El-MÎZÂn fî tefsîR-İl kur'ÂN cilt: 5 Nisa Suresinin Devamı ve Maide Suresi


Mâide Sûresi 1-3 ................................................................. 313



Yüklə 7,94 Mb.
səhifə23/48
tarix04.01.2019
ölçüsü7,94 Mb.
#90079
1   ...   19   20   21   22   23   24   25   26   ...   48

Mâide Sûresi 1-3 ................................................................. 313

 

Dolayısıyla tefsirini sunduğumuz ayetin anlamı gelip şu noktaya



dayanıyor: Bu gün -yani kâfirlerin sizin dininizi yok etmekten

umutlarını kestikleri gün- velayeti farz kılmak suretiyle, size indirmiş

bulunduğum dinî bilgileri kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi

tamamladım. Bu nimet, dinsel işlerin ilâhî bir tarzda yönetilip

yönlendirilmesi anlamına gelen velayettir. Bu güne kadar Allah ve

Resulünün velayeti şeklindeydi ve vahiy indiği sürece bu yetiyordu.

Fakat bundan sonra, vahyin iniş zamanının sona erişiyle ve Allah-

'ın dininin hamisi ve koruyucusu konumundaki Resulün insanların

arasından ayrılışıyla birlikte bu velayet yetmez. Bu yüzden bu misyonu

yürütecek kimsenin tayin edilmesi bir zorunluluktur. O,

Resulullah'tan (s.a.a) sonra dini ve ümmetin yönetimini üstlenecek

veliyy-i emr (emir sahibi-yönetici)dir.

Buna göre, velayet bir tek meşru (yasalaştırılmış olgu) idi,

Resulullah'tan sonra veliyy-i emrin tayinine kadar eksikti, tam değildi.

Dinin yasaması kemale erip velayet nimeti tamamlanınca, din

olarak sizin için İslâm'dan razı oldum. Ki İslâm, tevhid dinidir; bu

dine göre sırf Allah'a kulluk edilir, itaat (itaat ibadet demektir) O'-

na ve itaatini emrettiği Resule veya veliyye edilir ancak.

Bu açıdan ayet, müminlerin bu gün korkudan kurtuluş ve güvene

kavuştuklarını, yüce Allah'ın, tevhit dini olan İslâm'a göre hayatlarını

düzenlemelerinden razı olduğunu haber vermektedir.

 

Öyleyse onların Allah'a ibadet etmeleri, Allah'tan başkasına ve Allah'ın



itaat edilmesi gerektiğini açıkladığı kimseden başkasına itaat

etmek suretiyle O'na herhangi bir şeyi ortak etmemeleri gerekir.



"Allah sizden, inanıp iyi işler yapanlara vaat etmiştir. Onlardan

öncekileri nasıl hükümran kıldıysa, onları da yeryüzünde hükümran

kılacak ve kendileri için seçip begendigi dinlerini kendilerine

saglamlaştıracak ve korkularının ardından kendilerini tam

bir güvene erdirecektir. Bana kulluk edecekler ve bana hiçbir şeyi

ortak koşmayacaklar. Ama kim bundan sonra da inkâr ederse,

 

314 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

işte onlar yoldan çıkanlardır." (Nûr, 55) ayetini düşünüp cümleleri,

"Bugün inkâr edenler, sizin dininizden umudu kesmişlerdir..." ayetiyle

karşılaştırdığın zaman, Mâide suresindeki ayetin, Nûr suresinin

ilgili ayetinin içerdiği vaadin gerçekleştiğinin somut ifadesi

olduğunu göreceksin. Çünkü bize göre, "Bana kulluk edecekler ve



bana hiçbir şeyi ortak koşmayacaklar." ifadesi, amaç bildirir niteliktedir.

Nitekim, "Kim bundan sonra da inkâr ederse, işte onlar



yoldan çıkanlardır." ifadesi de bunu ima ediyor.

Nûr suresi, Ifk Kıssası'nı, zina cezasını, örtü vb. hükümleri içerme-

sinin de gösterdiği gibi Mâide suresinden önce nazil olmuştur.

"Kim (istekle) günaha yönelmeden açlık hâlinde dara düşerse

(bunlardan yiyebilir; çünkü) hiç şüphesiz Allah bağışlayan ve esirgeyendir."

Ayette geçen "mahmase" kelimesi, "açlık" demektir.

"Mutecanif" kelimesinin mastarı olan "tecânuf" ise, "eğilim" anlamına

gelir. Kelimenin kökü olan "cenef" kelimesi, ayakların dışa

eğilimli olması demektir. Ayakların içe eğilimli olması da "henef"

kelimesiyle ifade edilir.

 

Ayetin akışı şuna delâlet eder: Öncelikle hüküm mecbur kalma



ve dara düşme durumuna ait sanevî=ikinci derecede gelen hükümdür.

Ikincisi: Caizlik ve mubahlık zorunluluğu kaldırma ve açlığı

dindirme miktarına bağlıdır [yani, insanı ölümden kurtaracak

miktarda sadece bunlardan yenilebilir]. Üçüncüsü: Bağışlama ve

rahmet sıfatları cezayı gerektiren günahlarla ilintili olabildiği gibi,

bunların kaynağıyla da ilintili olabilir. Yani muhalefet edilmesi, beraberinde

cezayı taşıyan günah niteliğini gerektiren hükümle ilintili

olabilir [ve böylece bu iki sıfat, haram kılınan şeyin helâl olmasını

gerektirir].

 

ÜÇ BÖLÜMDE BİLİMSEL ARAŞTIRMA



 

1- Et Yemeye İlişkin İnanışlar

Hiç kuşkusuz insan, diğer canlılar ve bitkiler gibi beslenme ve

 

Mâide Sûresi 1-3 ............................................................ 315

 

sindirim sistemiyle donatılmıştır; bu yeteneği ve donanımıyla



işleyebileceği, bedenine katılımını sağlayabileceği, böylece

varlığını sürdürebileceği maddî unsurları alır. Diş geçireceği ve

midesine indirebileceği hiçbir şeyi yemesini engelleyen doğal

hiçbir mani söz konusu değildir. Yeter ki bunlar zararlı olmasın

veya onlardan tiksinmesin.

 

Zararlı olması bir yiyeceğin, insanın yediği şeyin bedenine zehir



veya benzeri bir şeyle zarar verdiğini fark etmesidir. Bu durumda

insan böyle bir yiyeceği yemekten kaçınır. Ya da bir yiyeceğin

manevî açıdan zararlı olduğunu fark eder. Değişik dinlerde ve şeriatlarda

haram kılınan maddeleri buna örnek verebiliriz. Insanın

bu tür şeyleri yemekten kaçınmasına düşünsel nitelikli kaçınma

diyoruz.


 

Tiksinme ise, karşılaşılan maddenin insan doğasının yaklaşmaktan

kaçınacağı oranda pis bilinmesinden doğan bir tepkimedir.

Nitekim insan pis ve iğrenç kabul ettiği için kendi pİsliğini

yemez. Ancak bu, bazı çocuklar ve delilerde görülmüştür. Buna bir

de değişik insan topluluklarında etkin olan dinlerin ve yasaların

öngördükleri inançsal etmenlere dayanan yaklaşımları ekleyebiliriz.

Örneğin Müslümanlar do-muz etini iğrenç kabul ederken Hıristiyanlar

temiz kabul ederler. Batılı toplumlar, doğulu toplumların

pis kabul ettiği yengeç, kurbağa ve fare gibi hayvanların etlerini yiyebiliyorlar.

Bu tür kaçınmayı ikincil doğa ve kazanılmış doğa kategorisinde

değerlendirmek gerekir.

 

Görüldüğü gibi etle beslenme konusunda insanlar mutlak serbestlikten



mutlak yasaklığa kadar uzanan geniş bir düzlemde

farklı eğilim-lere sahiptirler ve yenmesi mubah görülenler öz doğaya

tâbi olunarak mubah görülmüştür. Yine yemekten kaçınılanlara

yönelik davranışın arka plânında da ya düşünsel yaklaşım ya

da ikincil doğa dediğimiz müktesep huy vardır.

Buda yasası, bütün hayvanların etlerinin yenmesini yasaklar.

Bu negatif tefritin karşısında da olumsuz bir ifrat duruyor, Afrika'-

da ve başka bölgelerde yaşayan kimi barbar kavimler de her türlü

 

316 ............................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

eti, hatta insanın etini bile yiyorlar.



 

Araplar dört ayaklı hayvanların ve diğer hayvanların, bu arada

fare ve kurbağa gibi hayvanların etlerini yedikleri gibi boğazlanarak

veya başka bir şekilde öldürülen hayvanların etlerini de yerlerdi.

Bunların dışında boğulmuş, vurularak öldürülmüş, yüksek bir

yerden düşmüş, boynuzlanmış ve yırtıcı havanlar tarafından parçalanmış

gibi her türlü murdar eti yerlerdi. Derlerdi ki: Siz kendi öldürdüğünüz

hayvanın etini yiyorsunuz da Allah'ın öldürdüğü hayvanın

etini yemiyor musunuz?! Nitekim günümüzde de benzeri

sözleri söyleyenlere rastlamak mümkündür: Ikisi de et değil mi,

aralarında ne fark vardır? Önemli olan insan bedenine zarar vermemesidir.

Bunu tıbbi ve kimyasal bir ilaçla da sağlamak mümkündür.

Çünkü sindirim sistemi açısından bunlar arasında fark

yoktur, diyorlar.

 

Araplar kan da içiyorlardı. Hayvanların bağırsaklarını kanla



doldurarak kızartıyor, sonra da konuklarına ikram ediyorlardı. Kuraklık

zamanında develerini sivri bir demirle yaralayarak akan kanını

içerlerdi. Bugün Müslüman olmayan birçok toplumlarda kan

içmek yaygın bir gelenektir.

 

Putperest Çinliler bu konuda mezhebi en geniş toplumdur.



Söylendiğine göre her türlü hayvanın, köpeklerin, kedilerin, hatta

solucanların, sedeflerin ve diğer haşerelerin etlerini bile yiyorlar.

İslâm bu konuda orta bir yol izlemiştir. Normal insanın öz doğasının

benimsediği, temiz gördüğü etleri mubah saymıştır. Sonra

bunu dört ayaklı hayvanlar içinde koyun, keçi, sığır ve deve gibi açıklamış,

at ve eşek gibi bazı dört ayaklıların etlerinin mekruh olduğunu

belirtmiştir. Kuşlarda ise yırtıcı olmayan, yani kursağı bulunan

ve kanat çırparak uçan ve pençeleri olmayan kuşlar olarak

açıklamıştır. Denizde yaşayan canlılarda da birçok balık türü olarak

açıklamıştır. Buna ilişkin ayrıntılı bilgiler fıkıh kitaplarında yer

almaktadır.

 

Bunun yanı sıra adı geçen hayvanların kanlarını, her türlü leşi



ve üzerinde yüce Allah'ın adı anılmadan kesilen hayvanları haram

 

Mâide Sûresi 1-3 .............................................................. 317

 

kılmıştır. Bu yaklaşımın gerisindeki amaç, fıtrat yasasını, yani insanın



et yemeye olan eğilimini diriltmek ve sahih düşünceye, istikamet

üzere olan sağlam öz doğaya saygı göstermektir. Bu ikisi

[sahih düşünce ve istikamet üzere olan öz doğa], tür olarak zararlı

olanların, pis ve tiksindirici kabul edilenlerin mubah sayılmasının

önündeki doğal engellerdir.

 

2- Rahmet Sıfatıyla Bağdaşmadığı Hâlde, Hayvanların



Öldürülmesi Nasıl Emredilmiştir?

 

Biri çıkıp şöyle bir soru yöneltebilir: Hayvanlar da tıpkı insanlar



gibi canlıdır; insanlar gibi işkencenin, yok oluşun ve ölümün acısını

hissederler. Bizi istenmeyen şeylerden sakınmaya, işkencenin ve

ölümün acısından kaçınmaya sevk eden kendini sevme iç güdüsü,

bu konuda bizim duyduğumuz acıyı duyuyorlar, bize ağır gelen onlara

da ağır geliyor ve bütün nefİsler aynı konumdadır diye, kendi

türümüzün bireylerine acımaya yöneltir.

 

Bu durum, aynen diğer canlı türleri için de geçerlidir. Öyleyse,



bize acı veren bir yöntemle onlara acı vermemiz, onlar açısından

yaşamın tadını ölümün acısıyla değiştirmemiz, onları en üstün, en

onurlu nimetlerden biri olan var olma, varlığını sürdürme nimetinden

yoksun bırakmamız doğru olabilir mi? Yüce Allah, acıyanların

en merhametlisidir. Her ikisi de O'nun tarafından yaratıldıkları

hâlde, O'nun rahmeti, insan zevk alsın diye hayvanın öldürülüşünü

emretmekle nasıl bağdaşıyor?

 

Buna verilecek cevap şudur: Bu sözler, duyguları gerçeklere ve



realiteye hakim kılma türündendir. Oysa yasalarda gerçek maslahatlar

esas alınır, vehim menşeli duygular değil.

 

Konuyu açacak olursak: Sahip olduğun yeteneklerle gözlemleme



imkânını bulduğun varlık âlemini inceleyecek olursan, varlık

bütününün oluşumu ve varlığını sürdürme açısından evrensel dönüşüm

yasasına tâbi olduğunu görürsün. Her şey aracılı veya aracısız

başka bir şeye, başkası da ona dönüşme imkânına sahiptir.

 

318 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

Biri var oluyorsa, mutlaka başkası yok oluyordur. Şu yok olmadıkça



bu var olmaz. Maddî âlem, dönüşümler ve değişimler âlemidir.

Dilersen, "yiyenler ve yenilenler âlemi" de diyebilirsin.

Söz gelimi yer bileşikleri, toprağı yemektedirler, onu kendilerine

eklemekle, kendilerine uygun veya kendilerine özgü şekillere

sokmakta ve onlara biçimler vermektedirler. Sonra toprak onları

yemekte, yok etmektedir.

 

Bitkiler topraktan beslenirler, hava teneffüs ederler. Ardından



toprak tarafından yenilir, asli unsurlarına ve ilk elementlerine dönüştürülür.

Her zaman birinin diğerine dönüştüğüne tanık olabiliriz.

Hayvanlar bitkilerden beslenirler, su içerler ve hava teneffüs

ederler. Kimi hayvanlar da hemcinslerini yerler. Yırtıcı hayvanlar

avlanarak et yerler. Yırtıcı kuşlar güvercin ve serçe gibi kuşları yerler.

Sahip olduğu beslenme donanımı yüzünden başka türlü

davranamaz. Güvercin ve serçeler gibi kuşlar da hububat taneleri,

sinek, tahta kurusu ve sivri sinek yerler. Onlar da insanların ve

başka canlıların kanlarından beslenirler. Sonra toprak hepsini yer.

Şu hâlde, varlıklar âlemi üzerinde mutlak egemenliğe sahip,

istisnasız hükmüne tâbi olunan varoluş kanunu, yaratılış yasası, et

ve benzeri şeylerle beslenme hükmünü koymuştur. Sonra varlık

bütünün bireylerini buna yöneltmiş, onlara yol göstericilik yapmıştır.

Insanı hem hayvanlardan, hem de bitkilerden beslenecek şekilde

donatan, bu evrensel yasadır. Insanın beslenme donanımının

en önünde dişleri gelmektedir. Dişler kesmeye, kırmaya, ısırmaya

ve öğütmeye uygun bir şekilde dizilmişlerdir. Önde kesici dişler,

arkasında köpek dişleri, onların da arkasında azı dişleri amacına

uygun bir şekilde yer alırlar. Insan koyunlar ve sığırlar gibi kesme

ve ısırma yeteneğinden, yırtıcı hayvanlar gibi de öğütme ve çiğneme

yeteneğinden yoksun değildir.

 

Sonra ağız bölgesine yerleştirilen ve bununla yediği etin tadına



vardığı tat alma duygusu ve sindirim sistemini oluşturan bütün organlarda

yerleştirilen istek ve arzular, eti arzularlar ve iştahları çe-

 

Mâide Sûresi 1-3 ..................................................................... 319

 

ker. Bütün bunlar evrensel hidayetin, yöneltilişin göstergeleridir.



Yaratılış kongresinin serbestlik kararıdır. Evrensel hidayetle, bu hidayetin

etkisiyle oluşan eylemi birbirinden ayırmak, birini kabul

edip diğerini inkâr etmek mümkün müdür?

 

İslâm fıtrat dinidir. Tek hedefi, insan bilgisizliğinin yok ettiği fıtratın



eserlerini yeniden diriltmektir. Dolayısıyla yaratılışın işaret ettiği

ve fıtratın öngördüğü bir şeyi mubah saymak bir zorunluluktur.

İslâm, yasama sistemiyle bu fıtrî hükmü dirilttiği gibi, varoluş

çerçevesinde konulan başka hükümleri de diriltmiştir. Beslenme

hususunda sınır tanımazlığı önleyici unsurlar çerçevesinde buna

değindik. Buna göre, akıl bedensel ya da manevî açıdan zararlı olan

etlerden uzak durulmasını öngörür. Yine insan bünyesinin derinliklerinde

yer alan duyular ve duygular, bozulmamış öz doğanın

pis gördüğü ve tiksindiği şeylerden uzak durmayı gerekli görür. Bu

iki hükmün asılları sonuçta gelip varoluş sisteminin tasarrufuna

dayanır. İslâm bunları dikkate almış, bedenin gelişimine zararlı olan

etleri haram kıldığı gibi, insan toplumunun maslahatı açısından

zararlı olan etleri de haram kılmıştır. Üzerinde Allah'tan başkasının

adı anılarak kesilen hayvanların etlerini, kumar ve fal okları

vb. şeylerle kazanılan etleri buna örnek gösterebiliriz. İslâm, öz

doğanın tiksindiği pİslikleri de haram saymıştır.

 

İşkence etmeye ve öldürmeye engel olması gereken acıma ve



merhamet duygusuna gelince, merhametin latif bir varoluşsal bağış

olduğu kuşku götürmeyen bir gerçektir. Varoluş yasası uyarınca

insanın ve gözlemlediğimiz kadarıyla birçok hayvanın ruhsal

yapısına yerleştirilmiştir. Fakat varoluş yasası, her konuda mutlak

egemenliği olsun ve mutlaka sadece ona uyulsun diye bu hükmü

koymamıştır. Bir kere varoluş yasasının kendisi, merhameti mutlak

olarak uygulamaz. Öyle olsaydı, varlık âleminde acıların, afetlerin,

musibetlerin ve türlü azapların izine rastlanmazdı.

Kaldı ki, insanın sahip olduğu merhamet duygusu, söz gelimi

adalet gibi mutlak olarak üstün, faziletli bir karakter değildir. Öyle

olsa, zulmünden dolayı bir zalimi, bir suçluyu cezalandırmamız,

 

320 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

saldırıya mİsliyle karşılık vermemiz uygun olmazdı. Neticede bunda



yerin ve üzerindeki varlıkların helâki söz konusu olurdu.

Bununla beraber İslâm, evrensel varoluş yasasının bir bağışı

olarak merhamet duygusunu ihmal etmemiştir. Genel olarak

merhameti yaygınlaştırmayı emretmiş, hayvanları öldürürken onlara

eziyet etmeyi yasaklamıştır. Kesilen hayvanın canı çıkmadıkça

organlarının kesilmesini, derisinin yüzülmesini yasaklamıştır. -

Boğulmuş ve vurulmuş hayvanın etinin haram kılınması da bu

yüzdendir.- Diğer bir hayvanın gözünün önünde başka bir hayvanın

boğazlanmasını da nehyetmiştir. Kesilen hayvanın kesimine ilişkin

olarak son derece şefkatli hükümler koymuştur. Suyun sunulmasını

emretmiştir. Daha bunun gibi fıkıh kitaplarında ayrıntılı biçimde

açıklanan birçok hükmü örnek gösterebiliriz.

 

Bütün bunların yanında, İslâm akıl dinidir; duygu dini değil.



Duygusal hükümleri, toplumun maslahatına uygun olan hükümlerin

üzerine çıkarmaz. Bunlar arasından yalnızca aklın benimsediklerini

esas alır. Akla uygun oldukça duygusal hükümlere itibar eder.

Bu da aslında aklın hükümlerine uymak sayılır.

 

İlâhî rahmet ve yüce Allah'ın acıyanların en merhametlisi oluşu



meselesine gelince, şunu bilmek gerekir ki: Yüce Allah, acıyanı

acınana lütfetmeye iten kalp inceliği, yufka yüreklilik ve duygusallık

anlamında bir rahmet sıfatıyla muttasıf değildir. Bu söylediğimiz

maddî ve cismanî bir niteliktir. Ulu Allah bundan münezzehtir.

Bilâkis ilâhî rahmetin anlamı, yüce Allah'ın hakkedene hak ettiği

kadar hayır indirmesidir. Bu nedenle, bizim azap saydığımız bir şey

yüce Allah açısından rahmet, bizim rahmet saydığımız bir şey de

O'nun açısından azap olabilir. Dolayısıyla sahip olduğumuz sanal

merhamet duygusuna kapılarak şeriatın öngördüğü yasama çerçevesinde

esas maslahatları göz ardı etmemiz veya yasaların realiteye

uygun olması gerçeğinden ödün vermemiz, ilâhî hikmet açısından

caiz değildir.

 

Şimdiye kadar yaptığımız açıklamalardan şu ortaya çıkıyor: İslâm



hayvanların etlerinin yenmesini serbest bırakırken ve bu ser-

 

Mâide Sûresi 1-3 ........................................................ 321

 

bestliği birtakım kayıtlarla ve koşullarla sınırlandırırken, fıtratın direktiflerini



esas almakta ve onları yansıtmaktadır bize. Allah'ın insanların

yaratılışına esas kıldığı fıtratı yani. Allah'ın yaratma yasasında

değişme, başkalaşma olmaz. Işte dimdik ayakta duran dosdoğru

din budur.

 

3- İslâm Neden Hayvanın Boğazlanmasını Öngörür?



 

Yukarıdaki sorunun bir devamı olarak sorulan bir diğer soru da

budur: Et yemenin, fıtratın ve yaratılış yasasının serbest kıldığı bir

husus olduğunu kabul ettik. Acaba bu konuda tesadüf ve benzeri

ölümlerle yetinilemez mi? Söz gelimi et yemek için hayvanın kendiliğinden

ölmesi ya da bizim dışımızda başka bir etkenle can

vermesi beklenemez mi? Böylece evrensel caizlikle, hayvana eziyet

etmeyi ve öldürerek işkence etmeyi hoş karşılamayan merhamet

duygusunun hükmü bir noktada buluşturulur; boğazlamaya

ve kesmeye gerek kalmaz.

 

İkinci bölümdeki açıklamalar, bu soruya da cevap teşkil edecek



niteliktedir. Çünkü bu anlamda merhamet duygusunun gereğini

yapmak zorunlu değildir. Aksine bu tarz bir merhametin gereğini

yapmak gerçeklere ilişkin hükümlerin geçersiz kılınmasına yol

açabilir. Öte yandan İslâm, mümkün olduğu kadarıyla tür arasındaki

bu latif duygusallığın korunmasına yönelik tedbirleri almaktan

geri kalmamış ve bunları tavsiye etmiştir.

 

Kaldı ki, mizaçların bozulması ve bedenlerin zarara uğramasıyla



sonuçlanan leş ve benzeri şeylerin yenilmesiyle yetinmek ve sadece

onları yemeği mubah kılmak, merhamet duygusuyla çelişmektedir.

Bütün bunların yanı sıra bertaraf edilmesi gereken genel

bir zorluk ve sıkıntıyı beraberinde getirir. [Sadece leş ve benzerini

mubah kılmak, genel bir sıkıntıya sebep olur.]

 

AYETLERIN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI



 

Tefsir-ul Ayyâşî'de İkrime kanalıyla İbn-i Abbas'ın şöyle dediği

 

322 ............................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

rivayet edilir: "Ey iman edenler..." diye başlayan hiçbir ayet inmemiştir



ki, Ali (a.s) onun başı ve emiri olmasın. Allah Hz. Muhammed'in

(s.a.a) ashabını birçok kere azarladığı hâlde, Ali'den sadece

hayırla söz etmiştir." [c.1, s.289, h:7]

 

Ben derim ki: el-Burhan tefsirinde Muvaffak b. Ahmed kanalıyla



İkrime'den, o da İbn-i Abbas'tan aynı sözler, "...emiri olmasın..."

ifadesine kadar rivayet edilir.1 Bunu Ayyâşî de İkrime'den rivayet

etmiştir.2 Bu hadisi daha önce ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinden de alıntılamıştık.

Bazı rivayetlerde İmam Rıza'nın (a.s) şöyle dediği belirtilir:



"Kur'ân'da 'Ey iman edenler...' diye başlayan bir ayet yoktur

ki, biz Ehlibeyt (a.s) hakkında olmasın." Bu rivayet genelin özele

uyarlanmasının ya da vahyin batınî anlamının bir örneğidir.

Aynı kaynakta Abdullah b. Sinan'dan şöyle rivayet edilir. İmam

Cafer Sadık'tan (a.s) "Ey inananlar! Yaptıgınız akitleri yerine getirin."

ayetini sordum, buyurdu ki: "Burada ahitler, [yani sözleşmeler]

kastediliyor." [Tefsir-ul Ayyâşî, c.1, s.289.]

 

Aynı hadisi Kummî de kendi tefsirinde aynı ravi kanalıyla aktarmıştır.



[c.1, s.160]

 

et-Tehzib adlı eserde, rivayet zinciriyle birlikte Muhammed b.



Müslim'in şöyle dediği belirtilir: İmam Bâkır (a.s) veya İmam Sadık'tan

(a.s) birine, "dört ayaklı hayvanlar size helâl kılındı..." ayetini

sordum. Buyurdu ki: "Hayvanların rahmindeki yavrular, tüylenmiş

ve kıllanmışsalar, annelerinin boğazlanması, onların da

boğazlanması anlamına gelir. İşte yüce Allah bunu kastetmiştir."

[c.9, s.58]

 

Ben derim ki: Aynı hadis el-Kâfi ve el-Fakih adlı eserlerde aynı



ravi aracılığıyla iki İmamdan birinden aktarılmıştır. Aynı anlamda

bir hadis de Tefsir-ul Ayyâşî'de Muhammed b. Müslim aracılığıyla

iki İmamdan birinden ve Zürare kanalıyla da İmam Sadık'tan (a.s)

-------


1- [el-Burhan tefsiri, c.1, s.431.]

2- [Tefsir-ul Ayyâşî, c.1, s.289.]

 

Mâide Sûresi 1-3 ........................................................... 323

 

aktarılır.1 Bunu Kummî de tefsirinde rivayet eder.2 Mecma-ul Beyan



tefsirinde İmam Bâkır (a.s) ve İmam Sadık'tan (a.s) rivayet ediliyor.

Tefsir-ul Kummî'de, "Ey inananlar! Ne Allah'ın işaretlerine...



saygısızlık etmeyin." ayetiyle ilgili olarak şöyle deniyor: "Allah'ın

şiarları; ihram, tavaf, Ibrahim makamında kılınan namaz, Safa ve

Merve Tepeleri arasında sa'ydır. Ayrıca hac mevsimine özgü tüm

ibadetler bu kategoriye girer. Kişinin deve kurbanlığını Mekke'ye

sevk ederken, kurbanlık olduğu bilinsin dolayısıyla kimse dokunmasın

diye onun hörgücünü yaralayıp kan akıtması veya hörgücün

derisini soymak yahut gerdanlık takması da Allah'ın şiarlarındandır.

Bunlara şiar denmesi, insanların onları fark edip tanımaları içindir."



"ne haram aya" bundan maksat, haram aylardan biri olan zilhicce

ayıdır. "ne kurban" hac ziyaretinde bulunan kişinin ihramı

giydikten sonra kurban edilecekleri yere sürdüğü hayvan kastediliyor.

"ne gerdanlıklara..." bundan maksat, hac ziyaretinde bulunan

kişinin namaz kılarken giydiği nalınları kurbanlık hayvanın boynuna

asmasıdır. "ve ne de... Beyt-i Haram'a yönelenlere" yani

Kâbe'ye hac ziyaretinde bulunanlara." [c.1, s.160]

 

Mecma-ul Beyan tefsirinde şöyle deniyor: İmam Bâkır (a.s) şöyle



buyurdu: "Bu ayet, Rebiaoğullarından Hutam adında biri hakkında

inmiştir."

 

Mezkur tefsirde devamla şöyle ekleniyor: Süddi'nin anlattığına



göre, Hutam b. Hind el-Bekri, yalnız başına Resulullah'ın (s.a.a)

yanına geldi, atını Medine'nin dışında bırakmıştı. Peygamberimize

(s.a.a) dedi ki: "Neye davet ediyorsun?" Bundan önce de Peygamberimiz

(s.a.a) ashabına demişti ki: "Bugün Rebiaoğullarından bir

adam yanınıza gelecek ve bu adam şeytanın diliyle konuşacaktır."

Resulullah (s.a.a) adama cevap verdikten sonra adam, "Bana

1- [Tefsir-ul Ayyâşî, c.1, s.289.]

2- [Tefsir-ul Kummî, c.1, s.160.]

 


Yüklə 7,94 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   19   20   21   22   23   24   25   26   ...   48




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin