Bakara Sûresi / 142-151 ................................................
142- İnsanlardan bazı beyinsizler, "Onları üzerinde bulundukları
kıbleden çeviren nedir? diyecekler. De ki: "Doğu da, batı da Allah'ındır.
O, dilediğini doğru yola iletir."
143- Böylece sizi orta bir ümmet yaptık ki, insanlara şahit olasınız,
Peygamber de size şahit olsun. Biz, Peygambere uyanı, ökçesi
üzerinde geriye dönenden ayıralım diye, senin önceden üzerinde
bulunduğun yönü kıble yapmıştık. Bu, Allah'ın hidayet ettiği
kimseden başkasına elbette ağır gelir. Allah sizin imanınızı zayi
edecek değildir. Şüphesiz Allah, insanlara şefkatli, merhametlidir.
144- Biz senin yüzünün göğe doğru çevrilip durduğunu görüyoruz.
Elbette seni, hoşlanacağın bir kıbleye döndüreceğiz. Artık yüzünü
Mescid-i Haram tarafına çevir. Nerede olursanız, yüzünüzü o
yöne çevirin. Kitap verilenler, bunun Rableri tarafından bir gerçek
olduğunu bilirler. Allah onların yaptıklarından habersiz değildir.
145- Andolsun ki, sen kitap verilenlere her türlü ayeti getirsen,
yine onlar senin kıblene uymazlar. Sen de onların kıblesine uyacak
değilsin. Onlar da birbirlerinin kıblesine uymazlar. Sana gelen
ilimden sonra onların heva ve heveslerine uyarsan, o takdirde sen,
mutlaka zalimlerden olursun.
146- Kendilerine kitap verdiklerimiz onu, oğullarını tanıdıkları
gibi tanırlar. Ama onlardan bir grup bile bile hakkı gizler.
488 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
147- Gerçek, Rabbinden gelendir; artık kuşkulananlardan olma.
148- Herkesin yöneldiği bir yönü vardır. O hâlde hayır işlerde
yarışın. Nerede olursanız olun, Allah hepinizi bir araya getirir. Allah
hiç şüphesiz her şeye kadirdir.
149- Nereden çıkarsan, yüzünü Mescid-i Haram'a doğru çevir.
Bu, elbette Rabbinden gelen gerçektir; Allah yaptıklarınızdan habersiz
değildir.
150- Nereden çıkarsan yüzünü Mescid-i Haram'a doğru çevir;
nerede olursanız, yüzünüzü o yana çevirin ki, insanların aleyhinizde
bir delili olmasın. -Yalnız haksızlık edenler başka. O hâlde onlardan
korkmayın, benden korkun.- Ve size olan nimetimi tamamlayayım
ve (bu sayede) belki hidayete eresiniz.
151- Nitekim kendi içinizden size ayetlerimizi okuyacak, sizi
arındıracak, size kitap ve hikmeti öğretecek ve size bilemeyeceğiniz
şeyleri öğretecek bir elçi gönderdik.
AYETLERİN AÇIKLAMASI
Ayetler üzerinde düşünüldüğü zaman, belli bir sıralama içinde,
birbirleriyle uyumlu olarak bir bütünlük oluşturdukları ve bir düzene
tâbi oldukları görülecektir. Bu ayetler de Kâbe'nin Müslümanlar
için kıble olarak öngörüldüğü haber veriliyor. Dolayısıyla bu ayetlerde
ileri ve geri olma şeklinde yer değişikliği olduğu yahut
nasih ve mensuh olduklarını söyleyenlere aldırış edilmemesi gerekiyor.
Nitekim bu tür şeyler söylediklerine ilişkin rivayetler de
yok değildir. Ancak Kur'ân ayetlerinin zahirî anlamlarıyla açıkça
çelişen rivayetlere değer verilmez.
"İnsanlardan bazı beyinsizler, 'Onları, üzerinde bulundukları kıbleden
çeviren nedir?' diyecekler." Bu ifade, yüce Allah'ın Kâbe'nin kıble
edinilmesine ilişkin olarak az sonra vereceği emre yönelik ikinci
bir hazırlık niteliğindedir. Bununla ayrıca insanlar arasındaki beyinsizlerin
(ki bunlar, kıbleleri olan Beyt'ül-Mukaddes konusunda
son derece tutucu bir tavır içinde olan Yahudilerle, tartışılabilecek
niteliğe sahip her yeni şeye karşı çıkmayı ilke edinmiş Arap müşrikleridir)
ortaya atabilecekleri itirazlara da cevap veriliyor. Bu
Bakara Sûresi / 142-151 ................................ 489
amaçla, önce Hz. İbrahim'in hayatından bir kesit sunuluyor: Onun
ve oğlunun Allah katındaki saygın konumlarına, Kâbe'ye, Mekke
kentine, bu kentten gönderilecek peygambere ve Müslüman ümmete
ilişkin duâlarına, ardından Kâbe'yi yapmaya başlamalarına
ve onu ibadete ha-zır hâle getirmek amacı ile Allah tarafından
kendilerine Kâbe'yi temizleme emrinin yöneltilmesine değiniliyor.
Bilindiği gibi, namaz esnasında kıble olarak Kudüs'teki
Beyt'ül-Mukaddes yerine Mekke'deki Kâbe'ye dönmek, Peygamberimizin
(s.a.a) Medine'ye hicret edip İslâm'ın prensiplerini yerleştirmeye,
mesajını yaymaya, gerçeklerini kökleştirmeye başlamasından
sonra insanların karşılaştıkları en büyük dinî olaydır, en
önemli şer'î uygulamadır.
Bu yasama karşısında ne Yahudiler ve ne de diğer kâfirler
susmayacaklardı, rahat durmayacaklardı. Çünkü, bu uygulamanın
onların biricik dinsel övünçlerini bir çırpıda yerle bir ettiğini görüyorlardı.
Bu kıble meselesiydi, başkaları onları izliyordu, bu dinsel
şiar noktasında tüm insanlardan daha ileri bir konumdaydılar. Oysa
Müslümanlar onlardan ileriye geçmişlerdi. Çünkü artık kulluk
kastı taşıyan davranışlarında, dinsel törenlerinde hep birlikte yüzlerini
aynı noktaya çeviriyorlardı. Bu durum, onları görünüşte yöneliş
ayrılıklarından, geri plânda ise farklı amaçlara, farklı mesajlara
bağlanmaktan kurtarıyordu.
Kâbe'ye yönelmek Müslümanların kalpleri üzerinde abdest ve
dua gibi uygulamalardan daha şiddetli ve daha kapsamlı bir etki
bırakıyordu. Yahudiler ve müşrikler bu etkinliğin farkındaydılar.
Özellikle Yahudiler, Kur'ân-ı Kerim'de onlara ilişkin olarak yer alan
kıssalardan da anlaşıldığı gibi, sadece doğanın görünen ve algılanan
kısmına bakarlardı, bunun ötesindeki olguların bir gerçekliklerinin
olduğuna inanmazlardı. Bu yüzden yüce Allah'ın manevî bir
hükmü ile karşılaştıkları zaman bunu hiç itirazsız kabul ederlerdi.
Ama Rablerinin somut bir emri ile karşılaştıkları zaman, savaş,
hicret, secde ve söze uyma gibi bir yükümlülük verildiği zaman
bunu reddederlerdi; şiddetle karşı çıkarlardı.
Kısacası, yüce Allah bu ayetlerde, sözü edilen toplulukların
yöneltecekleri itirazları Peygamberlerine bildiriyor ve onlara ne
şekilde cevap vereceğini, onları nasıl susturacağını öğretiyor.
490 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
Kıble değişikliğine karşı çıkanların gerekçelerine gelince; yüce
Allah'ın geçmiş peygamberler için kıble olarak öngördüğü Beyt'ül-
Mukaddes yerine aslında böyle bir onura sahip olmayan Kâbe'ye
yönelmenin sebebi nedir? Eğer bu değişiklik Allah'ın emrinden dolayı
ise, Beyt'ül-Mukaddes'i kıble yapan Allah'tır. Allah kendi koyduğu
hükümle çelişir mi? Önceden koyduğu bir hükmü sonradan
yürürlükten kaldırır mı? Yahudiler dinde nesh olayını kabul etmezler.
(Nesh ile ilgili ayeti ele alırken, neshe karşı çıkanların görüşlerine
değindik.) Eğer bu değişiklik Allah'ın emri doğrultusunda
gerçekleşmiyorsa, bu, doğru yoldan sapmadır; hidayetten ayrılıp
sapıklığa dalmadır. Yüce Allah ayet-i kerimelerde onların itirazlarını
bu şekilde sunmamakla birlikte, onlara verdiği cevaptan bu itirazları
çıkarmak mümkündür.
Cevap şudur: Kâbe gibi bir evin ya da Beyt'ül-Mukaddes gibi
herhangi bir binanın ya da onların duvarlarında yer alan bir taşın
kıble olarak öngörülmüş olması, o yapının ya da cismin özünden
kaynaklanan bir gereklilik değildir ki, buna uymamak ya da gerekliliğini
çiğnememek mümkün olmasın. Dolayısıyla Beyt'ül-
Mukaddes'in kıble oluşu değişmez ve değiştirilmez bir hüküm olarak
algılansın. Aksine hiçbir cisim, hiçbir bina ve insanın yönelebileceği
hiçbir yön kendiliğinden bir hükmün konulmasına yol açmaz,
bir kuralın yasalaşmasını gerektirmez. Her şey ve her yön Allah'a
aittir. Allah onlarla ilgili olarak dilediği şekilde ve dilediği
zaman, dilediği hükmü verir. Yüce Allah'ın koyduğu bir hüküm de,
onların bireysel ve toplumsal olarak ulaşmalarını dilediği bir hususu
gösterme amacına yöneliktir. Allah doğruyu göstermek için
hükmeder, gösterdiği de kesinlikle insanlığı, yararına olan şeye
götüren dosdoğru yoldur.
"İnsanlardan bazı beyinsizler." Bununla yüce Allah Yahudileri ve
Arap müşriklerini kastediyor. Bu yüzden onları "insanlar" şeklinde
genel bir kavramla nitelendiriyor. Beyinsizler olarak adlandırılmaları
ise, fıtratlarının dejenere olmasından, hüküm koyma meselesin-
de çarpık bir bakış açısına sahip olmalarından kaynaklanıyor.
İfadenin orijinalinde geçen "sufehâ" kelimesinin kökü olan
"sefahet", akıl tutarsızlığı ve görüş dengesizliği demektir.
Bakara Sûresi / 142-151 ................................ 491
"Onları... çeviren nedir?" ifadesinin orijinalinde geçen "vellâ" fiilinin
mastarı olan "tevliye", bir şeyi veya yeri tam önüne almak
demektir. Yöneliş gibi. Yüce Allah buyuruyor ki: "Elbette seni,
hoşlanacağın bir kıbleye döndüreceğiz." [Bu kelime "an" edatı ile
kullanıldığında, bir şeyden döndürmek anlamına gelir.] Bir şeyden
döndürmek ise, ondan yüz çevirmek demektir. Sırt çevirmek
gibi. İfadenin anlamı şöyle olur bu durumda: Onları ya da yüzlerini
daha önce üzerinde bulundukları kıbleden döndüren nedir?" Bundan
maksat, Peygamber efendimizin ve Müslümanların Mekke
döneminde ve Medine döneminin başlarında yönelip namaz kıldıkları
Kudüs kentindeki Beyt'ül-Mukaddes'tir. Yahudiler Kudüs'e
yönelip namaz kılma hususunda Müslümanlara oranla bir önceliğe
sahip olmalarına rağmen kıb-lenin Müslümanlara izafe edilmesi,
şaşkınlığın daha etkili olmasını ve itirazın haklılığının belirginleşmesini
sağlamaya yönelik bir ifade tarzıdır. "Peygamberi ve
Müslümanları" yerine, "onları... kıbleden çeviren nedir?" ifadesinin
kullanılmış olması da aynı amaca yöneliktir. Eğer "Peygamberi ve
Müslümanları Yahudilerin kıblesinden döndüren nedir?" şeklinde
bir ifade kullanılsaydı, durumu şaşkınlıkla karşılamanın bir gerekçesi
olmayacaktı. Bu itirazın cevabı ise, en az dikkate sahip dinleyici
açısından bile açık ve belirgin olurdu.
"De ki: Doğu da, batı da Allah'ındır." Bütün yönler arasında bu ikisi
ile yetiniliyor. Çünkü, öteki asıl ve ayrıntı niteliğindeki yönleri,
yani kuzey ve güney yönlerini de belirleyen bu iki yöndür. Dört asıl
yönlerden her iki yön arasında yer alan diğer yönler de bunlara
bağlıdır. Doğu ve batı nitelendirmesi görecelidir. Bunlar güneşin ya
da yıldızların doğuşu ve batışı ile belirlenirler. Bu iki yön, gerçek
kuzey ve güney yönlerini gösteren iki hayalî nokta dışındaki yeryüzünün
her tarafını kapsarlar. Tüm yönler yerine doğu ve batı yönlerinin
söz konusu edilmesinin geri plânındaki gerekçe bu olsa gerektir.
"O, dilediğini doğru yola iletir." İfadenin orijinalinde geçen "sırat"
kelimesinin başına "el" takısı getirilmeden belirsiz olarak kullanılmasının
nedeni, "sırat" kavramının işaret ettiği gerçeğin, toplumların
hidayete, kemale ve saadete yönelik yatkınlıklarının değişiklik
göstermesi oranında değişebilmesidir.
492 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
"Böylece sizi orta bir ümmet yaptık ki, insanlara şahit olasınız, Peygamber
de size şahit olsun." Şu demek isteniyor: Sizi doğru yola iletmek
için kıblenizi değiştireceğimiz gibi, sizi orta bir ümmet yaptık.
Bazılarına göre anlatılmak istenen şudur: Şu ilginç ve hayret
uyandırıcı kıble değişikliğinde olduğu gibi, sizi hayret uyandırıcı bir
şekilde orta bir ümmet yaptık. (Ama bu görüşün zaafı açıktır).
Müslümanların insanlar üzerinde şahitlik görevini yerine getiren
orta bir ümmet oluşları ile vurgulanmak istenen anlama gelince;
bilindiği gibi "orta" demek olan "vasat" iki tarafın ortası anlamında
kullanılmıştır. Yani ne o tarafta, ne bu tarafta. Bu ümmet
de tüm insanlık açısından (Ehlikitap ve müşrikler) böyle bir konumdadır.
Çünkü insanların bir kısmı -ki bunlar müşrikler ve putperestlerdir-
sırf bedeni güçlendirmek amacına yönelik olarak, sadece
dünya hayatını isterler, dünyadan tam zevk almak, dünyanın
çekici süslerinden yeterince yararlanmak düşüncesindedirler. Ölümden
sonra tekrar dirilip sorguya çekileceklerine ihtimal vermezler.
Manevî, soyut hiçbir fazilete değer vermezler. Bazı insanlarsa
-Hıristiyanlar örneğin- sırf insanın ruhî yönünü güçlendirme
amacına yönelik olarak, ruhbanlığa ve insanın yaratılmış olduğu
gayeye ulaşmada bir aracı olması için Allah'ın şu maddî dünyanın
yaratıklarında ortaya çıkardığı cismî mükemmellikleri bir kenara
bırakmaya çağırırlar.
Dolayısıyla bu ruhçular (ya da ruhbanlar), sebebi ortadan kaldırmak
suretiyle sonucun bertaraf edilmesine neden oluyorlar. Cisimciler
ise sırf sebebe takılıp kalarak sonucu zayi ediyorlar. Fakat
yüce Allah bu ümmeti orta bir ümmet yapmıştır. Dinleri, onları
normal bir yola, iki aşırı uç arasındaki orta bir çizgiye; ne o tarafa
ne de bu tarafa eğilim göstermemeye yöneltir. Bu din, insanın iki
yönünü -hem ruhu ve hem de bedeni- ona yakışan bir şekilde besler
ve de güçlendirir; insanı her iki faziletten de yararlanmaya teşvik
eder. Çünkü insan ruh ve bedenden oluşan bir varlıktır, ne sadece
ruhtan ibarettir, ne de sadece bedendir. Mutlu bir hayat sürdürebilmek
için hem maddî, hem de manevî açıdan tatmin olması
bir zorunluluktur. Bu bakımdan İslâm ümmeti, adalet ölçeği ve bir
orta ümmettir. Her iki aşırı ucun konumu bu ölçeğe göre değerlendirilir.
O, her iki uçta yer alan insanlar üzerinde şahit pozisyonundadır.
Bu ümmet içinde en ideal örnek konumunda olan Hz.
Bakara Sûresi / 142-151 ................................ 493
Peygamber de bu ümmet üzerinde şahittir. Ümmette yer alan tüm
bireylerin söz ve davranışlarının teker teker değerlendirildiği adalet
ölçeği odur. Ümmet de insanlığın durumunu ölçüp değerlendiren
bir kriterdir. Her iki aşırı ucun başvuru merciidir.
Bazı tefsir bilginlerinin ayete ilişkin yorumları budur. Hiç kuşkusuz
bu, özünde doğru ve titiz bir incelemenin, duyarlı bir yaklaşımın
ürünü bir yorumdur. Ne var ki, bu yorum ayetin lafzı ile
uyuşmuyor. Çünkü ümmetin orta oluşu, ancak her iki tarafın başvuru
mercii oluşunu, her iki tarafın söz ve davranışlarının ölçüldüğü
ölçek oluşunu gerçekleştirir; her iki tarafa şahitlik edişini ya da
her iki tarafı müşahede ettiğini ispatlamaz. Bu anlamda bir "orta"
oluş ile şahitlik birbirleriyle uyuşmazlar. Ayrıca bu durumda
Resulullah (s.a.a) efendimizin ümmet üzerinde şahitlik pozisyonunda
oluşuna değinmenin bir değeri kalmaz. Çünkü, Resulullah
efendimizin (s.a.a) ümmet üzerinde şahit oluşu, gayenin gaye sahibinden
sonra gelişi ya da müsebbebin sebebi izlemesi gibi,
ümmetin orta bir ümmet oluşunun sonucu değildir.
Ne var ki, ayet-i kerimede sözü edilen bu şahitlik, Kur'ân'da
sıkça tekrarlanan bir gerçeğe işarettir. Bu ifadenin kullanıldığı yerlerde,
yönelik olduğu gerçek son derece belirgindir. Nitekim ulu Allah
şöyle buyuruyor: "Her bir ümmetten şahit getirdiğimiz, seni de
bunlara şahit olarak getirdiğimiz zaman hâlleri nice olacak?" (Nisâ,
41) "Her ümmetten bir şahit getirdiğimiz gün, artık ne inkâr
edenlere izin verilir, ne de özür dilemeleri istenir." (Nahl, 84) "Kitap
kondu, peygamberler ve şahitler getirildi." (Zümer, 69)
Bu ayetlerdeki şahitlik mutlaktır. Tüm ayetlerin zahirî ifadeleri
bu kavramın, ümmetlerin amelleri üzerinde şahitlik etme anlamında
kullanıldığını göstermektedir.
Yine bununla peygamberlerin dini tebliğ edişleri de kastedilmiştir.
Nitekim şu ayet-i kerimede bu anlama yönelik bir işaret
vardır: "Kendilerine elçi gönderilmiş olanlara soracağız ve elbette
gönderilen elçilere de soracağız." (A'râf, 6) Bu şahitlik her ne kadar
ahirette gerçekleşecekse, yüce Allah'ın Hz. İsa'nın sözleri olarak
aktardığı şu ayet-i kerimede de vurgulandığı gibi, bu nitelik dünya
hayatında kazanılır: "Aralarında olduğum sürece üzerlerinde gözetleyici
oldum; fakat beni tam olarak onların içinden alınca, on-
494 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
ların (amellerinin) tek koruyucusu sen oldun ve sen her şeyin şahidisin."
(Mâide, 117) "Kıyamet günü de o (İsa), onlara şahit olacaktır."
(Nisâ, 159)
Bilindiği gibi sahip bulunduğumuz normal duyular ve bunlardan
kaynaklanan gücümüz, sadece fiillerin ve amellerin şekillerini
algılayacak durumdadır. Bu algılama da ancak duyu açısından varolan,
hissedilen bir şey için söz konusu olabilir, yok olan ya da görünmeyen
şeyler için değil. Küfür, iman, kurtuluş, hüsran, kısacası
duyularca algılanamayan ama insanın özünde gizli bulunan amellerin
gerçekliklerine ve ruhsal anlamlara gelince; bunlar, kalplerin
kazanımlarıdırlar. Tüm sırların ortaya döküldüğü gün, yüce Allah
insanları bunları esas olarak sorguya çeker. Nitekim ulu Allah şöyle
buyuruyor: "Kalplerinizin kazandıklarından dolayı sorumlu tutar."
(Bakara, 225)
Bunları teker teker belirlemek, bilgice kuşatmak, göz önünde
bulunmayanları bir yana, hazırda bulunanlar arasından belirlemek
insanın gücü dahilinde değildir. Yüce Allah'ın yetki tanıdığı ve bunları
gözlerinin önüne serdiği kişi başka. Bu sonucu şu ayet-i kerimeden
çıkarmak mümkündür: "Ondan başka yalvardıkları şeyler,
şefaat yetkisine sahip değillerdir. Ancak bilerek hakka şahitlik
edenler bunun dışındadır." (Zuhruf, 86) Bu ayete göre Hz. İsa (a.s)
kesinlikle bu istisnanın kapsamındadır. Yüce Allah onun şahitlerden
olduğuna şahitlik etmiştir. Yukarıda yer verdiğimiz iki ayette
bunu gördük. Öyleyse Hz. İsa (a.s) hakkın şahididir ve hakikati bilir.
Kısacası bu ayet-i kerimede kastedilen şahitlik, ümmetin hem
cismanî, hem de ruhanî mükemmelliği kapsayan bir din üzere
olması değildir. Çünkü bu durum, şahitlik kavramını anlatmamakla
birlikte ayetlerin açık anlamlarına da ters düşmektedir. Tam
tersine, şahitlik kavramı ile kastedilen; dünya hayatında insanların
mutluluk, bedbahtlık, ret, kabul, bağlanmak, karşı çıkmak gibi
amellerini algılayıp bunu yüce Allah'ın insanın organları dahil her
şahitten şahitlik yapmasını isteyeceği gün beyan etmek ve eksiksiz
anlatmaktır. "O gün Peygamber der ki: Ya Rabbi, kavmim, bu
Kur'ân'ı terkedilmiş bıraktılar." (Furkan, 30)
Bilindiği gibi bu üstün nitelik tüm ümmete bahşedilmiş değildir.
Şu hâlde bu, sadece ümmet içinde yer alan tertemiz velilere
Bakara Sûresi / 142-151 ................................ 495
özgü bir keramettir. Onların dışındaki saadet açısından vasat bir
konumda olanlar ve iman noktasında orta bir çizgide bulunanlar,
bu tür bir fazilete sahip değildirler. Kaldı ki ümmet içinde yer alan
taş yürekli, imandan yoksun zorbalar ve Firavun kimlikli zalimler
hiç sahip değildirler. Yüce Allah'ın, "Kim Allah'a ve Resule itaat
ederse, işte onlar, Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberler,
sıddıklar (gerçekler, dosdoğru kullar), şahitler ve salihlerle
birlikte olur ve onlar ne de güzel arkadaştır." (Nisâ, 69) ayetini incelediğimizde
görülüyor ki, şahitlerin (yani amellere şahitlik edenlerin)
en azından Allah'ın velâyeti altında, onun bahşettiği nimetler
arasında, dosdoğru yol ehli olmaları gerekir. "Kendilerine nimet
verdiklerinin yoluna." (Fâtiha, 7) ayetini incelerken buna genel nitelikli
bir değinmede bulunmuştuk.
Şu hâlde ümmetin şahit olmasından maksat, şahitlik misyonunu
üstlenenlerin onların arasında yer aldıklarıdır. Nitekim
İsrailoğullarının da âlemlerden üstün olarak nitelendirilmeleri, bu
niteliğe sahip kimselerin onların arasında yer alıyor olmalarından
dolayıydı. Yani İsrailoğullarının her bireyi bu özellikte, bu misyona
sahip değildi. Tersine bu belli bir grubun niteliğiydi; ama genele
mal edilmiştir. Çünkü onlar da bu genelin bir parçasıydılar. Şu
hâlde ümmetin şahitliği, aralarında insanlığa şahitlik edecek kimselerin
yer aldığı anlamındadır, Peygamber de onlara şahitlik edecektir.
Şayet dense ki: "Allah'a ve Resulüne inananlar, işte Rableri
yanında onlar, sıddîkler ve şahitlerdir." (Hadîd, 19) ayeti bütün
müminlerin şahitler (şüheda) olduklarını gösteriyor.
Buna karşılık olarak vereceğimiz cevap şudur: "Rableri yanında"
ifadesi, yüce Allah'ın onları kıyamet günü "şüheda" grubuna
katacağını; onların bu dünyada böyle bir statüye kavuşamayacaklarını
gösteriyor. Bunun bir örneği de şu ayet-i kerimedir: "Onlar ki
inandılar. Zürriyetleri de imanda kendilerine uydu; zürriyetlerini
de kendilerine katmışızdır." (Tûr, 21) Kaldı ki ele almakta olduğumuz
ayet-i kerimedeki "şüheda" kavramı genel niteliklidir ve her
milletten müminleri kapsamaktadır. Yani sırf bu ümmete özgü bir
496 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
durum değildir. Dolayısıyla onu tüm ümmete ilişkin bir nitelik olarak
değerlendiren kimse açısından bir kanıt oluşturmaz.1
Şayet dense ki: Bu anlamda İslâm ümmetinin "orta" bir ümmet
kılınması, beraberinde tüm ümmetin ya da ümmet içinde bazı
kimselerin ameller üzerinde "şüheda/şahitler" kılınmasını, Peygamberin
de bu "şahitler" üzerinde şahit olmasını gerektirmez.
Dolayısıyla yukarıdaki öncüllerle sonuçlar arasında birbirini
tutmazlık söz konusu olduğu gibi burada da aynı uyuşmazlık geçerlidir.
Buna vereceğimiz cevap şudur: Ayet-i kerimede "şehadet"
kavramının İslâm ümmetinin "vasat" bir ümmet kılınışının bir sonucu
olarak ön plâna çıkarıldığı, son derece belirgindir. Şu hâlde
ümmet için öngörülen "vasatlık" niteliğinden şahitlerin şahitliğini
gerektiren bir anlam kastedildiği bir zorunluluktur. Nitekim yüce
Allah şöyle buyuruyor: "Ey inananlar, rüku edin, secde edin,
Rabbinize ibadet edin, hayır işleyin ki, kurtuluşa eresiniz. Allah
uğrunda, ona yaraşır şekilde cihat edin. O, sizi seçti ve dinde size
bir güçlük yüklemedi. Babanız İbrahim'in dini, O bundan önce de,
bunda da, size "Müslümanlar" adını verdi ki, peygamber size şahit
olsun, siz de insanlara şahit olasınız. Şu hâlde namazı kılın,
zekâtı verin ve Allah'a sarılın; mev-lânız O'dur. Ne güzel mevlâ ve
ne güzel yardımcıdır O." (Hacc, 77-78)
Yüce Allah Resulullah'ın, onlar üzerinde şahit olmasını, onların
da tüm insanlara şahitler olmalarını, seçilmiş olmanın ve sizin için
dinden her türlü güçlüğün giderilmiş olmasının bir sonucu olduğunu
belirtmiştir. Sonra yüce Allah dini şu şekilde tanımlıyor: "Babanız
İbrahim'in dini o, bundan önce size 'Müslümanlar' adını verdi.
Bir zamanki O (İbrahim) sizin için Rabbine, bizim neslimizden de
sana teslim olmuş bir ümmet çıkar." şeklinde dua etmişti. Allah
da onun duasını kabul etmiş ve sizi "Müslüman" yapmıştı. Siz isyan
etmeksizin, savsaklamaksızın hüküm ve emir yetkisini O'na
verirsiniz. Bu yüzden O, dinde sizin için olabilecek her türlü zorluğu
---------
1- [Yani, bu ayet-i kerimeyi yukarıdaki şekilde tefsir edenler, onu yalnızca İslâm
ümmetine tahsis ediyorlar; oysa ayette ifade edilen geneldir ve bütün ümmetlerin
müminlerini içermektedir. Bundan da İslâm ümmetine özgü bir sıfat istifade edilemez.]
Dostları ilə paylaş: |