Eserin özgün adı: تحلیل زبان قرآن و روش شناسی فهم آن


Kelime Vazetmenin Niteliği



Yüklə 5,76 Mb.
səhifə17/43
tarix07.04.2018
ölçüsü5,76 Mb.
#47037
1   ...   13   14   15   16   17   18   19   20   ...   43

Kelime Vazetmenin Niteliği

Kur’an’ın yenilik vazedip etmediği ve örf ortaya koyup koymadığı sorusunun cevabını alabilmek için mecburen lafız ve mana arasındaki bağı açıklığa kavuşturmak gerekir. Başka bir ifadeyle, lafızların anlamlarla irtibatının nasıl olduğu ortaya konmalıdır. Birinci bölümde lafız ve mana ilişkisinin yaratılışsal640 değil, vazedilmiş ve göreceli olduğu açıklanmıştı. Şimdi ise konumuz, bir anlama karşılık olarak bir lafız vazedildiğinde hangi sınırlar ve kayıtların gözönünde bulundurulduğudur. Acaba vazedenler, bir anlam için bir lafız vazetme sırasında mananın tümel veya tikel olma özelliğini, aynı şekilde lafzın tümel veya tikel olmasını dikkate alıyorlar mı?

Genel hatlarıyla lafız ve mana ilişkisi, tümel veya tikel olması bakımından, kavramsal adı ‘vazetmenin tasavvur edilmiş kısımları’ olan dört çeşitte düşünülebilir:

a)
Genel vaz, genel mevzu leh, pek çok bireyde doğrulanabilen tümel mana tasavvurudur; cins isimler gibi.

b)
Özel vaz, özel mevzu leh; özel isimler gibi.

c)
Genel vaz, özel mevzu leh; yani genel vazedeni tasavvur eder, ama lafzı genel için değil kanıt için vazeder.

d)
Özel vaz, genel mevzu leh; yani vazeden özel vazı tasavvur eder, onun ışığında da genel manayı tasavvur eder ve lafzı genel için vazeder.

Üçüncü ve dördüncü kısım, araştırmacıların ciddiyetle üzerinde durduğu noktadır.641 Ama birinci ve ikinci kısmın harici varlığı üzerinde tereddüte yer yoktur. Bireylerin özel isimleri ikinci türdendir; ağaç, dağ, su, ışık gibi cins isimler ise belli bir bireye mahsus değildir. Örnek özelliklerin, bu tür lafızların anlamlarına delaleti üzerinde hiçbir şekilde etkisi yoktur.

Dilbilimcilerin dediği gibi, beyan ve dil, sözün gücünün anlamıyla ve manalara işaret eden ses simgelerinin varedilmesi ile insanın, toplumla ilişki sırasında ortaya çıkıp zuhur eden fıtri özelliklerindendir. Doğaldır ki insan önce hissedilebilen ve dokunulabilen anlamlar ve hakikatlerle irtibat halinde olarak lafızları onların karşısına ve onları intikal ettirmek amacıyla zihne yerleştirmiştir. Ama somut özelliklerin, anlamın alanını ve lafzın içeriğini sınırlama ve belirlemede herhangi bir rolü olmadığı da gerçektir. Bu yüzden fikri ve kültürel gelişme ve ilerleme, yüksek ve soyut anlamların ortaya çıkması ile bu lafızlar, özel münasebetlerle soyut ve makul anlamlarda da kullanılmış olur. Bu bakımdan anlamdaki gelişmeye veya bir lafzın somut karşılıklarının arttığına şahit olabiliyoruz. Burada şehid muhakkik Mutahhari’nin dilinden bazı örnekleri dinlemek uygun olacaktır:

Beşerin başlangıçta “ışık”642 kelimesinden anladığı şey, hâlâ hakikati fizikçiler açısından yüzdeyüz keşfedilmemiş, bildiğimiz hissedilen ışıktır. Ama kesin olduğu kadarıyla madde dünyasında “ışık” adında bir şey mevcuttur.

Bazı cisimler ışıl ışıldır ve ışık saçar; güneş, yıldızlar, sahip olduğumuz kandiller, lambalar gibi. Eğer bu ışıklar olmasaydı dünya tamamen karanlıkta kalırdı. Fakat varolan bu ışık sayesinde hava aydınlıktır. Işığın duyusal ve maddi olduğu söylenir. Işık, Allah’ın yarattığı varlıklardan biridir:

 الْحَمْدُ لِلّهِ الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ وَجَعَلَ الظُّلُمَاتِ وَالنُّورَ 

Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah’a mahsustur.”643

Bu ışık, gözümüzle gördüğümüz bir şeydir. Fakat “ışık” kelimesinin karşılığı, hissedilen “ışık”la sınırlı değildir. “Işık” kelimesi, aydınlık ve aydınlatıcı herşey için vazedilmiştir. Duyusal ışığa “ışık” dememizin sebebi, hem gözümüzün önünde görünür olması, hem de görünür kılmasıdır. Görünür olan ve görünür kılan herşeye “ışık” diyebiliriz, velev ki cisim ve duyusal olmasın. Mesela ilim hakkında şöyle deriz: “İlim ışıktır.”

 العلم نور یقذفه الّٰله فی قلب من یشاء 

“İlim bir nurdur, Allah onu dilediğinin kalbine yerleştirir.”644

Gerçekten ilim ışıktır. Çünkü ilim, aydınlıktır ve aydınlatıcıdır. İlim, özünde aydınlıktır ve insana dünyayı aydınlatır. Akıl da ışıktır. İman da ışıktır. Kur’an imana “ışık” demiştir:

 أَوَ مَن كَانَ مَيْتًا فَأَحْيَيْنَاهُ وَجَعَلْنَا لَهُ نُورًا يَمْشِي بِهِ فِي النَّاسِ كَمَن مَّثَلُهُ فِي الظُّلُمَاتِ لَيْسَ بِخَارِجٍ مِّنْهَا 

Ölü iken hidayetle dirilttiğimiz, kendisine insanlar arasında yürüyecek bir ışık verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp, ondan çıkamayan kimse gibi olur mu?”645

İman, şimşek ve güneş gibi duyusal ışıklar kabilinden değildir. İman, ayırt edici özelliği aydınlatmak olan, insana hedef ve maksadı gösteren cismani olmayan hakikattir.

Işığa bu anlamı, yani: görünür olan ve görünür kılan hakikat anlamını verdiğimizde, artık bundan fazlasını, yani göz veya akıl ya da kalp için görünür olmayı içine koymadığımızda, nasıl göründüğü ve nasıl görünür kıldığı ile ilgilenmediğimizde Allah Teâla’yı da “ışık” kabul etmemiz doğru mana olur. Yani kendi zâtında görünür olan ve görünür kılan hakikattir o.

Bu anlamda artık hiçbir şey Allah’ın karşısında ışık değildir. Yani tüm ışıklar Allah karşısında karanlıktır. Çünkü kendi özünde görünür olan ve görünür kılan şey sadece Allah’tır. Diğer şeyler görünür olsalar ve görünür kılsalar da özleri itibariyle karanlıktırlar. Allah onları “görünür” ve “görünür kılan” yapmıştır.

Işık, Allah’ın isimlerindendir: 646 یا نور یا قدوس Ey ışık/nur, ey çokça münezzeh ve noksanlıktan uzak olan; 647 و بنور وجهک الذی اضاء له کل شیء 
herşeyin onun ışığında aydınlandığı zâtının nuruna yemin olsun.

Allah “ نور النور (nurların nuru)dur: 648“... بسم الّٰله النور بسم الّٰله النور النور 


O halde Allah “göklerin ve yerin nurudur”, kendi zâtında görünür olan ve tüm gayp ve şehadet âlemini görünür kılan gerçek anlamda ışıktır, duyusal ışık değil.649

Lafızların anlamla bağlantısını açıklarken sözkonusu analizin manası, vaz’ın, gerçekte çeşitli kanıtların niteliği ve hususiyetlerinin etkisi olmaksızın anlam ve lafız arasında bir tür bağ kurmak olduğudur. Bu linguistik analiz, etimolojide, konuşma, güç, hayat, irade, azamet ve benzeri pek çok kelimenin vazedilmesinde geçerlidir.

“İlim” kavramı; husuli ve huzuri, bedihi ve nazari, zâti ve iktisabi olmak üzere anlamlarının tümüne kavramsal katılımla, Zât-i Bâri’yi, mümkün hususiyetlerin iptal edilmesiyle kendisi, filleri ve sıfatlarıyla tanımak olan anlamının en aşağı mertebesinden en yüce mertebesine kadar tasdik eder.

Allame Tabatabai’nin (rh) bazı görüşlerinden, onun başka bir pencereden bu mevzuyu tahlile giriştiği sonucu çıkmaktadır. Allame, tefsir farklılıklarını açıklarken bunu karşılıklarındaki farklılıklara atıfla yapar ve şöyle der: “Biz insanoğlunun alışkanlığı, hayat, ilim, kudret, görme, kelam, irade, rıza, gazap, yaratma, emir gibi kelimelerle; aynı zamanda gökyüzü, yeryüzü, levh, kalem, arş, kürsü, melek, onun kanatları, şeytan, onun hileleri vs. kelimelerle karşılaştığımızda hepsini bu kavramların maddi karşılıklarına atfederiz.”

Daha sonra şunları ekler: “Lafızların anlam için itibarı ve vaz’ı, maddi karşılıklarına dönük olandan daha çok onların faydaları ve hizmetlerine dayalıdır. Bu yüzden, faydaları ve gayeleri yerinde durduğu sürece lafızların yeni karşılıklara atfedilmesi sorunsuz olacak, buna önem gösterilmeyecek ve izin verilecektir. Nitekim lamba, terazi, silah gibi lafızlar her ne kadar karşılıkları değişmişse de bu işlerdeki istikrarlı fayda ve etkisi yerinde durdukça başlangıçtaki karşılıkta olsun, ister yeni karşılık olsun bu kelimelerin yeni karşılıklara atfedilmesi hakikidir. Çünkü kelimeler, özel karşılıklar için değil, anlamın hakikatine karşılık olsun diye vazedilmişlerdir. Yani şöyle: genel vaz, genel mevzu lehtir.”650

Allame Tabatabai’nin sözlerinde mevcut bulunan diğer nokta şudur: “Her ne kadar lugatta kavramlar vazedilmesi ilk aşamada anlamlarla irtibat sayesinde hissedilmişse ve daha sonra zaman içinde manevi anlamlara doğru yol almışsa, bu yüzden de daha önce hissedilir olan maddi anlamlar karşısında yer almış lafızların kullanımı, mecazi kullanımın soyut ve akılla bilinen manalarına karşılık gelmeye başlamışsa da, kullanımın istikrar kazanması ve yakınlığın tesisinden sonra taayyün vaz’ı651 gerçekleşir ve bu, hakiki kullanım olacaktır.”652

Bu tahlil, kendi konumunda pek çok güçlüğü giderecek niteliktedir. Lakin tek sorunu, zâtın ismine, yani duyumsanan şeylerin karşılığı olan manalara özgü olması, ama dilbilgisinde, hiçbir duyusal karşılığı bulunmayan iman, ümit, üzüntü ve benzeri gibi bir anlamın ismini vazetmenin niteliğine dair bir izah getirmemesidir. Bu sahada, başka bir pencereden bu mevzuya bakan bazı âlimlerin başka izahları da vardır:

Çünkü lafızlar anlamların kalıpları için değil, ruhları için vazedilmiştir, karşılığın hususiyetlerinin kavramların çerçevesi içinde payları yoktur ve kapsamlı bir mana tabiata, misale ve akla ait çeşitli karşılıklara sahip olabilir.653

Bu ifade de lafız-mana ilişkisine ve vazetmenin niteliğine ilişkin bir analizdir. Gerçi muhterem ifade sahibinin sarfettiği sözün manası, yani “anlamların ruhları” üzerinde durabiliriz ama öyle görünüyor ki saygıdeğer söz sahibinin amacı, karşılıkların hususiyetleri ve niteliğinin vazedilmiş anlamda hiçbir tesiri bulunmadığını vurgulamaktır.

Her durumda, zikredilen görüşlerden her biri üzerine görüş belirtebilir ve en ileri teoriyi araştırabiliriz, fakat bu linguistik teorinin Kur’an-ı Kerim’in kavramlarına bakışta hakettiği başarının gayet ciddi olduğu gerçeğine sırt çeviremeyiz. Teori sahiplerinin Kur’an’ın çoğu kavramında kuralsız mecazcılıktan kaçınması bu teori esasına göredir. Aynı temelde Allame Tabatabai, göğün, yerin ve tüm varlıkların Allah için “tesbih”ini (İsra 44) mecazi ve hal lisanıyla değil, hakiki ve söz lisanıyla kabul etmiştir. O, konuşmanın lafızları ve sesleri kullanmayı gerektirmediğine inanır. Çünkü kelamın hakikati, kalpte olanı bir tür delalet ve işaret vesilesiyle keşfetmektir. Sonuç itibariyle insan iç dünyasındaki maksatları tekvini yolla başkasına aktaramayacağına göre anlamlar için göreceli sesler ve işaretler olan lafızları kullanacaktır. Bundan dolayı kelamın gücü sözde değil, bu maksatları anlatabilmesindedir ve bu özellik âlemin tüm fenomenlerinde mevcuttur.654

Allame aynı izahı, tüm mümkün kâinatın Allah’a secde etmesinde de (...وَلِلّهِ يَسْجُدُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الأَرْضِ655 ) konu eder ve şöyle der: Secdenin hakikati, bütün yaratılmışlarda varolan itaat ve boyun eğmedir.656

Kur’an’ın Kültürü ve Arapça Giysisi

Çok eski zamanlardan beri Müslüman düşünürlerin gündeminde yer alan mesele şudur ki, acaba mukaddes şeriat koyucu ve Kur’an’ı indiren, Kur’an’ı Arapça giysiyle indirdiğinde tıpkı mucitlerin kendi icatlarına yeni bir isim verdikleri gibi yeni bir şey mi vazetmiş oldu, yoksa şeriat koyucu, Araplar arasında dolaşımdaki lafızları hiçbir nakil olmaksızın aynı lugat anlamında mı kullandı? Yahut şeriat koyucu, insanlar arasında revaçta olan lafızları, mecazi olarak, daha önceki lugat anlamlarıyla irtibatlı yeni anlamlara mı nakletti, daha sonra da bu yeni anlamlar kullanıla kullanıla şer’i hakikate veya özel bir örfe mi dönüştü?

Bazı yazarlar birinci görüşü, şârinin yeni bir şey vazettiğine inanan Hariciler ve Mutezile’ye ait saymışlardır. İkinci görüşü ise şârinin, maksatları ifade etmek üzere mevcut lugat anlamlarına şart ve kayıt ilave ettiğine inanan Ebubekir Bakıllani’ye nispet etmişlerdir. Üçüncü görüş, kendine has örflerin yaptığına benzer şekilde şârinin Arapça lafızlarda tasarrufta bulunduğuna inanan Gazali ve Razi’ye ait kabul edilmiştir.657

Her halükarda Kur’an’ın, Arapların tanıdığı kelimelerin kucağına yeni anlamlar ve hakikatler koyduğu, böyle bir şeyin daha önce yaşanmadığı ve sonrasında da görülmediği inkâr edilemez bir gerçektir.

Kur’an’ın oluşturduğu kültür Arapların bütün fikri kavramlarını ve inançlarını değiştirdi. Bu paha biçilmez kitap; varlık, hayat, insan, Allah’ın âlemle irtibatı, dünyanın ve insanın geleceği, ibadet, ahlak ve toplumun gerekleri, adab-ı muaşeret, dindaşlar ile yabancılar arasındaki ilişki, koordinasyon yapısındaki mikro ve makro binlerce mevzu hakkında, o güne kadar gündeme hiç gelmemiş yeni bir dünya görüşü ve yeni düşünceler üretti. Ahmed b. Faris, el-Sahibi’de şöyle der: “Cahiliye Arabının kendi kelimeleri, adabı, ibadetleri ve kurbanları vardı. Allah İslam’ı gönderdiğinde durum değişti, yanlış inançlar kaldırıldı ve lafızlar kendi anlamlarından yeni anlamlara nakledildi... Mümin, müslim, kâfir, münafık gibi kelimeler zuhur etti ve salat, secde, siyam, hac, zekât gibi kelimeler yeni özellikler ve şartlar edindi.”658

Yine Ebu Hilal Askeri şöyle der:

İslam’da cahiliyet asrında başka anlama gelen birtakım anlamlar ortaya çıktı ve isimlendirmeler zuhur etti. Bu kelimelerin başında Kur’an, sure, ayet ve teyemmüm gelir. Allah Teâla şöyle buyurmuştur:
659 فَتَيَمَّمُواْ صَعِيدًا طَيِّبًا Sonraları sıkça kullanılmasının etkisiyle “özel mesh” olarak teyemmüm yaygınlaştı. “Fısk” da Allah’a itaatten çıkmak olarak şöhret buldu. Hâlbuki bundan önceki anlamı, hurma çekirdeğinin kabuğundan dışarı çıkması ve farenin yuvasından çıkmasıydı. Küfrü gizlemeyle birlikte olan iman “nifak” olarak adlandırıldı. Puta secde “küfür” ve Allah’a secde “iman” adını aldı. Cahiliyet bu kavramlardan habersizdi.660 Suyuti de el-Müzhir’de aynı noktaya değinmiştir.”661

Bu sözün manası, Kur’an’ın hakiki anlamına ulaşabilmek için Kur’an’ın dinî anlam zeminini incelemek zorunda olduğumuzu ve Kur’an’ın maksadını belirlemek için sadece lugat anlamın delaletinin yeterli olmadığını göstermektedir. Bu mevzu, günümüzde modern semantiğin kendi sorunlarından biri olarak gördüğü ve tek başına lugatın, varlığımızın içindeki tüm düşünceleri ve anlamları iletemeyeceğini söylediği meselenin ta kendisidir. Bu yüzdendir ki kimileri, Kur’an’ın, Arap aklının yansıması veya belli tarihsel koşulların ürünü olmadığını, kendi anlamını yarattığını belirtmektedir.662

Ahmed Emin’in tabiriyle, hiç kuşku yok Kur’an Arap lugatı üzerine indi ve onun ışığında o dönemin akıl kültürü, toplumsal ve ekonomik hayatı bilinebilir. Ama Kur’an’ın kelimeleri, ifadeleri ve anlamları tamamıyla cahiliyet çağının lugatı değildir. Çünkü Kur’an, cahiliye toplumunda kullanılmayan yeni kelimeler getirdi. Kelimeleri, daha önce gündemde olmayan yeni anlamlara tahsis etti. Cahiliyenin kullanımının dışında metaforlar ve mecazlar gösterdi.663

Çağdaş yazarlardan bir diğerinin sözüyle, Kur’an’ın gelmesiyle cahiliye asrının bazı ıstılahları Kur’an’da yerinde kaldı; cennet, firdevs, cin, melaike, hac, umre ve benzeri. Cahiliye asrının yaygın ıstılahlarından kimisinin ise delaletleri değişti. Bazen genel kavramlar, Kur’an’ın dikkate aldığı özel anlamlara tahsis edildi; şeriat, rasul, salat, siyam gibi. Bazen önceden beri yaygın olan kimi ıstılahların kapsamı genişledi; küfür, fısk, nifak vs.

Bir kısım ıstılahlara, eskiye dayanan geçmişi bulunmayan yeni bir delalet kazandırdı. Aynı şekilde Kur’an’ın üslubuna bakarak denilebilir ki bir kısım kelimelere de daha önce mevcut bulunmayan delaletler kazandır. Nitekim Kur’an, felah ve fevz, ecr ve sevap, azap ve ikab, rih ve riyah, gays ve matar, nimet ve naim vs. arasına fark koydu ve her birini belli bir yerde kullandı. Matar kelimesini dünyevi cezalar ve azap konumunda, gays kelimesini ise hayır ve bereket için kullandı. Bu hususiyetler nedeniyle Kur’an kelimelerinde eşanlamlılığın bulunduğu kabul edilmez, çünkü her kelime, kullanıldığı yerde kendine mahsus anlama sahiptir.664

Kur’an’a aşina olanlar eski zamanlardan bu yana Kur’an’a bu gözle bakmakta; Kur’an’ın sözkonusu ettiği anlamları, birbirinden kopuk ve sadece lugata dayalı olarak değil, kuşatıcı ve çok yönlü bir bakışın ışığında araştırmaktadırlar. Taberi şöyle yazar: Kabul edilebilir bir delil vesilesi olmaksızın Kur’an’ı uslubundan koparmamız caiz değildir.665



Kur’an’ın Kavramlarına Birkaç Örnek

Kur’an

Kur’an metninde çokça geçen “Kur’an” kelimesi, ister Hazret-i Muhammed’in (s.a.a) semavi kitabının adına delalet eden doğaçlama cansız isim olsun, ister Arapça “ قرأ den türemiş toplamak ve ilave etmek anlamında olsun, ister tilavet etmek anlamına gelsin, ister “okunmuş” veya “okunmaya değer” manasında kıraatın eşanlamlısı masdar olsun, her durumda Hazret-i Muhammed’in (s.a.a) semavi kitabı nazil olduktan sonra kendine özgü bir anlam kazandı ve ilk kez Hazret-i Muhammed’in (s.a.a) kitabının vasfı olarak kullanıldı. Daha sonra da bu kitap için alem oldu:

 شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذِيَ أُنزِلَ فِيهِ الْقُرْآنُ 

İçinde Kur’an indirilen Ramazan ayı...”666



Sure

Sure, Kur’an’ın بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ ile birbirinden ayrılmış özel bir ayet grubunu ifade eden ve bu anlamıyla Araplar arasında tanınmayan kendine has kavramlarındandır. Kavramı ister lugat manası açısından bir şeyden arta kalmış veya kurtulmuş anlamında “ سأر den alalım, ister yükseklik, mevki, şehrin hisar ve surları anlamında “ سور den alalım farketmez.

 وَإِن كُنتُمْ فِي رَيْبٍ مِّمَّا نَزَّلْنَا عَلَى عَبْدِنَا فَأْتُواْ بِسُورَةٍ مِّن مِّثْلِهِ 

Eğer kulumuza indirdiğimizden şüphe içinde iseniz, haydi onun gibi bir sûre getirin.”667



Vahiy

Vahiy kelimesinin genel olarak anlamı seri ve gizli anlatım demektir.668 Kur’an’da da bu lugat kullanımları vardır. Lakin Kur’an’ın kendine özgü kavramı olarak bu kelime, hiç karinesiz Allah’ın peygamberlerine mesaj iletme ve şeriat gönderme irtibatına işaret eder:

 كَذَلِكَ يُوحِي إِلَيْكَ وَإِلَى الَّذِينَ مِن قَبْلِكَ اللّٰهُ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ 

Çok güçlü hüküm ve hikmet sahibi olan Allah sana da senden öncekilere de vahiy gönderir.”669



Levh-i Mahfuz

Levh, lugatta, üzerine bir şey yazılabilen enli kemiğe denir. Ama kavramsal anlamıyla “levh-i mahfuz”, Kur’an’ın başlangıcı ve mercei olarak isimlendirilmektedir; Kur’an’a özgü manasında Kur’an’ın Allah katındaki konumuna ve her türlü değişme ve yokolmadan korunmuş Allah’ın ilmine işarettir.

Bu kavramın benzeri, “levh-i mahfuz” veya ilm-i ilahi manasındaki birleşik kelime “ümmü’l-kitap”tır670:

 يَمْحُو اللّٰهُ مَا يَشَاءُ وَيُثْبِتُ وَعِندَهُ أُمُّ الْكِتَابِ 

Allah dilediğini imha eder, dilediğini de yerinde bırakır. Ana kitap O’nun katındadır.”671

Kaza ve Kader

“Kader” kelimesi ölçü anlamına; “takdir” kelimesi ise ölçmek, değerlendirmek ve bir şeyi belli bir ölçüyle yapmak anlamına gelir. “Kaza” kelimesi nihayete erdirmek ve hüküm vermek (davanın kararı) anlamında kullanılır.

Takdir-i İlahi’den maksat, Allah’ın her fenomen için nicelik, nitelik, zaman, mekan ve benzeri bakımlardan tedrici etken ve sebeplerin tesiri altında gerçekleşecek bir ölçü takdir etmesidir.

İlahi kaza ile kasdedilen de bir fenomenin öncüllerini, sebeplerini ve şartlarını hazırlayarak onu nihai ve kesin aşamaya ulaştırmaktır. Bu durumda takdir, kaza aşamasından öncedir. Misal olarak ceninin nutfe, alaka ve mudga halinden tedricen kâmil bir cenin sınırına kadar izlediği tedrici süreç, onun zaman ve mekân özelliklerini de kapsayan takdir edilmiş aşamalarıdır. Onun, aşamalardan birinde sükuta uğraması, takdirinde değişiklik sayılır. Fakat kaza, tüm sebep ve şartların hazırlanması ve bir fenomenin vuku bulmasının eli kulağında olmasıdır:672

 إِذَا قَضَى أَمْرًا فَإِنَّمَا يَقُولُ لَهُ كُن فَيَكُونُ 

Bir şeyin olmasını dilediğinde ona sadece ‘ol!’ der, o da hemen oluverir.”673

Kur’an’ın bu kavramının özeti şudur ki, herşeyin ortaya çıkışı ilahi takdir ve kazaya bağlıdır, o olmaksızın hiçbir varlık kendine özgü şekil ve çerçeve kazanamaz:

 فَقَضَاهُنَّ سَبْعَ سَمَاوَاتٍ فِي يَوْمَيْنِ وَأَوْحَى فِي كُلِّ سَمَاء أَمْرَهَا وَزَيَّنَّا السَّمَاء الدُّنْيَا بِمَصَابِيحَ وَحِفْظًا ذَلِكَ تَقْدِيرُ الْعَزِيزِ الْعَلِيمِ 

Böylece Allah onları iki günde yedi gök olmak üzere yerine koydu. Her göğe kendi işini bildirdi. Biz en yakın göğü kandillerle süsledik ve koruduk. İşte bu çok güçlü ve her şeyi bilen Allah’ın takdiridir.”674


Yüklə 5,76 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   13   14   15   16   17   18   19   20   ...   43




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin