreyn Adasında kurulduğu kabul edilir. Sümerlerin İÖ 3000'den kalma ticaret metinlerinde adı geçen Dilmun'dan, Sümer ile İndus Vadisi arasındaki ticarette bir aktarma merkezi olarak söz edilir. Tarım ürünleri karşılığında Sümer ve Babil'e bakır, taştan yapılmış boncuklar, değerli taşlar, inci, hurma ve sebze gibi ürünler yollanmıştır.
Bahreyn'de bulunan ve büyük bölümü kireçtaşından yapılmış Barbar adlı antik tapınak kalıntısı ile binlerce tümülüs adanın önemini göstermektedir. Bahreyn Kalesi, adanın kuzey kıyısında 18 hektarlık yer kaplayan büyük bir höyüktür ve adadaki en büyük yerleşim alanını oluşturur. Burada, İÖ 2800'e tarihlenen bir kent yer alır. Kentte yedi yerleşim katı görülür. İÖ 2300-1800 arası dönemi kapsayan ikinci katta surların yanı sıra, İndusVadisi uygarlığı tarzında çakmaktaşından yapılmış ağırlıklar, sabuntaşından yapılmış yuvarlak mühürler ve bakır eşya bulunmuştur. Arabistan Yarımadasının kuzey kıyısında ve Basra Körfezi açıklarındaki adalarda da benzer yerleşimler ortaya çıkarılmıştır.
Dilthey, VVilhelm (d. 19 Kasım 1833, Wiesbaden yakınlarında Biebrich, Nassau, Almanya - ö. 1 Ekim 1911, Bolzano yakınlarında Seis am Schlern, Güney Tirol, Avusturya - Macaristan), insan bilimleri metodolojisine önemli katkılarda bulunan Alman filozof. Doğa bilimlerinin yaygın etkisine karşı çıkmış, insanı değişkenliği ve tarihsel olumsallığı içinde kavrayan bir yaşam felsefesi geliştirmiştir. Dilthey'in kültürel bakış açısına dayalı kapsamlı tarih yaklaşımının özellikle edebiyat incelemeleri için çok önemli sonuçları olmuştur.
Dilmun 160
İbrahim Necmi Dilmen, Mektebi Sultani' de (Galatasaray Lisesi) edebiyat öğretmenliği yaptığı sırada hazırladığı Tarih-i Edebiyat Dersleri (1922, 2 cilt) adlı yapıtında Türk edebiyatını "eski edebiyat" "yeni
Dilmen
Kaynak Kitaplar
Dilthey, Reform Kilisesi'ne bağlı bir ilahiyatçının oğluydu. Heidelberg'de başladığı ilahiyat öğrenimini Berlin'de sürdürdü, ama çok geçmeden felsefeye kaydı. İlahiyat ve felsefe sınavlarını tamamladıktan sonra Berlin'de çeşitli ortaöğretim kurumlarında bir süre ders verdi. Ama tümüyle akademik çalışmaya yönelebilmek için kısa süre sonra öğretmenliği bıraktı.
Bu yıllarda büyük bir enerjiyle değişik konularda araştırmalara girişti. Hıristiyanlığın ilk dönemleri ile felsefe ve edebiyat tarihinin yanı sıra müzikle de ilgilendi; sosyoloji, etnoloji, psikoloji ve fizyoloji gibi ampirik bilimlerdeki her gelişmeyi heyecanla izledi. Yazdığı yüzlerce eleştiri ve deneme Dilthey'in tükenmez üretkenliğinin kanıtıdır.
1864'te Berlin'de doktorasını tamamladı ve 1866'da Basel Üniversitesi'nde çalışmaya başladı. Bunu 1868'de Kiel, 1871'de de Breslau üniversitelerine atanması izledi. 1882'de Berlin Üniversitesi'nde R. H. Lot- ze'un yerini aldı ve yaşamının geri kalan bölümünü burada geçirdi.
Bu süre içinde Dilthey kendini bütünüyle işine adamış, dışa dönük büyük heyecanlardan uzak bir akademisyen olarak yaşadı. Önceleri "insan, toplum ve devlet bilimleri" olarak biraz da bulanık biçimde özetlediği, ama daha sonra Geisteswissenschaften (Tinsel Bilimler) adını verdiği bilimlerin
Dilthey, R. Lepsius'un yağlıboya çalışmasından ayrıntı, y. 1904; özel koleksiyon
Archiv für Kunst und Geschichte. Berlin
felsefi temelini araştırdı. Bu araştırmaların ürünü olan Einleitung in die Geisteswissens- chaften'm (Tinsel Bilimlere Giriş) ilk cildi 1883'te ortaya çıktı. Üzerinde çalışmayı aralıksız sürdürdüğü ikinci cildi hiçbir zaman tamamlayamadı. Ama bu ilk yapıtın ürünü, bir dizi önemli denemeyi kaleme alması oldu. Bunlardan "Ideen über eine beschreibende und zergliedernde Psycholo- gie" (1894; Betimleyici ve Analitik Psikoloji Üzerine Düşünceler) anlamaya (verstehen- de) dayalı yapısal psikolojinin doğuşuna öncülük etti. Dilthey bu çalışmasını, yaşamının son yıllarında Der Aufbau der gesc- hichtlichen Welt in den Geisteswissenschaf- ten (1910; Tinsel Bilimlerde Tarihsel Dünyanın Kuruluşu) adlı gene tamamlanmamış incelemesinde yeni bir düzeyde ele âldı. Tarihsel bilimlerin, doğa bilimlerinin metodolojik ülküsüne yaklaşma eğilimine karşı çıkan Dilthey, beşeri bilimleri, yorumlayıcı bilimler biçiminde tanımlayarak kendi ayaklan üzerine oturtmaya çalıştı. Dilthey'e göre bu anlayışın temelinde, kişisel deneyim (Erlebnis) ile bu deneyimin yaratıcı dışavurumu ve düşünsel kavramşı arasındaki karşılıklı etkileşim yatıyordu. Dilthey bireyi hiçbir zaman tek başına değil, her zaman çevresiyle birlikte değerlendirdi. İnsanın özünün yalnızca içe bakışla kavrana- mayacağını, bütün tarihi bilmeyi gerektirdiğini vurguladı. Bu kavrayış hiçbir zaman tamamlanmış olamazdı, çünkü tarihin kendisi tamamlanmış değildi. "Prototip insan tarihsel süreç içinde dağılıp gider". Bu nedenle Dilthey'in felsefi çalışmaları tarihsel araştırmalarıyla yakından ilişkiliydi. Bu çalışmaların sonraki ürünlerinden biri Studi- en zur Geschichte des deutschen Geistes'in (Alman Düşüncesinin Tarihine İlişkin İncelemeler) başlıklı geniş kapsamlı bir tasarının doğması oldu. Bu çalışmanın, eksiksiz ve bütünsel bir metin oluşturan notlarının ancak bazı bölümleri yayımlanabilmiştir. Dilthey kesin formüllerden hoşlanmazdı. Us yoluyla kurulmuş sistemlere güvenmez, karmaşık sorunları kesin bir çözüme bağlamadan bırakmayı yeğlerdi. Bu yüzden de uzun süre sistematik düşünce gücünden yoksun, duygusal bir kültür tarihçisi olarak görüldü. Ama ölümünden sonra, öğrencilerinin onun yapıtlarını yayımlama ve yorumlama çalışmaları, Dilthey'in tarihsel temelli yaşam felsefesinin metodolojik önemini ortaya koydu.
Dilthey'in kişiliğini değerlendirmek zordur. En yakın dostlan bile Dilthey'in iç dünyasıyla ilgili çok az şey bildiklerini saklamadılar. Ancak son yıİlarmda birlikte çalışmak üzere davet ettiği az sayıda kişi ona yakın olabilmiştir. Ama onlar için de Dilthey "tuhaf ve gizemli bir ihtiyar" olarak kalmıştır.
Dim Mağarası bak. Gâvurini Mağarası
Dimbleby, Richard (Frederick) (d. 25
Mayıs 1913, Richmond, Surrey - ö. 22 Aralık 1965, Londra, İngiltere), radyo muhabirliğinin öncüsü sayılan İngiltere'nin ilk büyük radyo haber sunucusu. British Bro- adcasting Corporation'ın (BBC) ilk savaş muhabiri olarak sesiyle İngiliz halkının tanıdığı bir kişi durumunda gelmiş, televizyonun ilk yıllarında da etkili görünümüyle ününü korumuştur. Yayın yönetmeni ve devlet adamı Frederick J. G. Dimbleby'nin oğludur. Ortaöğrenimini tamamladıktan sonra ailesine ait Richmond and Twickenham Times adlı gazetede çalışmaya başladı. Başka gazetelerde beş yıl gazeteciliği sürdürdükten sonra BBC ııin Güncel Sohbetler Bölümü'ne girmeyi başardı. Güvenli ve düzgün konuşmasıyla kısa sürede belirli bir tarz yarattı. Sonradan radyo muhabirliği olarak adlandırılan bu dalda el yordamıyla ilerleyerek radyo ve televizyon haberciliğindeki gelişmelere yön veren gelenekleri yarattı. BBC'nin ilk dış muhabiri olarak İspanya İç Savaşı'nı izledi. II. Dünya Savaşı'mn başlarında "savaş muhabiri" olarak görevlendirildi. Avrupa, Afrika, Ortadoğu'daki cepheleri gezerek ve Kraliyet Hava Kuvvetleri (RAF) ile birlikte Almanya üzerindeki uçuşlara katılarak savaş haberleri gönderdi. Savaş sona erdiğinde herkesin güvendiği ulusal bir kahraman olan Dimbleby, devlet yönetimi ve siyasete ilişkin önemli olayları televizyonda özlü bir biçimde sunmak için başvurulan bir kişi durumuna geldi. BBC'nin ülke olaylarını ele alan "Panorama" adlı haftalık belgesel programında sürükleyici bir rol oynadı. Kraliçe II. Eliza- beth'in taç giymesinden (1953) Winston Churchill'in cenaze törenine (1965) kadar ülkedeki bütün büyük törenlerin değişmez sunucusu oldu.
II. Dünya Savaşı sırasında haberciliğin yanı sıra birkaç kitap yazdı. Televizyonda ününün doruğuna ulaştığı dönemde bile radyo programlanna sık sık katıldı. Bu arada gazete ve yayın organlarında sürekli yazılar yazdı ve mesleğe ilk adımını attığı aile gazetesinin yönetimiyle de etkin biçimde uğraştı.
Çocuklarından ikisi David ve Jonathan başarılı birer televizyon muhabiri oldu. Richard Dimbleby'nin anısı başarılı radyo ve televizyon muhabirlerine verilen Dimb- loby Ödülü ile yaşatılmaktadır.
Dimbokro, Fildişi Kıyısı'nın ortagüney kesiminde il (departement) ve il merkezi kent (1969). Dimbokro kenti Bandama Irmağının kolu olan Nzi üzerinde yer alır. Baule (Baoule) halkının tatlıpatates, muz, palmiye yağı ve tohumu gibi ürünlerini pazarladığı bir merkezdir. 1910'da kenti 166 km güneybatıdaki Abidjan'a bağlayan devlet demiryolunun tamamlanmasından bu yana Dimbokro büyük bir kahve, yam, kola tohumu, kapok ve kakao antreposu olmuştur. 1970'lerde kentte bir dokuma fabrikası kurulmuştur. Dimbokro ilinin yüzölçümü 8.530 kmr'dir. Nüfus (1975) kent, 30.986; (1979 tah.) il, 474.629.
DîmboviÇa, Romanya'nın güney kesiminde il (judet). Yüzölçümü 3.738 knr'dir. Yerleşim merkezleri Transilvanya Alpleri'nin arasında uzanan vadiler ile alçak düzlüklerde kurulmuştur. Sularını Ialomita, Dîmbo- vita ve Argeş ırmakları toplar. II merkezi Tîrgovişte feodal dönemde Eflâk'ın da (Valahya) merkeziydi. Bir petrol bölgesinin merkezinde bulunan kentin yakınlarındaki Bucşani, Hulubeşti ve Mislea'da petrol kuyuları Vardır. Tîrgovişte, Moreni ve Fie- ni'de metal eşya ve makine imal edilir. Fieni'de ayrıca yapı malzemeleri de üretilir. Pucioasa ve Brânesti'de dokumacılık, Gaeş- ti'de ahşap işlemeciliğiyle uğraşılır. Margi- neanca ve Sotînga kasabaları yakınlarında linyit yatakları işletilir; Ialomitp Irmağı üzerinde Moroeni ve Fieni yakınlarında hidroelektrik santrallar kurulmuştur. Tarım ovalarda yapılan tahıl üretimi ve hayvancılık ile tepelik alanlarda yapılan bağcılık ve meyveciliğe dayanır. 17. yüzyıldan kalma çok sayıda kilise ve müzenin bulunduğu Tîrgovjşte'den bazı kara ve demir yolu bağlantıları geçer. Nüfus (1990 tah.) 571.000.
dimenhidrinat, özellikle taşıt tutmalarında kusmayı önleyici olarak, ayrıca içkulaktan kaynaklanan baş dönmelerini hafifletmek için kullanılan antihistaminik ilaç.
Bireşimsel olarak hazırlanan ve 1949'da kullanıma sunulan dimenhidrinat tablet ya da şurup biçiminde ağızdan kullanılır. Etki süresi dört saat kadar olan ilacın en sık rastlanan yan etkisi uyku vermesidir.
dimerkaprol, öldürücü bir savaş gazı olan levisitin etkilerini gidermek amacıyla geliştirilmiş ilaç. II. Dünya Savaşı'nın sonlarına doğru, hücrelerdeki sülfhidril gruplarına bağlanarak zehirlenmeye yol açan antimon, arsenik, bizmut, kadmiyum, krom, altın, kurşun ve cıva gibi pek çok metal ve yarımetalden ileri gelen zehirlenmelere karşı dimerkaprolün panzehir olarak kullanılabileceği anlaşıldı. Suda çözünmeyen bu bileşiğin yerfıstığı yağındaki çözeltisi kas içine şırınga edilerek verilir ve zehirli metalin vücuda girmesinden sonraki ilk iki saat içinde kullanıldığında çok etkili olur.
dimetil keton bak. aseton
dimetil sülfoksit, organik bileşiklerin sül- foksit sınıfının en basit üyesi. Ayrıca bak. sülfoksit.
dimetilaminoetilbenzanilit bak. fenben- zamin
dimetiltriptamin, bak. DMT
dimetoat, sinir uyarılarının iletilmesinden sorumlu olan kolinesteraz enzimlerini engelleyerek etki yapan bir grup böcek ilacının ortak adı. Kimyasal olarak organik fosfatlar grubundan olan dimetoat, insan ve tüm omurgalılar için en zehirli olan böcek ilaçlarından biridir. Bitkilerin köklerinden emilerek toprak üstündeki bölümlerine ya yılır ve bitki özsularıyla beslenen böcekleri (örn. yaprakbitleri, yaprakpireleri) zehirler. Emici olmadıkları için bitkilerin özsu- yunu yeterince almayan tırtıllar ve öbür kemirici zararlılar üzerinde dimetoat pek etkili değildir.
Dimetrodon, fosillerine Kuzey Amerika' daki Alt ve Orta Permiyen Dönem (Permiyen Dönem y. 280-225 milyon yıl önce) kayaçlarında rastlanan, soyu tükenmiş ilkel ve yırtıcı sürüngen cinsi. Uzunlukları 3,5 m'yi aşan bu hayvanların tanıtıcı özelliği,
Dimetrodon'un insan eliyle yapılmış iskeleti
American Museum of Natural History, New York
sırt omurlanndaki çok uzun, dikensi çıkıntıların bol kan damarıyla beslenen bir zarla örtülmesiyle oluşmuş geniş bir yelken biçimindeki sırt oluşumudur; bu oluşumun vücut sıcaklığının düzenlenmesinden sorumlu olduğu sanılmaktadır. Kafatası yüksek ve dar, gözlerin önündeki bölümü de uzundur. Yiyecekleri kavramak, tutmak, kesmek ve küçük parçalara bölmek üzere farklılaşmış çok sayıda diş bulunur. Gövdeleri ince, kuyrukları uzun, bacakları da öbür ilkel sürüngenlere göre daha işlevseldir; Dimetrodon'un aynı dönemde yaşamış benzerlerinden daha hızlı hareket edebildiği, bu nedenle de daha usta bir avcı olduğu sanılmaktadır. Memelilere benzer sürüngenleri kapsayan ve memelilere doğru evrimlenen The- rapsida takımı, büyük olasılıkla Dimetro- do/z'dan ya da benzeri bir atadan türemiştir.
dimi (Yunanca dimitos: "çift iplikli"), iki ya da daha çok atkı ipliğinin, ince yollar oluşturacak biçimde atılması yoluyla dokunan, hafif ve ince pamuklu kumaş. Önceleri dimi dokumalar ipekten ya da yünden yapılırdı, ama 18. yüzyıldan başlayarak, yalnızca pamuktan dokunur oldu.
Dimi sözcüğü, yatak örtüsü, perde gibi yollu, ağır pamuklu dokumalar ile yollu ya da kareli ince pamuklu kumaşlar için kullanılmaktaydı. Bugün ise, yalnızca ikinci türden dokumaları tanımlamaktadır.
dimi dokuma, çapraz dokuma olarak da bilinir, üç temel dokuma türünden biri. Ötekiler saten dokuma(*) ve tafta dokuma- dır(*). Dimi dokumalar çapraz oluklu, çizgili ya da yollu olarak gerçekleştirilir. Düzgün dimi dokumada çizgiler, çoğunlukla sol alt kenardan 45°'lik bir açıyla yukarı doğru uzanır.
Çizgilerinin doğrultusuna (balıksırtı dokumada olduğu gibi) ya da açısına göre değişen, birçok türden dimi dokuma vardır. Sık örülmüş dimi dokumalar en yaygın kullanılan erkek giysisi kumaşlarıdır.
Dimini, Yunanistan'ın orta kesimindeki Volos'ta bulunan, küçük bir Geç Neolitik Çağ (İÖ 4000-3700) yerleşmesi. Çift sıra surla çevrili yerleşmede megaron planlı bir saray ve daha küçük yapılar yer alır. Dimini sarı ya da devetüyü renkli zemin üstüne siyah ya da beyaz boya ile
161 Dimitriyevic, Dragutin
yapılmış sarmal ve meandr örgeleriyle bezeli çanak çömlekleriyle tanınır. Bu tür sanıldığı gibi Orta Avrupa'daki Tuna kültürüne yakın olmayıp, daha çok Kyklad Adaları kültürü ile ilişkilidir.
Dimitrios I, demetrîos olarak da yazılır, asıl adı dİmîtrîos papadopulos (d. 8 Eylül 1914, İstanbul - ö. 2 Ekim 1991, İstanbul), Ortodoks Kilisesi'nin 269. eku- menik patriği. Galata'daki Fransız Lisesi' ni bitirdikten sonra 1931'de Heybeliada'da- ki Rum Papaz Mektebi'ne girdi. 1937'de buradan mezun olarak aynı yıl diyakozluğa, 1942'de de papazlığa atandı. Ekim 1937'den Ağustos 1938'e değin Urfa Metropolitliği'n- de kâtip ve vaiz, 1939'dan sonra Feriköy' de (İstanbul) önce diyakoz, ardından da papaz (Temmuz 1945) olarak görev yaptı. 1945-50 arasında Tahran'daki küçük Ortodoks cemaatinin papazlığını üstlendi, Tahran Üniversitesi'nde bir yıl süreyle Eski Yunanca dersleri verdi. 1950-64 arasında Feriköy cemaatinin başpapazlığını yürüttü. 1964'te piskoposluğa yükseltildi, bu unvanla Eleia (Yunanistan) ve Kurtuluş'ta (İstanbul) görev yaptı. Şubat 1972'de Gökçeada ve Bozcaada piskoposluğunun metropolitli- ğine getirildi. Fener Rum Patrikhanesi Kutsal Sinodu 16 Temmuz 1972'de I. Athenago- ras'm yerine Dimitrioş'u İstanbul başpiskoposu ve ekumenik patrik seçti.
Dimitrios göreve başladıktan sonra öncelikle Ortodoks kiliseleri arasında birliği güçlendirmeye çalıştı. Bağımsız Ortodoks kiliselerinin ve yerel patrikhanelerin önderlerini kabul ederek görüştü. Ortodoks Kilisesi Kutsal Sinodu'na hazırlık amacıyla Cenevre'de üç kez tüm Ortodoks kiliselerine açık birer konferans topladı. Dimitrioş'u Fener'de ziyaret edenler arasında, Anglikan Kiliseler Topluluğu'nun önderi Canterbury başpiskoposu Frederick Donald Coggan ile Papa II. Johannes Paulus da vardı. Papanın ziyareti sırasında, Ortodoks ve Katolik kiliseleri arasında diyalogu resmen başlatmak üzere bir Ortak İlahiyat Komisyonu kurulmasına karar verildi. Bu karar, önceki patrik I. Athenagoras'ın 1964'te Kudüs'te Papa VI. Paulus ile buluşmasından sonraki gelişmelerin bir ürünüydü.
1987 yazında 15. görev yılını tamamlayan Dimitrios, İskenderiye patriği Parthenios'u ve öteki bağımsız Ortodoks kiliselerinin önderlerini ziyaret etti. Aralık ayında Ro- ma'da Papa II. Johannes Paulus, Canter- bury'de de Başpiskopos Robert Alexander Kennedy Runcie'yle bir araya geldi; ayrıca Cenevre'de Dünya Kiliseler Konseyi yöneticileriyle görüştü. 1990'da ABD'yi ziyaret etti. Ölümünden sonra yerine İstanbul başpiskoposu I. Vartholomeos seçildi.
Dimitriyevic, Dragutin, lakabı apis (Kutsal Boğa) (d. 17 Ağustos 1876, Belgrad - ö. 27 Haziran 1917, Selanik, Yunanistan), gizli terörist örgüt Kara El'in(*) (Crna Ruka) önderi olan Sırp subay.
1901'de Sırbistan genelkurmayında genç bir subayken, halkın sevmediği Kral Ale- xander Öbrenovic'i öldürmek üzere subaylar arasında bir suikast örgütünün oluşturulmasına ön ayak oldu. Planın Haziran 1903'te uygulanmasından kısa bir süre sonra, suikastçılar orduyu denetim altına almayı başardı. Askeri akademide taktik dersi öğretmeni olan Dimitriyevic, öğrencileri üzerinde önemli bir etki kazandı ve yurt dışındaki Sırp ulusal hareketinin gelişmesini destekledi. 1913'te genelkurmay istihbarat başkanlığına atandı, 1916'da da albaylığa yükseldi.
Dimitrov, Georgi 162
Bu arada daha çok Kara El olarak tanınan ve şiddet yoluyla bir Büyük Sırbistan yaratmayı amaçlayan Ujedinjenje ili Smrt (Birlik ya da Ölüm) adlı milliyetçi gizli örgütün kurucu üyeleri arasında yer aldı (1911) ve örgütün düşünsel alandaki önderliğini üstlendi. Avusturya arşidükü Franz Ferdi- nand'a Sarajevo'da (Saraybosna) düzenlenen ve I. Dünya Savaşı'nın patlak vermesine yol açan suikastın (28 Haziran 1914) planlanmasında da önemli bir rol oynadığı sanılmaktadır. Sırbistan başbakanı Nikola Pasic'in gizli örgütü dağıtma girişimi sonucunda, Mayıs 1917'de altı subayla birlikte ölüme mahkûm edilerek idam edildi. 1953'te Belgrad'da yapılan yeni bir yargılamada aklandı.
Dimitrov, Georgi Mihailoviç (d. 18 Haziran 1882, Kovaçevtçi, Bulgaristan - ö. 2 Temmuz 1949, Moskova yakınları), Bulgaristan'da sosyalist yönetimin kurucusu ve ilk başbakanı. 1933'teki Reichstag yangını davasında Nazi suçlamalarına karşı yaptığı savunmayla dünya çapında ün kazanmıştır.
Küçük yaşta öğrenimini yarıda bırakarak basımevi işçisi olarak çalışmaya başladı.
p^ip ıı
B*
Dimitrov
Anadolu Yayıncılık Arşivi
Sofya'ya yerleştikten sonra sendikal çalışmalara katıldı ve 1902'de Bulgaristan Sosyal Demokrat Partisi'ne girdi. Bu partinin 1904'te bölünmesi üzerine, Sosyal Demokrat İşçi Partisi içinde yer alarak çeşitli görevler üstlendi. 1909'da Merkez Komitesine seçildi. 1913'te milletvekili oldu ve 1915'te parlamentodaki savaş için iç borçlanma oylamasında sosyalist muhalefete önderlik etti. 1918'de savaş aleyhtarı propagandadan dolayı üç yıl hapse mahkûm edildi ve milletvekili dokunulmazlığına karşın tutuklandı. Ama dört ay sonra serbest bırakıldı. Partinin Bulgaristan Komünist Partisi (BKP) adıyla yeniden örgütlenmesinde (1919) büyük bir rol oynadı.
1921'de SSCB'ye gitti ve Komintern (III. Enternasyonal) yürütme kuruluna seçildi. 1923'te Bulgaristan'daki komünist ayaklanmayı yönetti. Ayaklanmanın sert biçimde bastırılmasından sonra idama mahkûm olunca yurt dışına çıkarak Viyana ve Berlin'e geçti. 1929'dan sonra Komintern Orta Avrupa bölümünün başkanlığını yaptı. 27 Şubat 1933'teki Reichstag yangınını çıkarmakla suçlanarak başka komünist önderlerle birlikte tutuklandı.
Duruşmalarda Nazi iddialarının asılsız olduğunu ortaya koydu ve aklandı. Ardından Moskova'ya yerleşti ve Komintern'in VII. Kongresi'nde (Ağustos 1935) faşizmin çözümlemesini yapan ve antifaşist halk cephesi stratejisinin temel ilkelerini ortaya koyan bir rapor sundu. Aynı kongrede yürütme kurulu genel sekreteri seçildi. Komintern'in kendini dağıttığı 1943'e değin Nazi tehdidine karşı halk cephesi hareketlerinin örgütlenmesinde önemli rol oynadı. 1944'te Bulgaristan'daki Mihver uydusu hükümete karşı direniş hareketini yönetti ve 1945'te ülkesine döndükten hemen sonra komünistlerin egemenliğindeki Vatan Cephesi hükümetinin başbakanlığına getirildi. Siyasal gelişmeleri yönlendirerek komünistlerin yönetimdeki ağırlıklarını pekiştirmelerini ve 1946'da Bulgaristan Halk Cumhuriyeti'nin kurulmasını sağladı.
Dimitrovgrad, Bulgaristan'ın güneyinde, Haskovo (Hasköy) ilinde (okrıg) kent. Meriç Irmağı vadisinin verimli düzlüklerinde yer alır. Belgrad-Sofya-İstanbul Demiryolu Hattı üzerinde bir kavşak durumundadır. 1947'de Bulgar gençlerince, Rakovski, Mariino, Çernokonovo köylerinin birleştirilmesiyle kuruldu ve kente Bulgar komünist önder Georgi Dimitrov'un adı verildi. Başlıca sanayiler kimyasal madde, çimento ve asbest üretimi ile konserveciliktir. Yerel devlet çiftliklerinde büyük miktarlarda sera sebzesi yetiştirilir. Çevresindeki Marbas kömür: havzasından çıkarılan linyit Meriç üzerindeki üç termik elektrik santralım besler. Nüfus (1975) 45.596.
Dimitrovgrad, 1972'ye değin melekess. Rusya Federasyonu'nun batı kesiminde, Ulyanovsk yönetim birimine (oblast) bağlı kent. Melekess ve Büyük Çeremşan ırmaklarının kavşağında yer alır. 1714'te kurulan ve 1919'da kent konumunu kazanan Dimitrovgrad tarım ürünlerinin işlendiği merkezdir. Kentte bıçkıcılık ve madeni eşya tesisleri, ayrıca bir atom araştırma merkezi ile öğretmen yetiştiren bir okul bulunur. Nüfus (1989) 124.000.
Dimona, İsrail'in güneyinde, Negev (Ne- cef) bölgesinde kent. Beer-Şeba'dan Se- dom'a (Sodom) giden önemli bir karayolu üzerinde yer alır. Adı, Kitabı Mukaddes'te (Yeşu 15:21-22) "Yahuda oğulları sıptı- nın... Cenubun en son kısmında olan şehirleri" arasında söz edilen Dimona kentinden gelir.
Bugünkü Dimona, karayoluyla 47 km doğusundaki Sedom'da, Lût Gölü İşletmelerinde çalışanların oturması için 1955'te yerleşim merkezi olarak kuruldu. Bu amaçla seçilmesinin nedeni, deniz düzeyinden 600 m, Lût Gölünden yaklaşık 1.000 m yüksekte bulunması, buna bağlı olarak da gecelerin serin geçmesiydi. Beş bin olması planlanan nüfus 1970'lerde bu sınırı çoktan aşmıştı. Lût Gölü İşletmeleri'nde çalışan işçilerin çoğunun Sedom'a birkaç kilometre uzaklıktaki Arad'a taşınmasının ardından, 14 km güneydeki Oron fosfat madeni işçileri de Dimona'ya yerleştiler. Bugün tekstil fabrikaları bulunan Dimona'da porselen de üretilir. Yakınlarda, 26 megawatthk reaktörü olan Negev Nükleer Araştırma Merkezi bulunur. Dimona, Beer-Şeba'dan gelen bir hatla, bütün ülkeyi kaplayan demiryolu ağına bağlanır. Nüfus (1985 tah.) 26.600.
Dimorphodon, Avrupa'daki Alt Jura Dönemi (Jura Dönemi y. 190-136 milyon yıl önce) çökellerinde fosil olarak bulunan, soyu tükenmiş, uçabilen sürüngen cinsi. Uçan sürüngenleri içeren Pterosaura takımının en ilkel üyelerinden biri olan Dimorphodon'un ! uzunluğu | yaklaşık 1 m, başı çok büyük ve uzun, gözleri iridir. Alt ve üstçenenin önünde birkaç tane uzun ve sivri diş, yanlarda ye arkada çok sayıda küçük diş bulunur. Ön ve arka ayakları iyi gelişmiştir, ama hayvanın iki ayağı üzerinde yürüyüp yürümediği belli değildir. Kanatları iki ön ayağın son derece uzamış dördüncü parmağından arka ayaklara doğru uzanan gergin ve zarsı bir deriden oluşur. Uçmadığı zamanlar, yaşayan yarasaların çoğu gibi kanatlarını katladığı sanılmaktadır. Ön ayakların öbür üç parmağı pençe gibi gelişmiştir ve büyük olasılıkla avı kavramaya, ayrıca yerdeyken gövdeyi desteklemeye yarar. Uçucu kuşlardaki güçlü kanat kaslarının bağlandığı gelişmiş bir karinaları olmadığı için, Dimorphodon üyelerinin bugünkü kuşlar gibi iyi bir uçucu olmadığı ve kanat çırpmaktan çok süzülerek uçtuğu sanılmaktadır.
Dimyat, Arapça dumyat. Aşağı Mısır'da, Dimyat ilinin (muhafaza) merkezi kent. İlin liman kenti olan Dimyat, Akdeniz kıyısından 13 km içeride, Nil Deltasında ve Nil Irmağının kolu olan Dimyat'ın (eskiden Phatnitic) sağ yakasında kuruludur. Adı antik Kopt yerleşimi Tamiati'nin bozulmuş biçimidir.
Antik Mısır'da önemli bir kent olan Dimyat, eskiden denize bugün olduğundan daha yakındı. İÖ 322'den sonra İskenderiye'nin gelişmesiyle önemi azaldı. İS 638'de Arap istilacıların eline geçtikten sonra dokumala- rıyla ünlü bir ticaret merkezi durumuna geldi. Birçok kez Haçlıların saldırısına uğradı ve kısa dönemlerle (1219-21 ve 1249- 50) Haçlı ordularının denetiminde kaldı. Deniz saldırılarına açık olmasından ötürü. Memlûk Sultanı I. Baybars (hd 1260-77) kenti ve istihkâmlarını yıkarak ırmak kıyısına engel koydurdu ve bugünkü yerinden 6,4 km içeride yeni bir Dimyat kenti yaptırdı. Dimyat Memlûk ve Osmanlı dönemlerinde sürgün yeri olarak kullanıldı. 1819'da Mahmudiye Kanalının (Tur'etü'l-Mahmudiye) yapılmasından sonra, Nil ticaretinde ağırlık iskenderiye'ye geçti; önemini büyük ölçüde yitiren Dimyat yalnızca Suriye ile ticaretini korudu. Günümüzde kanalın temizlenmesi Dimyat limanının önemini artırdı; 1980'lerin başında İskenderiye limanındaki aşırı yükü hafifletmek üzere buranın kapasitesini artıracak inşaatlar başladı. Deri işleri, değirmencilik ve balıkçılık merkezin başlıca sanayileridir, Dimyat Irmağı ağzındaki İz- betü'l-Burc'da sardalye konserve fabrikası vardır. Güzel camilerin olduğu kent, demiryoluyla Banha üzerinden Kahire ve Port Said'e, karayoluyla da Süveyş Kanalına bağlanır. Nüfus (1986 tah.) 121.200.
din, insanın kutsal saydığı gerçeklikle ilişkisi; bu ilişkinin çerçevesini oluşturan inançlar, öğretiler, değer yargıları, davranış kuralları, tapınma biçimleri ve kurumsal yapılar. Dinlerin temelini oluşturan kutsal gerçekliğin doğaüstü ya da kişileşmiş bir varlık, bu anlamda bir "tanrı" biçiminde tasarımlanması zorunlu değildir; bu tür bir "tanrı" kavramını bütünüyle ya da büyük ölçüde dışlayan dinler de vardır. Dolayısıyla din kavramı, insanın Tanriyla ya da tanrılarla ilişkisinden çok daha geniş kapsamlıdır.
Dinsel deneyim. Bireysel bir yaşantı olarak dinsel deneyimin, birbirini bütünlediği ya da dışladığı varsayılan değişik tanımları yapılabilir: Kutsal gerçekliğin bilincine varmaktan kaynaklanan huşu, onun karşısında ürpererek saygıyla eğilme; insanın yaratılmış bir varlık olduğunu vurgulayan mutlak bağımlılık bilinci; insanı hem sevgisiyle kuşatan, hem de yargısıyla titreten bir güç ya da kişileşmiş yüce bir varlık olduğunu kavrama; kutsal gerçeklikle bir olma; evrendeki kalıcı doğruluğu ya da gizli düzeni algılama; "bütünüyle öteki" gerçeklikle yüz yüze gelme; insanı tepeden tırnağa dönüştüren bir gücün varlığını yaşama vb gibi. Ama dinsel deneyim her zaman insanın gerçek benliğini, yaşamı kutsallaştıran gücü, bütün varoluşun temelini ve ereğini arama çabasıyla ilişkilidir. Bu nedenle, insan yazgısının gizi karşısında yaşama ağırbaşlılıkla yaklaşma, kutsal gerçeklikle yüz yüze gelmenin uyandırdığı korku ve leke- lenmişlik kaygısı, artık tanrısal varlığa ulaşan yepyeni ve sağlam bir yaşam yoluna adım atmış olma bilinci, tanrısal iradenin bağışlayıcılığı inancından kaynaklanan esirgenme duygusu, bireysel benliğin sınırlarından kurtulma coşkusu gibi yaşantılar da dinsel deneyimin dokusunu oluşturur.
Her türlü dinsel deneyimin odağında yer alan "öteki" ya da kutsal gerçeklik, değişik dinlerce birbiriyle ilişkili başlıca dört ayrı biçimde kavramlaştırılır: Evreni ve insan yazgısını yöneten, ama kişileşmemiş kutsal düzen; insanın ancak gereğince arındıktan sonra huşuyla yaklaşması gereken kutlu güç; bütün sonlu gerçekliklerin sonul birliği ve uyumu, her şeyi bağrında toplayan Bir; insanı ve dünyayı aşmakla birlikte hem insanla, hem de evrenle ilişki içinde olan kişileşmiş varlık. Öte yandan kutsal gerçeklik, aşkınlığı ya da içkinliği bakımından da başlıca iki biçimde kavranır. İnsandan ve evrenden ayrı, ikisiyle de özdeşleştirilemez nitelikte düşünülen kutsal gerçeklik "aşkın" terimiyle nitelenir; evrenin belirli bir öğe- siyle, örneğin insanla ya da kozmik düzenle bir ölçüde ya da tümüyle özdeşleştirilen kutsal varoluş ise "içkin" sayılır. Evreni ve insan yazgısını yöneten kişileşmemiş kutsal düzen (örn. Logos, Tao, rta. Aşa) biçimindeki kutsal gerçeklik kavramı içkinlik kutbunu oluşturur. Buna karşılık Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslamda en yüksek anlatımını bulan kişileşmiş tanrısal varlık kavramı ise aşkınlık kutbunda yer alır.
Birçok düşünür, dinsel deneyimin, kutsal sayılan gerçekliği ve insan yaşamının ereğini konu aldığı ölçüde, insan deneyiminin bütün öteki biçimleriyle ilişkili olduğu görüşündedir. Bu ilişkilerin incelenmesi ilahiyatın ve din felsefesinin konusunu oluşturur. Örneğin dinsel deneyim ile ahlak bilinci yakından ilişkilidir. Ama din, kişinin varlığına, kim ve ne olduğuna, yüceltmeye değer saydığı gerçekliğe ilişkin sorulan yanıtlar; buna karşılık ahlak, kişinin davranışlanm ve başkalanyla ilişkisini yönlendiren ilkeleri konu alır. Bazı düşünürler dine dayanmayan bir ahlakın olamayacağını savunurken, bazılan ahlakın dinsel yaptırımlardan bağımsız tutulması gerektiğini öne sürer. Dinsel deneyim ile estetik deneyim arasında da yakın ilişki kurulabilir. Ama dinsel deneyim bağlamında insan, kutsal ya da "öteki" gerçekliğe yönelir ve onu yüceltirken, estetik deneyimin temeli, doğal nesnelerde ya da sanat yapıtlarında gözlenen niteliklere, biçimlere ve örüntülere kendi başına değer biçilmesidir. Dinsel deneyimi ve dinsel öğretileri öteki bilişsel ve düşünsel etkinliklerden ayıran başlıca özelliklerden biri, bunla- nn salt kavramsal dile indirgenmesi olanaksız, kendi kuralları olan simgesel bir dilde anlatımını bulmasıdır. Dinlerin temel amacı dünyayı açıklamak değil, somut yaşantılardan esinlenerek dünyaya anlam kazandırmak, insanın çevreyle baş edebilmesini, kendi varoluşunu omuzlayabilmesini, başkalarıyla birlikte yaşayabilmesini sağlamaktır.
Dinsel deneyimin ilk somut dışavurumu, bu deneyimin nesnesine yönelik tapınmayı düzenli bir çerçeveye, belirli kurallara bağlayan etkinliklerdir. Kutsal gerçekliği yücelten ve görkemini vurgulayan anlatım biçimleri, dua yoluyla ona seslenme ve onunla ilişki kurma çabası, bazı somut nesnelere görünmez kutsal gerçekliği simgeleme işlevinin yüklenmesi, gene kutsal gerçekliğin etkinliğini simgeleyen kutsama işlemleri, sevinç ve esenlik duygulannı dile getirmek amacıyla genellikle belirli müziksel biçimlerin geliştirilmesi, kutsal gerçekliğe ya da onun adına kurban ya da sunu adama vb tapınma etkinliğinin değişik biçimleridir. Genellikle yazılı ve sözlü ifadeler ile kutsal müziği bir bütün içinde sunarak inanan kişiyi kutsal gerçekliğin huzuruna getirmeyi amaçlayan ayin kuralları bu etkinliğe bir düzen kazandırır.
Din ve toplum. Toplumsal bir olgu olarak din, öncelikle toplum yaşamındaki düzensizlik ve çatışma eğilimlerine bir düzen getirme çabasıyla ilişkilendirilebilir. Kişisel ve toplumsal bunalımların sürekliliği, insan kavrayışını aşan bir gizem ve anlamsızlık duygusu, bu nesnel eğilimlerin dışavurumudur. Toplumların bunalımları aşabilmek ya da hafifletebilmek amacıyla geliştirdiği düşünsel, hukuksal, ahlaksal ve büyüye dayalı sistemler, gerçekliğin sürekli aşındırıcı direncini aşamadığı sürece bir noktada etkisiz kalır. Buna karşılık dinler, belirli bir toplumsal grubun temel bunalımlarım ve anlamlandırma sorunlarını, yaşanan gerçekliği "öteki" gerçeklik yönünde aşarak tanımladığı, bu sorunlan hafifletmenin temel yollarını belirlediği ve bütün çabalara karşın bunalımların önünün alınamamasına bir açıklama getirdiği inanç ve davranış bütünleri olarak görülebilir. Din sosyolojisinde Fransız okulunun kurucusu sayılan Emile Durkheim (1858-1917) bu bağlamda dinin, "bilimin ötesine geçmek ve bilime zamanından önce son sözünü söyletmek" zorunda olduğunu belirtir. ABD'li sosyolog Talcott Parsons'a (1902-79) göre, insan deneyiminin en genel kategorileri olan istekler, değer yargıları ve kavramsal düşünce, sırasıyla her birinin olumsuzlaması olan acıdan, haksızlıktan ve yanlıştan korunabilmek için dinsel davranışı kendiliğinden doğurur.
Din, işlevsel bakımdan, bir ölçüde çelişen iki tür gereksinmeye karşılık verir. Bir yandan toplum düzeyinde sürekliliğin ve istikrarın korunması, bireysel davranışların önceden kestirilebilmesi, bireylerin bunalım koşullarındaki olası yıkıcı tepkilerinin denetlenebilmesi gerekir. Bireyler düzeyinde ise gerilim, suçluluk, boğuntu ve hüsran duygularının üstesinden gelinebilmelidir. Ama toplumda bütünleşmeyi pekiştiren süreçler, bireyleri yeni özverilere zorlayarak boğuntu duygusunu daha da güçlendirebilir; buna karşılık bireyler de kurtuluşu toplumsal düzeni sarsacak yollarda arayabilir.
Dinin gerçekte birbirini bütünleyen bu iki karşıt işlevi, dinsel örgütlenmenin ya da dinsel birliğin değişik türlerinde yansımasını bulur. Hiyerarşik biçimde örgütlenmiş dinsel kurumlar (örn. Hıristiyanlıkta kilise) ilke olarak bütün toplumla örtüşmeyi, dolayısıyla en ileri bütünleşmeyi amaçlar; bu nedenle öğretiye uygun doğru davranış biçiminden çok, biçimsel ayin kurallarına ve inanç ilkelerine ağırlık verir. Alman kilise tarihçisi Ernst Troeltsch'e göre Hıristiyanlıkta kilise, devletle ve egemen sınıflarla bütünleşerek, toplumsal düzenin ayrılmaz bir parçasına dönüşmüştür. Buna karşılık mezhep ve tarikat biçimindeki dinsel örgütlenmeler, ilke olarak, başat iktidar yapılarının dışında kalmış grup ve bireylerin gereksinmelerini karşılamaya dönüktür. Hiyerarşik bir örgütlenmenin bulunmadığı ve din bağının, doğuştan belirli bir toplumun üyesi olmakla kendiliğinden örtüştüğü dinler ise (büyük ölçüde İslam, bir ölçüde Yahudilik, Budacılık, Hinduizm) din birliğinin ne ölçüde "kurumlaştığı" ya da ne ölçüde "yatay- laştığı" bakımından incelenebilir. Örneğin genellikle kurumlaşmamış sayılan, yatay birliğin ağır bastığı Hindu dininin tarihindeki belirli dönemlerde örgütlü, bir ölçüde hiyerarşik bir ruhban düzeni (Brahmanlık) egemen olmuştur. Budacılığın Theravada
163 din
kolunun ağırlıkta olduğu ülkelerde de (örn. Tayland) sangha (keşiş örgütlenmesi) karmaşık bir kilise yapısını andınr.
Din sosyolojisinin en önemli kuramcılann- dan Max Weber (1864-1920) üst ve alt sınıflara özgü dinsel yaklaşımlar arasındaki karşıtlığı da vurgular. Weber'e göre üst sınıfların dinsel yaklaşımı, yeryüzündeki kötülüğü Tanrimn mutlak iyiliği ve doğruluğu ile özürlendirmeye çalışır, yeryüzünde varlıklı grupların kayırılmasını gerekçelendi- ren inanç ilkeleri ile ayinlere ağırlık verir. Oysa toplumun güçsüz kesimleri acı çekmeyi yücelten, hatta kurtuluş yolu sayan, yeryüzünde kazanılan başarıları küçük gören öğretilere bağlanma, Hinduizm ve Bu- dacıhkta olduğu gibi yeniden doğuş ülküsünü yüceltme eğilimindedir. Dinsel gruplar içindeki çatışmalar genellikle bu toplumsal karşıtlıkları yansıtır. Örneğin Yahudiliğin ilk dönemlerinde peygamberler ile kuralcı dinsel önderlerin çatışması, yarı göçebe çobanlar ile yerleşik çiftçiler, topraksızlar ile toprak sahipleri, zanaatçılar ile soylular arasındaki çatışmaların bir yansımasıdır.
Öte yandan dinlerin inanç ilkeleri, simgesel anlatım biçimleri ve tapınma kuralları, özellikle halk kültürünün özgün yapılarıyla iç içe geçtikçe seçmeci ve karma bileşimler de ortaya çıkabilir. Hemen hiçbir dinin, tarih boyunca yayıldığı bütün ortamlarda, bütün öğeleriyle bağdaşık bir sistem özelliğini koruduğu söylenemez. Durkheim'a göre hiçbir din tek bir düşünceye, uygulandığı koşullann farklılığına karşın özünde değişmez kalan tek bir ilkeye bağlanamaz. Her din, birbirinden ayrı ve görece tekilleşmiş parçaların oluşturduğu bir bütündür. Gene her din, her biri belirli bir özerklik kazanmış değişik kültlerin birliğinden oluşur.
Dinin toplumsal işlevleri arasında aile yapılarının korunması da büyük önem taşır. Bütün toplumlarda cinsel davranışı, üreme etkinliğini, statü dağılımını ve bireyin toplumsallaşması sürecini düzenleyen kültürel çerçeveler, başka yapıların yanı sıra dinsel kurumlarca da gözetilir. Akrabalık düzeninin toplumsal örgütlenmenin odağı olduğu toplumlarda bu, özellikle geçerlidir. Bu tür bazı toplumlarda ailelere özgü tanrılar ve atalara tapınma, dinsel yaşamın ağırlıklı boyutunu oluşturur. Günümüzde birçok toplumda, aile üyeleri arasındaki ilişkileri düzenleyen ahlak kuralları genellikle dinsel yaptırımlara bağlanır. Aile biriminin ağırlığının görece azaldığı toplumlarda da bireyin toplumsallaşması sürecinde dinsel öğeler önemini korumaktadır. Günümüzde de aynı dinsel topluluk içinden eş seçimi yaygındır ve ailenin temel yapısı dinsel normlarla desteklenmektedir.
Dinin ekonomik yaşam üzerinde çok yönlü etkileri vardır. 20. yüzyılın başında Weber'- in, Kalvenciliğin aşırı tutumlu, ekonomik kazancı kişisel zevkler için harcamayı yadsıyan iş ahlakı ile hızlı kapitalist gelişme arasında bağ kurmasından bu yana, dinin ekonomik gelişme ve kalkınmayla ilişkisi üzerinde birçok genelleme ortaya atılmıştır. Aynca ibadet zamanları ile bayram, yortu ya da şenlik günleri pek çok toplumda çalışma sürelerini ve temposunu belirleyen etmenler arasındadır. Hindu kast sisteminde meslek seçimi dinsel kurallarla belirlenir. Birçok toplumda mal ve hizmetlerin ekonomik değeri, değerin dinsel tanımından da etkilenir. Hak ve haksızlık ölçülerini belirleyen dinsel kurallar servet dağılımını etkiler. Öte yandan dinsel örgütlenmeler, bunların etkinlikleri ve dinsel yapı inşaatları bazı toplumlarda maddi kaynakların önemli
din 164
bölümünü soğurabilmektedir. Değişik toplumlarda genel ekonomik verimlilik düzeyi ile dinsel amaçlı maddi kaynak harcamalarının genellikle ters orantılı olduğu gözlenmektedir.
Düşünce tarihinde din. Dinin kökenini ve dinlerin gelişmesini açıklama çabası ilkçağ düşünürleriyle başladı. Sofist filozof Keoslu Kritias'a (İÖ 5. yy) göre din, insanları ahlak ve adalete yöneltebilmek için onları korkutmak amacıyla uydurulmuştu. Politeia (Devlet, 1942, 1946) adlı yapıtında, yönetenlerin yönetilenlere devlet yararına bazı "güzel yalanlar" söylemesini gerekli sayan Platon da bir bakıma bu açıklamadan esinlenmişti. Sonraki Yunan düşünürleri arasında Euhe- meros (İÖ y. 330-y. 260) tanrıların, tanrı- laştırılmış birer insan olduğu yönündeki öğretisiyle özellikle çoktanrıcı dinlerin yorumlanmasında uzun sürecek bir etki uyandırdı. Putperestliği açıklamaya çalışan Kilise Babaları, Euhemeros'un görüşlerinden büyük ölçüde yararlandılar.
Felsefi düşünceye tektanrıcı dinlerin egemen olduğu ortaçağda ise çoktanrıcı dinleri insanın Tanrı'ya başkaldırarak kendi özündeki tektanrıcı inançtan uzaklaşmasıyla açıklayan yaklaşım sürdürüldü. Ama bütün insanların, Tanrı bilgisine us aracılığıyla ulaşma yetisini doğuştan taşıdığı yönündeki öğreti, öteki dinlerde de bir doğruluk payı olabileceği düşüncesini giderek olgunlaştır- dı. Böylece Rönesans'la birlikte dinleri karşılaştırmalı yöntemlerle inceleme doğrultusunda gelişen eğilimin de temelleri atılmış oldu.
Yeniçağda dinleri evrimci bir bakış açısıyla açıklamaya yönelik ilk önemli girişimlerden biri Giambattista Vico'dan (1668-1774) geldi. Vico'ya göre Eski Yunan dini önce doğanın, sonra insanın denetlemeyi başardığı güçlerin (örn. ateş ve ürün), ardından kurumların (örn. evlilik) tanrılaştırıldığı, sonunda da tanrıların insanlaştırıldığı aşamalardan geçmişti. 18. yüzyılda deneyci düşünür David Hume (1711-76) insanlık tarihinin başlangıcında yer alan çoktanrıcılı- ğın, doğal olayları saf bir antropomorfizmle açıklama çabasının ürünü olduğunu savundu; özellikle tanrıların öfkesini yatıştırmaya yönelik tapınma biçimleri zamanla tek, sonsuz bir tanrısal varlığın yüceltilmesine yol açmıştı. Aynı yüzyılda putperestliğe ve dogmacı Hıristiyanlığa karşı çıkarken toplum düzenini sürdürmek için gene de bir Tanrı'nın, bir "doğal din"in varlığını zorunlu gören Voltaire (1694-1778) ve Deniş Diderot (1713-84) gibi Aydınlanma dönemi düşünürlerine göre, çoktanrılı dinleri yaratan rahiplerdi. Felsefede usçuluk ile deneycilik arasındaki karşıtlığı yeni bir sentezle aşmaya yönelen Immanuel Kant ise (1724-1804), us ile inancın alanlarını belirgin biçimde birbirinden ayırarak inanca usun yanında sağlam, sarsılmaz bir yer kazandırmaya çalıştı. Kant'a göre, "aynı zamanda genel bir yasa olmasını isteyebileceğin ilkeye göre eylemde bulun" biçimindeki kesin buyruğun bilincinde olan bütün insanlar gerçekte tek bir dini paylaşıyordu. Hıristiyanlığın tek üstünlüğü, İsa'nın sergilediği ahlaksal ülkünün üstünlüğüydü.
G.W.F. Hegel'in (1770-1831) felsefe sistemi ve din çözümlemesi, onu izleyen din ve dinler tarihi araştırmalarını derinden etkiledi. Hegel'e göre din, insan ile Mutlak arasındaki ilişkinin, gerçeği simgesel biçimde dile getiren anlatımıydı. Gerçek, felsefe aracılığıyla daha yüksek ve daha soyut bir düzeyde kavrandığına göre, din bütün önemine karşın felsefeye göre ikincil konumdaydı. Hegel'in sisteminde dinler, diyalektik gelişmenin tarih boyunca izlediği aşamalara koşut olarak üç büyük kümeye ayrılıyordu. Gelişmenin ilk basamağında doğa dinleri, yani duyusal deneyimden kaynaklanan dolaysız bilince dayalı dinler yer alıyordu. İlkel dinler ve büyücülük, insan bilincinin kendi içinde bölünmesini simgeleyen dinler (Çin ve Hindistan'daki dinler ile Budacılık) ile ilkçağdaki İran, Suriye ve Mısır dinleri bu kümedeydi. Orta basamaktaki dinleri tinsel bireyselleşme dinleri biçiminde tanımlayan Hegel, Yahudiliği (ulviyet dini), Eski Yunan dinini (güzellik dini) ve Eski Roma dinini (yarar dini) bu kümeye sokuyordu. En yüksek basamakta ise Hegel'in Hıristiyanlıkla özdeşleştirdiği mutlak din, yani eksiksiz tinsellik dini bulunuyordu. Birinci basamakta insan, doğaya gömülmüş durumda yalnızca duyusal bilinç düzeyindeyken, ikinci basamakta doğadan ayrı olarak kendi bireyselliği içinde özbilincine varıyor, son basamakta ise Mutlak Tin'in gerçekleşmesiyle bireysellik ile doğa arasındaki karşıtlık aşılıyordu. Hegel'in pek çok eleştiriye uğrayan din sınıflamasının en belirgin kusurlarından biri, tarihin en büyük dinleri arasında yer alan İslamı tarihsel gelişmenin hiçbir aşamasına yerleştireme- miş olmasıydı.
Hegel'in din sınıflamasına karşı çıkan düşünürlerden Otto Pfleiderer (1839-1908), dinsel bilincin özünde yatan iki temel öğe, insanın özgürlüğü ile kutsal gerçekliğe bağımlılığı arasındaki gerilime ve karşılıklı ilişkiye dayalı yeni bir sınıflama geliştirdi. Pfleiderer'e göre, eski Sami dinleri ile Mısır ve Çin dinlerinde bağımlılık duygusu hemen bütünüyle egemendi. Hint, Germen, Yunan ve Roma dinlerinde ise özgürlük duygusu bağımlılık duygusunu dışlıyordu. İki öğenin de önemini yadsımayan, ama birine daha
Dostları ilə paylaş: |