HALKA ÖZELLEŞTİRME SALDIRISI: CEHALET VE ÖLÜM
HALKA ÖZELLEŞTİRME SALDIRISI: CEHALET VE ÖLÜM
Vahşi batı filmlerinde her derde deva diye hiçbir işe yaramayan şurupları halka yutturan şarlatan eczacılarla kıyaslanabilirler. Melon şapka ve kuyruklu frakların yerine şık, çizgili takım giysileri koyun; bir ellerinde neo-liberal şurup şişeleri, öbür elleriyle açık vermiş devlet bütçelerini, şişkin kadrolu belediyeleri ve felce uğramış kamu altyapı hizmetlerini işaret eden tipleri görebilirsiniz. Kendilerinden menkul patentli ilaçlan, tescilli sahtekarlıktan ibarettir. Artık kasabadan kovulmalarının zamanı gelmiştir."
Ülkede ulusal gelirden en yüksek payı alan bir avuç azınlık sağlık sorunlarını çözmek için gelişmiş ülkelere giderken halkın büyük bir çoğunluğu sağlık sorunlarına çözüm aramayı güvencesizlikten dolayı erteliyor. Asgari ücretle yaşamını sürdürmesi beklenen işçiden çocuğunu okutması için sadece kayıtta on milyonlar isteniyor. Halkın cehalet ve ölüme terk edilmesi pahasına, birkaç sermayedarın cebini doldurması için devlet özelleştirme saldırısını bizzat gerçekleştiriyor. Eğitim ve sağlığı ayrıcalıklı bir kesimin satın alacağı birer meta haline getiren, halkın yarısını sosyal güvenlikten yoksun bırakan devlet bugün adalet lafını ağzına alacak durumda değildir.
Emperyalist dünya sisteminin daha fazla sömürü ve baskıyla istikrarsızlaştırdığı bölgede soyunduğu ağalık rolüne karşın Türkiye, hala halkın sağlık ve eğitim sorunlarını çözemiyor. Çözüm için yapıldığı iddia edilen özelleştirmeler ve emperyalizm ile girilen yeni ilişki biçimi ise çözüm yerine sadece sefaleti artırıyor.
Özelleştirme ve ticarileştirme dışarıdan Dünya bankası, IMF gibi kurumlar, içeriden -kim olursa olsun- kurulu hükümetler tarafından egemen sınıflar yararına zorla kabul ettirildiğinde, gelirin büyük ölçüde belirli odaklarda toplanmasına ve denetimin de uzaklardaki finans kuruluşlarına verilmesine neden oluyor. Kamu hizmetlerinin toplumsal birer kurum olarak özellikleri ticarileştirilince, insanların gereksinimleri ekonomik ve sosyal haklar çerçevesinde değil satın alma güçleri çerçevesinde tanımlanıyor.
Sağlık
Türkiye sağlık alanında temelde eşitsizlikten kaynaklı ve yıllardır onarılamayan sorunlarla karşı karşıya. Hala önlenebilir bulaşıcı hastalıklar ve
bunlar sonucu ölümler ciddi boyutta. 5 yaş altı çocuk ölümlerinin %27'sinin sebebi ishallerdir. Koruyucu hekimlik hizmetlerinin yaygınlaştırılmasıyla önlenebilecek bulaşıcı hastalıklar, yeni doğan tetanosu, hepatit, tüberküloz gibi hastalıklar, kolera salgınları önlenememektedir.
Halkın sağlık düzeyinin bu kadar gerilerde olmasına sebep öncelikle sağlık sisteminin yanlış örgütlenmiş olmasıdır. Sağlığın ikame ettirildiği yer yanlıştır. Kapitalizmin gerekleri doğrultusunda sağlık metalaştırılmış ve insanları hastalıktan korumak yerine hasta olduklarında tüketebilecekleri sağlık hizmetini sunan bir örgütlenmeye gidilmiştir. Bu anlayış araçların kullanıma sunuluşunu da bu doğrultuda sağladığından koruyucu hekimlik ve birinci basamak sağlık hizmetleri yerine maliyeti çok daha yüksek olan tedavi edici hekimlik ve uzmanlıklar önem kazanmıştır. Koruyucu sağlık hizmetleri sağlık harcamaları içinde %2 gibi çok yetersiz bir orana sahipken sağlık harcamalarından kurumların aldığı pay içinde %55 ile en yüksek payı özel sektör almaktadır. Birinci basamak sağlık hizmetlerini verecek olan dispanserlere 5 yılda sadece 45 tane eklenmişken uzmanlık hastaneleri ve özel hastanelerin sayısı tüm ülkede artmaktadır. Bu şişirme gerek halk sağlığı düzeyini sıçratmada, gerekse verilen hizmetlerin niteliği açısından hiç bir önem taşımamaktadır. Devlet hastanelerinde uzun süredir var olan döner sermaye uygulamaları sağlığı satın alınabilir kılmakla beyinlerde özelleştirmeyi yerleştirmektedir. Kamudan kısılan yardımın özel sektöre teşvik kredileri olarak verilmesiyle halkın hiç bir şekilde yararlanamayacağı özel hastaneler, klinikler ve laboratuarların devlet imkanlarından faydalanması sağlanmaktadır.
Sağlıkta biraz daha gizliden yürüyen özelleştirme, sosyal güvenlikte uzunca bir süre kamuoyunun gündeminde kaldıktan sonra bugün yapılan yasal düzenlemelerle, sağlıktaki özelleştirmenin uygulama alanları açık olarak yaygınlaştırılıyor. Sosyal sigorta, sağlık hizmetleri ve 87'den itibaren de sosyal yardım zamlarını ödemekle yükümlü ve nüfusun %38'ne hizmet veren SSK'nın tesviyesi amaçlı çalışmalar, yasalaşan SSK reformu ile önemli bir yere gelmiştir. Anayol hükümeti döneminde IMF ve Dünya Bankası direktifleri doğrultusunda hazırlanmış "acil müdahale" paketinin meclisten geçmesine zaman kalmadan Anayol dağılıp yerine Refah-yol geçince, her ne kadar IMF'ye sırtını çevirdiğini söylese de acil yardımı uygulamak RP’ye nasip oldu. RP'nin iktidara geldiği andan itibaren diline pelesenk ettiği 'kaynak' sorununu çözmek için ortaya attığı 950 trilyon TL’lik kaynak paketi Erbakan'ın 'zulüm anlaşması' olarak nitelediği 5 Nisan istikrar paketini aratmıyor. 465 trilyonunu SSK reformu yoluyla elde etmeyi önüne koyan iktidar emeklilik yaşının yükseltilmesi gibi uygulamaların yanı sıra SSK'nın bütün gayrı menkullerinin satışı yoluyla SSK'yı mülksüzleştirmeyi önüne koyuyor. Kuruluş sermayesi, 1995'teki 20 trilyonluk ve 1997 bütçesinden ayrılması düşünülen 100 trilyonluk yardım dışında SSK'ya hiçbir katkısı olmayan devlet yıllarca SSK'nın birikimlerini devlet bankaları ve tahvillerinde düşük faize yatırarak kullandığını da gizleyerek, çalışanların primleri yoluyla elde edilmiş birikimleri satışa çıkararak çöküşü hızlandırmaya çalışıyor. Özellikle de SSK hastanelerinin satışı söz konusu ediliyor ki bu 23 milyon insanın sosyal güvencesinin ve sağlığının tehlikeye atılmasıdır.
Eğitim
Eğitimin özgür ve bilimsel olarak yapılmadığı, toplumsal çıkarın yerini sermaye çıkarının aldığı özelleştirme sürecinde bir yandan bağımsız düşünen, sorgulayan merak eden öğrenci Kişiliği yok edilmekte diğer yandan eğitime ayrılan bütçenin azaltılması, bu bütçenin büyük bir kısmının da özel okulların açılması için teşvik kredisi olarak verilmesi, kaynak yok söylemleri ile devletin icazeti ve paralı eğitim düşüncesi yerleştirilmeye çalışılmaktadır.
Sermayeye gerekli az sayıda teknokrat ve eğitimli olup olmadığı önem taşımayan ucuz işgücü yığınları için yaratılması gereken, ayrıcalıklı bir kesimin yararlanabileceği elit eğitim kurumlarının oluşturulması son yıllarda çeşitli uygulamalarla hız kazandırılan eğitimde özelleştirilme ile sağlanmaktadır.
Üniversiteye uzun yıllardır çeşitli uygulamalarla girmiş olan sermayenin, ilk ve orta öğrenime de yerleşmesine yönelik yapılan son Milli Eğitim Şurası ve YÖK Yeni Yasa Tasarısı ile tüm yasal düzenlemelerin de zaman kaybetmeden yapılacağı ortaya çıktı.
Son Milli Eğitim Şurası ile ilk ve orta öğrenimde kayıtta katkı payı-harç alınması uygulaması yasallaştırıldı. Şura sonrası uygulamalardan birisi de kredili sistemin oluşturduğu gediklerin paralı eğitimin bir başka uygulaması ile, yaz okulu ile "giderilmesi" idi.
Üniversitenin sermayenin hizmetine sunulması yıllardır gelişen bir süreç olmasına rağmen son yasa tasarısı ile sermayenin ve bizzat sermayedarların üniversitenin bütün gözeneklerine, hatta yönetim kademelerine kadar girebilmesi yasallaştı. Rektörlüklere verilen %50'ye varabilecek ek zam yetkisi, üniversitenin ticarethaneye öğretim üyelerinin de hizmeti satan tüccarlara dönüştürüldüğünün küçük bir göstergesi.
Ve bütün bunlar karşısında Türkiye'nin eğitim durumu giderek kötüye gidiyor. İlkokulu bitirememiş insan sayısı 7 milyon 112 bin ve 25 yaşın üstündeki insanların ortalama eğitim süresi 3,5 yıl. Düşük gelirli ailelerin çocuklarının %45,8'i eğitimini sürdürürken çalışmak zorunda. 2135 devlet okuluna karşı 1079 özel okul ve dershane var ve devlet okullarının sayısında belirgin bir değişme görülmezken özel eğitim kurumlarının sayısı hızla artmakta.
Bugün gereken halka karşı açılan böylesi bir savaşta her türlü aracı kullanarak, her cepheden karşı eylemi örgütlemektir. Okul ve hastane kapılarında cehalete ve ölüme mahkum edilen halkın karşı eylemi meşru müdafaadır.
Özelleştirme karşısında üniversiteli gençlik geleceğine sahip çıkarak mücadele etmektedir. Sermayenin çıkarları doğrultusunda işletilen bu süreçte, düzenin ülkeye dayattığı para hükümranlığına karşı üniversitelinin özgürlükten yana taraf oluşu ideolojik bir taraf oluştur. Ve üniversiteli gençlik geçtiğimiz dönem elindeki araçları bu taraf oluş doğrultusunda kullanarak mücadelesini yükseltmiş, halk için parasız eğitim ve sağlık istemiyle toplumsal muhalefetin önemli bir parçası olmuştur. Ancak toplumsal muhalefetle bir arada, aynı alanda ortak talepleri haykırmak henüz tam olarak başarılamamıştır. Taleplerin ötesinde, eylemde birlikteliğin sağlanması için gençlik etkin bir motor güç olacaktır.
Eğitim ve sağlık emekçilerine de karşı cephenin ve eyleminin örgütlenmesinde önemli bir görev düşmektedir. Bu alandaki emekçilerin mücadelesi gerekliliği, alanda yapılacak özelleştirmelerden birinci derece etkilenen olmaları gibi bir ilişki nedeniyle değildir. Eğitim ve sağlık çalışanları alandan, meslek örgütlenmeleri ve gerçekleştirmeleri mümkün eylemlilik süreçleri ile de müdahale imkanına sahiptir ve özelleştirme süreci içinde bu politikanın fiili uygulayıcısı olmaları sayesinde daha fazla sorumludur. Doktorlar, öğretmenler ve öğretim elemanları bu karşı duruşta nerede olduklarını belirlemelidirler. Sahip 'olduğu bilgiyi satılığa çıkarmak ile bilginin satılmasına sessiz kalmak halka açılan savaşta halkın karşısında yer almak anlamındadır. Eğitim ve sağlık emekçilerinin mücadelesi özelleştirmeye karşı cephenin içinde yer alması ile başarıya ulaşacaktır.
Emekçi halkın bu açık savaş programının tüm unsurlarına karşı yürütecekleri mücadele emperyalizmin yeni sömürge düzenine karşı özgür bir geleceğin kurulması mücadelesidir. Bu mücadele sırasında atılan her adım bütünlüklü bir toplumsal kurtuluş projesini hayata geçirme yolunda alınmış mesafeler olacaktır.
Kaynaklar
1. Martin, Brendan "Özelleştirme Kimin Çıkarına", Cep
Kitapları, İstanbul, 1995
2. "Özelleştirme Tartışmalar.", Bağlam yayındık, İstanbul, 1994
3. Petrol-İş 1993-1994 Yıllığı
4. Özşuca, Şerife Türcan, Doç. Dr., "Sosyal Güvenlik Sisteminde Yaşanan Kriz, Sistemin Yeniden Yapılanması Üzerine Öneriler", Türk-Harb-İş Araştırma Raporu, Ankara, 1995
BİLGİNİN METALAŞMASI TARTIŞMASINA DAİR
BİLGİNİN METALAŞMASI TARTIŞMASINA DAİR
Dergimizin 9,10,11, 12 sayılarında yapılan bilginin metalaşması tartışmaları, yazıların yazıldığı günden bugüne farklı gelişmeleri de içerisine alarak genişledi. Bu açıdan bilginin metalaşması tartışmalarını devam ettirme ihtiyacını, üniversite mücadelesi açısından önemli buluyoruz.(l)
Bilginin metalaşması tartışmasının temelini, kapitalizmin değişen üretim biçiminde bulmaktayız. 2. dünya savaşı sonrası oluşan refah devleti 60'lı yılların ikinci yarısında sonuna yaklaştı. Bu dönemin üretim tekniği olan Fordizm kendi gelişim sınırına dayandı. Bu krize hammaddeye ulaşma sorunu da eklenince krizin boyutları genişledi. Fordist üretim araçlarının gelişmesinin belli bir doygunluğa ulaşması, özellikle bu üretim ilişkisinin başat sektörleri olan otomotiv ve dayanıklı tüketim madde üretim sektörlerinin yaşamış olduğu kriz, kapitalistleri yeni arayışlara itti. Kriz aşma programı, işçi sınıfına saldırı anlamına geldiğinden kapitalistler, kar maksimizasyonunu sağlayacak ve emeğin üretimden gelen gücünü minimalize edecek bir arayış içerisine girdiler.
Bu çerçevede bilgi ve bilgi üretim süreçleri yeni kar kaynağı haline gelirken, hayata kısmi düzeyde geçse de yeni başat üretim ilişkilerini oluşturdu. "60'lı yıllarda ilk adımları atılan ve 70'li yıllarda iyice hızlanan bir süreçle bilgi metaya dönüştürülmüştür. Daha önceleri de sanayi üretimi için temel bir öneme sahip bilgi özellikle son 20-30 yılda artı değer kaynağı haline gelmiştir."(2)
Bilginin ana üretim girdisi olarak kar kaynağı haline gelmesi, bilgi yoğun üretim sürecini ve sektörlerini hegemonik konuma getirmiştir. Enformasyon, telekomünikasyon, genel olarak hizmet sektörü hegemonik hale gelmiştir. Mikro elektronik ve robot teknolojisi kapitalizmin kurtuluş ümidi olmuştur.
Bilginin metalaşması, bilgi üretim sürecini ve kurumlarını özellikle üniversiteyi yeniden şekillendirmiştir. Bilginin metalaşması; bilim, üniversite ve bilim insanı üzerinde önemli deformasyonlara sebep olmuştur. Bilgi ve üretimi önem kazanırken, bu sürecin özneleri ve kurumlan ters orantılı olarak kimlik erozyonuna uğramıştır.
Bilginin üretimin ana girdisi olması, üretim için gerekli teknik bilginin kıymet kazanmasını sağladı. Bilim teknolojik bilgiye indirgenerek, meta üretimi için gerekli olmayan bilgi üniversiter alan dışarısına itildi. Meta üretimi için gerekli olmayan tarih, felsefe, psikoloji değer yitimine uğrarken; teknolojik bilgi Araştırma Geliştirme (AR-GE) birimlerinde özel üretime tabi tutulmaya başlandı. Teknolojik bilgi AR-GE' lerde üretilerek doğrudan sermaye hakimiyetine girdi. Böylece insanlık tarihinin birikimi sonucu ve insanın yaşamını kolaylaştırmak için oluşan bilgi, sermayenin kar kaynağı olarak ve gizlilik esasına göre üretilmeye başlandı. Bu süreç üniversitelerin sermaye ile ilişkisini farklılaştırdı.
Üniversiteler, bilgi üretimi ile kurduğu ilişkinin düzeyine göre, "elit üniversiteler" ve kitlesel eğitim için varolan "kitlesel üniversiteler" şeklinde ayrıştılar. Bilgi üretimi ve yeniden üretimi için gerekli teknik elemanı elit üniversiteler sağlarken, kitlesel üniversiteleri sermayenin ara eleman ihtiyacını karşılayan "doldur boşalt" eğitim kurumları veya üst teknik lise işlevini yerine getirmektedir. Üniversitelerin bu tarz ayrımı kitlesel üniversitelerin sayısının tüm dünyada hızla artmasını sağlamıştır. "1955-86 yılları arasındaki dönemde İspanya'da 15, Avusturya'da 9 ve Fransa'da 7 misli artmıştır." (3) Böylece sermaye hem ara elemanını daha geniş bir topluluktan seçme şansına sahip olacaktır hem de kendi ideolojik argümanı ile yönlendireceği gençlerin sayısını arttırmaktadır.
Sermaye, bilim insanının hem üretimi üzerindeki etkisini azaltmak için hem de her alanda daha yoğunlaşmış bir bilgiye ulaşmak için, bilim dallarını departmanlara ayırmıştır. Mühendislik bölümleri bu parçalanmadan en fazla etkilenen bilim dalları olmuşlardır. Departmanlaşmanın doğrudan sonucu olan uzmanlaşma ise bilim insanını tek boyutlu hale getirirken üretimine ve hatta dünyaya yabancılaştırmaktadır.
Üniversitelerin yaşadığı kimlik kaybı üniversite-toplum ilişkisini belirsizleştirmiştir. Üniversiteler toplum nezdinde değer yitimine uğramışlardır. Bu kimlik yitiminin temelinde üniversitenin toplum yararına değil sermaye için bilim üretmesi yatmaktadır. Kamusal eğitim kurumu olan üniversiteler toplum denetiminden çıkarak sermayenin doğrudan denetimine girmişlerdir.
Üniversitenin sermaye ihtiyaçlarına göre yeniden oluşturulması bilim insanının üretimini de doğrudan etkilemiştir. Meta sürecinde kullanılmayan bilgi üretimi içerisinde olan bilim insanları, üretimleri sermaye ve devlet çıkarlarını gözettikçe görüldüler. Yine bir çok bilim insanı yeni bilgi yoğun üretim süreci ile ilişkisini tanımlayarak varolma çabası içerisine girdi. Meta üretimi içerisinde olan bilim insanı, ya kürsüsünde sermayenin ihtiyaç duyduğu elemanı yetiştiren cüppeli köle ya AR-GE 'lerde bilgi üretiminin bir vidası ya da şirketlere danışman olmaktadır. Yaşanılan departmanlaşma sonucunda genel bilgi üzerindeki hakimiyetini yitiren bilim insanının aydın kimliği deformasyona uğramıştır. Halkın çıkarı yerine bir çok bilim insanı için sermayenin çıkarı daha öncel hale gelmiştir.
Bütün bu gelişmeler bilginin metalaşmasının bir sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır.
Paralı eğitim, bilginin metalaşması sürecinin bir parçasıdır
Bilginin metalaşması ile bilgiyi doğrudan denetimi altına alan sermaye, kendi ihtiyaç duyduğu bilgi ve teknik elemanı kamusal denetim dışı organlarla karşılama eğilimi içerisindedir. Sermaye kamusal denetime ait kurumlarda kendi istediği işleyişi var edemediğinden, yeni girişimler içerisine girmektedir.
Üniversitenin kamusal denetim dışına çıkarılması, bir TÜSİAD'ın üniversite raporunda(4) ifade edilen üniversitenin şirket yöneticiliği şeklinde yönetilmesi ile iki özel üniversitenin kurulması ile mümkündür, iki aşamayı da hayata geçirmek için uğraş veren sermaye, bu konuda önemli adımlar atmış durumdadır. Gerek özel üniversiteler gerekse üniversite-sermaye ilişkisini arttıran girişimler bilgi üretiminin denetimini, kamusal denetimden uzaklaştırmıştır. Özellikle, devletin sermayenin ihtiyacını karşılama noktasında hızlı hareket etmemesi veya değişik muhalefet biçimleriyle yavaş hareket etmesi, sermayenin kendi yolunu açmada farklı etkinlikler içerisine girmesine sebep olmuştur. Bu bağlamda ülkemizdeki vakıf üniversiteleri ayrı bir öneme sahiptir.
Üniversite sermaye ilişkisini yeni bir aşamaya taşıma amacıyla önce Ege Üniversitesi'nde daha sonra ODTÜ ve İTÜ'de, son olarak bu yıl Boğaziçi Üniversitesi'nde kurulan teknoparklar, üniversitenin hem orta burjuvaziye teknoloji üretmesini hem istediği teknik nitelikte eleman yetişmesini, müfredat değişikliği ve yeni bölümler açarak (5) sağlarken hem de kısmi özerkliğe sahip kurumlar olma özelliğindedir. Öğretim üyelerine iki "iş" yapma olanağını sağlayan teknoparklar, toplum için bilgi üretmesi gereken üniversitelerde sermaye için bilgi üretilmektedir. Hem de devletin oluşturduğu ve finanse ettiği laboratuarlarda. Böylece sermaye özel bir AR-GE masrafı yapmadan bilgiye "ucuz" bir meblağ ile ulaşmaktadır. Üniversite bütçesinin devlet tarafından sürekli kısılması, mali özerklik tartışmalarında bu tarz gayri meşru işleyişin tek seçenek olarak kabulünü oluşturmaktadır.
Metalaşan bilginin yarattığı ikili üniversite modeli içerisinde devletin ideolojik tercihini yaygınlaştıran ve sermayenin ara eleman ihtiyacını sağlayan kitlesel üniversiteler, açgözlü sermayenin devlet kasasından her gün daha fazla pay alma isteğinden, devlete "yük" haline
Dostları ilə paylaş: |