dil felsefesi, genel olarak insanın dili kullanma etkinliğini inceleyen felsefe dalı. Özellikle 20. yüzyılda felsefenin önemli alanlarından biri haline gelmiştir.
Dil felsefesinin sınırları çizilirken, arala- nnda sıkı bir etkileşim olmakla birlikte, temelde ayn bir düşünce etkinliğine işaret eden dilbilimsel felsefe ile farkının belirtilmesi gerekir. Dilbilimsel felsefe, dilden yola çıkarak felsefe sorunlarını çözmekte kullanılan bir yöntem olarak tanımlanırken, dil felsefesi yalnızca bir yöntem olmayıp bağımsız bir inceleme alanıdır.
Felsefe tarihinde Platon, Aristoteles, John Locke, David Hume, John Stuart Mili, Immanuel Kant gibi filozoflar dil felsefesi alanı içine girebilecek çalışmalar yapmışlardır. Bağımsız bir alan olarak dil felsefesinin kurucusunun Wilhelm von Humboldt olduğu kabul edilir. Ama dil felsefesinin asıl gelişimi 20. yüzyılda olmuştur. Gottlob Frege'nin 19. yüzyılın sonlarındaki çalışma- lan, 20. yüzyıİda Bertrand Russell ve Lud- wig Wittgenstein'ın katkılarıyla dil felsefesinin temelini oluşturmuştur.
Wittgenstein'ın çalışmalarıyla başlayan çizgi, Rudolf Carnap'a, Bertrand Russell'a, Willard Ouine'la öğrencisi Davidson'a kadar uzanır. "Bir önermenin doğruluk koşullan nelerdir?" sorusundan yola çıkan bu çizginin ele aldığı temel konu anlam ile doğruluk arasındaki ilişkidir. Wittgenstein' ın Tractatus Logico-Philosophicus (1921; Trac- tatus Logico-Philosophicus, 1985 ve 1986) adlı yapıtı, "anlamın resim kuramı" adını alan görüşe kaynaklık etmiştir. Tümcelerin, resimler gibi, olgulan temsil ettiğini ileri süren bu görüşten mantıkçı olgucular önemli biçimde etkilenmiştir. İki dünya savaşı arasında Viyana'da bir grup düşünür doğrulama ilkesini, anlamın kavranması için temel bir sorun haline getirdiler ve "bir önermenin anlamı, onu doğrulama yöntemidir" savını ileri sürdüler. Bu düşünürler analitik-sentetik önermelerle, normatif-de- ğerlendirici önermeler ayrımını benimsediler ve anlam taşıyan önermelerin ya analitik ya sentetik olduğunu, mantıksal ve deneysel yöntemlerle doğrulanamayan ve yalnızca duygu ve heyecanları açıklamaya yarayan etik ve estetik alanındaki önermelerin ise ikinci sınıf ve duygusal türden bir anlam taşıdığını kabul ettiler. Bu gruptaki filozoflardan Quine, analitik ve sentetik önermeler arasında yapılagelen ayrıma karşı çıkarak, anlamın geleneksel kavranış biçimini reddetti; bunun yerine dilin davranışsal kavranışı görüşünü benimsedi.
Dil felsefesi içindeki bir ikinci çizginin başlatıcısı da gene Wittgenstein'dır. J.L. Austin, G. Ryle, H.P. Grice, P.F. Straw- son, J.R. Searle'den oluşan bu grup, dili insan davranışının bir parçası olarak görür ve daha çok dilsel kullanım sorunlarına yönelir. Bu grubun ileri sürdüğü temel soru "Bir kişi konuştuğu zaman, anlam ve kullanım ya da anlam ve yönelimler arasındaki ilişki nedir?" biçiminde dile getirilmiştir. "Dünya ile dil arasındaki ilişki nedir?" sorusunu reddetmeyen bu düşünürler soruyu daha geniş bir bağlam içinde ele alıp "dilsel davranış nasıl bir davranıştır?" biçiminde ortaya atarlar. Bu yaklaşımın ardında "dilin dünya ile olan ilintisi, insanların bu ilintiyi nasıl kurduklarına bağlıdır" dü-
151 Dilâçar, Agop
şüncesi yatar. Bu düşüncenin temel kavramı ise "konuşma eylemi"dir.
Dil felsefesi geleneği içinde bir üçüncü çizgi, dilbilimi temel alan görüştür. Özellikle 1950'lerden sonra gelişen ve önem kazanan bu yönelimin en önemli temsilcisi Noam Chomsky'dir. İnsanı sözdizimsel bir hayvan olarak tanımlayan Chomsky'nin dili ele alışının özünde, sözdizimi incelemesi yatar. Chomsky'nin sözdizimsel anlayışına göre dilin sözdizimsel kuramı, yalnızca sözdizimsel köklerden yola çıkarak işlenmelidir. Kuram ortaya konurken, bu biçimlerin ne anlama geldiği ya da insanların bunları nasıl kullandığı belirtilmemelidir. Chomsky, dilin amacının bildirişim olduğu düşüncesini yadsır. Dilin özünün sözdızim olduğunu, bu sözdizim biçiminin insanda programlı olarak bulunduğunu ve dil felsefesinin inceleme alanının bu sorunla sınırlı olması gerektiğini düşünür.
Günümüzde felsefenin hemen her dalında dille ilgili sorunların önemli, en azından başlangıçta ele alınması gereken sorunlar olduğu kabul edilmektedir. Ama dil felsefesi bağımsız bir araştırma alanı olarak henüz çok yenidir. Gene de, dilbilimsel konuların kazandığı yaygın ilgi doğrultusunda, dil felsefesi de yoğun bir biçimde işlenmektedir.
Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Binası,
Bruno Taut'un Ankara'da 1936-38 arasında gerçekleştirdiği yapı. Ayrıca bak. Taut, Bruno.
Dilâçar, Agop, asıl soyadı martayan (d. 22 Mayıs 1895, İstanbul - ö. 12 Eylül 1979, İstanbul), Türk dilbilimci ve ansiklopedici. Robert Kolej'i bitirdikten (1915) sonra yedeksubay olarak I. Dünya Savaşı'na katıldı. Savaştan sonra İstanbul'a
Dilâçar
Ara Güler
döndü. Robert Kolej'de öğretmenlik ve yöneticilik yaptı. Sofya'da Svaboden Üniversitesi'nde eski Doğu dilleri ve Osmanlıca dersleri verdi. 1932'de 1. Türk Dil Kurulta- yı'na çağrıldı; 2. Kurultay'dan (1934) sonra da Türk Dil Kurumu başuzmanlığına getirildi. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih- Coğrafya Fakültesi'nde dilbilim tarihi ve genel dilbilim dersleri okuttu (1936-50). 1942-60 arasında Türk Ansiklopedisi'nde başdanışmanlık ve başredaktörlük yaptı. Dilâçar, Türk Diline Genel Bir Bakış (1964) adlı yapıtında Türkçenin ilk yazılı ürünlerden başlayarak yayılımını, başlıca lehçelerinin yapısını ve özelliklerini örnekleriyle açıkladı. Dil, Diller ve Dilcilik'te (1968) bir iletişim aracı olan dilin sistemini, türeyişini, türlerini, işleyişini, dil akrabalıklarını inceleyerek dünya dillerini ve dilcilik tarihini genel çizgileriyle tanıttı. Türk Ansiklopedisi'nâz, Türk Dili dergisinde, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı-Belleten'de pek çok incelemesi yayımlanan Dilâçar'ın öteki ya-'
Dilâver Paşa Nizamnamesi 152
pıtları arasında Devlet Dili Olarak Türkçe (1962), Thomsen (1963), Türkiye'de Dil Özleşmesi (1965), Kutadgu Bilig incelemesi (1972), Anadili ilkeleri ve Türkiye Dışındaki Başlıca Uygulamalar (1978) sayılabilir.
Dilâver Paşa Nizamnamesi, tam adı
ereğli maden-1 hümayunu idaresinin nizamnamesi, Osmanlı Devleti'nde kömür madeni ocaklarında çalışanlarla ilgili düzenlemeler getiren ve 1867-1921 arasında uygulanan yönetmelik. İşçileri koruyucu nitelikte hükümler taşıyan ilk hukuksal metin olarak dönemine göre ileri yanlar taşımakla birlikte, çalışma yükümlülüğü getiren bir belgedir.
Osmanlı Devleti'nde 1800'lerin ortalarına değin madenlerde çalışanların çeşitli haklarına ilişkin düzenlemeler şer'i hükümlerle yürütülmekteydi. "Madenciyan taifesi" olarak nitelendirilen yeraltı maden işçileri genellikle maden bölgesindeki yerleşim birimlerinde oturan halktan oluşuyor ve bu meslek babadan oğula devrediliyordu. Değişik dönemlerde çıkarılan fermanlarla, çalışanların ücretleri belirleniyor, kimi zaman da bu ücret aynî olarak ödeniyordu. Karadeniz Ereğlisi'nde taşkömürü bulunmasından sonra, Abdülmecid'in fermanıyla bu bölge Hazine-i Hassa arazileri arasına alındı. Bir süre sonra buradaki ocakların işletmesi Galata bankerlerinin kurduğu bir kumpanyaya verildi ve yapılan anlaşmaya göre çıkarılan kömür, donanmanın ihtiyacını karşılamak üzere Bahriye Nezareti'ne bırakıldı. Ama Kırım Savaşı çıkınca havzada kömür çıkarma yetkisi savaş süresi boyunca İngilizlere verildi. Savaştan sonra havzanın yönetiminin yeniden Hazine-i Hassa'ya geçmesine karşın, kötü işletmecilik yüzünden kömür üretiminde düşüş başladı. Bu arada havzada çalışanların çalışma koşullan da şikâyetlere neden oluyordu. Aynı dönemde Osmanlı Devleti'nde bazı yasal düzenlemelere gidildi. 1858'de çıkanlan Arazi Kanunnamesi, madenlerin mülkiyeti konusunda yeni hükümler getirirken, 1869'daki Maadin Kanunu da madenlerde çalışanların ilişkilerini düzenleyerek zorunlu çalışmayı yasakladı. Ereğli kömür havzasındaki yönetim 1865'te doğrudan Bahriye Nezareti'ne devredildi. Bu dönemde Bahriye Nezareti adına havzaya atanan Dilâver Paşa bölgede yaptığı iki yıllık bir araştırmadan sonra kendi adıyla bilinen nizamnameyi hazırladı. Yedi bölüm ve yüz maddeden oluşan nizamname ocaklann yönetim biçimlerini saptıyor, işletme hakkını yeniden düzenliyor ve çıkarılan kömürün alım-satımını belirli esaslara bağlıyordu. Nizamnamenin 21. maddesi Ereğli sancağındaki 14 köy ahalisinden 13 ile 50 yaş arası sağlam erkeklere her yıl 6 ay süreyle ocaklarda çalışma yükümlülüğü getiriyordu. Buna karşılık 29. madde günlük çalışma süresini 10 saate indiriyor, 56. madde Müslüman işçilere bayramlarda, Hıristiyan işçilere ise Paskalya Yortusu'nda tatil yapma olanağı tanıyor, 68. madde işçilerin yiyecek ve öbür gereksinimlerinin bedeli karşılığında ocak sahiplerince karşılanacağını hükme bağlıyordu. 82. madde işçilerin ocak dışında özel işlerde çalıştırılmalarını yasaklarken, 30. madde işçilerin sağlık sorunlarına el atarak hastalanan işçinin tedavi edilmesini öngörüyordu.
10 Eylül 1921'e değin yürürlükte kalan nizamnamenin yerine aynı tarihte getirilen Havza-ı Fahmiye Maden Amelesinin Hukukuna Müteallik Kanun'la havzadaki çalışma koşulları yeniden düzenlendi, angarya kalktı ve ocaklarda 18 yaşından küçüklerin çalışması yasaklandı.
dilbalığı, Pleuronectiformes takımının So- leidae familyasından yassı gövdeli balıkların ortak adı. Ilıman ve tropik bölgelerdeki deniz kıyılarında, sığ sularda, çamurlu ya da kumluk diplerde yaşayan dilbalıklarının uzunluğu ortalama 11-30 cm, yassılaşmış olan gövdenin alt yüzü dibe iyice yerleşmesini sağlayacak biçimde düz, gözlerin ikisi de başın sağ yanında ve küçük, ağız yarım ay biçimindedir. Gövdeye oranla
T!
\ -.
Bayağı dilbalığı (Solea solea)
Jacques Six
daha küçük olan baş, ağızdan sonra düzgün bir yay çizer. Başın önünden başlayan sırt yüzgeci gövdeyi üstten çevreleyerek kuyruk yüzgeciyle birleşir. Solungaç kapağının gerisinden başlayan anüs yüzgeci de kuyruk yüzgecine doğru uzanır. Yumuşak ve dikensiz olan bu yüzgeçler balığın gövdesini çevreler. Dilbalığmın göğüs yüzgeçleri gelişmemiştir. Kuyruk yüzgeci yüzme sırasında dengeyi sağlar. Gövdenin alt bölümü ak, çevreye uygun renkler alan üst bölümü sarı, boz kahverengi ya da bozdur. Bazı türlerde koyu renkli benekler ya da çizgiler bulunur. Alt bölümde sert, üst bölümde çok kaygan olan pullar deriye iyice yapışmıştır. Dilba- hkları günün büyük bölümünü dipte, gövdesini dalgalandırarak havalandırdığı kum- lann altında yan gizlenmiş olarak geçirir. Genellikle geceleri avlanarak solucan, yumuşakça ve kabuklularla beslenir. Yüzgeçlerini kullanarak 30 cm kadar yükselebilen balık suda süzülerek yer değiştirir ve yeniden kendini dibe gömer. Yüzen avları yakalayamadığı için ancak dipte yaşayan hayvanlarla beslenebilir. Kışın derin sulara göçen bu balıklar baharda yumurta dökmek için sığ sulara dönerler. Dişilerden her biri bir üreme mevsiminde 500 bin kadar yumurta döker; başlangıçta 4 mm uzunluğunda olan yavru büyürken sol gözü sağdaki göze yakİaşır ve yavrunun boyu 18 mm'ye ulaştığında gövde yassı biçimini alır. Dilbalıklarının Türkiye sulannda da yaşayan en tanınmış türü Solea solea'dıı. Dover dilbalığı olarak da bilinen bu tür Avrupa kıyılarında bol bulunan, eti lezzetli ve ekonomik değeri yüksek bir balıktır. Uzunluğu yaklaşık 50 cm'ye erişir. Sırtı kahverengidir. Göğüs yüzgecinin üstünde iri koyu lekeler ve siyah bir benek bulunur.
Yazımı aynı olan başlıklar kişiler, yerler, kavram,
kurum ve nesneler biçiminde sıralanmıştır.
dilbilgisi, gramer olarak da bilinir, bir dilin ses, sözcük, tümce gibi öğeleri ve özellikleri ile bunların birlikte oluşturduğu düzeni ortaya koyan ve açıklayan kurallar bütünü. Kuralların ortaya konduğu kitaplara ve dilin bu soyut özelliklerini inceleyen dala da dilbilgisi denir. Çağdaş dilbilimciler dilbilgisini bir dilin temelinde yatan ve o dili anadili olarak konuşanlarca sezgisel olarak bilinen yapı olarak tanımlar. Bir dilin özelliklerinin sistemli olarak betimlenmesi de dilbilgisi olarak nitelendirilir. Bu özellikler, bir dili anadili olarak konuşanlann yaklaşık altı yaşından başlayarak hâkim oldukları sesbi- lim, biçimbilim, sözdizim ve anlambilim özelliklerini kapsar. Dilbilgisi uzmanlarının yaklaşımına bağlı olarak, farklı dilbilgisi tanımlan yapılabilir, Kuralcı dilbilgisi dilin doğru kullanımını tanımlayan kuralları ortaya koyar. Betimsel dilbilgisi bir dilin gerçekte nasıl kullanıldığını betimler. Üretici dilbilgisi bir dildeki sonsuz sayıdaki tümcenin oluşturulmasında uyulması gereken kuralları tanımlar. Bu yaklaşımların her biri, bir dilin farklı özellikleri üzerine yoğunlaşır ve farklı veriler temelinde bir kuram ortaya koyar.
Avrupa'da ilk dilbilgisi kitaplarının yazar- lan Yunanlılardır. Dilbilgisini Yunan edebiyatının incelenmesine yönelik bir araç olarak gören Yunanlılar, daha çok edebi dil üzerine eğildiler. İÖ 1. yüzyılda İskenderiyeliler dilin arılığını koruyabilmek için Yunan dilbilgisini geliştirdiler. En eski Yunanca dilbilgisi terimlerine, felsefe ve retorik yapıtlarında yer verildi. Daha sonraki bir dönemde İskenderiye okulundan Trakyalı Dionysios, Tekhne grammatike (Dilbilgisi Sanatı) adlı yapıtında edebi metinleri harflere, hecelere ve sekiz sözcük türüne göre çözümledi.
Romalılar benimsedikleri Yunan dilbilgisi sistemini Latinceye uyarladılar. Dilbilgisi uzmanının görevinin dilin yapılarını insanlara kabul ettirmekten çok yeni yapılar bulmak olduğunu düşünen Varro (İÖ 1. yy) dışındaki Romalı dilbilgisi uzmanları, Yunan dilbilgisi sisteminde değişiklik yapmadan Latincenin yapısuıı korumaya çalıştılar. Yunanlılar ve İskenderiyeliler Homeros'un dilini örnek alırken Romalılar da Cicero ve Vergilius'un dilini standart kabul ettiler. Latin dilbilgisi uzmanlarının en önemlilerinden Donatus (İS 4. yy) ve Priscianus'un (İS 6. yy) yapıtları, ortaçağ boyunca Latince dilbilgisinin öğretilmesinde kullanıldı. Ortaçağ Avrupa'sında eğitim dili Latinceydi ve Latince dilbilgisi, beşeri bilimler öğretiminin temeli durumuna geldi. Bu dönemde öğrenciler için birçok dilbilgisi kitabı yazıldı. Eski İngilizcedeki ilk Latince dilbilgisi kitabının yazan Eynsham başkeşişi Aelfric (10. yy), yapıtının aynı zamanda İngilizce dilbilgisi için de bir giriş niteliğinde olduğunu ileri sürdü. Böylece, İngilizce dilbilgisin- de Latin örneğine uyulmaya başladı.
13. yüzyıl ortalarından 14. yüzyıl ortalarına değin yetişmiş modistae adı verilen dilbilgisi uzmanları dili gerçekliğin bir yansıması olarak gördüler ve dilbilgisi kurallarını açıklayabilmek için felsefeye başvurdular. Bunlar, varlığın doğasının anlaşılmasını sağlayacak tek ve "evrensel" bir dilbilgisi arayışına girdiler. 17. yüzyılda Fransa'da, Port-Royal Manastın'nda yetişen bir grup dilbilgisi uzmanı da, evrensel dilbilgisi düşüncesine ilgi duydu. Bütün dillerin dilbilgisi kategorilerinin düşüncenin ortak öğelerini ortaya çıkanlabileceğini iddia eden Port- Royal okulu, Yunanlı ve Romalı uzmanlar gibi edebi dili incelemek yerine, dilin kullanım kurallarının yaşayan dillerin bugünkü konuşma biçimlerinden yola çıkılarak oluşturulması gerektiğini ileri sürdüler. 20. yüzyılda Noam Chomsky, Port-Royal okulunu üretici-dönüşümsel dilbilgisi (*) akımının ilk temsilcileri olarak nitelendirmiştir.
18. yüzyıl başına gelindiğinde 60'ı aşkın yerel dilin dilbilgisi kitapları basılmıştı. Dili yenileştirmek, arılaştırmak ve standartlaştırmak amacıyla hazırlanan bu kitaplar, eğitimde kullanılmaya başlamıştı. Ama dilbilgisi kurallan daha çok resmî, yazılı ve edebi dil için geçerliydi ve günlük konuşma dilinin değişik biçimlerine uygulanabilir nitelikte değildi. Bu kuralcı dilbilgisi yaklaşımı uzun süre dilbilgisi eğitimine egemen oldu veokullarda okutulan dilbilgisi tümce çözüm- lemeleriyle bunları gösteren diyagramlardan öteye geçmedi.
Okullarda öğretilen basitleştirilmiş dilbilgisi ile dilbilimcilerin karmaşık çalışmaları arasında büyük bir karşıtlık ortaya çıktı. 19. yüzyılda ve 20. yüzyıl başında, dilbilgisi tarihsel bir bakış açısıyla incelenmeye başladı. Yaşayan bütün dillerin sürekli bir değişim içinde olduğunu gören dilbilimciler, dillerin evrim süreçlerini belirleyebilmek için çağdaş Avrupa dillerinin çeşitli yazılı kayıtlarını incelediler. Araştırmalarını edebi dillerle sınırlı tutmayarak çalışmalarının kapsamına lehçeleri ve çağdaş konuşma dillerini de aldılar. Daha önce benimsenen kuralcı yaklaşımları bırakarak inceledikleri dillerin kökenini ortaya çıkarmaya çalıştılar.
Tarihsel dilbilgisi yaklaşımım benimseyen uzmanların çalışmaları, iki farklı dilbilim yaklaşımının ayrışmasına yol açtı: Dilin zaman içindeki gelişimini inceleyen art sü- remli ya da tarihsel dilbilim(*) ve dilin belirli andaki durumunu inceleyen eşsürem- li dilbilim(*). İsviçreli Ferdinand de Saus- sure gibi betimsel dilbilimciler, konuşma dilini incelemeye başladılar. Bir dili anadili olarak konuşanların çok sayıda tümcesini toplayarak, bu tümceleri, önce sesbilgisi sonra da sözdizim açısından sınıflandırdılar.
20. yüzyılın ikinci yarısında üretici-dönü- şümsel dilbilgisi yaklaşımını benimseyen Noam Chomsky gibi dilbilimciler, bir dili anadili olarak konuşanların, o dilde sonsuz sayıda tümce oluşturup anlayabilmelerini sağlayan bilgileri incelediler. Saussure gibi dilbilimciler bir dilin betimlemesini yapabilmek için bireysel konuşma örneklerini incelerken, üretici-dönüşümsel dilbilimciler öncelikle bir dilin temelinde yatan yapıyı ele aldılar. Bir dili anadili olarak konuşan kişinin sahip olduğu "edinç"i (bir dili anadili olarak konuşanların, daha önce hiç duyup söylemedikleri tümceleri de kapsayan sonsuz sayıda tümce oluşturup anlayabilmesini sağlayan bilgi) ve bir dili konuşanların "edim"ini (bir dili konuşan kişinin konuşma eylemi sırasında tümce oluştururken kullandığı yöntemler) tanımlayan "kuralları" ortaya koymaya çalıştılar.
Dilbilgisi kuramı yüzyıllar boyunca felsefecilerin, antropologların, psikologların ve edebiyat eleştirmenlerinin de ilgisini çekmiştir. Günümüzde dilbilgisi, dilbilim içinde bir alan olmakla birlikte, öteki bilim dallarıyla da ilişkisini korumaktadır. Öte yandan, dilbilgisi kuramındaki gelişmeler, okullarda okutulan dilbilgisinin içeriğini ya da okutulma yöntemlerini pek fazla etkilememiştir. Dilbilgisi denince hâlâ yaygınlıkla anlaşılan, bir dili "doğru" konuşmak ya da yazmak için bilinmesi gereken kurallar bütünüdür.
Türklerde dilbilgisi çalışmaları. Yazılı kaynaklara göre, Kâşgarlı Mahmud'un günümüze ulaşmayan Kitabu Cevahirü'n-Nahv fi Lügati't-Türki'si (Türk Dilinin Sözdizimi) ilk dilbilgisi kitaplarından biridir. Aynı yazarın Divanü Lugati't-Türk adlı kitabında, Hakaniye Türkçesinin bazı sesbilgisi ve yapıbilgisi özellikleri örneklerle ve yer yer karşılaştırmalı olarak açıklanmıştı. İsla- mm benimsenmesinden sonra hazırlanan Türk dilbilgisi kitaplarının çoğu Arapçadır ve Arap dilbilgisi çalışmalarının etkilerini taşır. Örneğin Ebu Hayyan 1312'de yazdığı Kitabii'l-İdrak li Lisani'l-Etrak (1931; Türklerin Dilini Öğrenme Kitabı), Zahrü'l-Mülk fi Nahvi't-Türk (Türk Sözdiziminde Ülkenin Dil Dağarcığı) ve el-Ef al fi Lisani't- Türk (Türk Dilinde Eylemler) adlı kitaplarını Araplara Türkçe öğretmek amacıyla kaleme almıştı.
Bergamalı Kadri'nin 1530'da Türkçe yazdığı Müyessiretü'l-Ulûm (1946; Bilimleri Kolaylaştıran) adlı çalışması Anadolu Türkçesinin dil özelliklerini saptayıp betimleyen ilk dilbilgisi kitabıdır. Osmanlılarda özellikle medreselerde okutulmak üzere hazırlanan başka dilbilgisi kitapları gibi bu kitap da Arap dilbilgisi geleneğine uygundur. Tanzimat'tan sonra dilbilgisi çalışmaları daha çok öğretim amaçlı oldu. Ösmanlıca- mn (Osmanlı Türkçesi) dil özelliklerini içeren ve pek bilimsel olmayan bu çalışmalar arasında Cevdet ve Fuad paşaların Medhal-i Kavaid'i (1852; Dilbilgisine Giriş) ile Abdurrahman Fevzi'nin Mikyasü'l-lisân Kıstasü'l-Beyân'ı (1882; Dilin Ölçüsü Sözün Terazisi) sayılabilir. Bu dönem dilbilgisi kitapları, genel olarak iki geleneğin izlerini taşır: Şeyh Vasfi'nin Mufassal Yeni Sarf-ı Osmanî (1901; Ayrıntılı Yeni Osmanlıca Dilbilgisi) ve Mufassal Nahv-i Osmanî'sı (1901; Ayrıntılı Osmanlıca Sözdizimi) gibi kitaplarda Arap dilbilgisi çalışmalarının etkisi görülürken Hüseyin Cahit'in (Yalçın) Türkçe Sarf ü Nahv'i (1908; Türkçe Dilbilgisi ve Sözdizimi) gibi bazı dilbilgisi kitaplarında Fransız dilbilgisi çalışmalarının etkileri açıktır. Anton Tıngır ise Türk Dilinin Sarf-ı Tahlilisi (1912; Türk Dilinin Çözüm- lemeli Dilbilgisi) adlı kitabında Alman dilbilimci Franz Bopp'un yöntemini kullandı. Meşrutiyet döneminde Maarif Nezareti, dilbilgisi çalışmalarını hızlandırmak için bir Tetkikat-ı Lisaniye Encümeni kurdurdu ve bu encümenin hazırladığı Sarf ve Nahv-i Türki (1920, 3 cilt) adlı kitabı örnek olması için yayımlattı.
Cumhuriyet döneminde Türkçenin kökeninin araştırılması, dilin özleştirilmesi, alfabe değişikliği, sözlük ve dilbilgisi çalışmaları gibi çok yönlü çalışmalara girişildi. Bakanlar Kurulu'nca oluşturulan Dil Encümeni de yeni alfabe ve dilbilgisi konusunda ayrıntılı iki rapor hazırladı. 3 Kasım 1928'de yeni alfabenin kabulünden sonra, eski dilbilgisi kitaplarının Osmanlıcanın dil özelliklerini betimlediği ve yeni alfabeye uymadığını gerekçesiyle Atatürk'ün buyruğuyla bütün okullarda dilbilgisi dersleri kaldırıldı. Dil konusundaki çalışmaları bilimsel düzeye getirmek amacıyla da 1932'de Türk Dili Tetkik Cemiyeti (sonradan Türk Dil Kurumu) kuruldu. Atatürk'ün de katıldığı 1. Türk Dil Kurultayında (1932), Türkçenin tarihsel dilbilgisinin yazılması konusunda görüş birliğine varıldı. Bu konuda ön çalışma yapan Ahmet Cevat Emre'nin Türkçede Kelime Teşkili Hakkında Bir Anket (1933, 2 cilt) ve Ekler Lûgatçesi (1934) adlı kitapları yayımlandı. Dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel, ortaöğretim kurumlarında okutulmak üzere Tahsin Banguoğlu'na Ana Hatlarıyla Türk Grameri (1940) adlı yeni bir dilbilgisi kitabı hazırlattı. Bir yıl sonra da ilk ve orta dereceli okullarda okutulacak dilbilgisi kitapları için Avni Başman, Necmettin Halil Onan, Peyami Safa, Mithat Sadullah Sander, Tahir Nejat Gencan'dan oluşan bir komisyon kuruldu. Komisyonun hazırladığı kitapların bir bölümü (ilkokul 4, 5 ve ortaokul 1) 1942'de kullanılmaya başladı (.Dilbilgisi, 1942). Bu uygulama 1950'ye değin sürdü. 1950'de tek kitap uygulaması kaldırılınca, çeşitli öğretim basamakları için T.N. Gencan, Beşir Göğüş, Kemal Demi- ray, Haydar Ediskun, Baha Dürder'in hazırladığı birçok dilbilgisi kitabı basıldı. Türk dilinin bilimsel yönden incelenmesinde üniversitelerin ve Türk Dil Kurumu'nun büyük payı vardır. Özellikle 1950'den sonra yayımlanan dilbilgisi kitapları, kuralcı dilbilgisi ve betimleyici dilbilgisinin tanımına çok uygundur. Bunlar arasında Tahsin Ban-
Dostları ilə paylaş: |