Allah Vaadından Dönmez, Vaidinden Dönebilir.
İnanç esaslarına ilâve edilen hususlardan bir başkası da Allah'ın korkutma ile ilgili hükümlerden dönmesi kullar için bir keremdir.
Bu hüküm, Allah hakkında caizdir. Muhakkık alimler ise buna muhaliflerdir. Çünkü nasıl olur,vaidinden dönmek sözünden dönmektir. Halbuki Allah Teala şöyle buyuruyor:
“Benim katımda söz değiştirilmez.” diyorlar.Buradaki tebdilden maksat sözden dönmektir,sözü değiştirmek değildir.Yani vaadimi değiştirip sözümden dönmem. Sizi korkuttuğum cezai sözlerimden döneceğime tama’ etmeyin.” demektir.
Küçük Günahlardan Dolayı Azab Caizdir.
İman esaslarına ilâve edilen hususlardan biri de küçük günahlardan ötürü kullara azab etmenin caiz olmasıdır. Bu günahı irtikab eden ister daha önce büyük günah işlemiş olsun, ister olmasın, küçük günahtan dolayı kulun azab edilmesi caizdir. Çünkü küçük günah da Allah Teâlâ'nın:
“Şirkten başka diğer günahları Allah mağfiret eder.” 479 âyeti ile
“Bu kitaba ne oldu; küçük büyük hiç bir günahı bırakmayıp hepsini tek tek sayıyor.” 480 âyetinin hükmüne dahildir.
Mûtezile'nin bir kısmı, kul büyük günahlardan sakındığı takdirde onu küçük günahlardan ötürü cezalandırmanın caiz olmadığı görüşünü kabul etmiştir. Bu görüşleri, aklen caiz değildir, manasında olmayıp belki görüşlerini nakli delillere dayandırmaktadırlar. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Eğer yasaklandığınız günahların büyüğünden kaçınırsanız, sizin kötülüklerinizi örteriz.” 481
Mutezilenin bu deliline karşılık şöyle cevap verilir: Bu âyette büyük günahtan kasdedilen küfürdür. Zira küfür büyüklükte kâmildir. Bu kelimenin cemi olarak gelmesi küfrün bütün çeşitlerine şamil olduğu itibarıyladır; yahut da küfürün hükmü altına giren fertlerin çokluğu itibariyledir. Zira şöyle bir kaide vardır: Çoğulun çoğul ile karşılaştırılması, fertlerin teklerle karşılaştırılmasını gerektirir. Meselâ: Topluluk bineklerine bindi, elbiselerini giyindi, dediğimiz zaman kavmin fertlerinin bineklerin fertlerine taksimini gerektirir. Allame Taftazânî de bu meseleyi “Şerh'ul-Akâid”'de bu şekilde incelemiştir. Dolayısıyla şu mana takdir edilmiş olur: Eğer küfrün çeşitlerinden sakınırsanız diğer günahlarınızı örteriz. Mutezilenin görüşü kabul edildiği takdirde ister küçük olsun, ister büyük olsun, bu âyet-i kerîmeye göre küfürden başka günahlar için bir kimseye azab etmek caiz olmaz. Ancak, küfürden sakınmadan önce kazandığınız günahları örteriz manası verilirse, o zaman bu hitap kâfirlere ait olur. Bir görüşe göre, bu âyette dilersek şeklinde istisna mukadderdir. Yani eğer dilersek sizin kötülüklerinizi örteriz. Mevlâna Şeyh Abdullah es-Senedî kendi el yazısı ile bulduğumuz yazısında şöyle diyor: Bu âyette istisna takdir etmek büyük günahları küfür mânasına hamletmekten müstağni kılar. Ben derim ki, istisna ancak büyük günahları küfür manasına hamletmek için takdir edilmiştir Zira eğer büyük günahlar umumî mânasına hamledilirse istisna sahih olmaz. Çünkü küçük günahların dilemek mânası altına inhisar etmesi ve büyüklerinin çıkarılmasına lüzum vardır. Bu ise Kur'an-ı Kerîm nassının hilafıdır. Cenabı Hak şöyle buyuruyor:
“Şüphesiz Allah kendine eş koşulmasını mağfiret etmez.” 482
Yine büyük günahlardan kaçınmak şartıyla küçük günahların Allah'ın dilemesi altına inhisar etmesi gerekir. Halbuki böyle değildir. Belki küçük günahlar, sahibi büyük günah işleyen kişi de olsa, Allah'ın afetmesi yahut günahlara keffaret olan iyi bir iş sebebiyle örtülür.
Allâme Mevlâna Isamuddin bu âyetin manasında şöyle diyor: “Kötülüklerin örtülmesi ve affedilmesi küfürden sakınmaya bağlıdır. Bu günahların affedilmesine büyük günahlar da girer. Büyük günahların, yalnız küfürden sakınmakla örtülmeyeceği hususunda bir ihtilâf bahis konusu değildir. Bize göre günahların mağfiret ve affedilmesinin mutlaka başka bir şeye bağlı bulunması gerekir. O da Allah'ın dilemesidir. Mutezileye göre ise tevbedir. Yukarıdaki âyet ittifakla zahirî mânasında değildir. Bu sebeple Mutezilenin maksadına delâlet etmek hususunda tam değildir.
“Yasaklandığınız günahların büyükleri” âyetinin küfür mânasına delaleti iki yönden de uzak bir ihtimal olduğunda bir gizlilik yoktur. Zira belagat kaidesine göre “küfürden sakınırsanız” sözü veciz olduğu ve örfteki ifadelere uygun olduğu için, âyetin mânası sadece büyük günahlardan sakınmakla küçük günâhların affedileceğidir. Başka bir âyette mağfiret kelimesinin mânasını Allah'ın dilemesine bağlı kılmak, sakındığı büyük günahlardan başkasına mahsustur.” Bu görüşün, iki mezhebi birleştiren üçüncü bir mezhep olduğu gizli değildir. Binaenaleyh, kebair kelimesinin mutlak mânada doğru olmasına nasıl hükmedilebilir? Sonra en doğrusu âyetteki hitap müminlere mahsustur. Örfte büyük günah ise kâfirlerin küfründen başkasıdır. Nitekim “Yasaklandığınız büyük günahlar” sözü buna işaret etmektedir. Bunun mânası, yasaklandığınız büyük günâhlardan sakınırsanız, taatlar sebebiyle kötülüklerinizi örteriz, demektir. Buna Allah Teâlâ'nın şu âyeti de delâlet ediyor:
“Şüphesiz iyilikler kötülükleri yok eder.” 483
Müminlerin kötülüklerini affettiren diğer hadis-i şerifler de bu manayı kuvvetlendirmektedir.
Ölüler İçin Yapılan İyilikler Onlara Fayda Verir.
İnanç esaslarına ilâve edilen hususlardan biri de dirilerin ölülere duası, onlar adına sadaka vermesi kendilerine büyük ölçüde fayda verir. Mutezile bu görüşe muhaliftir. Dayandığı delil Allah'ın hükmünün değişmeyeceği her nefsin kazandığı karşısında rehin olmasıdır. Kişi başkasının ameli ile değil kendi ameli ile cezalandırılacak, yahut mükafatlandırılacaktır. Mutezilenin bu görüşü ve dayandığı delillere karşı şöyle cevap berilmiştir: Ölüler hakkındaki hükmün değişmemesi, ölülerin kendilerine nisbetledir. Dirilerin kendilerine yapacakları duaların onlara fayda vermesine aykırı değildir. Zira duanın onlara fayda vermesinin yine kaza ile (Allah'ın hükmü ile) olması caizdir. Sahili hadislerde ölülere dua etme hususunda, özellikle cenaze duası hakkında hadisler vardır. Bu hadisler selef âlimlerine intikal etmiştir ve sonradan gelen âlimler bunun üzerinde ittifak etmişlerdir. Cenaze duasında ölülere fayda olmasa bu hadislerin faydasız ve boşuna olması gerekirdi. Belki Kur'an-ı Kerîm'de ölülere dua etmekle ilgili âyetler vardır, Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Ya rabbi beni küçükken terbiye ettikleri gibi onlara merhamet et.” 484
“Rabbim. Beni, ana-babamı, evime mümin olarak girenleri tüm mümin erkekleri ve mümine kadınları mağfiret et.” 485
“Ey rabbimiz! Bizi ve bizden önce iman edenleri mağfiret et.” 486 .Şâ'd b. Ubade'den rivayet edildiğine göre kendisi Hz. Peygambere: “Yâ resulellah! Sa'd'ın anası vefat eti. Onun için hangi sadaka daha faziletlidir? diyerek sordu. Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem de:
“Sudur, buyurdu. Bunun üzerine bir su kuyusu kazdı. Ve bu kuyu Sa'd'ın anasına aittir, dedi.”
(Bu hadisi Ebû Davud ve Nesaı çıkarmışlardır.) Akâid Şerhinde zikredildiği üzere, bir âlim veya öğrenci bir köye uğradığı zaman Allah Teâlâ onlar hürmetine kırk gün o köyün kabristanında defnedilen ölüler üzerinden azabı kaldırır. Celâleddin es-Suyuti bu hadis'in aslı olmadığını açıklamıştır.
Ronevi bu konuda diyor ki: Ehl-i Sünnet âlimlerine göre bir insanın, namaz, oruç, hac, sadaka ve benzeri ibadetlerin sevabını başkasına bağışlaması caiz değildir, diyor. Şafiî bunu sadakalarla malî ibadetlerde ve hacta caiz görmüştür. Ancak kabristanda Kur'an okununca ölüye Kur'an dinleme sevabı yazılır, fakat Kur'an'ın sevabı ona ulaşmaz. Bunun gibi, namaz, oruç ve malî olmayan bütün taat ve ibadetler de böyledir. Ebû Hanîfe ve ashabına göre ise ibadetlerin sevabını ölüye bağışlamak caizdir ve bağışlanan sevap ölüye ulaşır.
Malî olmayan ibadetlerin sevabının ölüye ulaşmasını kabul etmeyenler Allah Teâlâ'nin şu âyetine dayanıyorlar:
“İnsan için çalıştığından başkası yoktur.” 487Bu âyet-i kerîme yanında Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem'in:
“Âdemoğlu öldüğü zaman üç şey dışında bütün amellerinin sevabı kesilir.” 488 hadisini delil getiriyorlar.
Buna karşılık cevabımız şudur: Yukarıdaki âyet bize delil teşkil eder. Zira yaptığı amelin sevabını başkasına hediye eden kişi de bu sevabı o başkasına ulaştırmaya çalışmıştır. Dolayısıyla bu gayretinin sevabı kendisine ait olur. Amelinin sevabı ölüye ulaşmadıkça bu gayret ve çalışmasının sevabı kendine yazılmaz. Dolayısıyla bu ayet aleyhimize değil, lehimize bir delil teşkil eder. Hadîs-i şerif ise ölünün kendi amelinin kesildiğine delalet eder. Biz de buna hükmediyoruz. Ancak buradaki bahsimiz, dirinin yaptığı amelin sevabının ölüye ulaşıp ulaşmaması hakkındadır. Sevabı ölüye ulaştıran Allah Teâlâ'dır. Zira ölü kendi başına amel edemez. Uzaklık ve yakınlık Allah Teâlâ'nın kudreti hakkında birdir. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Bana dua edin ki, kabul edeyim.” 489
Bu ayette Mutezileden bazılarının iddialarına cevap vardır. Orılar şöyle diyorlar: Dua, bir kimse hakkında verilen hükmü bozmaya tesir etmez. Buna karşılık verilen cevap şöyledir: Dua, kazaya uygun olursa belâları defeder.
Hülâsa muallakta bulunan kaza değişebilir. Mübrem olan (kesinleşmiş olan) kaza böyle değildir. Allah daha iyi bilir.
Dua ise ibadetin mıhıdır. İster kazaya uygun olsun, ister olmasın durum bu şekildedir. Çok kerre dua belâları hafifletir. Dua etmenin mi, yoksa sükut etmenin mi daha faziletli olduğu hususunda da ihtilâf edilmiştir. Bir görüşe göre birincisi yani dua etmek daha faziletlidir. Çünkü duanın kendisi de bir ibadettir. Bu ise yapılması istenen bir emirdir aynı zamanda. Hükmün akışına göre sükut ve rıza göstermek rıza yönünden daha tamamdır. En iyisi lisanla dua edip hükmün akışına göre kalb ile hamdetmek suretiyle her ikisini toplamak daha tamam bir iş olması uzak bir ihtimal değildir. En iyisi şöyle demektir: Vakitler çeşitlidir. Bazı vakitlerde dua etmek daha faziletlidir. Bazı vakitlerde ise sükût etmek daha faziletlidir. Bunların arasındaki fark bir işarettir. Kim kalbinden dua etmeğe işaret bulursa o vakit, dua etme zamanıdır. Nitekim şöyle buyurulmuştur: “Kime dua etme kapıları açılırsa ona kabul kapıları, yahut rahmet, yahut Cennet kapıları açılır.” Kim de kalbinde sükut etmeğe dair bir işaret bulursa bu da sükut etme vaktidir. İbrahim aleyhisselâm ateşe atıldığı zaman Cebrail aleyhisselâm kendisine bir ihtiyacın var mıdır? sorusunu sorduğu zaman şöyle cevap vermişti: Sana ise ihtiyacım yoktur. Cebrail aleyhisselâm: Rabbinden iste, deyince de: O'nun halimi bilmesi, istemekten daha yeterlidir, cevabını verdi. İbrahim aleyhisselâm'ın ateşten kurtulması bu şekilde Allah'a tam güvenerek sükût etmesi ile olmuştur İbrahim aleyhisselâm ateşte yedi gün kalmış idi. Bir rivayete göre ise kırk gün kalmış olup ateşe atıldığı zamanki yaşı on altı idi. Şöyle demek de caizdir. Kulun nasibi, yahut Allah'ın hakkı olan işlerde dua etmek daha iyidir. Yalnız dua edenin nefsine ait hisse bulunan işlerde dua etmemek, sükut etmek daha iyidir.
“Akîdet'üt-Tahavi” adlı kitabın sârini şöyle diyor:
“Ehl-i Sünnet âlimleri iki noktadan dirilerin amellerinin ölülere fayda vereceğinde ittifak etmişlerdir. Bunlardan biri ölünün hayatında sebep olduğu işler. Diğeri müslümanların ölüler için duası, günahlarının affını istemesi ve sadaka vermesidir. Haccın ölülere fayda vermesi hakkında ise ihtilâf vardır. İmam Muhammed b. Hasan'dan rivayet edildiğine göre, hac için yapılan harcamanın sevabı ölülere ulaşır. Hac ise yapanındır. İlim adamlarının çoğunluğuna göre ise haccın sevabı hac yapılan kişiye aittir. Doğrusu da budur.
Oruç tutmak, Kur'an okumak ve Allah'ı zikretmek gibi bedenî ibadetlerin sevabının ölüye ulaşması hakkında da ihtilâf edilmiştir. Ebû Hanîfe, İmam Ahmed b. Hanbel ve Selef âlimlerinin çoğunluğu bu gibi ibadetlerin sevabının ölüye ulaşacağı görüşündedirler. Sâfiî ve Maîîkî Mezhebinden meşhur olan görüş ise bu gibi ibadetlerin sevabının ölülere ulaşmayacağıdır. Kelâmcıların bidatçılarından bazılarına göre duadan başka hiçbir şey ölüye ulaşmayacaktır. Bu görüş Kitap ve Sünnetle reddedilmiştir. Allah Teâlâ'nın “İnsan için çalıştığından başkası yoktur.” âyetini delil olarak ileri sürmesi ise reddedilmiştir. Çünkü bu âyet bir kimsenin, başkasının çalışmasından faydalanmasını yasaklamıyor. Yalnız başkasının çalışması, ile çalışmadan bir şeye malik olmayı nefy etmiştir. İkjsi arasında açık bir fark vardır. Allah Teâlâ bir kimsenin ancak kendi çalıştığına sahip olacağını ve başkasının çalışmasının başkasına ait olduğunu haber vermiştir. Bu kazancını başkasına vermek istese de, istemese de kazanç kendinindir. Allah Teâlâ, kişi yalnız kendi kazancından faydalanır, buyurmamıştır. Malî ibadetlerin sevabının ölüye ulaşacağına delâlet eden delillerden biri de Câbir radıyellahu anh'tan rivayet edilen şu hadis-i şeriftir.
Câbir radıyeliahu anh şöyle demiştir; Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem ile beraber Kurban bayramı namazını kıldım. Namazdan ayrılınca bir koç getirip onu kurban etti. Keserken
“Bismillahi Allahu Ekber, Allah’ım, bu kurban benden ve ümmetimden kurban kesmeyenler içindir.”490
491 Ahmed b. Hanbel'in rivayet ettiği hadiste ise Peygamber'in iki koç kurban ettiği, bunlardan birini kendisi için, diğerini ise ümmetinden kurban kesmeyenler için kestiğini beyan buyurmuştur.
Kurbandan maksat, kan akıtmaktır. Hz, Peygamber bunu başkası için de yapmıştır, Bedenle yapılan hac ibadeti de böyledir. Hacta mal esas değildir. Mal ancak hac ibadetinin ifasına için vesiledir. Görmüyor musun ki. Mekkeli bir müslüman mükellef yürümeğe gücü yettiği zaman mal şartı olmaksızın bu vazifeyi ifa edebiliyor. En doğrusu da budur. Şunu kasdediyorum. Hac mal ve beden ibadetinden mürekkeb değildir. Belki halis olarak bedenî bir ibadettir. Ebû Hanife'nin sonradan gelen ashabından bir topluluk bu görüşü kabul etmişlerdir. Ben derim ki bu sağlam bir görüş değildir. Zira bedenîn sıhhati haccın edasının şartıdır. Bu sebeple yapamayan kimseye vekil göndermek, yahut vekil gönderilmesini vasıyyet etmek gerekir.
Sonra ücretsiz ve nafile olarak Kur'an okumak ve bu okunan Kur'an'ı ölünün ruhuna bağışlamak, ölünün ruhuna ulaşır. Bir kimse ölmeden kabrinde Kur'an okunmasını ve Kur'an okuyana malından bir şey verilmesini vasıyyet ederse bu vasıyyet batıldır. Çünkü bu ücret manasındadir. “El-İhtiyar”da da böyle yazılmıştır. Bu görüş, taat ve ibadetlerden dolayı ücret taleb etmenin caiz olmamasına dayanmaktadır. Ancak, Kur'an öğrenene ve öğretene bir yardım olmak üzere bir hediye verilirse bu sadaka cinsinden olduğu için caizdir.
Sonra, bir rivayete göre, kabirler yanında Kur'an okumak Ebû Hanife, Ahmed b. Hanbel ve İmam Mâlik'e göre mekruhtur. Çünkü bu sonradan icad edilmiş bir bidattir. Sünnette böyle bir şey gelmemiştir. Bir rivayete göre ise Ahmed b. Hanbel ile Muhammed b. Hasan, kabir üzerinde Kur'an okumanın mekruh olmadığını söylüyorlar. Çünkü İbn-i Ömer'den, vefatında defnedilirken kabri üzerinde Bakara suresinin başının ve sonunun (yâni Fatiha ve Eliflâm Mîm ve Amennerresulu) âyetlerinin okunmasını vasıyyet ettiği rivayet edilmiştir. Allah Teâlâ daha iyi bilir.
Dostları ilə paylaş: |