Eserin özgün adı: تحلیل زبان قرآن و روش شناسی فهم آن


Kur’an’a Özgü Örfün Lugat Manasıyla Bağlantısı



Yüklə 5,76 Mb.
səhifə19/43
tarix07.04.2018
ölçüsü5,76 Mb.
#47037
1   ...   15   16   17   18   19   20   21   22   ...   43

Kur’an’a Özgü Örfün Lugat Manasıyla Bağlantısı

Kur’an’ın kavramlarında eksen rol oynayan bir dizi öğenin kendine özgü örfünü kabul etme hakkında daha önce dile getirilen analizden, Kur’an’ın yeni örfü ve yeni anlamı ile kelimenin lugat anlamı arasındaki bağlantısının kesik olduğu sonucunu çıkarmaya mecbur değiliz ve Kur’an’ın bütün kavramlarını, onların lugat anlamlarından kopararak almaya da iznimiz var.

Kimileri, anlamların teorilerden geldiği ve oradan renk aldığına dayanıp teorilerin değişmesine tabi olarak lafızların (vazedilmiş) anlamlarının da değiştiğini itiraf etmişlerdir. Misal olarak, “güneş” kelimesinin vazedildiği büyük ışık küresiyle ilgili teori değiştiğinde güneşin anlamı da değişmiştir. Geçmişte güneşin anlamı, dünyanın etrafında dönen ışıklı cisim idi. Şimdi ise anlamı, yeryüzünün onun etrafında döndüğü büyük gaz kütlesidir. İsimlerin betimlenmesi teorisine dayanan bu görüşe göre bir şeyin tüm vasıfları ve tezahürleri onun anlamına dahildir. Lafızların anlamı da o kadar kapsamlıdır ki bu vasıfların tamamını kapsar. Bu sebeple Allah güneşe yemin ettiğinde, dünyanın çevresinde döndüğü, hidrojen ve helyumdan oluşmuş, Kur’an’ın nüzulüne çağdaş Arapların örfünde güneş adıyla bilinen eriyik kaynağa işaret etmiş olmaktadır.723

Öyle anlaşılıyor ki bu görüş gerekli bilimsel destekten yararlanmaktadır. Çünkü aklın geleneği tarafından gerçekleştirilen724 lugat vazetme işi, örfteki gerçek anlamı karşılamak üzeredir; aslında bilimsel net görüşe göre mevcut bulunan bilinen bilinmeyen bütün vasıflarıyla hakikatlerin gerçekliği için değil. Başka bir ifadeyle, vazetmenin, daha önce sözkonusu edildiği gibi göstergenin özellikleriyle sıvanmış olması hiçbir şekilde betimleyici teorinin bakış açısıyla aynı seviyede değildir. Çünkü nesnelerin bilimsel vasıfları ve anlamlarına karşılık lafızlar vazedildiği varsayımı, şeyler konusunda mümkün tüm teoremlerin zaruri hale dönüşmesini gerektirir. Buna ilaveten, bilinmeyen tafsilatlı hakikatler karşısında lafızların vazedilmesi boşunadır. Zira şeylerin ayrıntılı hakikatleri daima insan için aşikâr değildir. Hâlbuki lafızların vazedilmesi, anlatmak ve iletişim içindir. Bu sebeple, lafızların tasavvur edilemeyen ve bilinmeyen anlamlar için vazedilmelerinin sabit etkisi olmayacaktır725 ve bağlantının kurulmasında maksadın ihlalidir. Lugat anlamları gözardı edilerek belli kişiler veya şeriat koyucu tarafından kendine özgü kavramlara dönüşen ve anlaşılmaları için akılların genel örfüne ilaveten özel örfün de bilinmesi gereken lafızlar bunun dışındadır.726 Bu konularda da yeni anlamın eski anlamla irtibatının tamamen kopuk ve kesik olması sözkonusu değildir.

Muhtemeldir ki, göstergelerde ve anlamın gereklerinde özelliklerin değişmesi, gelişme ve sınırlanmanın, anlamın aslında değişime yolaçmadığını ispatlamaya çalışan Allame Tabatabai’nin analizi işte bu açıdan olsa gerektir. “İlahi konuşma”yı izah ederken şöyle yazar: “Kur’an ayetleri ve geçmişteki peygamberlerin beyanları, bu değişimlerde mecaz ve temsilin kasdedilmediğini açıkça ortaya koyar. Eğer mecaza atfedilmesi uygun düşseydi ilahi hakikatlerle ilgili bütün sözler, yalın maddi konular üzerine tevil edilirdi. Bu yüzden ilahi konuşma, her ne kadar buradaki sözün tarifi ve sınırları bizim bildiğimiz şekliyle ilahi kelama aykırı görülmüşse de gerçek etkileri bulunan hakiki bir şeydir. Burada kasdedilen konuşma, gerçek etkilere sahip sözkonusu anlamları anlatma ve izah etme manasında Allah için kullanılabilir.”727 Merhum Allame, varlıkların Allah’ı “tesbih”i ve ona “secde” etmesi gibi birçok konuda buna benzer tahliller yapmıştır.728 Gerçi bu semantik analizlerin Kur’an’ın kavramlarına bakışta başka bir bakış açısına dönük olması mümkündür. Bu nedenle İmam Humeyni de (r) ahiret azabını izah ederken şöyle yazar: Cehennem ateşi, kabir azabı, kıyamet ve diğerlerini dünya ateşiyle ve dünya azabıyla mukayese ediyorsan yanlış anlamışsın, kötü kıyas yapmışsın demektir. Bu âlemin ateşi araz ve soğuk bir şeydir. Bu âlemin azabı çok kolay ve basittir. Bu dünyadaki idrakin noksan ve eksiktir. Bu âlemin bütün ateşlerini toplasalar insanın ruhunu yakamaz. Oranın ateşi ise bedeni yakmasına ilaveten ruhu da yakacaktır. Kalbi eritecektir. Gönülleri kavuracaktır. Bütün bu işittiklerin ve şimdiye kadar herkesten duydukların, orada hazır göreceğin amellerinin cehennemidir. Nitekim Allah Teâla şöyle buyurmaktadır:

 وَوَجَدُوا مَا عَمِلُوا حَاضِرًا 

Bütün yaptıklarını hazır bulmuşlardır.”729

Ey aziz, yüksek ilimlerde, şiddetlenmenin mertebelerinin sonsuz olduğu ispatlanmıştır.730 Her nasıl tasavvur edersen et ve tüm akıllar nasıl tasavvur ederlerse etsinler azabın şiddeti ondan da şedid olabilir... Kur’an üzerinde bir miktar düşün, gör bak nasıl bir azabı vadetmiş; cehennem ahalisi, malikten kendilerini öldürmesini isterler. Heyhat ki, orada ölüm yoktur artık!731 Bak Allah Teâla ne buyuruyor:

 يَا حَسْرَتَى علَى مَا فَرَّطتُ فِي جَنبِ اللَّهِ 

Allah’ın yanında, işlediğim kusurlardan dolayı vay hâlime! Gerçekten ben alay edenlerden idim”732

Bu nasıl bir hayıflanmadır ki Allah Teâla öylesine azametle ondan bahsedebiliyor. Kur’an’ın ayet-i şerifesi üzerinde düşün, iyice düşünmeden geçip gitme;

 يَوْمَ تَرَوْنَهَا تَذْهَلُ كُلُّ مُرْضِعَةٍ عَمَّا أَرْضَعَتْ وَتَضَعُ كُلُّ ذَاتِ حَمْلٍ حَمْلَهَا وَتَرَى النَّاسَ سُكَارَى وَمَا هُم بِسُكَارَى وَلَكِنَّ عَذَابَ اللَّهِ شَدِيدٌ 

Onu göreceğiniz gün... Çocuğunu emziren anne, dehşetten çocuğunu unutup terk eder. Hâmile olan her kadın çocuğunu düşürür. İnsanları sarhoş olmuş görürsün, halbuki gerçekte onlar sarhoş değildirler. Fakat Allah’ın azabı pek çetindir.”733

Doğru düşün azizim, Kur’an, Allah’a sığınırız, kıssa kitabı değildir. Size şaka yapmıyor. Bakın ne buyuruyor? Bu nasıl bir azaptır ki aziz bildiklerini unutturabiliyor, hamileleri yüksüz hale getiriyor. Acaba nasıl bir azaptır ki Allah Tebarek ve Teâla onu dehşet verici biçimde “şiddet”le, başka bir yerde de “azamet”le734 vasfediyor. Sınırı ve sonu olmayan, izzet ve saltanatı nihayetsiz olan Allah Tebarek ve Teâla’nın şiddet ve azametle vasıflandırdığı şey acaba nasıl bir şeydir? Allah bilir ki, benim ve senin aklın, bütün insanlığın düşüncesi onu tasavvur etmekte acizdir. Eğer ismet ve taharetin Ehl-i Beyt’inden (a.s) gelen haber ve eserlere müracaat eder ve bunlar üzerinde dikkatlice düşünürsen o âlemdeki azap meselesinin aklına gelen azaplardan başka bir şey olduğunu anlarsın.

İmam Humeyni (r) daha sonra cehennem ateşini vasfeden hadisi Şeyh Saduk’un ifadesiyle735 şöyle nakleder:

“Dünyanın etrafına her bir halkasının uzunluğu yetmiş zera olan bir zincir çekilse dünyadaki bütün aynalar onun sıcaklığından erir. Eğer dünyanın sularına bir damla zakkum damlatılsa ve zehirli iğnesi batırılsa hepsi kokusundan ölür.”736

Bu bölümde anlatılanların toplamından, Kur’an’ın, hedeflerini açıklarken bütünü itibariyle akılların örfünde yaygın olan ve vazedilmiş terminolojiyi kullandığı anlaşılmaktadır. Lakin Kur’an’ın kültürel kimliğinin kendine özgü bir kimlik taşıdığı ve nüzul çağındaki Arap kültürünün kimliğinden başka bir şey olduğu yönündeki diğer hakikat de gözardı edilemez. Bu kimliğin bir bölümü, Kur’an’ın Arapça terminolojideki kavramların bir kısmı üzerinde tasarrufta bulunmasına ve onların Kur’an’ın “özel ıstılah”ına dönüştüğü yeni anlamlarda kullanılmasına borçluyuz. Gerçi bu kimliğin başka bir bölümü de Kur’an’ın cümlelerinin kuruluşu ve hükümlerin oluşumuyla elde edilmiştir. Buna özel bir başlık altında değinilecektir.

Sekizinci Bölüm


Kur’an Hükümlerinin Diline Dair
Çeşitli Görüşlerin Eleştirisi ve Analizi


Hükümler ve Cümleler Düzeyinde Kur’an’ın Dili

Hükümler ve cümleler düzeyinde Kur’an’ın dilini tanımaya niyetlendiğimizde karşımıza çeşitli sorular çıkacaktır. Bu soruları bazılarını ele alacağız. Bu alandaki önemli ve gündemdeki sorular arasında şunlar yer alır: Acaba Kur’an’ın cümleleri ve hükümlerinin tamamı hakikate mi dönüktür? Başka bir ifadeyle, acaba Kur’an’ın değişik konulardaki muhtelif ifadeleri tamamen zâhiri anlamları ve muradı itibariyle mi gözönünde bulundurulmalıdır; yoksa simge, kinaye, temsil ve mecaz çeşitleri de sözkonusu mudur? Eğer Kur’an’ın tabirleri mecaz içeriyorsa acaba bu mecazlar hakikate atıfta bulunmakta mıdırlar?

Üçüncüsü, Kur’an’da Allah’ın zâtı, sıfatları ve fiilerinin açıklanması, varlık düzeni, göklerin ve yerin ortaya çıkışı, evrenin düzeninde yaşanan olayların anlatılması, meleklerin insana secde etmesi, insanın kaderi, hayatın seyrinin nasıl olacağı, ümmetlerin ve peygamberlerin öyküleri ve hayatlarındaki iniş çıkışlar, bu maddi hayatın sona erme alametleri, kıyamet saatinin şartları, öteki dünyanın olayları, durumları ve aşamaları, hesap ve mizan, amel defteri, nimetler ve azaplar gibi şeylerle ilgili muhtelif konularda geçen çeşitli anlatımlara bakıldığında şu soru sözkonusu olmaktadır: Acaba bunların tümü hakiki kavramlar mıdır? Kur’an evrenin bütün olaylarını Allah’ın fiillerine dayandırmakta;

 خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ 

O, her şeyin yaratıcısıdır.”737

Ve tüm âlemi Allah’ın idaresi altında tanıtmaktadır:

 بَل للّٰهِ الأَمْرُ جَمِيعًا 738


 أَفَرَأَيْتُم مَّا تُمْنُونَ أَأَنتُمْ تَخْلُقُونَهُ أَمْ نَحْنُ الْخَالِقُونَ أَأَنتُمْ تَزْرَعُونَهُ أَمْ نَحْنُ الزَّارِعُونَ أَفَرَأَيْتُم مَّا تَحْرُثُونَ 
 
يُضِلُّ مَن يَشَاءُ وَيَهْدِي مَن يَشَاءُ 739
 وَمَا رَمَيْتَ إِذْ رَمَيْتَ وَلَكِنَّ اللّٰه رَمَى 740
 وَاللّٰهُ خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ 741

Aynı zamanda âlemin fenomenlerinin her birine de kendine özgü bir rol biçer:

 أَنزَلَ مِنَ السَّمَاءِ مَاءً فَأَخْرَجَ بِهِ مِنَ الثَّمَرَاتِ رِزْقًا 742
فَمَن شَاء فَلْيُؤْمِن وَمَن شَاء فَلْيَكْفُرْ 743

Acaba bu iki ilişkilendirme türünün her ikisi de hakikat midir, yoksa biri hakikat, diğeri ise mecaz mıdır? Yine Allah’ın fiilleri veya sıfatlarındaki zaman ve mekân ilişkilerinin anlamı nedir? Allah’ın meleklerle (Bakara 30), insanla (Araf 172) ve diğer varlıklarla (Hud 44) konuşması ne anlama gelir? Allah sözkonusu olduğunda muhabbet (Bakara 222), rıza, gazap, yoldaşlık, üstünlük, yan, el, yerleşmek ve gelmek ne anlam taşır? Allah’ı fiillerindeki zaman ilişkilerinin (Enfal 9) manası nedir? Altı günde yaratma (Araf 54), Âdem’in düşüşü ve İblis (Araf 24 ve 11) öyküsü nedir? Şuur sahibi olmayan varlıklar ve cansızların konuşma (Neml 18) ve tesbihle (Ra’d 33, İsra 44) ilişkilendirilmesi nasıl bir şeydir? Cehennem nasıl hareket eder (Mearic 17) ve feryat koparır? Yeryüzü olayları nasıl anlatır? (Zilzal 4) Amel defteri, sağ ve sol el nedir? (İsra 13, İnşikak 10) Sur’a üflemek ne demektir? (Hakka 13)

Kur’an’da beyan edilen kıssalar gerçekliğin ta kendisi midir? Acaba İbrahim gerçekten kuşları öldürdü mü ve sonra da diriltti mi? (Bakara 26) Acaba Üzeyir (Bakara 259) ve Ashab-ı Kehf (Kehf 9-13) öldüler ve tekrar dirildiler mi? Acaba Habil ve Kabil (Maide 27) gerçekten var mıydılar yoksa sadece iyilik ve kötülüğün sembolik ifadesi miydiler? Acaba İsrailoğullarının bazıları başkalaştı mı? (Araf 166) Meleklerin yardımı ve teyidinin anlamı nedir? (Tevbe 26) vs. Bunlar, Kur’an hükümlerinin dili bahsinde gündeme gelen sorulara bazı örneklerdir.

Bu bölümde Kur’an’ın cümleleri ve hükümlerinin dilini değerlendirme babında gösterilmiş en önemli teorileri serdetmeye, inceleyip eleştirmeye çalışacak, sonuçta da bu konuda genel bir analiz ve çözümlemeye koyulup Kur’an hükümlerinden sahih çıkarımda bulunmanın linguistik kriterlerini ele alacağız.



1. Zâhircilik ve Kur’an’ın Tek Boyutlu Dili

Kur’an hükümlerinin dili konusunda ortaya atılmış teorilerden biri, Kur’an’a bakışta zâhirci olma teorisidir. Zâhiriler, Kur’an’ın bütün ayetlerine tek boyutlu ve yalnızca lafız ve lugat tefsiri çerçevesinde anlam verirler. Ehl-i Hadis, yani Ahmed b. Hanbel’in (hicri 161-241), takipçileri, ondan önce Malik b. Enes (hicri 93-179), sonra da Davud Zâhiri (hicri 280) ve oğlu Ebubekir Zâhiri; aynı şekilde Keramiye, Eşariler, Maturidiler, İbn Teymiye, Vahhabiler ve Şia’nın Ahbarileri bakış açılarındaki farklılıklardan oluşan yelpazeye rağmen dinî öğretiyi anlamada aklı ve düşünceyi kullanmaktan kaçınma noktasında müşterektiler. Bu görüşün bazı mensupları, zâhiri almakla Allah’ı benzetme ve cisimleştirme kaçınılmaz hale gelecek olsa bile Kur’an’ın anlamı konusunda her türlü delillendirilmiş içtihadı reddeder. Bazı görüş sahipleri de Kur’an’da mecazın varlığını, hata etmenin sonucu veya faydasız uzatma (karinenin varlığına rağmen) ya da yalan sayar.744

Hadislerin derlenmesine cevaz çıktıktan sonra avam arasında olağanüstü yaygınlaşan hadis eksenli akım, dinî inançları tanzim etme ve yasaları kanunlaştırmada temel ölçüt olacak ölçüde galebe çaldı. Bu görüşte, rivayet edilen nakillerin zâhirleri senet ve muhteva değerlendirmesine tabi tutulmaksızın Kur’an’ı anlamanın ölçütü olabildi. O kadar ki her önüne gelenden rivayet adı altında bir şeyler nakledilir oldu ve denildi ki, sünnet Kur’an aracılığıyla nesh olmaz, ama sünnet Kur’an’ı nesh edebilir!745 Yine şöyle bir izah yapıldı: Kur’an, sünnetin Kur’an’a ihtiyacından daha fazla sünnete muhtaçtır.746 Bu fikri akımın takipçileri Malik b. Enes’ten, “arşa istiva”nın ne olduğu sorulduğunda şöyle cevap verdiğini naklediyorlardı:

“İstiva bilinen bir şeydir, ama niteliği meçhuldür. Buna iman farz ve soru sormak bidattir.”

Yine Ahmed b. Hanbel, Ehl-i Hadis’in inancını açıkladığı küçük risalesinde girişten sonra şöyle yazar: “Bu, ilim ehlinin, müelliflerin ve Ehl-i Sünnet’in yoludur. Onlar, sünnetin ipine sımsıkı tutunan ve bu yolda olmakla tanınan kimselerdir. Rasul’ün (s.a.a) ashabı arasından bugüne kadarkileri ve bu arada Hicaz, Şam gibi yerlerdeki bazı âlimleri idrak ettim, onlardan hadis dinledim. Şu halde bu yola en küçük bir muhalefeti veya tenkidi olan yahut bir hadis nakletmeyi ayıp gören kimse muhalif ve bidatçi olacaktır.” İnanç meselelerine dair bir cümle zikrettikten sonra şöyle yazar:

“O, yedi göğün üzerinde arşın üstündedir. Kendi katında ateş, ışık, karanlık ve sudan bir perde vardır. O, bunu en iyi bilendir.”747

Bu mesleğin takipçileri rivayetlere dayandırmaksızın Kur’an tefsir etmeyi caiz görmez ve şöyle der: “Edebiyat âlimi olsa da, delillere, fıkha, nahive, haberlere ve eserlere vakıf bulunsa da hiçkimsenin Kur’an’ı tefsiri caiz değildir. Ancak Peygamber’in, sahabenin ve tabiinin rivayetlerine istinat edebilir.”748

Ebu’l-Hasan Eş’ari (hicri 330), Ehl-i Hadis’in ifrata varmış nakilciliği ve Mutezile’nin akılcılığı karşısında orta yol bulmaya çalıştı. Bu sebeple el-İbane’de şöyle yazdı:

“Allah’ın, niteliği bilinmeyen bir yüzü vardır. Nitekim ayette şöyle buyurmuştur: “Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin yüzü bâki kalacaktır.” Allah’ın, niteliği bilinmeyen elleri vardır. Nitekim ayette şöyle buyurmuştur: “İki elimle yarattığım...”

Bununla birlikte o, Allah’ın sıfatları ve fiillerinde teşbihçilikten kurtulamaz. Bu nedenle Makalatu’l-İslamiyyin’de Ehl-i Hadis’in inancını açıklarken şöyle yazar: Allah Teâla’nın kıyamet günü müminlerin gözüyle dolunayın gece vakti göründüğü gibi görüleceğini söylüyorlar. Tabii ki kâfirler Allah’ı göremeyecekler, çünkü onlar ile Allah’ın arasına perde çekilecek. Allah şöyle buyurur:

“Haşa, onlar o gün rablerini görmekten mahrumdurlar” Musa, Allah’tan dünyada onu görmeyi istedi. Allah dağa tecelli ettiğinde dağ darmadağın oldu. Musa böylelikle Allah’ı dünyada göremeyeceğini, aksine ahirette göreceğini anladı.749

Eş’ari’den sonra onun takipçileri de Allah’ı görme750 ile ilgili ayetlerde aynı yolu tercih etti.751



Zâhirilerin Görüşünü İnceleme ve Eleştiri

Her durumda, Kur’an’ı anlamada zâhirilik akımı ister Ehl-i Sünnet’in hadisçiliği, Eş’arilik, İbn Teymiye’nin görüşü, Vahhabilik biçiminde olsun, ister Şia’nın Ahbariliği şeklinde olsun, isterse de başka bir suret ve renkte görünsün tevil üzerine her türlü düşünce ve incelemeye, hatta Kur’an ayetlerinin her türlü tefsirine ve âlimce anlaşılmasına sırt çevirir. Bu yüzden de din ve ilahi kitap için, dinin hakikati ve üstün maksatlarıyla uyuşmayan ruhsuz ve donuk bir çehre gösterir. Aslında kitap ve şeriatı anlamada tüm epistemik öğelerden yararlanılmaması, bütün kesimlerin, zâhirici yaklaşıma sahip, kuşatıcı bilgiden uzak ve onu gözardı eden, dinî metnin lafız ve lugat zâhirine bakan, kapsamlı ve çok yönlü yaklaşımı engelleyen ortak bileşenidir.



Kur’an ve Müteşabihler İçin Muhkemlere Başvuru

Bizzat Kur’an, karşılaştırmalı bir bakışla ele alındığında ilahi ayetlerin muhkemler ve müteşabihler olarak iki gruba ayrıldığını açıklıkla ifade eder. Temel çözüm yolu ve kitabın genel bilgi metodolojisi, muhkemlerin müteşabihler için merci ve dayanak olmasıdır. Sapmadan korunmanın yolu, müteşabihler için muhkemlere başvurmaktır:

 هُوَ الَّذِيَ أَنزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ مِنْهُ آيَاتٌ مُّحْكَمَاتٌ هُنَّ أُمُّ الْكِتَابِ وَأُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌ فَأَمَّا الَّذِينَ في قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ فَيَتَّبِعُونَ مَا تَشَابَهَ مِنْهُ ابْتِغَاء الْفِتْنَةِ وَابْتِغَاء تَأْوِيلِهِ وَمَا يَعْلَمُ تَأْوِيلَهُ إِلاَّ اللّٰهُ وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ يَقُولُونَ آمَنَّا بِهِ كُلٌّ مِّنْ عِندِ رَبِّنَا وَمَا يَذَّكَّرُ إِلاَّ أُوْلُواْ الألْبَابِ 

Sana Kitab’ı indiren O’dur. Onun bazı âyetleri muhkemdir ki, bunlar Kitab’ın esasıdır. Diğerleri de müteşâbihtir. Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu tevil etmek için ondaki müteşâbih âyetlerin peşine düşerler. Halbuki tevilini ancak Allah bilir ve ilimde yüksek pâyeye erişenler; ona inandık, hepsi Rabbimiz tarafındandır, derler. Ancak aklıselim sahipleri düşünüp anlar.”752

“Muhkem”, if’al babından ism-i mef’uldür. Menetme manasında, konuşanın gerçek maksadını ifade eden ve muhtelif ihtimallerin sözkonusu olmadığı apaçık ve açıklayıcı söz manasında “hakeme” maddesinden gelmektedir. Bu bakımdan tefsir ve Kur’an ilimleri âlimlerine göre muhkemler, ifade kabiliyeti ve delalet açısından çeşitli anlamların ihtimali için zemin kalmayacak derecede açık ayetlerdir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’in ayetlerinin çoğu böyledir. Şeyh Tusi (hicri 460) şöyle der:

 فالمحکم هو ما علم المراد منه بظاهره من غیر قرینة تقترن الیه و لا دلالة تدل علی المراد به لوضوحه, نحو قوله إِنَّ اللّٰهَ لاَ يَظْلِمُ النَّاسَ شَيْئًا753 و قوله لاَ يَظْلِمُ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ754 لانه لا یحتاج فی معرفة المراد به الی دلیل 

“Muhkem, kasdedilen şeyin karineye ve maksadı izaha delalet edecek herhangi bir dayanağa ihtiyaç duymayacak şekilde zâhirine bakılarak anlaşıldığı şeydir. Nitekim Allah Teala’nın “Şüphesiz ki Allah insanlara hiçbir şekilde zulmetmez” ayeti ve “Şüphe yok ki Allah zerre kadar haksızlık etmez” ayetinde kasdedilen şeyin bilgisi konusunda herhangi bir delile ihtiyaç yoktur.”755

Zemahşeri (hicri 528) şöyle yazar:

 احکمت عبارتها بان حفظت من الاحتمال و الاشتباه 

“Cümleleri, ihtimal ve hatadan korunmuş olarak hükme bağlanmıştır.”756

Kur’an ilimleri yazarı Bedruddin Zerkeşi de (hicri 794) şöyle der:

 فاما الحکم فأصله لغة امنع... و اما فی الاصطلاح فهو ما احکمه 

“Muhkeme gelince, lugattaki aslı menetmek demektir... Istılah olarak hükme bağlanmayı ifade eder.”757

Teşabüh, “şebihe”den, misli ve benzeri, yani benzeşen ve tıpkısı olan anlamına gelir. Müteşabih kelimesi, çok sayıda ve benzer anlamlara sahip, söyleyenin maksadının karinesiz açıklığa kavuşmadığı lafızdır. Müteşabih olmak aslında anlamların vasfıdır. Çünkü bir lafzın değişik anlamları birbirine benzer ve lafız, anlamlara benzerlik nedeniyle çeşitli ihtimalleri kabul eder. Bu bakımdan onların zâhiri anlamı kasdedilen şey değildir.

 المتشابه ما لا یعلم المراد بظاهره حتی یقترن به ما یدل علی المراد منه 

“Müteşabih, maksada delalet eden karine olmadıkça zâhiriyle maksadın bilinemeyeceği şeydir.”758

Bu esasa göre müteşabih ayetler yalnız başlarına anlama yardımcı olamazlar. Bilakis kitabın öğretilerinin ilkeleri ve merci olan muhkemler ışığında yorumlanmalıdırlar.

Kuşkusuz, ayetlerden bir kısmının müteşabih olmasının kendine özgü nedeni vardır ve bu da en temel etkene, yani lafızlardan oluşan beşeri anlayış ve diyalogun araçlarının sınırlarına gelir dayanır. Şu anlamda: İnsanlar arasındaki anlayış ve diyalogun yolu lafızları ve beyan gücünü kullanmaktır. Hekim olan Allah da insan için gönderdiği hidayet mesajını Peygamber-i Ekrem (s.a.a) yoluyla ve lafızlar aracılığıyla iletmiştir. Ama bildiğimiz gibi lafızlar ve kelimeler sınırlı formlardır. Bu yüzden, lafızlarla açıklanabilir olmayan gayba ve tabiat âleminin ötesine ilişkin gerçekleri lafızlar aracılığıyla beyan etmek istersek, mecburen, bu müteal hakikatlere intibakın mümkün olabilmesi için bu lafızların anlamlarında bir tür tasarruf ve geliştirme gerçekleşecek, sonuç itibariyle de müteşabihlik ortaya çıkacaktır. Yani anlamda, hem duyusal göstergeye, hem göreceli göstergeye, hem de tabiat ötesi göstergeye sahip bir lafız kullanılmaktadır. Bu nedenle, “arş”759, “Allah’ı görme” ve benzeri kavramlarda hangi göstergenin kasdedildiğini ve murad edildiğini bilmiyoruz. İnsanın duyusal ve maddi anlamlar için kullandığı bu lafızlar dışında keşif ve manevi gözlemle elde edilebilecek Allah’ın kalple görülmesi veya Allah’la buluşma gibi manevi ve varoluşsal bir hakikatten nasıl sözedilebilir?

 وُجُوهٌ يَوْمَئِذٍ نَّاضِرَةٌ إِلَى رَبِّهَا نَاظِرَةٌ 

Yüzler vardır ki, o gün ışıl ışıl parıldayacaktır. Rablerine bakacaklardır.”760

Allah Teâla bu gerçeği ifade etmek için “görmek” kelimesini kullanmıştır. Çünkü bu maksadı temin etmek için daha uygun bir kelime yoktur. Fakat yanlış anlamanın önünü almak için bir yandan müteşabih ayetlerin muhkem ayetlere başvurarak anlaşılması gerektiğine ilişkin anahtar ilkeyi vermiş, öte yandan da açıklıkla şunu beyan etmiştir:

 لاَّ تُدْرِكُهُ الأَبْصَارُ وَهُوَ يُدْرِكُ الأَبْصَارَ 

Gözler onu idrak edemez, ama o gözleri idrak eder.”761

Böylelikle Allah, buradaki görmenin gözle görmek olmadığını açıklığa kavuşturmuş olmaktadır.

Kâinatın Yaratıcısını ve mutlak kemali tanıtmak için, hem durumu ifade edecek, hem de müteşabih olmanın güçlüğünü taşımayacak hangi tabir kullanılabilir? Mesela “nur” gibi bir kelime kullanıldığında bile
762 اللّٰهُ نُورُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ kuşku uyandıracaktır. Çünkü duyusal ve maddi ışığa olan zihinsel alışkanlığımız aklımızda hissedilen ışığın çağrışmasına sebep olacaktır.

Allah’ın kuşatıcı kudretinin halka açıklanmasında da kinayeli tabirler gerekmektedir:

 يَدُ اللَّهِ فَوْقَ أَيْدِيهِمْ 

Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir.”763

 وَهُوَ الْقَاهِرُ فَوْقَ عِبَادِهِ 

O, kullarının üstünde hâkimiyet sahibidir.”764

Acaba Allah görkemli bir sarayda oturmuş ve eli tüm ellerin üzerinde midir? Yoksa bu vehim, dargörüşlülerin ve müşriklerin varsayımı mıydı da Allah Teâla bu bâtıl faraziyeyi reddetmek ve kendi eşsiz zâtını her türlü eksiklikten tenzih için defalarca uyarmıştı?

Dolayısıyla tek boyutlu izah olduğunun farzedilmesi, her türlü mecaz ve tevilin reddedilmesi ve tüm ayetlerin zâhirinin alınması kabul edilebilir gözükmemektedir. Değinildiği gibi, Kur’an’ın, kinayeli anlatım formunda açıklanmış müteşabihleri vardır. Buna ilaveten Kur’an’ın kendisi temsil ve teşbih içerdiğini ve Kur’an’da bazı metaforik ifadelerin bulunduğunun inkar edilemeyeceğini hatırlatmaktadır:

 أَنزَلَ مِنَ السَّمَاء مَاء فَسَالَتْ أَوْدِيَةٌ بِقَدَرِهَا فَاحْتَمَلَ السَّيْلُ زَبَدًا رَّابِيًا وَمِمَّا يُوقِدُونَ عَلَيْهِ فِي النَّارِ ابْتِغَاء حِلْيَةٍ أَوْ مَتَاعٍ زَبَدٌ مِّثْلُهُ كَذَلِكَ يَضْرِبُ اللّٰهُ الْحَقَّ وَالْبَاطِلَ فَأَمَّا الزَّبَدُ فَيَذْهَبُ جُفَاء وَأَمَّا مَا يَنفَعُ النَّاسَ فَيَمْكُثُ فِي الأَرْضِ كَذَلِكَ يَضْرِبُ اللّٰهُ الأَمْثَالَ 

Gökten su indirdi ve her ırmak yatağından kendi hacimlerince sel olup aktı. Bu sel, üste çıkan bir köpüğü yüklenip götürdü. Süs veya eşya yapmak isteyerek ateşte erittikleri şeylerden de buna benzer köpük olur. İşte Allah hak ile bâtıla böyle misal verir. Köpük atılıp gider. İnsanlara fayda veren şeye gelince, o yeryüzünde kalır. İşte Allah böyle misaller getirir.”765

Bu ayet-i şerife gökten suyun inmesi ve sel olup akmasını açıklamanın hak ve batılın akışına misal verildiğini izah etmektedir. Aynı şekilde Kur’an bir yerde de şöyle demektedir:

 وَلاَ تَكُونُواْ كَالَّتِي نَقَضَتْ غَزْلَهَا مِن بَعْدِ قُوَّةٍ أَنكَاثًا 

Pamuğu döndürüp sıkılaştırdıktan sonra liflerine ayıran kadın gibi olmayın.”766

Burada acaba özel bir kadına mı işaret ediliyor, yoksa bu deyim ebedi bir hakikati ve ölümsüz bir mesajı açıklamak için midir? Misallerin de harici bir kaynağı varsa da maksadın ikinci hüküm olduğu gayet açıktır.

Akli ve nakli karinelerin istiare, kinaye, bir tür mecaz olduğuna hükmettiği mevzular da böyledir ve bunların lafzi anlamını bırakıp gerçek muradı araştırmaya mecburuz. Çünkü böyle yapmazsak sıkıntıyla karşılaşırız. Örnek olarak şu ayet lafzen anlaşılması halinde manasız olacaktır:

 وَلاَ تَجْعَلْ يَدَكَ مَغْلُولَةً إِلَى عُنُقِكَ وَلاَ تَبْسُطْهَا كُلَّ الْبَسْطِ فَتَقْعُدَ مَلُومًا مَّحْسُورًا 

Elini (cimrilikte) boynuna bağlama. Onu tamamen de açma ki aşağılanmış ve çaresiz kalmayasın.”767

Nitekim şu ayetlerin lafzen tefsiri ve zâhiri delaletinin esas alınması da Allah Teâla’nın münezzeh ve mutlak kemal oluşuna aykırıdır:

 وَمَن كَانَ فِي هَذِهِ أَعْمَى فَهُوَ فِي الآخِرَةِ أَعْمَى وَأَضَلُّ سَبِيلًا 

Bu dünyada (kalbi) kör olan ahirette de (kalbi) kör olacak ve yolunu tamamen kaybedecektir.”



Müslüman Düşünürlerin Görüşü

Müslüman düşünürlerin geneli, edebiyatçılar, belagatçılar, müfessirler, usulcüler ve fakihler Kur’an’ın lugat bakımından fasih Arapça ile indirildiğine ve onda mecaz, kinaye, istiare ve temsilden örnekler bulunduğuna inanır.768 Fakat önemli nokta, bunların her birinde hakikat, mecaz, sınırlar ve kriterleri bilmektir.

İbn Kuteybe (hicri 213-276) Te’vilu Muşkili’l-Kur’an’ın mukaddimesinde şöyle der: “Mülhidler, Allah’ın kelamındaki müteşabih ayetleri almışlar ve onları çelişki ve eğrilikle itham etmişlerdir.” Bu nedenle kitabını yazma sebebini, Kur’an’ın çetin ve geç anlaşılan konularını açıklamak ve tevil etmek olarak gösterir. O, Arapların söz söylerken mecaz, istiare, temsil, kalıp, takdim, tehir, hazf, tekrar, ihfa, ızhar, tariz, kinaye gibi çeşitli tarzlar kullandığını769 izah eder.

Bu görüş temelinde ilk örnek olmak üzere Sibeveyh şöyle yazar:

 و مما جاء علی اتساع الکلام و الاختصار, قوله تعالی وَاسْأَلِ الْقَرْيَةَ الَّتِي
كُنَّا فِيهَا وَالْعِيْرَ الَّتِي أَقْبَلْنَا فِيهَا770 انما یرید اهل القریة فاختصر 

“Sözün genişliğiyle ve kestirme haliyle de gelebilir. “şehre ve aralarında geldiğimiz kafileye de sor” ayetindeki “şehre sor” kestirme haliyledir.”771

Aynı şekilde Ali b. İsa Ramani (hicri 386);

 كِتَابٌ أَنزَلْنَاهُ إِلَيْكَ لِتُخْرِجَ النَّاسَ مِنَ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّورِ 

Rablerinin izniyle insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarman için sana indirdiğimiz bir kitaptır.”772

Ayetini açıklarken şöyle yazar: “Kur’an’da geçen karanlıklar ve aydınlık istiaredir. Hakikati, cehaletten çıkarıp bilgi sahibi yapmaktır. İstiare, maksadı daha iyi ifade etmektedir.”773

Ebu Ubeyde de (hicri 209) münafıkları tavsif eden 774 وَيَقْبِضُونَ أَيْدِيَهُمْ 
ayet-i şerifesinin delaleti hakkında şöyle yazar:

 ای یمسکون ایدیهم عن الخیر و الصدقة 

“Yani elleri hayır ve sadakada ağırdan alır.”775

Muhammed b. Cerir Taberi “Kendi elleriyle önceden yaptıkları işler sebebiyle hiçbir zaman ölümü temenni etmeyeceklerdir.”776 ayetinin manası hakkında şöyle yazar: “Allah Teâla’nın ‘ellerinin önden gönderdi işler nedeniyle’ şeklindeki sözüne gelince. Bu ifade, Arapların konuşmaları sırasında kullandığı misallere benzer bir misaldir. Araplar şöyle der: Bu, kendi ellerinle işlediğin cinayetin cezasıdır. [Yani cinayetin ele izafe edilmesi, cüz ve kül ilgisini konu alan mürsel mecaz babındandır] Cinayet başka uzuvlarla işlenmiş olsa bile.”777 Yine,

 إِذَا أَذَقْنَا النَّاسَ رَحْمَةً مِّن بَعْدِ ضَرَّاء مَسَّتْهُمْ إِذَا لَهُم مَّكْرٌ فِي آيَاتِنَا قُلِ اللّٰهُ أَسْرَعُ مَكْرًا إِنَّ رُسُلَنَا يَكْتُبُونَ مَا تَمْكُرُونَ 

Kendilerine dokunan sıkıntıdan sonra insanlara bir rahmet tattırdığımız zaman, bir de bakarsın ki âyetlerimiz hakkında onların bir tuzağı vardır. De ki: Allah’ın planı daha süratlidir. Şüphesiz elçilerimiz kurduğunuz tuzakları yazıyorlar.”778

Ayetine mana verirken insanların tuzağını Allah’ın nimetlerini inkâr ve onları görmezden gelmenin mecazı; Allah katından gelen tuzağı ise zora sokma ve azap şeklinde tanımlar.779

Ferra (hicri 207) Allah tarafından soru biçiminde ortaya atılan


780 کیْفَ تَكْفُرُونَ بِاللَّهِ وَكُنتُمْ أَمْوَاتًا فَأَحْيَاكُمْ ayetine anlam verirken onun şaşkınlık veya kınama manasında almaktadır, gerçek soru olarak değil. Çünkü herşeyi kuşatan Allah konu olduğunda bilgi ve anlama arayışındaki gerçek sorunun manası yoktur. Bu yüzden sorunun yorumu Allah’ı tenzihin zarureti babından olabilir.781 Bu sözün benzerini Sekkaki de söylemiş ve
782 فَأَيْنَ تَذْهَبُونَ ayetini gerçek manada soru değil, ikaz ve uyarı kabul etmiştir.783 Hatib Kazvini de (hicri 739) 784 أَلَمْ نُهْلِكِ الْأَوَّلِي ayetindeki soruyu tehdit ve azap vaadi olarak kabul etmiştir. Buna ek olarak emir ve yasağın çıkışına, bir durumun delaletine ilişkin habere ve hakiki manaya değinmiş ve 785 اعْمَلُوا مَا شِئْتُمْ emrini tehdit saymıştır.786

787 وَقَالُوا لِجُلُودِهِمْ لِمَ شَهِدتُّمْ عَلَيْنَا ve 788 قَالَتْ نَمْلَةٌ يَا أَيُّهَا النَّمْلُ ادْخُلُوا مَسَاكِنَكُمْ ayetleriyle ilgili olarak da şöyle der: Bu örneklerde akıllı varlıklar ve insanlar dışındakiler ile akıllı varlıkların ilişkisi konu edilmiştir789, yani istiare manası sözkonusudur.

İbn Esir de;

 ثُمَّ اسْتَوَى إِلَى السَّمَاء وَهِيَ دُخَانٌ فَقَالَ لَهَا وَلِلْأَرْضِ اِئْتِيَا طَوْعًا أَوْ كَرْهًا قَالَتَا أَتَيْنَا طَائِعِي790

ayeti hakkında aynı sözü söylemiş ve şöyle yazmıştır: Göğün ve yerin konuşmasından bahsedilmesi, konuşmanın geniş anlamda kullanılmasıdır ve mecazdır. Çünkü konuşma cansızlara değil, insana özgü bir şeydir.791 Ama İbn Kuteybe, kendi tahlilinde bu çıkarımı reddeder ve bu örnekleri mecaz değil, hakikat kabul eder.792

İbn Kuteybe 793 یوم يُكْشَفُ عَن سَاق ayetinin anlamı hakkında şöyle yazar: Bu, şiddetli tutulmanın istiaresidir.794

Ebu Hilal Askeri (hicri 395);

أَوَ مَن كَانَ مَيْتًا فَأَحْيَيْنَاهُ وَجَعَلْنَا لَهُ نُورًا يَمْشِي بِهِ فِي النَّاسِ كَمَن مَّثَلُهُ فِي الظُّلُمَاتِ لَيْسَ بِخَارِجٍ مِّنْهَا795

ayeti hakkında şöyle yazar: Nur, hidayet yerine kullanılmıştır, çünkü aydınlıktır. Karanlık ise küfür yerine kullanılmıştır, çünkü daha meşhurdur.796



İ’cazu’l-Kur’an sahibi Ebubekir Muhammed b. Tayyib Bakıllani Eş’ari (hicri 403), buzağıya taptıklarından pişmanlık duydukları sıradaki Musa’nın (a) ashabı hakkında geçen ve manası elinin üstünü ısırmak olan
797 وَلَمَّا سُقِطَ فَي أَيْدِيهِمْ cümlesini açıklarken şöyle yazar: Bu, daha güçlü ifade etmek ve kalplerde daha fazla etki yaratmak için bir mecaz ve istiaredir.798

Şerif Razi (hicri 404) 799 فِي قُلُوبِهِم مَّرَضٌ cümlesinin altında şöyle yazar: Hastalık bedende hakiki bir şeydir. Fakat kalp hastalığı istiaredir. Çünkü kalbin çürüdüğünü ve yozlaştığını gösterir.800

Razi 801 مَّن ذَا الَّذِي يُقْرِضُ اللّٰهَ قَرْضًا حَسَنًا فَيُضَاعِفَهُ لَهُ ayetiyle ilgili olarak şöyle yazar: Bu cümle istiaredir. Çünkü zâtı itibariyle zengin olan Allah’a hakiki anlamda borç vermenin manası yoktur. Lakin bir kimse bir başkasına, iade etmek üzere bir mal verdiğinde buna borç dendiğinden, kullarının infaklarını son kuruşuna kadar ödeyecek olan Allah da bunu borç olarak mı adlandırmıştır?

Şerif Razi;



802 وَمَنْ خَفَّتْ مَوَازِينُهُ فَأُوْلَئِكَ الَّذِينَ خَسِرُواْ أَنفُسَهُم بِمَا كَانُواْ بِآيَاتِنَا يِظْلِمُونَ 

ayet-i şerifesi hakkında şöyle der: “Nefisler konusudaki hüsran istiaredir. Çünkü lugatin örfünde meşhur olan, hüsran ve ziyanın nefislerin değil, malların ve ürünlerin kıymetindeki azalma için kullanılmasıdır. Ama Allah amellerin tartılması ve ölçülmesinden, onların hafiflik ve ağırlığından bahsederken [terşih ve temekkun] nefislerde hüsranı konu ettiğine göre nefisleri onlar için adeta kendilerini sahibi saydıkları bir mal gibi olmaktadır. Bu nedenle nefislerde hüsran ifadesini kullanmış ve kendilerini zarar, helak ve ateşe sürüklenme tehlikesiyle karşı karşıya bıraktıklarını açıklamıştır…”803

Hatırlatmak gerekir ki, bu örneklerin nakledilmesi zorunlu olarak bütün bu yaklaşımları teyit ettiği anlamına gelmez. Lakin önemli görünen nokta, Kur’an ayetlerinin tamamına tek boyutlu bakış üzerinde düşünmeye sevketmesidir. Bu hakikat, Kur’an dilinde lafız ve lugat tefsirine vurgu yapan tek boyutlu ve zâhirci bakışa ilaveten, kaçınılmaz olarak, Allah’ın kelamını tevil etmeye eğilimli başka bir yaklaşımı da kabul etmek zorunda olduğumuzu göstermektedir. Bu yaklaşım, tabii ki, bir kısmı dilin normlarına bağlı, kimisi de kayıtlardan bağımsız nispeten geniş ve farklı bir yelpaze içermektedir.

Bu yelpazede bir tarafta Mutezili akılcıları görüyoruz; diyalogun, vazetmenin ve sözün delaletinin linguistik ilkelerine bağlı kalmanın yanı sıra, dinî metnin zâhiri anlamını aklî temele uygun görmedikleri her durumda sözün gerçek anlamından mecazi anlama dönerler. Bu sebeple onlar, ilahiyatla alakalı, zâhiri anlamları cismani sıfatlara delalet eden nefis, yüz, el, yukarı, kulak, rıza, gazap ve benzeri Allah’ın sıfatları ve fiilleriyle ilgili tüm ayetlerde Allah’ı tenzih bakımından mecaz, kinaye, istiare ve temsil anlamlarla tevil ederler.

Zemahşeri (hicri 535) “zürr(iyet)”804 olarak isimlendirilen ayeti tefsir ederken ayetin anlamını, gerçek bir sahne ve gerçek manada bir soru değil, insanların basiret ve düşüncesini şehadete çağıran Allah’ın rububiyet ve birliğinin delillerine ve şahitlerine dair bir temsil kabul eder.
(قوله أَلَسْتُ بِرَبِّكُمْ قَالُواْ بَلَى شَهِدْنَا)805 Allah’ın ‘Sizin rabbiniz değil miyim? Dediler ki: Tabii ki, öylesin. Buna şahitlik ederiz’ sözü temsil ve faraziye babındandır(?)” Bu değerlendirmenin anlamı şudur ki, Allah onlar için rububiyet ve birliğinin delillerini ve alametlerini sundu ve bu alametler aracılığıyla akıl ve görüşlerini, sapıklığın hidayetten ayırtedilmesinin menşei olan şahitliğe çağırdı. Yani adeta onları kendilerine şahit tuttu ve onlara dedi ki: Ben sizin rabbiniz değil miyim? Onlar da cevip verip şöyle dediler: Evet, sen rabbimizsin, kendimize şahit olduk ve senin birliğini ikrar ettik. Allah Teâlâ’nın kelamında, Peygamber-i Ekrem’in sözlerinde ve Arapların dilinde temsil bahsi hayli geniştir ve çokça kullanılmıştır.

Zemahşeri daha sonra Araplardan Eş’ari’yi delil getirir ve şöyle der:

 و معلوم انه لا قول ثم انما هو تمثیل و تصویر للمعنی 

“Anlaşılan odur ki, orada bir diyalog vuku bulmamıştır, bilakis bu söz temsil babındandır ve anlamı cisimleştirmek içindir.”

Mutezililerin görüşüne göre Davud’un (a) yanına gelen iki kardeş arasında hakemlik yapılması olayı da (Sad 21-24) temsildir.806

İlahi Fiiller, Mutezililerin ve Eş’ari’lerin Görüşü

Allah’ın fiilleri ve ikincil sebeplerin tesirleriyle ilgili iki grup ayet arasından Eş’arilerin birinci grup ayetleri, yani tüm fiilleri Allah’a nispet eden ayetleri hakikat kabul ettiği açıktır. İkinci grup ayetleri ise mecazi manada almışlardır. Çünkü onlar tesiri Allah’a özgü kabul eder ve âlemdeki sebep-sonuç düzenini “Allah’ın âdeti”ne göre öyle cereyan eden sadece bir simetri sayarlar.807

Fakat Mutezililer, birinci gruptaki isnadı mecaz, ikinci gruptakini ise hakiki kabul ederler. Mutezile’nin delilinin özünü Allah’ı kötülük, zulüm ve çirkin fiillerden tenzih etmek oluşturur. Onlar 808 أَنَّ اللَّهَ يُزْجِي سَحَابًا 
gibi örneklerde hareketin Allah’a isnat edilmesinin mecazi olduğuna inanırlar. Tam da gerçekte ordusu şehri fethettiği halde fethin emire nispet edildiği 809 فتح الامیر البلد cümlesinde olduğu gibi. Derler ki, Allah, kendi “sünnet”ine uygun olarak yaratılışın başlangıcında varlıklara belli özellikler verip devretmiş olarak onları bu özelliklere göre korumaktadır. Burada Şia düşünürlerinin görüşü, ileride değinilecek başka bir tahlildir.


Yüklə 5,76 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   15   16   17   18   19   20   21   22   ...   43




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin