Emperyalizme Faşizme Karşı



Yüklə 487,39 Kb.
səhifə8/9
tarix29.07.2018
ölçüsü487,39 Kb.
#62090
növüYazı
1   2   3   4   5   6   7   8   9

POLİSİN YENİ ROLÜ
POLİSİN YENİ ROLÜ

Emperyalist-kapitalist dünya sisteminin, yeni gereksinimlerine bağlı olarak devletler ve rejimler yeniden yapılanıyor. Sömürge devletleri emekçi sınıflara ve ezilen halklara karşı bir yağma ve talan örgütü haline dönüştürülüyor. Devlet işgal devleti, rejim topyekün savaş rejimi haline getiriliyor. Ülkemizde savaş rejimi olarak şekillenen sömürge tipi faşizm devletin işleyiş ve misyonlarını değiştirirken, bütün kurum ve kurallarını yeniden düzenlemektedir. Özel baskı kurumlarını iktidarın demokratik kurumlarının merkezine yerleştirilerek, daha önceki ordu-parlamento ya da darbe-demokrasi ekseni yeniden düzenlenmekte, darbeler ve darbeci inisiyatifler demokratik düzenin "olağan" bir parçası haline getirilmektedir. Bu zemin üzerinde oluşturulan provokasyon ortamı içinde parça parça gerçekleştirilen sivil darbeler devleti bir savaş aracı olarak olgunlaştırırken, rejimi de bir savaş rejimine büründürmektedir.

Yeniden yapılanma döneminde rejime ana rengini veren terör ve baskı politikalarının somutlandığı kurumlar yeni ihtiyaca göre değişmektedir. Polis, bu kurumlardan biridir. Üstelik; polis, savaş rejiminde kurucu bir işlev taşımaktadır. Rejim, polis aracılığıyla, şiddetin çok özel, çok gelişmiş, çok yaygın, çok yasal ve çok fiili bir biçimini geliştirmektedir.

Ülkemizde şiddetin, savaş rejiminin örgütlenmesinde ve sürekliliğin sağlanmasında birbirini besleyen iki temel gerçeklik vardır. İlki, fiili şiddet, ikincisi ise, polisin özel işlevi nedeniyle polise ve polisiye şiddete daha rahat bir alan açan, bu şiddeti hukuksal bakımdan meşrulaştıran yasal şiddet.



Yasal şiddet

Yasal şiddet alanında son yılların en önemli köşe taşları "Terörle Mücadele Yasası (TMY)" ve "Ceza Muhakemeleri Usul Kanunu (CMUK)" olmuştur. TMY bireysel ve toplumsal yaşama yerleşen terör kavramını yasallaştırmıştır. Daha önceden "siyasi suç" olarak tarif edilen suçları terör kalıbına sığdıran TMY, siyasi eylemi "yasaklanmış terör eylemi" haline getirmiştir. Böylece, demokratik kurum ve kuruluşlar aracılığıyla kendi siyasal, sosyal, ekonomik ya da kültürel inançları doğrultusunda iktidarı etkilemeyi ve değiştirmeyi amaçlayan toplumsal muhalefet terörist sayılmıştır. Yasada, terör suçu, tüm kitle örgütleri ve demokratik mücadele veren bireylere dönük bir tehdit aracı biçimini almıştır. Ülkede sürekli baskı politikaları ile halk sindirilmiş, pasifize edilmiştir. Ayrıca bu yasayla polisiye şiddetin hedef kitlesi genişletilmiştir. Bu ülkede yaşayan herkes her an terör suçlusu ilan edilebilir ve terörist ilan edilen herkes gibi her an polis şiddetine maruz kalabilir. Bunun için, solcu, sendikacı, muhalif olunması gerekmez; bu ülke topraklarında yaşamak yeterlidir.

Yine bu yasayla "devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü" hedef alan her türlü yazılı sözlü propaganda, gösteri, yürüyüş; terör suçu sayılarak, muhalefetin kendini var edeceği meşru alanlar suç kapsamına alınmış, düşünce ve örgütlenme özgürlüğüne darbe indirilmiştir.

"Örgütlenme suçu"nu belirsiz sınırlarla tanımlayan yasa dilediği herkesi örgüt suçlusu olarak gösterebilir biçimde hazırlanmıştır. Örgütten söz edebilmek için gerekli hiyerarşi, çalışma tarzı, insan sayısı, malzemesi ve örgütün amacı gözden uzak tutulmuş, toplumsal bir sorun üzerinden yan yana gelen iki kişi örgüt üyesi sayılmış, ülke sorunlarına duyarlı olmak suç kabul edilmiştir. 'Terör örgütü"ne mensup olmasa da örgüte yardım edenler de terör suçlusu sayılarak örgüt mensupları gibi cezalandırılmaktadır. Cezalandırılacak birey sayısını genişleten yasa, aslında, her cezalandırılan bireyle toplumun bütününü cezalandırmaktadır.

Öte yandan, terörle mücadeleye "emeği geçen" bütün görevliler korunmaya alınmış, muhbirler ödüllendirilmiştir. Böylelikle toplumsal muhalefeti daraltmak, parçalamak, gayri meşru hale getirmek ve onu hedef göstermek yolunda her türlü adım atılmıştır. TMY, özellikle solu hedef almış, genellikle silahlı faşist çetelerin yargılandığı maddeler terörle mücadele kapsamına alınmamış, bunlara yaşam alanı açılmıştır.

Tüm bunlar nedeniyle DGM'ler savaş rejiminin yasal şiddet organları haline gelmiş, ideolojik olaylarla ilgili yakalan sanıkların sayısı 1988'de 200 civarındayken, son yıllarda bu sayı on binlere varmıştır. DGM'ye gelen davalar 1987'de 227 iken, 1993'de 7715 olmuştur. Bu sayıların giderek artması toplumsal muhalefete karşı sistemli bir saldırının varlığını ortaya koymaktadır.

Türkiye insan hakları konusunda sabıkalı bir ülkedir. İmzaladığı uluslararası sözleşmelere rağmen, uluslararası insan hakları raporlarında ağır eleştirilere uğramış, birçok kez insan haklarını ihlal etmesi nedeniyle dava açanlara tazminat ödenmiş ve bir çok kez de yargılanmış ve yargılanmaya devam etmektedir. Türkiye'nin bu konuda en büyük suçu işkencedir. İşkencenin en yaygın, sistematik ve sürekli uygulandığı kişiler siyasi suçlulardır. Sözde işkenceyi önlemek için çıkarılan CMUK 'la devletin özrü kabahatinden daha büyük olmuştur. Çünkü CMUK, siyasal nitelikli soruşturmaları kapsamamış, siyasi suç ve adli suç ayrımı getirmiş, adlilere tanınan sorguda avukat bulundurma hakkı siyasilere tanınmamıştır. Gözaltı süresi DGM kapsamına giren suçlar için 15 gün, OHAL için 30 gün olarak aynen korunmuş, polisin rahat rahat işkence yapmasına zemin hazırlanmıştır. DGM ile OHAL arasındaki gözaltı sürelerinin farkı bile devletin bunu savaşın şiddetine göre ayarladığını göstermektedir.

Yasal şiddetin bir başka ayağını oluşturan unsur ise medyadır. Polisten aldıkları talimatlar ile bir eylem görüntüsünde ya da fotoğrafta kırmızı halka içine aldıkları kimi insanları işte provokatör diyerek hedef gösteren ya da polisin hücre evi diye basıp gerçekleştirdiği yargısız infazların ardından "aferin Türk polisine, ölenler zaten teröristmiş" diyerek polisin suçunu meşrulaştırmaktadır.

Bir bütün olarak TMY ile CMUK yasal düzeyde polisiye şiddetin önünü açan birebir onunla ilişkili ve ona paralel yürüyen, onu besleyen, meşrulaştıran ve toplumsal muhalefete direk saldırı zeminleri barındıran niteliktedir.

Polisiye suç örgütü

Savaş rejiminin polis teşkilatı yeni görevlerine bağlı olarak özel örgütlenme biçimleri geliştirmektedir. Rejimin yasa dışılığı, hukuk dişiliği, gayri meşruluğu resmileştirdiği bu dönemde, polis, gayri meşruluğun pratik ayaklarını oluşturacak biçimde kendisini örgütlemiş, dolayısıyla, illegal suç örgütü halini almıştır. Şiddetin farklı biçimlerini örgütleyen polis teşkilatı kendisine yasal düzeyde açtığı geniş hareket alanında, her muhalefet alanı ve hareketine göre farklı organlaşmalara gitmiş ve uzmanlaşmıştır.

Toplumsal bilince kazınan darbe olgusu bugün artık rejimle birlikte yeniden şekillenmiş bir gün sabah kalktığımızda ülkemizin sivil yönetimden askeri yönetime teslim edildiğini gördüğümüz günler geride kalmış, onun yerine zaman aralıkları giderek kısalan ve olağan, demokrasinin gerekleriymiş gibi gözüken darbeler almıştır. Bu darbelerin gerçekleşme tarzı da değişmiş, provokasyon ortamlarında hayata geçmeye başlamıştır. Bu sürecin merkezinde ise polis teşkilatı yer almaktadır. Hala belleklerimizde canlı duran Gazi Katliamı ile gerçekleştirdiği ve 17 kişinin ölümüyle sonuçlanan provokasyon, rejimin yeni dönem davranışlarını ve polisin tavrına ilişkin en önemli olayı oluşturmaktadır.

Yanıtını içinde barındıran şu sorular kapalı bir kutuya benzeyen suç örgütünü çözmektedir. Neden polis teşkilatının kadro hacmi sürekli büyüyor? Neden bu ülkede doktordan ya da öğretmenden çok polise ihtiyaç var?

Hukuksal düzeyde tarif edilen suç alanına yetişmekte polis teşkilatının birimleri yetersiz kalmış, yeni birimler kurularak uzmanlaşmaya doğru gidilmiştir. Uzmanlaşma yolunda atılan adımlardan ilki 80'lerin Siyasi Şube'sinin "Terörle Mücadele (TEM)" Şubesi'ne dönüştürülmesi olmuştur. Ayrıca bu şube bünyesinde "ihtiyaca" göre farklı ekipler de yaratılmıştır. Özel Harekat Daire Başkanlığı açılmış, Çevik Kuvvet şubesi kurulmuş, Yunus, "robokop" gibi birimler oluşturulmuştur. Her biri kendi içinde ayrı bir suç örgütü olan ve farklı bir şiddet biçimleri geliştiren bu birimlerin genel düzeyde hedefi, toplumsal muhalefettir.

Dünyada ve Türkiye'de suç sayılan işkence bugün ülkemizde polis teşkilatının görevleri haline gelmiştir. Şiddet yöntemlerinden biri olan işkence tek başına bireylere acı vererek, korkutma, yıldırma amacını taşımakla birlikte, aynı zamanda -polisin elinin yetişemediği en ücra alanlara bu bireyler vasıtasıyla yetişilip- tüm toplumsal muhalefet için bir tehdit aracı niteliğine de bürünmektedir. Daha önce de sistemli uygulanan işkence son yıllarda daha yaygın, sürekli ve sistematik bir hale getirilmiş, bunun için eğitimler verilmiştir. Nerdeyse polis teşkilatı, mesleğe kabul şartlarını bildirirken "işkence yapmaya yetenekli olmak" maddesini de alenen bildirecek duruma gelmiştir. Ancak, ne yazık ki (!) bu suç örgütü suçlarını her zaman sakla-yamamış, zaman zaman suçları açığa çıkmıştır. 1980-86 arası işkence olayları nedeniyle haklarında dava açılan 5058 polis memurunun 544'ü mahkum olmuş, tabi verilen cezalar da üç-beş ay, bir-iki yılla sınırlı kalmıştır. Bu arada takipsizlik, beraat, bozma gibi kararlarda çıkarılmıştır. Ancak 1989 yılında öyle anlaşılıyor ki devlet bu kadar açık vermenin zararlı olduğunu düşünmüş ve sadece 15 polis memuru aynı suçlardan ceza almıştır. Polis teşkilatımın suçları ve suçluları korunmaya ve güvenceye alınmış hatta teşvik edilip, ödüllendirilmiştir. Bugün tanıdığımız bütün polis şeflerinin hakkında davalar ve soruşturmalar açılmış, cezalar verilmiş fakat aynı polis şefleri kimi zaman vali, kimi zaman milletvekili olarak karşımıza çıkmıştır. Çifte standartlar ülkesi olan Türkiye'de devlet bu konuda da bir çifte standart getirmiş, güvenlik görevlilerine tutuksuz yargılanma, avukatlık ücretlerinin devlet bütçesinden karşılanması hakkını ve güvenlik görevlilerini ve adam öldürmeye teşebbüs suçlarından yargılanmama ayrıcalığı tanınmıştır.

Kimi zaman demokratik hak ve talepleri haykırmak için yapılan kitlesel eylemlerde, Toplantı Gösteri ve Yürüyüşleri Yasası'na aykırılıktan çevik kuvvet tarafından kitlenin dağıtılmasının ardından polisin yaptığı ve açıkça ideolojik-politik nitelik taşıyan yürüyüşler başka bir çifte standart tablosunu karşımıza çıkarmaktadır. Halk için suç olan gösteri polis tarafından yapıldığında suç olmamaktadır. Bize bu tablo, peki polise kim müdahale edecek sorusunu sorduruyor?

Son yıllarda açığa çıkan polis mafya ilişkileri, kontrgerilla ve savaş bölgesindeki özel tim-korucu işbirliğinin faaliyetlerinin suç kapsamını göstermektedir. Sağcı faşist yapılanmalar olan, uyuşturucu kaçakçılığından fuhuşa kadar her türlü suçu işleyen koca bir suç örgütü olan mafya ile adı yeraltı mafya infazların karışan polisin ilişkisi de ortadadır. Öte yanda polis şeflerinin elleriyle kurulan özel tim korucu işbirliğinin adam kaçırmadan, fidye istemeden, adam öldürmeye kadar her türlü suçu işlemesi polisin suçu ne kadar içselleştirdiğini, aslında suçun ana kaynağı olduğunu göstermektedir.



Fiili şiddet

Özel bir işleve sahip olan polis teşkilatı rejimin ihtiyaçlarına tek başına suç örgütü olması yanıyla karşılık veremez, aynı zamanda yaşamın bütün alanlarında sokakta, işyerinde, üniversitede polisiye şiddeti var etmesi gerekmektedir. Bugün eğer ihtiyaç duyulan polis sayısı iki yılda 30 bin kadar artıyorsa, bu, toplumun polise duyduğu ihtiyaçtan değil, rejimin ihtiyaçlarına karşılık verilmesi gerektiğindendir. Bu yüzden polis okullarının sayısı artırılmış, polis akademisi 1989'dan bu yana kapasitesinin üzerinde öğrenci almıştır. Kentin çeşitli yerlerinde dikkati çeken, sabah-akşam bir çok bölgeyi karakola çeviren çevik kuvvetle, kentin her sokağında, her köşesinde cirit atan sivil polisler ve her an her yerden çıkan mavi-kırmızı ışıklarla devlet; her yerde polisi hakim kılmak niyetindedir.Böylece devletin, bütün bir kenti, bütün bir toplumu hedef aldığı, potansiyel terörist saydığı anlaşılmaktadır.

Kendini savaş araçlarıyla donatan bir işgal ordusu olan İsrail ordusunun kullandığı denenmiş coplan kullanan polis, toplumsal muhalefeti daraltmak, gayri meşru bir zemine taşımak amacıyla geliştirdiği şiddet yöntemlerini farklı yerlerde kullanmaktadır.

Daha önce sözünü ettiğimiz işkence bu yöntemlerinden sadece biri. Polisin her an er yerde olduğunu zihinlere yerleştirmek istercesine bazen gecenin köründe bazen de gün ortasında kimi zaman okuldan, işyerinden, sokaktan, evinden gözaltına alınan insanlar bu yöntemle karşılaşılmakta. Fakat son yıllarda polis işkencenin yanına bir yenisini daha eklemiştir: Gözaltında kayıplar. Kayıpları görüldükçe ve duydukça polisin neden gözaltına aldığı insanların ailelerine, yakınlarına haber vermeyip esrarengiz durumlar yarattığı anlaşılıyor. Neden açık faşizm koşullarında ve onun ardından 1990'a kadar on yılda on kayıp yaşanıyor da bu sayı 1996'ya gelene kadar sürekli artış gösterip sadece 1996'nın ilk aylarında 60'ı buluyor? Diğer yandan, işkence gördüğünü bildirenlerin sayısı 1990'da 329 iken 1994'de 1128'e fırlıyorsa bu açıkça gösteriyor ki işkence yöntemi bileylenmiş ve daha yaygın hale gelmiştir.

Polisiye şiddet bir diğer biçimiyle de kitlesel eylemlerde gerçekleşmektedir. Kitlenin sokağa çıkacağı günlerde daha sabah saatlerinde şiddet kendini göstermeye başlar. Eylem alanı sabahtan itibaren yığılan ve giderek sayıları artırılan irili ufaklı polis arabaları, çevik kuvvet otobüsleri, panzerler ile polis işgali altındadır. Her yerde yapılan üst aramaları, eylem alanında kitlenin etrafında örülen çevik kuvvet zinciri, kitlenin önüne çekilen polis barikatı hem alanın ve zincirin dışındakilere bir tehdit ve uyarı, hem de alandaki kitleyi dışarıdakilerden yalıtan ve kitleye dönük bir saldırıdır.

Sonuç

Devletin halka karşı açtığı savaşın fiili gücü konumunda olan polis teşkilatı, rejimin ihtiyaçlarını ve devamını sağlamaktadır. Bu yüzden, sermayenin saldırı programına her karşı çıkışın, her demokratik talebin karşısına ilk polis barikatı çıkmakta ve bütün baskı yöntemlerini hem de en kirli biçimde kullanmaktadır. Bu yüzden, toplumsal muhalefet baştan itibaren bu barikatı görerek hareket etmek zorundadır. Polisin baskısını toplum nezdinde gayri meşru gösterecek bir meşruiyet zeminin yaratılması, muhalefetin atacağı ilk adımdır.

Sokak eylemleri toplumsal muhalefetin soluk alıp verdiği kanallar olarak büyük bir öneme sahiptir. Savaş rejiminin toplumsal muhalefete karşı geliştirdiği fiili saldırının yaşamdaki karşılığı olan polis barikatını yarmak devrimcilerin görevidir. Savaş rejiminin muhalefeti yerine savaş rejimine karşı muhalefeti yaratmak da devrimcilere yüklenen sorumluluklardan biridir.

LİSELERDE GÜNDEM: EŞİTLİK
LİSELERDE GÜNDEM: EŞİTLİK

Sermayenin girdiği krizi aşmak için içinde bulunduğu yeniden yapılanma süreci, emekçi halka karşı bir saldırı, bir savaş rejimi şeklinde gelişiyor.

Yeni dünya düzeni adı altında yürütülen bu saldırıdan bugün biz liseliler olarak kendimize düşen payı almaktayız. Egemen sınıflar, iktidarının devamlılığını sağlayacak eleman ihtiyacını karşılamakla görevli eğitim sistemi, bugün yeni dünya düzeninin isteklerini karşılayacak şekilde gelişmektedir.

Ortaya çıkışından beri paranın egemenliğine dayanan ve her nesneye "daha fazla kazanç" hırsıyla bakan kapitalist sistem, bugün insanı da bir meta olarak görmekte; parça parça ayırarak en temel ihtiyaçlarını para karşılığında satmaktadır. Bu durum sınıfsal ayrımı netleştirmekte, paradan doğan bir eşitsizlik, bir adaletsizlik; parası olan ayrıcalıklı sınıfın yaşamasını ve egemenliğini sürdürmesini, "parası olmayan" emekçi sınıfın ise ölümünü getiren bir adaletsizlik yaratmaktadır. Parası olmayanın ölümünü dayatan bu adaletsizlik, eğitimde de parası olmayanın okumamasını dayatıyor.

Bugün aynı ülke içerisinde, birileri özel okullara, kolejlere gidip özel sıralı, özel öğretmemi, bilgisayarlı vs. ders işlerken; birileri masası, sırası, boyası-badanası, kalemi, tahtası bile olmayan okullara gidiyor. Doğal olarak özel okullarla devlet okulları arasındaki eğitim düzeyi arasında bir fark oluşuyor ve bu farklı okullarda eğitim gören öğrenciler arasında bir adaletsizlik doğuyor. Parası olanların teknik araç ve eğitim Kadrosu bakımından "kaliteli" okullarda okumaları temelinde yaratılan bu adaletsizlik, artık sadece özel okul-devlet okulu ayrımıyla da sınırlı kalmıyor. Devlet okullarında da, süper lise gibi uygulamalarla; hem özel okullar özendiriliyor hem de özel lise statüsüne geçiş sağlanmaya çalışılıyor. Bir devlet okulu olmasına rağmen süper liselere (yine süper liseli öğrencilerin parasıyla alınan) televizyon, video vb. birtakım araç-gereç, (dersi anlatma-sınavlara hazırlanma bakımından) daha iyi öğretmenler sağlıyorken, düz liselerin kalitesi ise gün geçtikçe düşüyor. Özel okullarda ülkenin ilim adamları, mühendisleri, mimarları vs. yetiştirilmeye çalışılırken devlet okullarında (klasik ve meslek liselerinde) ise fabrikalarda çalışacak, geleceğin işçi sınıfını oluşturacak insanlar yetiştirilmeye çalışılıyor. Eğer eğitim, öğretim; "bireyi bilgisi, becerisi ve istediği doğrultusunda hayata hazırlayan bir uygulama" ise, tüm okulların aynı seviyeye ulaştırılması yani ayrıcalıklı sınıfların özel okullarının kapatılarak "herkese eşit koşullarda, eşit eğitim hakkı"nın verilmesi gerekmektedir.

Eğitimde adaletsizlik, bir başka yüzünü de üniversite sınavlarında gösteriyor. Özel okullara veya süper liselere giden öğrencilerin, bu okullarda aldıkları eğitimden kaynaklı olarak üniversite sınavını kazanma şansları yükselirken düz liselere veya meslek liselerine giden öğrencilerin yine bu okullarda aldıkları eğitimden kaynaklı, sınavı kazanma şansları her geçen gün azalmaktadır.

Diğer taraftan devlet okullarının da bölgeden bölgeye farklılıkları var. Taşrada ve metropollerde verilen eğitim düzeyi aynı olmadığından taşrada okuyan bir öğrenci ile metropollerde okuyan bir öğrencinin çok büyük farklılıkları vardır ve bu öğrencilerin sınavı kazanma şansları kesinlikle eşit değildir.

Üniversite sınavlarında paradan doğan diğer bir adaletsizlik de dershaneye gidebilen ve gidemeyen öğrenciler arasındadır. Parası olup da dershaneye giden bir öğrenci ile parası olmayıp da dershaneye gidemeyen öğrencinin aldığı bilgiler ve üniversiteye girebilme şansı eşit değildir.

Bahsettiğimiz şartlar altında, her öğrenciye aynı sorular sorulsa bile, sınava giren öğrencilerin aldığı bilgiler farklıdır, üniversite sınavları bu haliyle sınav , eşitler arasında değil aksine eğitimde fırsat eşitsizliğinin, adaletsizliğin en çok açığa çıktığı ve bir aldatmacadan başka bir şey değildir. Üniversite sınavlarında yaşanan bu adaletsizliğin ve aldatmacanın ortadan kalkması için; "herkese eşit koşullarda eşit sınav hakkı"nın tanınması gerekir.

Öte yandan, iki yıldır bizden okula bağış adı altında zorla toplanan ve paralı eğitimin bir ayağı olan katkı paylan geçen dönem, 15. Milli Eğitim Şurası'nda alınan kararlara göre har(a)çlara dönüşlü. Harçlardan sonra sıra okullarımızın tek tek satılığa çıkarılması, özelleştirilmesine geliyor. Amaç, bilginin ve eğitimin metalaştırılarak buralardan da kazanç sağlamak, hedef ise emekçi sınıfın çocukları, bizler... Üstelik bu paralar toplanırken "devletin parası olmadığı, bu yüzden de okullara bütçeden çok az bir pay ayırdığı için toplandığı" söylenmekte fakat bu da aldatmacadan başka bir anlam taşımamaktadır. Çünkü devlet, özel okullara bütçeden 1 trilyon 157 milyar TL ayırır, bedava arsa temin eder ve vergiden muaf tutarken, kendi okullarına 86 milyar TL gibi komik bir rakam ayırıyor. Yine ülkemizde süren kirli savaşa 1 katrilyon 150 trilyon TL ayıran devlet, parası olmayan, kaynak sıkıntısı çeken bir devlet değildir, özel okullar kapatılarak, buralara yatırılan paralar devlet okullarına aktarılıp devlet okullarının kalitesi yükseltilebilir; savaşa ayrılan bütçe de böylece eğitime ayrılabilir. Sorun burada devletin parası olup olmadığı değil parayı kimin yararına harcadığıdır. Bizler okullarımızın ve geleceğimizin satılmasını ve yanı başımızda süren kirli bir savaşa harç olmak istemiyoruz! Katkı payını (haraçları) ödemiyoruz!

Eğitimde paradan doğan ve kendini her geçen gün daha fazla açığa çıkaran adaletsizliğin yanı sıra; bu yıl gericileşme ve kişiliksizleştirme politikaları da arttırılmaya çalışılıyor.

Eğitim sistemi, her hükümet değişikliğinde o hükümetin politikasına göre değişen bir yap-boz tahtası haline getirildi. Bu dönemde ise en son Refah-yol'un kurulması ile birlikte RP, eğitim sistemini tekeline almış durumda. RP 'nin ilk olarak milli eğitim şurasında alınan 8 yıllık zorunlu eğitim kararını 5+3'lük eğitim sistemine çevirerek eğitime bakış açısını göstermiştir. Öncelikle imam hatip liselerini göz önünde bulundurarak aldığı kararla RP, bu dönem eğitimde gericileştirmeyi hızlandırmayı amaçlamaktadır. Şimdiden 18 yeni İmam Hatip lisesi açma gibi bir girişimleri de söz Konusudur.

Üstelik bu dönem, varolan eğitim sistemini daha bir gericileştirilerek milliyetçi ve söven düşünen ve böylece yaşadığı okulda, ülkeden kopuk tek bir noktaya kilitlenmiş öğrenciler yetiştirilmeye çalışılmakta, ayrıca okullarda varolan sivil faşistler körüklenmektedir. Bununla birlikte doğal olarak devrimci demokrat öğrencilere karşı (zaten varolan) saldırıları hem idarece hem de sivil faşistlerce yoğunlaşacağı kesin. Bu yüzden özellikle bu dönem gerici faşist eğitime, kadrolaşmaya ve saldırılara karşı bir muhalefeti örgütleyebilmek, bilimsel eğitim talebini yükseltip bu arada sivil faşistlere, devrimci bir tarzda karşılık verilerek karşılanabilir.

Dönemin başından beri okullarda idarece baskı hemen hemen sağlanmış durumdadır. Bu yıl bütün okullara Özel Güvenlik Birimlerine yerleştirilmesi bu baskının en belirgin görüntüsüdür.

Özel Güvenlik Birimleri ile biz öğrenciler baskı altına alınarak kişiliksiz birer insan olmamız sağlanmaya çalışılmaktadır. Özel Güvenlik Birimlerinin giriş çıkışlarımızda ne giydiğimize, ne konuştuğumuza, çantamızda ne taşıdığımıza kadar birçok şeye karışma "yetkisi" var. Zaten varolan eğitim sistemi sayesinde kişiliksiz, üretmeyen, çevresinde yaşadığı olaylara karşı duyarsız, sorgulamayan, tartışmayan bir yığın haline getirilmeye çalışılan liseli gençliğin, Özel Güvenlik Birimleri ile kişiliksizleştirme politikaları daha baskıcı şekilde empoze edilmektedir.

Özel Güvenlik Birimlerinin diğer bir görevi de varolan sömürü düzeninin farkına varan ve bu düzene karşı muhalefet oluşturmaya çalışan liselileri de bastırmak, seslerinin çıkmasını engellemektir.

Liselilere karşı başlatılan tüm baskılara rağmen varolan demokratik lise mücadelesinin dana kitlesel meşru militan bir karşı duruşa geçmesi gerekmektedir.Bugüne kadar süregelen eksikliklerden dolayı, demokratik lise mücadelesi geniş liseli kitlesine ulaşmamış, dağınık ve kopuk kalmıştır.

Liselilerin de "varolan düzene karşı muhalefeti örgütlemeleri ve bu muhalefetin karşı bir saldırıya geçmesi", kendi öz örgütlülükleri olan ve meşru militan kitlesel bir tarzda örgütlenen "öğrenci cepheleri" ile sağlanacaktır. Cepheler, okullardaki sorunlara karşı mücadele etmek isteyen, paralı eğitime karşı çıkan, anti faşist, anti emperyalist herhangi bir siyasi anlayıştan ya da bağımsız her öğrencinin gelip katılabileceği ve mücadele edebileceği zeminlerdir.

Liseli Devrimci Gençlik olarak;

* Özel okulların kapatılarak, devlet okulları ile aralarındaki adaletsizliğin kaldırılması,

* Herkese eşit koşullarda sınav hakkının tanınarak, sınav aldatmacasına ve fırsat eşitsizliğine son verilmesi,

* Eğitimde özelleştirmenin durdurulması, katkı payları (harçlar) kaldırılması, herkese parasız-eşit eğitim hakkı tanınması üzerinden "eğitimde

fırsat eşitliği, adalet" çalışması yükseltilmelidir. Bu çalışmanın geniş liseli kitlesine ulaşmasındaki mücadele aracı olarak Öğrenci Cepheleri'ni görmekteyiz.

Liseli Devrimci Gençlik olarak görevlerimizden birisi de "eğitimde fırsat, adalet" üzerinde yükselteceğimiz bu çalışmanın ülkede yaşanan diğer sorunlarla kopuk olmadığı, aksine bu sorunların liselilere uzantısı olduğunun bilinci ile, demokratik lise mücadelesini toplumsal muhalefetin içerisinde aktif olarak yer alan bir tarzda örgütlememizin gerekliliğidir.

Adil ve bilimsel eğitim için, Yaşasın Demokratik Lise Mücadelemiz

ANKARA LİSELİ DEVRİMCİ GENÇLİK



Yüklə 487,39 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin