Ruh Yaratılmıştır;
Sonra bil ki, şüphesiz ruh, yaratılmıştır, Allah'ın emri ye idaresi altında bir varlıktır. İslâm dininden zaruretle anlıyoruz ki bu âlem şüphesiz sonradan var olmuştur. Sahabe ve Tâbiûn'da bu inanç üzerinde yaşamışlardır. Fakat nihayet Kitap ve Sünnet'i anlamada aklı ve anlayışı kısa olan bazı kimseler ortaya çıkmış bu âlemin kadîm olduğunu iddia etmiştir. Delili ise bu âlemin Allah'ın emri ile meydana gelmiş bir ruh oluşudur. Allah'ın emri yaratılmış değildir. Allah Teâlâ ise Ruh'u kendisine nisbet ederek:
“ ki ruh Rabbimin bildiği bir iştir. Ve size bu hususta az bilgi verilmiştir.” 465
“Ona ruhumdan üfledim.” 466 buyuruyor. Böylece Allah Teâlâ, ilmini, kudretini işitmesini, görmesini ve elini kendisine nisbet ettiği gibi bu âlemi de kendisine nisbet etmiştir, demişlerdir. Diğer bazı âlimler bu konuda susmuşlardır.
Ehl-i Sünnet vel-Cemaat âlimleri ise bu âlemin yaratılmış olduğunda ittifak etmişlerdir. Muhammed b. Nasr el-Mervezî, İbn-i Kuteybe gibi âlimler de bu konuda icma bulunduğunu nakletmişlerdir.
İlim adamları ruhun ölüp ölmeyeceği hususunda ihtilâfa düşmüşlerdir. İlim adamlarından bir kısmı ruhun da ölür olduğunu söylemişlerdir. Çünkü o da bir nefistir. Her nefis ise ölümü tadacaktır. Diğer bir kısım âlimler de ruhun ölmeyeceğini söylüyorlar. Çünkü ruh baki kalmak için yaratılmıştır. Ancak bedenler ölür. Cesedden ayrıldıktan sonra tekrar cesede dönünceye kadar ruhların nimetleneceği veya azab edileceği hususundaki hadisler de bu görüşe delil teşkil etmektedir.
Sonra bil ki, ruhun beden ile hüküm bakımından birbirine zıd olan beş türlü ilgisi vardır. Biri ana rahminde iken ruhun cenine taallûkudur. İkincisi dünyaya geldikten sonraki ilgisidir. Üçüncüsü, uyku halinde bedenle olan ilgisidir. Uykuda ruhun bir yönden bedenle ilişkisi vardır, bir yönden de alâkasını keser. Dördüncüsü ruhun cesede kabir alemindeki tâallukudur. Her ne kadar ruh ölüm sebebiyle bedenden ayrılırsa da bütünü ile ilgisini kesmez. Öyle ki elbette ruhun cesede iltifatı kalmaz. Yâni ölü ruhun ilgisi sebebiyle sağa sola dönemez, hareket edemez. Fakat, ölünün kendisine selâm veren bir müslümanın selâmına karşılık verdiği ve yanından ayrılan müslümanların ayak seslerini duyduğu hakkında hadis-i şerifler gelmiştir. Ruhun bedene bu şekilde iade edilişi özel bir surette iade ediliştir. Kıyametten önce bedenin hayata kavuşmasını gerektirmez. Beşincisi ruhun bedene cesedlerin dirileceği Kıyamet gününde tâalluk etmesidir. Bu çeşit tâalluk ruhun bedene olan en mükemmel tâallukudur. Zira bu ilgiden sonra ruh bir daha ebediyyen ölüm, yahut uyku kabul etmeyecek, bedeni bozuklukları da kabul etmeyecektir. Kabir âleminde sorulacak olan sorular İbn-i Hazm ve diğer âlimlerin iddia ettiği gibi yalnız ruha ait değildir. Bu düşünceden daha bozuğu, kabirdeki sorunun ruh olmaksızın yalnız bedene yapılacağı yolundaki düşüncedir. Sağlam hadisler ise her iki görüşü de reddetmektedir.
Netice itibariyle şunu söyleyebiliriz: Dünyaya ait hükümler bedenler üzerine terettüp etmiştir. Ruhlar bedenlere tâbidir. Kabir hayatındaki hükümler de ruhlar üzerine terettüp eder, bedenler ise ruhlara tâbidir. Öldükten sonra Kıyametteki haşir neşire ait hükümler hem ruhlar, hem de cesedler üzerine terettüp etmektedir.
Rızkın Taksimi.
İnanç esaslarına ilâve edilen hususlardan biri de, bizden Kadı Ebû Bekr el-Bâkıllânî'nin görüşüne göre, kâfirlere dünyada nimet verildiğidir.
Mûtezile'nin büyüklerinden bir topluluk da bu görüştedir. Çünkü Allah Teâlâ kâfire de zahirî ve batıni kuvvet vermiş, mal mülk vermiştir. Nitekim Allah Teâlâ buna işareten şöyle buyuruyor:
“Allahın nimetlerini hatırlayın.” 467
Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem'in şu hadisi de buna delalet etmektedir.
“Dünya müminin zindanı, kâfirin cennetidir.” 468
O kadar var ki Eş'arî bu konuda değişik düşünerek şöyle diyor: “Kâfirin dünyada nail olduğu şeyler onu Allah'ı tanımaktan menediyorsa bu nimet değildir. Belki o bir nikbettir, azabtır. Allah Tealâ'nın şu kavli de buna delalet etmektedir.
“Dünyada verdiğimiz mal ve evlâddan dolayı, biz onların hayırlarına acele ediyoruz mu zannediyorlar. Hayır anlamıyorlar.” 469
Buradaki ihtilâf görünüştedir. Zira kâfire verilenler dünya hayatında nimet, âhiret hayatında ise azabtır. Bu sebeple İbn-i Humam söyle diyor:
“Doğrusu dünyada kâfire verilenler her ne kadar azaba sebep ise de haddizatında nimettir.”
Kul İçin Yararlı Olanı Yapmak Allah Üzerine Gerekli Değildir:
İnanç esaslarına ilâve edilen hususlardan biri de kul için faydalı olan işi yapmanın Allah üzerine vacip olmadığıdır. Mutezile ise bu görüşte değildir. Huccet'ül-İslâm bu konuda şöyle diyor:
“Şüphe yok tur ki, kul için faydalı olan, Allah'ın onları cennette yaratmasıdır. Bu imtihan evinde kulların yaratılması, hatalarla karşı karşıya getirilmesi, Allah'ın kulları azab tehlikesi ile karşı karşıya bırakması, divana arz olma ve hesab korkuları ile karşı karşıya bırakmasında buna göre akıl sahipleri için bir fayda yoktur.”
Bağdad Mutezilesi ise şu görüşü savunuyorlar: En doğrusu kâfirlerin Cehennem ateşinde ebedî olarak bırakılmalarıdır. Nitekim “EI-İrşad” sahibi onlardan böyle bir görüş nakletmiştir. Bu düşünce inadlaşmada zirveye çıkmaktadır.
Haram Da Rızıktır.
İnanç esaslarına ilâve edilen hususlardan biri de haramın rızık olduğudur. Zira rızık, Allah Teâlâ'nın hayat sahiplerine gönderdiği ve bu hayat sahiplerinin yediği ve faydalandığı şeydir. Bu şey helâl da olabilir, haram da olabilir. Bu türlü tefsir, rızkı hayvanların gıdalandığı şeyler olarak tarif etmekten daha doğrudur. Rızkın mânasında muteber olmakla beraber rızkı Allah Teâlâ'ya nisbet etme mânasından uzaktır.
Mutezile ise haramın rızık olmadığı görüşünü savunmuşlardır. Zira onlar rızkı bazen sahibinin yediği bir varlık olarak tefsir etmişlerdir. Bazen de Allah Teâlâ'nın faydalanılmasını menetmediği varlıktır, diye tefsir etmişlerdir. Bu ise ancak helâl olabilir. Onlara şöyle bir soru sormak gerekir. Sizin bu görüşünüze göre, yani birinci görüş ve tefsire göre, hayvanların yedikleri, belki köle ve cariyelerin yediklerinin rızık olmaması lâzım gelir. Her iki müdâfaa şekline göre ise ömrü boyunca haram yiyen kişinin Allah tarafından rızıklandırılmamış olması gerekir. Bu üç şekli de Kur'an-ı Kerîm reddediyor. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Yeryüzünde hiçbir canlı varlık yoktur ki Allah onun rızkını vermiş olmasın.” 470
Bu âyet-i kerîmenin hükmüne göre ister helâl olsun, ister haram olsun herkesin kendi rızkını tüketmesi gerekir. Bir insanın rızkını yeyip tamamlamaması veya başkasının rızkım yemiş olması tasavvur edilemez. Zira Allah Teâlâ'nın bir şahsa gıda olarak tahsis ve takdir ettiği şeyi yemesi gerekir. Başkasının bu rızkı yemesi mümkün değildir. Mülk manasında da olsa yine rızkı başkasının yemesi mümkün değildir.
“Kendilerine verdiğimiz rızıklardan Allah yolunca harcarlar.” 471
ayeti kerimesi de bu noktayı kuvvetlendirmektedir. Şeyh Eb'ul-Han er Rüstağnî ile Ebû İshak el İsfirâyinî bu meseledeki ihtilâfı araştırmadılar, şöyle dediler: Buradaki ihtilâf görünüştedir, gerçekte değildir. Doğru görüşün bu olduğu da söylenmiştir.
İnanç esaslarından biri de, Allah'ın dilediğini saptırması, dilediğini doğru yola iletmesidir. Yâni Allah Teâlâ, kulun iradesiyle sapıklığı da hidayeti de yaratır. Çünkü Allah yalnız yaratıcıdır. Ancak bu hidayet bazen mecaz yolu ile bazen hidayete sebep olduğu için Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem'e de mecaz yolu ile nisbet edilir. Nitekim bu konuda Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Muhakkak sen doğru yola iletirsin.” 472
Bu hidayet etme işi bazen Kur'an-ı Kerime de nisbet edilir. Bu konuda Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Şüphesiz bu Kur'an en doğru yola sevk eder.” 473
Saptırma işi de bazen sebep olma manasında mecaz yolu ile şeytana da nisbet edilmektedir. Şeytandan hikâyeten Kur'an-ı Kerim'de beyan buyurulan:
“Sonra onların hepsini hak yoldan çevireceğim.” 474 âyeti bu görüşe delil teşkil eder. Bu saptırma işi bazen de putlara nisbet edilir. Nitekim Allah Teâlâ İbrahim aleyhisselâm'dan hikâyeten şöyle buyuruyor:
“Samirî onları saptırdı.” 475
Mutezile, hidayeti, doğru yolu açıklamak şeklinde tefsir etmiştir: Bu ise batıldır. Çünkü Allah Teâlâ Hz. Peygambere hitaben şöyle buyuruyor:
“Şüphesiz sen sevdiğini ve istediğini doğru yola getiremezsin, Ancak Allah dilediğini doğru yola getirir.”476
Hz. Peygamber insanlara doğru yolu açıkladığı halde, onları İslâm yoluna çağırdığı halde Allah Teâlâ dilediğini doğru yola getiremezsin, buyurmuştur. Denildi ki, Mûtezile'ye göre hidayet, maksada ulaştıracak şeyi göstermektir. Fakat bu görüş de :
“Şemûd kavmine ise doğru yolu göstermemize rağmen körlüğü hidayete tercih ettiler.” 477 âyeti ile nakzedilmiştir.
İnanç esaslarına ilâve edilen hususlardan biri de kul üzerine faydalı olan şeyin Allah Teâlâ'ya vacip olmamasıdır. Yani Allah Teâlâ, kul için faydalı olan şeyi yaratmaya mecbur değildir. Eğer böyle kabul edilmezse Allah Teâlâ'nın dünyada da âhirette de perişanlık ve azab çekecek olan fakir kâfiri yaratmaması gerekirdi. Çünkü böyle kimseler için en faydalı şey var olmamaktır. Allah Teâlâ, kullarına minnet edebilir, Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyuruyor:
“İslâm'a girdikleri için senin başına kakıyorlar. De ki, müslüman oluşunuzu benim başıma kakmayın. Doğrusu sizi imana hidayet ettiği için Allah size minnet eder.” 478
Allah Teâlâ'nın Musa aleyhisselâm gibisi üzerine başa kakması, Firavn gibisi üzerine başa kakmasının üstünde olunca; Allah'ın korumasını, başarılı kılmasını, sıkıntıları yok etmesini, kıtlıkta da bollukta da genişlik vermesini istemenin bir manası ve hikmeti olunca Allah Teâlâ'ya onları terk etmek gerekir. Çünkü Allah Teâlâ, onlar için faydalı olanı yapmıştır.
Yemin ederim ki bu esasa dayalı olan bozukluklar kul için faydalı olanı Allah Teâlâ üzerine vacib kılmaktan gelmektedir. Belki Mutezilenin dayandığı bu gibi bozuk esaslar çok açık ve sayılmıyacak kadar çoktur. Bu ise Allah'ı tanımada, zatı ve sıfatı sübutiye ve selbiyyesi ile ilgili bilgilerde, gayba ait gerçekleri idrak etmekte noksan olan dinî tabiatlarında, gaibi şahide kıyas etme alışkanlığının yerleşmiş olması dolayısıyladır. Sonra Allah üzerine bir şeyin vacip olmasının manasını bilsen. Bunun manasının, o vacip olan işi terk edene azap ve kötülenme olmadığı apaçıktır. Zira Rab olma makamında Allah’lık, kendisi üzerine bir şeyin gerekli olmasına aykırıdır. Çünkü vacib olmak hükümlerden biridir. Hüküm ise ancak şeriatla sabit olur. Allah üzerine Şeriat vazeden yoktur. Öyle ise maksat en güzel bir şekilde tamamlanmış oldu.
Dostları ilə paylaş: |