DİNLER
I
Her bölgede nüfusun çoğunluğunu oluşturan dinsel gruplar aşağıdaki renklerle gösterilmiştir. En az 1.000 knr'lik bir alanda nüfusun en az yüzde 25'ini içine alan dinsel gruplar da harflerle belirtilmiştir. Dolayısıyla yalnızca kent düzeyindeki yerleşimlerde varlığını sürdüren azıplık dinlerine yer verilmemiştir.
K Katolik P Protestan O Ortodoks
□
D Bağımsız Doğu kiliseleri M Mormon
H Hıristiyanlığın değişik kolları
S Sünni Müslüman Ş Şii Müslüman
Budacı (Theravada) B Budacı (Tibet) Hi Hindu Y Yahudi Ç Çin dinleri* J Japon dinleri* Kore dinleri * Vietnam dinleri* G Geleneksel kabile dinleri ) Sh_ Sih
Sosyalist ülkeler
Yerleşim yok
* Uzakdoğu'nun bazı bölgelerinde nüfusun çoğunluğu birden çok dine bağlıdır. Çin, Kore ve Vietnam dinleri Mahayana Budacılığı, Taoculuk, Konfüçyüsçülük ve halk dinlerini içerir. Japon dinleri, Şinto dini ile Mahayana Budacılığıdır.
1980'lerde Dinlerin Yeryüzündeki Coğrafi Dağılımı
D. Sopher, Geography ol Rellgions'öan (1967) yararlanılmıştır
büyük ağırlık veren dinlerden Zerdüşt dini özgürlük bilincini, Brahman dini ve Buda- cılık ise bağımlılık duygusunu önde tutuyordu. Son olarak, iki öğeyi dengeleyen dinlerden İslamda bağımlılık öğesi, Yahudilikte ise özgürlük duygusu az da olsa ağır basıyordu; Hıristiyanlıkta ise iki öğe bütünüyle iç içe geçmişti.
19. yüzyıl başlarında Fransa'da olguculuğun kurucusu Auguste Comte (1798-1857) din çözümlemesini Hegel'den çok farklı bir evrim çizgisine dayandırdı. Comte'a göre insanlık tarihi üç ana aşamayı izlemişti: Doğaüstünün ağırlıkta olduğu ilahiyat aşaması, açıklayıcı kavramların gitgide soyut- laştığı metafizik aşama ve olgucu, yani deneysel aşama. Olguculuğun bir ölçüde farklı bir türünü dile getiren Herbert Spen- cer ise (1820-1903) bilinmeyene ve bilinemeze, yani Mutlak'a yönelen dinin, bilimin yanında kendine özgü, ayrı bir yeri olduğunu savunuyordu. Öte yandan Hegel'in idealist sistemine yönelik maddeci eleştirinin din çözümlemesi alanındaki en önemli ürünlerinden biri, Alman filozofu Ludwig Feuerbach'ın (1804-72) öğretisi oldu. Feuer- bach'a göre din, insan özlemlerinin tinsel dünyadaki izdüşümü, insanın kendi kendine yabancılaşması, insan gerçekliğinin düşlem konusu dinsel dünya ile gerçek dünya biçiminde ikiye bölünmesiydi; dinin özü, insan özünün yansımasıydı.
Kari Marx (1818-83) ve Friedrich Engels' in (1820-95) geliştirdiği tarihsel maddeciliğin din çözümlemesi, hem Feuerbach'ın soyut maddeciliğinin, hem de Aydınlanmaya özgü doğalcılığın eleştirisine dayanıyordu. Feuerbach'ı, insan özünü tek tek her bireyin doğasında bulunan bir soyutlama gibi görmekle eleştiren Marx'a göre insan, toplumsal ilişkilerinin bütünüydü. Smıfl toplum, dünyanın tersine çevrilmiş, yaban cılaşmış bilinci olarak dini kaçınılmaz biçimde yaratırdı; çünkü bu toplumun kendisi tersine çevrilmiş, yabancılaşmış bir dünyaydı. Marx'm ünlü cümleleriyle, dinsel sıkıntı, bir yandan gerçek sıkıntının "anlatımı", bir yandan da gerçek sıkıntıya karşı bir "protesto" idi. Din, ezilmiş yaratığın iç çekişi, taş yürekli bir dünyanın ruhuydu. Din, halkın "afyonu" idi. Öte yandan Engels, bütün dinleri sahtekârların uydurması sayan ortaçağın "özgür düşünürleri" ile Aydmlanmacılara karşı çıkıyor, dinlerin "kitlelerin dinsel gereksinmelerini" kavrayan insanlarca kurulduğunu vurguluyordu. Engels'e göre din, insanların günlük varlığına egemen olan dış güçlerin dünyaüstü güçler biçimine büründüğü düşsel bir yansımaydı. Tarihin başlangıcında önce doğa güçleri bu yansımaya uğramış, ardından en az doğa güçleri kadar insana yabancı toplumsal güçler doğal bir zorunluluk görünüşüyle insanları egemenliği altına alınca, dinde yansımasını bulan düşsel kişilikler tarihsel güçlerin temsilcisi olmuştu. Evrimin daha gelişmiş bir aşamasında, çok sayıda tanrının bütün doğal ve toplumsal nitelikleri, bu kez soyut insanın yansıması olan tek tanrıya aktarılmıştı.
19. yüzyılda dinleri antropolojik ve arkeolojik verilere dayanarak incelemeye girişen ilk bilim adamlarından John Lubbock'm (1834-1913) önerdiği evrim şemasına göre de insanlık tarihinin başlangıcında ateizm yer alıyordu; bu ilk aşamayı sırasıyla fetişizm, doğaya tapınma ve totemcilik, Şamanizm, antropomorfizm, tek tanrı inancı ve son olarak da etik tektanrıcılık izlemişti. Çağdaş antropolojinin kurucularından sayılan İngiliz etnolog Edward B. Tylor ise (1832-1917) en eski ve en temel din biçiminin animizm olduğunu savunuyordu; bu temelden sırasıyla fetişizm, cinlere inanma
165 din
ve çoktanrıcılık gelişmişti. Tylor'a göre tektanrıcılık, çoktanrıcı bir çerçeve içinde, örneğin gök-tanrı gibi bir büyük tanrının yüceltilmesi sonucunda doğmuştu. Herbert Spencer ise animizmin değil, atalara tapınmanın temel din biçimi olduğunu öne sürüyordu. Buna karşılık Andrew Lang (1844-1912) ve Wilhelm Schmidt (1868- 1954) gibi araştırmacıların bulguları, bazı ilkel toplumlarda "öncü tektanrıcılık" adı verilebilecek bir tür yüce tanrı inancının da görüldüğünü ortaya koydu.
Dinin kökeninden çok işlevleriyle ilgilenen düşünürler için, totemcilik öteki din biçimlerinden daha büyük önem taşıyordu. Totemciliğin evrensel bir inanç biçimi olduğunu varsayan Durkheim'a göre tanrı, klanın ya da topluluğun kişileşmesiydi; en genel düzeyde dinsel tapınmaya konu olan her şey, toplumsal ilişkileri simgeleştiriyordu. Ama dinin, dinsel düşüncenin art arda büründüğü değişik simgelerin ötesinde değişmez, ölümsüz bir özü de vardı. Psikanalizin kurucusu Sigmund Freud'un (1856- 1939) en eski din biçimi saydığı totemcilik üzerindeki araştırmaları ise din çözümlemesinde köklü bir yaklaşım değişikliğine yol açtı. Freud, totemciliğin çözümlemesini, bireyin gelişmesinin olduğu gibi insanlık tarihinin de ilk aşamalarında ortaya çıkan Oidipus karmaşasına dayandırıyordu. Fre- ud'a göre totemcilik, ilkel kabile toplulukları üzerinde hüküm süren despot bir babanın oğullarmca öldürülmesinin yol açtığı suçluluk duygusunun ve o duyguyu bastırma çabasının ürünüydü. Freud, daha da genel olarak dini, çaresiz çocuk ile güçlü baba ilişkisinin belirlediği aile deneyimlerinden türemiş, kültürel kurumlarca besle-
din 166
nen bir yansıtma dizgesi olarak görüyordu. Arzuları ile gerçeklik arasındaki çatışma karşısında insan, her şeye gücü yeten, koruyucu ve ödüllendirici bir baba imgesi yaratmış, gerçeklik ve zorunluluk evreninin ötesinde, arzularının doyuma ulaştığı bir başka evren kurmuştu. Freud'a göre tanrıların üç ana işlevi vardı: Doğanın uyandırdığı dehşeti uzaklaştırmak, insanı kaderin acımasızlığıyla barıştırmak, toplu yaşamanın insana dayattığı acıları ve yoksunlukları ödünlemek.
İsviçreli psikanaliz kuramcısı Cari G. Jung ise (1875-1961) dini açıklarken Freud'dan çok daha farklı bir yol izledi. Jung'a göre dinsel deneyimin ve sanatsal yaratıcılığın temeli, insan deneyiminin bir tür mahzeni olan ve bütün kültürlerin paylaştığı evrensel temel imgeleri (arketip) barındıran kolektif bilinçdışının bilinç alanına püskürmesiydi. Din, gizem ve simge gereksinimi içinde yaşayan insana bireyleşme sürecinde yardımcı olabilirdi.
Günümüzde dinler tarihi ve din fenomeno- Icjisi olarak bilinen araştırma dalı 19. yüzyıl sonlarında olgunlaşmaya başladı. Alman doğubilimci Max Müller'in (1823-1900) öncü katkısıyla gelişen karşılaştırmalı din araştırmaları lŞ97'de Stockholm'da ilk Din Bilimi (Religiorıswissenschaft) Kongresi'nin toplanmasıyla sonuçlandı. Din fenomenolo- jisinin gelişmesinde Alman ilahivatçı Ru- dolf Otto'nun (1869-1937) "kutsallık" kavramına ilişkin çözümlemesinin önemli etkisi oldu. Friedrich Schleiermacher, Edmund Husserl ve Jakob Fries (1773-1843) gibi düşünürlerin tartışmalarından esinlenen Ot- to'ya göre kutsallık deneyiminin odağı, "bütünüyle öteki" aşkın varlığın, insanı karşısında hem titreten, hem de coşturan, hem iten, hem de çeken bir gizem (mysterilim tremendum et fascinans) biçiminde be- lirmesiydi. Din fenomenolojisinin Otto'dan sonra en etkili araştırmacılarından olan Gerardus van der Leeuw ise (1890-1950) dinsel deneyimin temelini "erk" kavramıyla özdeşleştiriyordu. 20. yüzyılda Joachim Wach (1898-1955) ve Mircea Eliade (d. 1907) ABD'de de din fenomenolojisinin gelişmesine katkıda bulundular. Kutsal ve kutsal olmayan varlıklar arasında ayrım gütmeyi dinsel düşüncenin temeli sayan Eliade, zamana çevrimsel bir bakışla yaklaşan arkaik dinler (Asya, Avrupa ve Amerika'da ilkçağda gelişen dinler) ile doğrusal- tarihsel bir dünya görüşünü yansıtan dinler (Yahudilik, Hıristiyanlık, İslam) arasındaki ayrımı vurguladı.
din, santimetre-gram-saniye (CGS) sisteminde, kuvvet birimi; bir gramlık bir serbest kütleye, saniye karede bir santimetrelik bir ivme kazandırmak için gereken kuvvet olarak tanımlanır. Bir din, 0,00001 newtona eşittir.
din felsefesi, dini genel bir dünya görüşünün çerçevesi içinde tanımlamaya, dinsel kavramları ve davranış biçimlerini felsefe temelinde savunmaya ya da eleştirmeye, dinlerin kullandığı dili çözümlemeye yönelik felsefe araştırmaları. Son bir buçuk yüzyılda ayrı bir felsefe dalı olarak biçimlenen din felsefesi, dinlerin betimlenmesinden çok, dinsel savların doğruluğuyla ilgilenir. Vahiyden bağımsız olarak usavurma ve sezgi yoluyla ulaşılabilecek Tanrı bilgisini konu alan doğal ilahiyat genellikle din felsefesi kapsamında yer alır. Gerçekliğin yapısıyla ilgili bazı metafizik sistemler de bir tür doğal ilahiyat niteliği taşır ve vahye dayalı inanç sistemlerini destekler.
Din felsefesinin başlıca sorunlarından biri, Tanrı'nın, aşkın ve mutlak bir gerçekliğin ya da yüce bir değerin varlığının tanıtlanma- sıdır. Tanrı'nın varlığını usavurma yoluyla tanıtlamak üzere geleneksel olarak öne sürülen başlıca üç kanıt şunlardır: 1) Tanrı kavramının varlığı, Tanrı'nın varlığını tanıtlamak için tek başına yeterlidir; çünkü bu kavram, var olma özelliğini zorunlu olarak içerir ("ontolojik" kanıt). 2) Doğada gözlenen nedensellik ilişkisi sonsuz bir dizi biçiminde geriye götürülemeyeceğine göre, evrenin bir "ilk nedeni" olmalıdır ("kozmolojik" kanıt). 3) Evrendeki kusursuz düzen ancak yüce, kusursuz bir tasarımcının elinden çıkmış olabilir ("tasarım" kavramına dayalı kanıt). Üç kanıtın da ortak temeli, Tanrı kavramının, başka bütün kavramlardan farklı bir mantıksal yapı taşıdığı varsayımıdır. Bu nedenle din felsefesinde genellikle, Tanrı'nın var oluşunun, fiziksel nesnelerin ya da kişilerin var oluşundan farklı olduğu vurgulanır. Buna göre, örneğin Tanrı'nın varlığını belirten önerme, "Tanrı vardır," değil, "Tanrı zorunlu olarak vardır," biçiminde dile getirilmelidir. Tanrı'nın varlığını yadsıyan birçok sav, Tanrı'nın varlığının, örneğin bir masanın ya da bir insanın varlığı gibi düşünülemeyeceği önermesine indirgenebilir.
Tanrı bilgisine nasıl erişilebileceği bağlamında, "doğal" ve "vahye dayalı" ilahiyat ayrımının yanı sıra dinsel deneyim de din felsefesinin konulan arasında yer alır. Bazı din felsefecilerine göre dinsel deneyim Tan- n'mn varlığının dolaysız kanıtını sağlar. Ama birçok düşünür genel olarak dinsel deneyim ile onun bir türü olan mistik deneyimi birbirinden ayırır ve mistik deneyimin ne ölçüde nesnel bir temele dayandı- rılabileceğini sorgular. Çünkü mistik deneyimle ilgili "dolaysız", "doğrudan", "sezgisel" gibi nitelemeler, bu deneyimin nasıl yorumlanması gerektiğinden çok, deneyimin kişilerce nasıl yaşandığını belirtir; dolayısıyla dinsel deneyim her zaman yorumlayıcı bir yaklaşım gerektirir. Günümüzde birçok din felsefecisi vahiy kavramını da, insanlığa bir dizi öğretinin bildirilmesinden çok, yorum gerektiren ve tarih içinde gerçekleşen bir etkinlik olarak ele alır ve vahiy ile öğreti arasında bir ayrım gözetir.
Din felsefesinin öteki geleneksel sorunları, irade özgürlüğü, benlik ile ölümsüzlük arasındaki ilişki ve yeryüzünde kötülüğün varlığıdır. Din felsefesinde irade özgürlüğüyle ilgili tartışmalar, felsefenin bu konudaki klasik tartışmalarıyla iç içe geçer. Benlik ve ölümsüzlük sorunu ise, insan benliğindeki aşkınlığın, bu benliğin günün birinde yok olacağı düşüncesiyle bağdaşıp bağdaşmadığı üzerinde odaklaşır. Ama din felsefecileri, aşkınlık bilincine dayalı ölümsüzlük varsayımı ile inananların ölümden sonra Tanrı kayrasıyla sonsuz yaşama kavuşacağı beklentisini birbirinden ayırt ederler. Tanrı'nın mutlak iyilik, mutlak bilgelik gibi sıfatları ile yeryüzünde kötülüğün ve acının varlığını bağdaştırmak amacıyla din felsefesinde birçok çözüm yolu önerilmiştir. Bunlardan biri, Tanrı'nın sonul amacının insanlarca kavranamayacağı ya da insanın kötülük biçiminde algıladığı olguların Tanrı'nın gerçek amaçlan bakımından daha yüksek bir iyiliğe hizmet ettiği savıdır. Bir başka çözüm biçimi, Tann'nm "birincil iradesi" ile "ikincil iradesi"ni birbirinden ayırmak ya da Tann'nm iyiliği "irade etmesine" (istemesine) karşılık, kötülüğe yalnızca "izin verdiğini" öne sürmektir. Buna göre Tanrı, örneğin özgür ve davranışlarından sorumlu bireylerden oluşmuş bir toplum yaratırken, bireyler arasında çatışmaya da kaçınılmaz olarak izin vermiştir; insanın eğitilmesi ve
Tanrı iradesini kavraması için düzenlenmiş doğa yasaları ya da evrensel kurallar da deprem ya da tufan gibi felaketlere olanak tanır. Kötülük sorununun özellikle Doğu dinlerinde görülen bir başka çözümü, iyilik ile kötülük arasındaki karşıtlığın, ikisinin de ötesine geçen Mutlak Tin'de aşıldığı varsayımıdır.
19. yüzyılda genellikle idealist bir temelde gelişen din felsefesinde, 20. yüzyılda bir yanda deneyci, öbür yanda varoluşçu eğilimler ağırlık kazandı. Ama dinsel dilin yapısını çözümlemeye girişen deneyci düşünürler de dinsel önermelerin doğruluğunu tartışma bağlamından bütünüyle sıyrılama- dı. Bazı araştırmacılar deneyci bir çerçevede de dinsel inançlann sürdürülebileceğini göstermeye çalışırken, bazıları dinsel inançlann anlamsızlığını ve tutarsızlığını kanıtlamaya girişti. Öte yandan dilin kullanımının değişik bağlamlarda farklılaştığını vurgulayan bir eğilim, din felsefesindeki deneyci gelenekte de kişilik ve benlik gibi sorunların önem kazanmasına yol açtı. İnsan deneyimine olağan bilimsel yaklaşımın sağladığından daha geniş bir bakış açısıyla ve metafizik önyargılardan arınarak yönelme savındaki varoluşçu gelenekte ise fenomenolojik yöntem etkili oldu. Bilinç içeriklerini (fenomen, görüngü), bilinçten bağımsız bir dünyada onlara karşılık düşen gerçekliklerle ilgili hiçbir varsayımda bulunmaksızın betimleyip çözümlemeyi öngören felsefi fenomenoloji akımını izleyenler, değer yargılarından uzak betimleyici bir bilgi dalı olarak din fenomenolojisinin gelişmesine katkıda bulundular. Değişik dinlerin paylaştığı öğelerin (örn. dua, adak vb) ortak ve farklı yönlerini sergilemeye çalışan din fenomenolojisi, öncelikle bu öğelerin kaynağındaki insan gereksinmelerini ortaya çıkarmaya yöneldi. Ayrıca bak. din.
Din-i İlahi (Farsçada "İlahi İnanç"), 16. yüzyıl sonlarında Hint-Türk imparatoru Ek- ber'in önderliğindeki bir seçkinler grubu arasında gelişen eklektik dinsel akım. Akımın üye sayısı hiçbir zaman 19'u geçmemiştir.
Din-i İlahi, şehvet düşkünlüğü, iftira ve gurur gibi günahlan yasaklayan; buna karşılık takva, ihtiyat, imsak ve âlicenaplık gibi erdemleri üstün tutan bir ahlak sistemiydi. Tasavvuf geleneğinin Tanriya ulaşma çabası içinde ruhu arındırma, Katolikliğin bekârlığı özendirme, Caynacılığın hayvan kesmeyi yasaklama gibi yönleri Din-i İlahi sisteminde bir araya gelmişti. Din-i İlahi'nin kutsal metinleri ya da bir ruhban hiyerarşisi yoktu. Zerdüşt dininden pek çok ayin biçimi alınmıştı; örneğin ışığa (Güneş ve ateş) tapınılır ve Hindu dininde olduğu gibi Güneş'in Sanskrit dilindeki bin adı zikredi- lirdi.
Ama uygulamada Din-i İlahi, Ekber'in kişiliğinde odaklanan bir kült olarak gelişti. Din-i İlahi'ye katılacak kişileri kendisine bağlılıklanna göre Ekber seçerdi. Kendisini İslam dininde bir ıslahatçı olarak gören imparator belki de peygamber düzeyine yükseltilmeyi bekliyordu. Din-i İlahi üyelerinin, Allahu Ekber sözünü "Tanrı Ekber' dir" anlamında da kullanmaları, Tanrı ile Ekber arasında bir ilişki kurma çabasının belirtisiydi. Bazı kaynaklarda Ekber'in İslama bağlılığından söz edilirken, başka kaynaklarda da Islamdan uzaklaştığı öne sürülür. Din-i İlahi, Ekber'in çağdaşlarınca genellikle bir bid'at olarak görülmüştür; o dönemden kalma yalnızca iki kaynak Ekber'i yeni bir din kurmakla suçlar. Çok dar bir kesimde etkili olan Din-i ilahi, Ekber'in ölümünden sonra yavaş yavaş silinmiş, bu arada Hindistan'ın Sünni Müslümanları arasında tepkilere yol açmıştır.
din ve vicdan özgürlüğü, düşünce özgürlüğü kapsamında, herhangi bir dini tanıma ya da tanımama ve bunun gerektirdiği biçimde davranma hakkı. Demokratik devletin bir gereği ve laikliğin önemli bir boyutudur. Laik devlet düzeninin ve laiklik düşüncesinin alt yapısını, temel felsefesini oluşturur.
Batı'da din ve vicdan özgürlüğü için daha ortaçağda başlatılan büyük mücadele Rönesans ve Reformla birlikte hızlanmış ve zaman zaman kan dökülmesi pahasına 1789 Fransız Devrimi ile kazanılmıştır. Osmanlı Devleti'nde din ve vicdan özgürlüğü ancak 19. yüzyılda II. Mahmud'la birlikte sınırlı bir biçimde gündeme gelebilmiştir. Padişah fermanlarında, Gülhane Hatt-ı Hümayunu'n- da ve daha sonra 1876 Kanun-i Esasisi'nde din eşitliği sağlama çabalarıyla din ve vicdan özgürlüğü yönünde bazı adımlar atılmıştır. Cumhuriyetin ilanı, hilafetin kaldırılması ve laiklik ilkesinin anayasaya alınmasıyla din ve vicdan özgürlüğü gerekli altyapıya ve hukuksal temele kavuşmuştur. 1924 Anayasası din ve vicdan özgürlüğünü "vicdan hürriyeti" olarak düzenlerken, 1961 ve 1982 anayasaları "vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyeti" olarak düzenlemiştir.
1982 Anayasası'na göre "herkes vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir. Kimse dini inanç ve kanaatlerim açıklamaya zorlanamaz, dini inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve suçlanamaz". Aslında vicdan özgürlüğü din özgürlüğünü de içine alır, ama bu duyarlı konuda belirsizliklere yol açmamak için anayasada ayrıntılı düzenleme yoluna gidilmiştir. Dini inanç yalnız dine inananları kapsar; dini kanaat, din karşısında olumlu olumsuz bütün inançları kapsayan bir deyimdir. Bu nedenle, anayasadaki dini inanç ve kanaat özgürlüğü, herkesin dilediği dine inanma özgürlüğünü ifade ettiği gibi, dilerse hiçbir dini inanca sahip olmama yani dinsiz olma özgürlüğünü de içerir. Anayasa dini inanç ve kanaat özgürlüğünü mutlak olarak kabul etmiştir.
Anayasa dini inanç ve kanaat özgürlüğünün yanında onun doğal uzantısı olan ibadet özgürlüğüne de yer vermiştir. Ama ibadet özgürlüğü inanç ve kanaat özgürlüğü gibi mutlak değildir. Anayasaya göre "ibadet, dini ayin ve törenler devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devleti'nin ve Cumhuriyet'in varlığını tehlikeye düşürmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, devletin bir kişi veya zümre tarafından yönetilmesini veya sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde egemenliğini sağlamak veya dil, ırk, din ve mezhep ayırımı yaratmak veya sair herhangi bir yoldan bu kavram ve görüşlere dayanan bir devlet düzeni kurmak amacıyla kullanılmamak" koşuluyla serbesttir. Dini ibadet ve ayin kapsamına dince kabul edilmiş ve dini nitelikte davranışlar girer.
Anayasalarda din ve vicdan özgürlüğünün doğal gereği sayılan, dini eğitim ve öğrenim hakkına da yer verilir. 1961 Anayasası din eğitim ve öğrenimini öbür eğitim ve öğrenim haklan gibi devletin gözetim ve denetimi altında serbest bırakmış ve devlete dini eğitim verme konusunda bir ödev yükleme- miştir. 1982 Anayasası ise din kültürü ve ahlak öğretiminin ilk ve orta öğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer almasını öngörmüş ve bunun dışındaki din eğitim ve öğretiminin ancak kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanuni temsilcilerinin isteğine bağlı olacağını belirtmiştir. Anayasa ilk ve orta dereceli okullarda belli bir dinin öğretilmesini değil, "din kültürü ve ahlak öğretimini" öngörmüştür.
Dini inanç ve kanaatleri açıklama ve yayma özgürlüğüne de bazı sınırlamalar getirilmiştir. 1982 Anayasası'na göre "kimse, devletin sosyal, ekonomik, siyasi veya hukuki temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasi veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz". Anayasadaki temel hak ve özgürlükler "din ve mezhep ayırımına dayalı bir devlet kurmak amacıyla kullanılamaz", siyasi partilerin "tüzük ve programlan laik Cumhuriyet ilkesine aykırı olamaz"
Dina, Eski Ahit'de, Yakub'un Lea'dan olan kızı (Tekvin 30:21; 34; 46:15). Kenanlı Hivi halkından Hamor'un oğlu Şekem, Dina'yı kaçırarak Şekem kenti yakınlannda ona tecavüz eder. Bunun üzerine Dina ile evlenmek isteyince Hamor, Yakub'a iki halk arasında ticari ilişki kurulmasını önerir. Dina'nm erkek kardeşleri Şimeon ve Levi bu evliliğe razı olmuş gibi davranırlar; ama Şekem'in ve kentin bütün öbür erkeklerinin sünnet olması koşulunu öne sürerler. Sünnetten hemen sonra, kentin erkekleri henüz dövüşebilecek durumda değilken, Şimeon ve Levi kente saldırarak Şekem ve Hamor'la birlikte bütün erkekleri öldürürler ve Dina'yı kurtarırlar. Ardından da kenti yağmalamaya girişirler. Yakub, iki komşu kavim arasında düşmanlık yarattıkları için Şimeon ile Levi'yi azarlar ve ölüm döşeğinde yalnızca küçük oğlu Yahuda için hayır duası eder.
Dinacpur, Bangladeş'te Racşahi yönetim birimine bağlı kent. Dinacpur kenti Pu- narbhaba Irmağının tam doğusunda yer alır. Eski kent ve eskiden Dinacpur mihracesinin oturduğu konut, kentin kuzeydoğu kesimindedir. Dinacpur'da jüt ve pirinç fabrikaları, jüt tohumu çiftlikleri ve bir termik santral bulunur. Kentte Racşahi Üniversitesi'ne bağlı iki devlet yüksekokulu vardır.
Dinacpur kenti düz bir taşkın ovasında kuruludur. Akarsularla parçalanmış olan ova Barind'de hafifçe yükselir. Ovada pirinç, buğday, jüt ve şekerkamışı yetiştirilir. Yörede İS 9. yüzyıla ait Pala kalıntıları bulunur. Nüfus (1981 geç.) kent, 96.343; il, 3.198.325.
dinamik, cisimlerin üzerinde etkiyen fiziksel etmenler (kuvvet, kütle, momentum, enerji) ile bunların neden olduğu hareketler arasındaki ilişkiyi inceleyen fiziksel bilim dalı ve mekaniğin alt bölümü.
Dinamik, kinematik ve kinetik olarak başlıca iki alt bölüme ayrılır. Kinematik, cisimlerin hareketini, bu harekete yol açan nedenlerden bağımsız olarak, konum, hız ve ivme açısından inceler; kinetik ise, belirli bir kütleye sahip cisimlerin üzerinde etkiyen kuvvetler ve momentler ile bu etmenlerin neden olduğu hareketler arasındaki ilişkiyi ele alır. Dinamiğin temellerini 16. yüzyılın sonlarında Galileo Galilei attı. Eğik düzlem üzerinde kayan cisimlerin düzgün hızlanan hareketini tanımlayarak bugünkü ivme kavramına ulaşan Galilei, belli oranla artan zaman aralıklarında cismin alacağı yolun aynı oranla artacağını, hızın eşit artışları için eşit zaman aralıklarının gerektiğini, serbest düşme hareketinde cismin aldığı toplam yolun zamanın karesi olarak arttığını buldu. Ayrıca, bir merminin parabol biçiminde bir yörünge çizmesini, biri düzgün yatay hareket, öteki hızlanan düşey hareket olmak üzere iki ayrı harekete bağladı, böylece bir cismin aynı anda iki
167 dinamik zaman
kuvvetin etkisi altında hareket edebileceğini gösterdi.
Klasik dinamiğin temel ilkelerini yasalaştı- ran ise 17. yüzyılda Isaac Newton oldu. Nevvton'ın birinci hareket yasası olarak bilinen eylemsizlik ilkesine göre, bir cisim, üzerine herhangi bir kuvvet etkimezse, ya hareketsiz kalır ya da düzgün doğrusal hareketini korur. Bir başka deyişle, cismin üzerinde etkiyen toptan kuvvet sıfırsa, cismin ivmesi de sıfırdır. Newton'ın ikinci hareket yasası ise, dinamiğin temel ilkesi olarak tanımlanır; buna göre, bir cismin üzerinde etkiyen toplam kuvvet (vektörel toplam), cismin kütlesi ile ivmesinin çarpımına eşittir. Bir başka deyişle, cismin ivmesi, kendine etkiyen toplam kuvvetle doğru, kütleyle ters orantılıdır. Parçacık dinamiğinde, toplam kuvvetin sıfır olduğu sistemlere statik adı verilir. Newton'ın, etki-tepki yasası olarak bilinen üçüncü hareket yasasına göre, herhangi bir etkiye karşı her zaman bir tepki doğar ve iki cismin karşılıklı olarak birbirlerine etki ettirdikleri kuvvetler eşit ama zıt yöndedir. Etki ve tepki kuvvetleri, farklı cisimler üzerinde bir çift oluşturur. Eğer bu kuvvetler aynı cisme etkirse, cismin üzerindeki toplam kuvvet sıfır olacağından, ivmeli bir hareket gerçekleşmez.
Nevvton'ın bu yasalan, 20. yüzyılın başlarına değin dinamiğin temel ilkeleri olarak kaldı. Günlük yaşam açısından normal kabul edilen boyutlardaki cisimlere ilişkin olarak, bu yasalar, uygulamaya yönelik problemlerin çözümünde günümüzde de geçerliliklerini korumaktadır. Ama, ışık hızına yakın hızlar, atom ya da elektron boyutlarındaki cisimler söz konusu olduğunda, Newton dinamiği yetersiz kalmaktadır. Bu ölçekteki cisimlerin ve hareketlerin dinamiği, görelilik ilkeleri ve kuvantum kuramının kavramlarıyla açıklanmaktadır.
dinamik denge, biyolojide, bir hücre, bir canlı ya da bir ekosistemin durağan halini bozmaya yönelik iç ve dış güçlere karşı korunarak, sistemin bütün parçaları arasındaki uyumun sağlanması. Biyolojik bir sistemin dinamik dengesi bir dizi mekanizmayla denetlenir; sistemin bir parçası durağan halden saptığında, bu sapmanın derecesiyle doğru orantılı olarak ters yönde etki eden negatif geribesleme mekanizmalan harekete geçerek sapmayı dengeler.
Tüm biyolojik sistemler sürekli bir değişim içinde olduğundan, sistemin durağan hali de denetim mekanizmalanmn amaçladığı normlardan her zaman hafif bir kayma gösterir. Bu kaymanın izin verilen sınırlan, hücrelerde ve canlılarda bireyin kalıtsaİ yapısıyla, ekosistemlerde ise sistemi oluşturan türler arasındaki karmaşık etkileşimlerle denetlenir.
dinamik zaman, gök mekaniğinin zaman ölçeği. Gökcisimlerinin, yalnızca Newton hareket yasalannın ve kütle çekimi yasasının, görelilik ilkeleri doğrultusunda uyarlanmış kurallarına bağlı olarak gerçekleşen yörüngesel hareketleri, dinamik zamanın bir fonksiyonu olarak oluşur. 1952'de Uluslararası Astronomi Birliği (IAU), ABD'li astronom Simon Newcomb'ın 1898'de hazırladığı Güneş tablolannda verdiği Yer'in yörünge hareketine dayalı bir dinamik zaman ölçeği tanımladı. Gökgünlüğü Zamanı (İngilizce adından ET olarak kısaltılır) olarak adlandırılan bu ölçek, daha sonraları Ay'ın hareketlerinin gözlemlenmesi ve Ay gökgünlüğünün kullanılmasıyla düzeltildi. Bu amaca yönelik olarak, Ay'ın Yer üzerin-dinamit 168
de oluşturduğu gelgit kuvvetlerinin bozucu etkisini gidermek amacıyla kütleçekimsel olmayan ve deneye dayalı bir zaman diliminden yararlanıldı. Bu ölçeklerin hiçbiri, görelilik ilkesine dayalı değildi.
Göreliliği dikkate alan bir gökgünlüğünün hazırlanabilmesi için gerekli olan son derece duyarlı gözlemler, 1960'ların ikinci yarısından başlayarak, radar, laser, radyoastro- nomi aygıtları, uzay araçları ve atom saatinin yardımıyla yapılabilir duruma geldi. 1984'te, ET'nin yerini, Kütle Merkezsel Dinamik Zaman (Fransızca adından TDB olarak kısaltılır) aldı. Bu ölçeğin hareket denklemleri, Güneş sisteminin kütle merkezini (barisantr) temel alır ve görelilik koşullarını içeren zaman dilimlerine dayalı olarak hesaplanır. Farklı görelilik kuramlarından yararlanılarak çeşitli TDB ölçekleri hazırlanmıştır. Uluslararası Astronomi Birliği, TDB'yi sayısal olarak tanımlayan özel bir gökgünlüğü belirlememiş, yermerkezli gök- günlüklerinde yardımcı bir ölçek olarak kullanılmak üzere Yersel Dinamik Zaman (İngilizce adından TDT olarak kısaltılır) ölçeğini hazırlamıştır. TDT'nin hareket denklemleri Yer'in merkezini temel alır. TDT ile Uluslararası Atom Zamanı (Fransızca adından TAI olarak kısaltılır) arasındaki ilişki, TDT = TAI + 32,184 saniye olarak verilir. Ayrıca bak. atom zamanı.
dinamit, 1867'de İsveçli fizikçi Alfred Nobel tarafından nitrogliserinden üretilen, ama kullanımı nitrogliserinden çok daha güvenli olan patlayıcı madde. Nobel, tek başına patlayıcı madde olarak kullanılmaya elverişli olmayan nitrogliserini silisli, geçirgen bir toprak olan kizelgurla (diyatome toprağı) karıştırarak, darbelere dayanıklı, ama ısı ya da şiddetli çarpmayla kolayca patlayan kuru ve tanecikİi bir katı elde etti. Sonraki yıllarda soğurucu olarak odun unu kullanıldı, patlayıcının gücünü artırmak için de yükseltgen olarak sodyum nitrat katıldı. Bir süre sonra da, karışımdaki nitrogliserinin bir bölümü yerine amonyum nitrat kullanılarak daha güvenli ve ucuz dinamitler elde edildi. Nobel, toz halindeki dinamitten (dinamit barutu) başka, nitroselüloz ile nitrogliserin karışımı olan jelatinimsi dinamiti de bulmuştur.
dinamo, çoğunlukla doğru akım elde etmekle kullanılan küçük elektrik üreteci(*); mekanik enerjinin magnetik indükleme yoluyla elektrik enerjisine dönüştürülmesi temeline dayalı olarak çalışır.
Klasik bir dinamo temel olarak bir rotor ile magnetik akı oluşturan bir elektromıknatıstan oluşur. Rotorun eksenine bağlanmış bir kolektör ile dönamonun kutuplarını oluşturan fırçalar, indüklenmiş akımı toplayarak doğru akıma çevirir. Uygulamada her zaman bu sonuç alınmasa bile, kuramsal -olarak dinamoların çalışma ilkesi elektrik motorlarınınkinin(*) tersidir.
Dinamo, Hasan İzzettin (d. 1909, Ahan- da köyü, Akçaabat, Trabzon - ö. 20 Haziran 1989, İstanbul), şair ve romancı. Babasının I. Dünya Savaşı'nda şehit düşmesinden sonra Darüleytam'a yerleştirildi; 17 yaşına değin orada kaldı. 1931'de Sivas Öğretmen Okulu'nu bitirdi. Malatya ve Adıyaman'da iki yıl ilkokul öğretmeni olarak çalıştı. Gazi Terbiye Enstitüsü Resim-İş Bölümü'ne girdi, ama yasak siyasal eylemlere katılmakla suçlanıp dört yıla hüküm giyince (1935) yükseköğrenimi yarıda kaldı. Cezaevinden çıktıktan sonra yaşamını kazanmak için kitapları, çocuk kitapları yazdı; gazetelere tefrika romanlar hazırladı. 6-7 Eylül Olayla- n'ndan sonra gene tutuklandı; altı ay hapis yatıp, suçsuz görülerek salıverildi. İlk şiiri Giresun'da İzler dergisinde yayımlanan (1925) Dinamo, daha sonra Servet-i Fünun (1928) ve . Sivas'ta Adım (1930) dergilerinde yazdı. İlk şiirlerinin ve düzyazılarının bir bölümünü arkadaşları Vehbi Cem (Aşkun) ve Mehmet Cevat (Cevdet Demiray) ile birlikte çıkardığı Adsız Kitap' ta (1931) topladı. Başlangıçta Hecenin Beş Şairi'nin, özellikle de Faruk Nafiz Çamlı- bel'in etkisindeydi. Daha sonra serbest ölçüye geçti. 1937'de yayımladığı Deniz Feneri'ndeki şiirler hapishanede yazılmıştı. Dinamo'nun şiirleri anlatım yönünden Nâzım Hikmet'in çalışmalarını anımsatır. Zengin bir çağrışım düzeniyle doğayı ve yaşamın çeşitli kesitlerini vermeyi, bir yandan da temeldeki toplumsal gerçeği kavramak ister. Gençlik ürünleriyle Nurullah Ataç'm dikkatini çekmiş, Yeni Yol, İnsan, Ses, Yeni İnsanlık, Yeni Edebiyat, May, Papirüs, Sanat Emeği, Edebiyat Cephesi dergilerinde; Cumhuriyet, Vatan, Politika gazetelerinde şiir, eleştiri ve kitap tanıtma yazıları yayımlamıştır. Şiirlerini uzun süre kitap olarak yayımlamaımştır. Kurtuluş Savaşı'nı konu alan Kutsal İsyan (1966-67, 8 cilt; ös 1990, 5 cilt) adlı romanı ilgi uyandırmıştır. Konu olarak Kurtuluş Savaşı sonrasını ele aldığı Kutsal Barış (1972-76, 7 cilt, 1988, 4 cilt) Dinamo'ya 1977'de Orhan Kemal Roman Armağanim kazandırmıştır.
ÖBÜR ÖNEMLİ YAPITLARI. Şiir. Karacaahmet Senfonisi (1960), Mapusanemden Şiirler (1974), Sürgün Şiirleri (1975), Gecekondumdan Şiirler (1976), Tuyuğlar (ös 1990). Roman. Ateş Yıllan (1968), Savaş ve Açlar (1968), Öksüz Musa (1973), Türk Kelebeği (1981), Anadolu'da Bir Yunan Askeri (1988). Anı. 6-7 Eylül Kasırgası (1971).
çeviriler yaptı, özel dersler verdi. Askerlik hizmeti sırasında, 1942'de Yeni Edebiyat dergisinde yayımlanan sekiz şiirinden ötürü sıkıyönetim mahkemesi tarafından bir yıl hapis cezasına çarptırıldı. 1950'den sonra fotoğrafçılık yaptı; takma adlarla görgü
Hasan izzettin Dinamo
Ara Güler
Dostları ilə paylaş: |