El-Mîzân Tefsiri Allâme Muhammed Hüseyin tabatabai Cilt-1



Yüklə 6,68 Mb.
səhifə7/48
tarix04.01.2019
ölçüsü6,68 Mb.
#90080
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   ...   48

Bakara Sûresi / 21-25 ..........................................................


 

21- Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize

kulluk edin ki, belki korunasınız.

 

22- O, sizin için yeryüzünü bir döşek, gökyüzünü bir bina kıldı



ve gökten yağmur indirerek sizin için (çeşitli) ürünlerden rızk çıkardı.

Öyleyse, (bütün bunları) bile bile Allah'a eşler koşmayın.

 

23- Eğer kulumuza indirdiğimizden şüphedeyseniz, o zaman



siz de onun gibi bir sure getirin ve Allah'tan başka şahitlerinizi

(kendilerine güvendiğiniz yardımcılarınızı) çağırın; eğer doğru

söylüyorsanız (bunu yapın).

 

24- Ama eğer yapamazsanız, ki asla yapamayacaksınız, bu



durumda, kâfirler için hazırlanmış, yakıtı insanlar ile taşlar olan

ateşten sakının.

 

Bakara Sûresi / 21-25 .......................................................... 115

 

25- İman edip iyi işler yapanları müjdele. Gerçekten, onlar için

altlarından ırmaklar akan cennetler vardır. Onlardaki meyvelerden

rızk olarak kendilerine bir şey verildiğinde, her defasında, "Bu daha

önce de rızk olarak bize verilen şey!" derler. Bu, benzeşir olarak

onlara sunulmuştur. O cennetlerde, onlar için tertemiz eşler de

vardır ve onlar oralarda süresiz kalacaklardır.

 

AYETLERİN AÇIKLAMASI


 

"Ey insanlar... kulluk edin ki..." Yüce Allah, bundan önce üç insan

grubunun; muttakilerin, kâfirlerin ve münafıkların durumunu gözler

önüne serdi. Muttakilerin, Rableri tarafından bir hidayet üzere

olduklarını ve Kur'ân'ın onlar açısından bir yol gösterici olduğunu;

kâfirlerinse, kalplerinin ve kulaklarının mühürlü olduğunu, gözlerinin

önünde perde bulunduğunu; münafıkların da hasta olduklarını,

yüce Allah'ın da onların hastalıklarını artırdığını, onların sağır,

dilsiz ve kör olduklarını (ilk on dokuz ayet boyunca) açıkladı. Bunun

ardından yüce Allah, şu beş ayette insanları Allah'a kulluk

sunmaya, kâfirler ve münafıklardan değil, müminlerden olmaya

çağırıyor.

 

Ayetlerin bu akışından anlaşılıyor ki, "belki korunasınız." ifadesi,



"kulluk edin" ifadesiyle bağlantılıdır, "sizi... yaratan" ifadesiyle

değil. Bununla beraber, bunu her iki ifadeyle de

bağlantılandırmak doğrudur.

 

"Öyleyse bile bile Allah'a eşler koşmayın." ayetin orijinalinde geçen



"endad" kelimesi, "nidd"in çoğuludur ve "misl" ile aynı kalıptan

olduğu gibi aynı anlamı da ifade eder. "Bile bile" ifadesinin

özel bir kayıtla sınırlandırılmadan "eşler koşmayın" ifadesi için hâl

kılınması, insanların, az da olsa sahip oldukları bilgiler sayesinde,

hiçbir şekilde yüce Allah'a eşler koşmamaları gerektiğini vurgulamaktadır.

Çünkü, hem onları ve hem de onlardan öncekileri O

yaratmış, evrensel düzeni O kurmuş ve bu düzen sayesinde beslenmelerini

ve bu dünya üzerinde hayat sürdürmelerini mümkün

kılmıştır.

 

"O zaman siz de onun gibi bir sure getirin." ifadesi, Kur'ân-ı Kerim-



'in mucizeliğini vurgulama amacına yönelik, karşıtları çaresiz bı-

 

116 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

rakan bir meydan okumadır. Kur'ân'ın Allah katından geldiğinde



kuş-ku yoktur. Geçen zamana ve çağlara rağmen Kur'ân'ın mucizeliği

devam eder. Bu tür meydan okumalar Kur'ân-ı Kerim'de

sıksık tekrarlanır: "De ki: Andolsun, eğer insanlar ve cinler şu

Kur'ân'ın bir benzerini getirmek üzere toplansalar, yine onun

benzerini getiremezler. Birbirlerine arka olsalar da." (İsrâ, 88)

"Yoksa, 'Onu uydurdu' mu diyorlar? De ki: Eğer doğru

söylüyorsanız, siz de onun benzeri on uydurulmuş sure getirin; Allah'tan

başka çağırabildiklerinizi de çağırın." (Hûd, 13) Şu hâlde,

"onun gibi" ifadesindeki zamir, "indirdiğimiz" ifadesine dönüktür.

Bu durumda, meydan okuma hem Kur'ân'ın kendisi, hem ifade

tarzı ve hem de açıklama yöntemiyle ilgilidir.

Zamirin "kulumuz" ifadesine dönük olması da mümkündür.

[Bu ihtimale göre ayetin meali şöyle olur: "O zaman siz de onun

(Peygamber) gibi birisinden bir sure getirin."] Bu durumda, bu

meydan okuma Kur'ân'ı getiren kişinin, eğitim görmemiş okumayazmasız

bir kişi oluşu, bu yüce ve değerli bilgileri, bu güzel ve

sağlam ifade tarzlarını hiçbir kimseden öğrenmemiş bir kişi olması

açısından ön plâna çıkıyor. Bu bakımdan ele aldığımız ifade, şu

ayet-i kerimeyle aynı mesajı içermektedir: "De ki: Eğer Allah dileseydi,

onu size okumazdım ve onu size hiç bildirmezdim. Ben ondan

önce aranızda bir ömür boyu kalmıştım, düşünmüyor musunuz?"

(Yûnus, 16) Elimize ulaşan bazı rivayetlerde, ayetin her iki şekilde

de tefsir edildiği görülmektedir.

 

Biliniz ki: Bu ve benzeri ayetler, Kur'ân-ı Kerim'de yer alan



Kevser ve Asr sureleri gibi en kısa surelerin de mucize niteliğinde

olduklarını ortaya koymaktadır. Kur'ân'ın mucizeliğini ifade eden

ayetlerdeki zamirin, söz konusu ayetlerin içinde yer aldıkları Bakara

ve Yûnus gibi surelere dönük olması ihtimali göz önünde bulundurularak

bir değerlendirme yapılırsa, bu, alışılagelmiş ifade

biçimlerine ters düşer. Çünkü Kur'ân'ın Allah'a iftira edilerek uydurulduğunu

ileri süren birisi, Kur'ân'ın tümünü göz önünde bulundurur,

bu iddiasında sureler arasında ayrım yapmaz.

 

Dolayısıyla, Bakara veya Yunus suresiyle ona meydan okumanın



bir anlamı yoktur. Çünkü bu durumda, "Eğer, söz gelimi Kevser

ve İhlâs sureleri hakkında kuşku içindeyseniz, o zaman siz de Yu-

 

Bakara Sûresi / 21-25 .......................................................... 117

 

nus suresi gibi bir sure getirin." gibi bir anlam ortaya çıkar. Bunun



da ne kadar yanlış bir anlam olduğunu herkes teslim eder.

 

MUCİZE VE MAHİYETİ



 

Biliniz ki: Kur'ân-ı Kerim'in bu ayette, meydan okuyucu bir ifade

tarzıyla kendini olağanüstü bir mucize olarak tanımlaması,

gerçekte iki iddiayı gündeme getirmektedir. Birisi, mucize ve olağanüstülüğün

varlığı; diğeri de, Kur'ân-ı Kerim'in mucize oluşu. Bilindiği

gibi, ikinci iddianın kesinlik kazanması aynı zamanda birinci

iddianın da kesinlik kazanması demektir. Kur'ân-ı Kerim de bu

çerçevede kendisinin mucize oluşuyla meydan okuyarak, bununla

yukarıda sözünü ettiğimiz her iki sonucu elde ediyor. Ancak bu

noktada henüz, doğada alışılagelene aykırı bir görünüm sergileyen

mucizenin nasıl gerçekleştiği açıklık kazanmış değildir. Doğanın

normal sistemi, olguların bilinen somut sebeplerine dayanmalarını

öngörür. Burada, nedensellik noktasında bir kuraldışlılığa ya

da nedensellik yasasının şaşması veya çelişmesine rastlanmaz.

Kur'ân-ı Kerim, mucizenin hakikatini açıklayarak bu konudaki

kuşkuları gidermektedir.

 

Kur'ân, konuya iki açıdan açıklık getirmektedir:



Birincisi; mucize vardır ve bunun örneklerinden biri de, meydan

okuma yoluyla hem mucizenin varlığını, hem de kendisinin

mucize olduğunu kanıtlayan Kur'ân-ı Kerim'dir.

İkincisi; mucizenin gerçek mahiyeti nedir? Doğada, onun olağan

sisteminin dışında ve onun bütünlüğüyle çelişen gelişmeler

nasıl meydana geliyor?

 

Kur'ân'ın Mucizeliği



 

Kur'ân-ı Kerim'in gerek Mekke ve gerekse Medine inişli birçok

ayette kendi mucizeliğiyle meydan okuduğundan kuşku yoktur.

Bütün bunlar gösteriyor ki, Kur'ân olağanüstü bir mucizedir. Hatta

söz konusu ayet-i kerime, ikinci ihtimaliyle de, Kur'ân'ın mucizeliğini

kanıtlamaktadır. Şu ayeti kastediyorum: "Eğer kulumuza indirdiğimizden



şüphedeyseniz, o zaman siz de onun gibi bir sure ge-

 

118 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

tirin." Yani, Peygamber (s.a.a) gibi birisinden onun getirdiğine

benzer bir sure getirin.

 

Burada, Peygamber gibi eğitim görmemiş, okuma-yazması



olmayan bir şahıstan onun getirdiğine benzer bir surenin getirilmesi

noktasında meydan okunarak, asıl Kur'ân'ın mucize olduğu

kanıtlanmaktadır, direkt ve dolaysız olarak Peygamberimizin peygamberliği

kanıtlanmamaktadır. Bunun delili, ayetin başındaki şu

ifadedir: "Eğer kulumuza indirdiğimizden şüphedeyseniz." Dikkat

edilirse, "Eğer kulumuzun peygamberliğinden şüphedeyseniz."

denmiyor.

 

Dolayısıyla, Kur'ân-ı Kerim'de yer alan bütün meydan okumalar,



Kur'ân'ın Allah katından gelen olağanüstü bir mucize olduğunu

kanıtlama amacına yöneliktir. Meydan okumaya ilişkin mesajlar

içeren ayetlerin bir kısmı genel ve bir kısmı da özel niteliklidir.

En genel nitelikli meydan okuma da şu ayet-i kerimede ifadesini

bulmaktadır: "De ki: Andolsun, eğer insanlar ve cinler şu

Kur'ân'ın bir benzerini getirmek üzere toplansalar, yine onun

benzerini getiremezler. Birbirlerine arka olsalar da." (İsrâ, 88) Bu

ayet, Mekke inişlidir ve içerdiği meydan okuyuşun genel nitelikli

olduğundan hiç kimse en ufak bir kuşku duymaz.

Şayet meydan okuma, sırf Kur'ân'ın ifadesinin belâgati, üslûbunun

güzelliği ile ilgili olsaydı, sadece belli kavme karşı, yani

cahiliye devrinin öz Arapları ile Arap dilinin (başka dillerle) karışıp

bozulmasından önceki İslâmiyet devrinin Araplarına karşı meydan

okunurdu. Oysa bu ayette bütün insanların ve cinlerin kulağı çınlatılmıştır.

Aynı şekilde, ifadenin belâgati ve fesahati dışında hakikî bilgiler,

üstün ahlâka ilişkin öğretiler, yasalar, hükümler, gayb âlemine

ilişkin haberler ve Kur'ân'ın indiği sıralar insanlığın henüz üzerindeki

perdeyi aralayamadığı nice bilgiler gibi Kur'ân-ı Kerim'in kapsadığı

niteliklerden herhangi birisiyle özellikle meydan okunmamıştır.

Dolayısıyla, her iki topluluğa da mutlak bir şekilde meydan

okunması, niteliksel açıdan üstünlük sağlanabilecek tüm hususlarla

ilgilidir.

 

Şu hâlde, Kur'ân belâgat ve fesahat açısından beliğ ve etkin



söz söyleyebilen insanlar için, hikmet açısından hekimler için, ilim

 

Bakara Sûresi / 21-25 ..................................................... 119

 

açısından âlimler için, sosyoloji açısından sosyologlar için, yasalar



açısından yasamacılar için, siyaset açısından siyasetçiler için, yönetim

açısından yöneticiler için bir ayet, bir mucize olduğu gibi,

tüm âlemler için de birlikte ulaşamadıkları, birlikte çözemedikleri

konular açısından -gayb âlemi ile ilgili bilgiler, yargıda, bilgide ve

ifadede görüş ayrılıklarının çözümü gibi- olağanüstü, erişilmez bir

mucizedir.

 

Buradan anlaşılıyor ki, Kur'ân, bütün yönlerden mucizelik niteliğine



sahip olduğunu ilân ediyor. O, insan ve cin türünün tüm bireyleri,

geneli ve özeli, bilgini ve cahili, erkeği ve kadını, üstün yetenekli

veya daha alt düzeydeki tüm söz anlayan akıl sahipleri açısından

bir mucizedir. Çünkü insan, öz yaratılışı itibariyle iyiliğin,

üstünlüğün bilincindedir; bu niteliklerin az veya çok oluşunu fark

eder.


 

Şu hâlde her insan, kendisinin veya aile efradının sahip bulunduk-

ları iyi ve üstün nitelikler üzerinde gözlemci bir yaklaşımla

düşünsün, sonra da algıladıklarını Kur'ân'ın içerdiği iyi ve üstün niteliklerle

karşılaştırsın, o zaman hak ve adaletle hükmetsin. Acaba

insan gücü, gerçeklik noktasında Kur'ân'ın içerdiği bilgilere

denk, kanıtlanmış ilâhî bilgiler ortaya koyabilir mi? Kur'ân'ın ortaya

koyduğu ahlâkî sistemin saflığına ve üstünlüğüne denk, gerçeklere

dayalı bir ahlâk sistemi ortaya koyabilir mi? Kur'ân-ı Kerim'in

getirdiğine benzer insanların bütün amellerini kapsayan eksiksiz

fıkhî hükümler koyabilir mi? Hem de tüm genişliğine rağmen

bu hükümler çelişkiye neden olacak herhangi bir ihtilâfın bulunmaması

şartıyla?! Bunun yanı sıra, her hükmünde ve elde ettiği

her sonuçta tevhit ruhunu ve takva olgusunu koruyabilir mi? Koyduğu

her hükmün temeline ve ayrıntısına temizliği, arılığı egemen

kılabilir mi? Bu olağanüstü özen ve bu akıllara durgunluk veren titizlik,

insanı hayran bırakan duyarlılık, okuma-yazması olmayan

bir insandan kaynaklanabilir mi? Üstelik, bu insanın içinde yaşadığı

toplumun tek ayrıcalığı haksız saldırı, talan etme, çalıp çırpma,

insanların mallarını zorla gasp etme, kız çocukları diri diri toprağa

gömme, yoksulluk korkusuyla çocukları öldürme, atalarla

övünme, annelerle evlenme, günahları normal sayma, bilgiyi yerme,

cehaletle belirginleşme olsa?! Ve sözde gayretkeşlik karakterine

sahip olmalarına rağmen tüm zorbaların karşısında onursuz-

 

120 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

ca ezilen, bir gün Yemenlilerin, bir gün Habeşlilerin, bir gün Romalıların



ve bir gün İranlıların egemenliği altında yaşamış olan bir

topluluk olsa, bu toplum?! Ki, Hicaz bölgesindeki cahiliye Araplarının

durumu bundan ibaretti.

 

Bir insan, tüm âlemler için yol göstericilik iddiasıyla bir kitap



ortaya koymaya yeltensin, sonra bu kitapta gayba ilişkin bilgilere,

geçmiş ve geleceğe dair haberlere, geçip giden veya ileride ortaya

çıkacak toplumların hayatına yer versin; bu kitapta bir değil, iki

değil, birçok kıssaya, olaylara, geleceğe ilişkin gaybî bilgilere değinsin

ve ama doğrudan hiç sapmasın; bu mümkün müdür?!

Sürekli bir dönüşüm ve tekâmül içinde olan maddî doğa âleminin

bir parçası olan insan, mümkün müdür ki, insanlık âleminin

her işine el atsın; dünyaya küçük-büyük, ince-kaba her konuda

bilgiler, ilimler, kanunlar, hikmetler, öğütler, örnekler ve kıssalar

sunsun ve fakat ömrünün sonuna kadar bütün bunların hiçbirinde

en ufak bir değişiklik getirmeye bile ihtiyaç duymasın?! Oysa usulüyle,

füruuyla bütün bun-lar, aşamalı bir süreçten geçmeye, değişik

aşamalarda değişik değerlendirmelere tâbi tutulmaya, çeşitli

deneyimlerden geçirilmeye mahkûm olan şeylerdir. Buna, bir de

hiçbir insanın düşünce ve eylem nok-tasında kemal ve eksiklik açısından

aynı yerde olamayacağı gerçeğini eklersek, Peygamberin

(s.a.a) ve getirdiği ebedî mesajın yüceliği çok daha iyi anlaşılacaktır.

Bu anlamlar üzerinde düşünebilecek aklı başında bir insan,

Kur'â-n-ı Kerim'in kapsadığı bu genel veya başka nitelikli meziyetlerin,

beşer gücünün üstünde ve doğal araçların ötesinde olduklarından

kuşku duymayacaktır. Şayet bunların üzerinde düşünülebilecek

kapasitede ol-masa bile, insana yaraşır çizgiden sapmayacak,

öz yaratılışından kaynaklanan duyarlılığı uyarınca, uzmanlık

alanına girmeyen, hakkında bilgi sahibi olmadığı hususları uzmanlarına

havale etmekten kaçınmayacaktır.

 

Denebilir ki: Meydan okumayı özel kapsamlılıktan çıkarıp genele



yöneltmenin ne yararı var? Çünkü kitleler, bir çağrı karşısında

çabuk heyecanlanırlar, ortaya konan her şeye koşabilecek karakterdedirler.

Nitekim Bab, Baha, Kadiyanî ve Müseyleme gibi ya-

 

Bakara Sûresi / 21-25 .......................................................... 121

 

lancıların getirdiklerini, deli saçmalarını ve hezeyanı andıran kanıtlarını



onaylayıp benimseyenler çoktur.

 

Buna vereceğim cevap şudur: Bütün insanlar ve bütün zamanlar



için mucize olabilmenin tek yolu, ilim ve bilgi türünden olmasıdır.

Burada, insanların anlayış kapasitelerinin zorunlu olarak farklılık

arzetmesi, yeteneklerinin aynı düzeyde olmaması sebebiyle

herkesin bu mucizeyi kavrayamayacağı sorunu ise, üstün anlayışa

ve isabetli bakış açısına sahip kişilerin onu iyice kavraması, ondan

daha alt düzeyde olan kimselerin de onlara başvurmasıyla çözümlenir.

Bu konuda insanın fıtrat ve içgüdüsü hâkim pozisyonundadır.

Bunu biraz daha açalım: İnsanın kavrama gücüyle algıladığı ve

anlayışının ulaştığı her şey, her zaman ve mekândaki her birey için

ay-nı kapsamlılığı ve genelliği ifade edemez. Ancak sözünü ettiğimiz

şey, ilim ve bilgi türünden bir şey olursa o zaman durum

değişir. Çünkü ilim ve bilginin dışında olağanüstü bir mucize olarak

değerlendirilen her şey, doğal bir varlıktır ya da somut bir olgudur

ve madde âleminin yasalarına boyun eğmeye mahkûm olup

zaman ve mekânla sınırlıdır. Şu hâlde, ancak bazı insanlar tarafından

gözlemlenebilir. Olasılığı bulunmayan bir varsayımla böyle

bir mucizenin tüm bireyler için genellik ifade ettiği farz edilse

dahi, ancak tüm mekânlar içinde, bir tek mekân için söz konusu

olabilir. Tüm mekânları kapsadığı da varsayılsa, tüm zamanları

kuşatması mümkün değildir.

 

Ancak Kur'ân öyle bir şey getirmiş ki, onunla tüm zamanlar ve



tüm mekânlardaki bireylere meydan okuyabilmektedir.

 

Kur'ân'ın Bilgiyle Meydan Okuması



 

Kur'ân-ı Kerim, özellikle bilgiyle meydan okur: "Sana bu kitabı,



her şeyi açıklayan olarak indirdik." (Nahl, 89) "Yaş ve kuru hiçbir

şey yoktur ki, apaçık bir kitapta olmasın." (En'âm, 59) Bu ve benzeri

ayetler, Kur'ân-ı Kerim'in içerdiği bilgilerle meydan okuyuşunun

örneklerini oluştururlar. Çünkü, Kur'ân'ın içerdiği küllî gerçekleri

ve "Peygamber size ne verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa



ondan sakının." (Haşr, 7), "...Allah'ın sana gösterdiği şekilde insanlar

arasında hükmedesin diye..." (Nisâ, 105) emirleri uyarınca bun-

 

122 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

ların Peygamberin açıklamalarına bırakılan cüz'î ayrıntılarını inceleyen



biri, İslâm'ın, en üstün ve en ince ilâhî-felsefî bilgiler, üstün

ahlâk, ibadetler, insanlar arası ilişkiler; siyaset, sosyoloji gibi insanı

ilgilendiren her meselede ayrıntılı bilgiler sunduğunu ve bunların

tümünü fıtrat temeline ve tevhit ilkesine dayandırdığını görecektir.

Öyle ki, ayrıntılı hükümler analiz sonucu tevhit ilkesine,

tevhit ilkesi ise bileşim sonucu ayrıntı niteliğindeki hükümlere dönüşür.

Yüce Allah, Kur'ân-ı Kerim'in, zamanın geçmesine ve koşulların

değişmesine rağmen her zaman kalıcığını ve insanların çıkarlarına

uygunluğunu koruduğunu belirtiyor: "O, üstün bir kitaptır.

Ne önünden, ne de ardından ona batıl gelmez. O, hüküm ve hikmet

sahibi, çok övülen Allah tarafından indirilmiştir." (Fussilet, 41-

42) "O zikri biz indirdik ve onun koruyucusu da elbette biziz." (Hicr,

9) Şu hâlde Kur'ân, neshin (yürürlükten kalkmanın) kendisine yol

bulmadığı, dönüşüm ve tekâmül yasasının hakkında işlemediği

kalıcı bir kitaptır.

 

Eğer denirse ki: Sosyal araştırmacılar ve kanun uzmanları günümüzde,



toplumların değişmesiyle birlikte yürürlükteki yasaların

da de-ğişmesinin, zamanın değişmesi ve uygarlığın gelişmesiyle

birlikte kanunların da değişip gelişmesinin zorunluluğunu ortaya

koymuşlardır.

 

Buna karşılık olarak derim ki: İleride bu konuya değineceğiz.



"İnsanlar tek bir ümmet idi..." (Bakara, 213) ayetini incelerken bu

husustaki kuşkuları gidereceğiz.

 

Özetleyecek olursak; Kur'ân-ı Kerim, yasamanın temeli olarak



insan fıtratından kaynaklanan tevhit ilkesini ve insan mizacının

vazgeçilmez gördüğü üstün ahlâkı öngörür. Yasama, evrensel bütünlük

ve varlık âlemi ile uyum içinde gelişme göstermelidir diye

ilân eder. Sözünü ettiğimiz araştırmacılar ise, görüşlerini toplumun

değişmesi esasına dayandırırken tevhidî bilgiler ve üstün ahlâk

gibi manevî değerleri göz ardı ederler. Dolayısıyla onların sözleri,

manevî değerlerden yoksun maddî toplumlar için geçerlidir. "Allah-

'ın sözü ise en yücedir."

 

Bakara Sûresi / 21-25 .......................................................... 123

 

Kendisine Kur'ân İnen Kişinin Şahsında Meydan Okuması



 

Kendisine ifade ve anlam olarak mucizelik niteliğine sahip

Kur'ân indirilen okuma-yazmasız Peygamberin kişiliği de bir meydan

okuma unsuru olarak ön plâna çıkarılmıştır. Bir öğretmenden

ders almamış olması, bir eğitimci tarafından yetiştirilmemiş olması

Kur'ân'ın mucizeliğine bir kanıt olarak ileri sürülüyor. "De ki:



Eğer Allah dileseydi, onu size okumazdım ve onu size hiç bildirmezdim.

Ben ondan önce aranızda bir ömür boyu kalmıştım,

düşünmüyor musunuz?" (Yûnus, 16)

 

Peygamber efendimiz (s.a.a) onlardan biri olarak aralarında



yaşıyordu, bir ayrıcalığı olmadığı gibi uzmanlaştığı bir bilim dalı da

yoktu. Öyle ki, kırk yaşına kadar ne şiir ve ne de nesir (düz yazı)

şeklinde bir eser ortaya koymamıştı. Kırk yaş ise, onun ömrünün

üçte ikisini oluşturuyor. O güne kadar, bu yönde bir çaba içine

girmediği gibi, bu tür bir ideale sahip olduğu da görülmemiştir.

Sonra ne oluyorsa, birden bire oluyor ve getirdiği mesaj karşısında

dahiler küçük dillerini yutuyor, edebiyat ustaları dut yemiş bülbüle

dönüyor. Ardından bu mesajı yeryüzünün dört bir yanına yayıyor ve

bir tek bilgin, bir tek erdemli kişi ve bir tek üstün zekâlı kimse,

karşısında söyleyecek bir şey bulamıyor.

 

Hakkında bütün söyleyebildikleri şundan ibarettir: Ticaret amacıyla



Şam'a gitmiş ve Kur'ân'da yer alan kıssaları oradaki papazlardan

öğrenmiştir.(!) Oysa Şam'a yaptığı seferlerde amcası

Ebu Talip'le beraber olmuş ve o zaman henüz ergenlik çağına ermemiştir.

Hz. Hatice'nin kölesi Meysere ile birlikte yaptığı seferde

ise, yirmi beş yaşındaydı ve yolculuk sırasında ne gece ve ne de

gündüz arkadaşlarından ayrılmamıştı. Ayrıldığı varsayılsa bile, bu

sırada hangi bilgileri öğrendi? Bu hikmetli bilgileri ve gerçekleri

nereden edindi? Fesahat ustalarının, karşısında küçük dillerini

yuttuğu ve dost-düşman herkesin büyüleyiciliğini onayladığı bu olağanüstü

ifade tarzını kimden öğrendi?

 

Bir iddia da şudur: Hz. Peygamber Mekke'de yaşayan bir Bizanslı



demircinin yanına gider, onunla sohbet ederdi. Bu adam kılıç

yapar ve bunları satarak geçimini sağlardı. Yüce Allah bu iddiayla

ilgili olarak şöyle buyuruyor: "Biz onların, 'Ona bir insan öğre-

 

124 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

tiyor.' dediklerini biliyoruz. Haktan saparak kendisine yöneldikleri

adamın dili yabancı, bu ise apaçık Arapça bir dildir." (Nahl, 103)

Bir iddia da, onun bazı bilgileri İranlı bir bilgin olan ve dinler ve

mezhepler hakkında geniş bilgilere sahip bulunan Selman-ı Farisî'den

öğrendiği şeklindedir. Oysa Hz. Selman Medine döneminde

ona inanmıştır. Kur'ân'ın büyük çoğunluğu ise Mekke'de inmiştir.

Kur'ân'ın Mekke'de inen kısmı, Medine'de inen kısmından daha

çok kıssa ve küllî bilgiler içermektedir. Şu hâlde Selman ve diğer

sahabîlerin inan-ması, ona ne tür katkılar sağlamıştır?

Kaldı ki, Eski Ahit ile Yeni Ahit (Tevrat ile İncil) ve onların içerdiklerin

olayları inceleyen biri, ardından Kur'ân'ın anlattığı peygamberler

kıssalarını ve geçmiş toplumların tarihini inceleyecek

olursa, görecektir ki, bu tarih o tarihten ve bu kıssa o kıssadan

farklıdır. Ahitlerde büyük yanlışlıklar, çarpıtmalar vardır. Bunlar,

Allah'ın peygamberlerine yönelik korkunç iddialar içermektedir.

Bu iddialar karşısında fıtrat tiksinti duyar, bu tür nitelikleri insanların

en iyilerine ve en akıllılarına yakıştırmaktan hayâ eder. Beri

tarafta ise Kur'ân, peygamberlerin pak ve masumluklarını ortaya

koyuyor. Eski ve Yeni Ahit'te gerçeğe ilişkin bir bilgi vermeyen, erdeme

ve ahlâka ilişkin ilkeler, öğütler içermeyen gereksiz bölümler

vardır. Kur'ân ise, kıssaların sadece insanlara bilimsel ve ahlâkî

olarak yarar sağlayan bölümlerine yer vermiş, geri kalan büyük

kısmına hiç değinmemiştir.

 

Kur'ân'ın Gaybe İlişkin Haberleriyle Meydan Okuması



 

Kur'ân-ı Kerim'in gayb âlemine ilişkin haberler vermek suretiyle

karşıtlarına meydan okuduğuna örnek oluşturan birçok ayet

vardır. Bu ayetlerin bir kısmı, geçmiş peygamberlerin ve onların

gönderildikleri toplumların yaşadıkları serüvenlerle ilgilidir: "Bunlar

sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Ne sen, ne de

kavmin, daha önce bunları bilmiyordunuz." (Hûd, 49) Yüce Allah

Yusuf Peygamberin kıssasını anlattıktan sonra da şöyle buyuruyor:



"Bu, sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Onlar kararlarını

verip hile yaparlarken sen yanlarında değildin." (Yûsuf, 102)

Meryem kıssası ile ilgili olarak da şöyle buyuruyor: "Bunlar



gayb haberlerindendir; bunları sana vahyediyoruz. Onlardan han-

 


Yüklə 6,68 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   ...   48




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin