"Sübhâneke" ya’nî "Seni tenzîh ederim"; ve söze ilk olarak "tenzîh" ile başladı. Şu halde karşı karşıya olmayı ve hitâp etmeyi gerektiren "Sübhâneke" kelimesinin "kâf”ı ile ya’nî “ke” ya’nî “Sen” diyerek Hakk'ı sınırladı. Çünkü "Sen" deyince onun karşı tarafı olarak "ben" gelir. Ve tabi'ki "Sen" ile "ben"in sınırları ayrıdır. Bundan dolayı sınırlama olur. Ve "tenzîh"in sınırlama olduğu Nûh Fassı ile Hûd Fassı'nda geçti.
“Mâ yekûnu lî” (Mâide, 5/116) "Bana yakışmaz", ya'nî benliğim ve taayyünüm ile Sen'den fert oluşum yönünden, hakkım olmayan sözü söylemek nefsime yakışmaz. Ya'nî hüviyyetimin ve zâtımın gerektirmediği sözü söylemek hakkım değildir. Çünkü benim hüviyyetim ve zâtım ubûdiyyeti ya’nî kulluğu gerektirir. Ulûhiyyet ya’nî ilâhlık ise, zâtına mahsûstur. Kullukla vasıflanmış olan kimse nasıl ilâhlık iddiâ edebilir?
“İnküntü kultuhu fe kad alimtehu” ya’nî “Eğer ben onu söyledim ise, sen onu bilirsin.” Çünkü benim vücûdum, Sen’in hakîkî vücûduna bağlı bir vücûddur. Ve izâfî vücûdumda, hayat, ilim, sem', basar ve kelâm gibi ne kadar sıfat mevcût ise, hepsi senin bu sıfatlarının ışığı ve yansımasıdır. Ve benim vücûdum senin imkân mertebesinde benim sûretimde açığa çıkışın ve taayyününden ibârettir. Bundan dolayı benden söyleyen Sen'sin. Ve bir kimse bir şey söylemiş olsa, muhakkak söylediğini bilir. Ve sen benim lisânımsın ki, ben o lisânla söylerim.
Şimdi bu şekilde tefsîr, Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz'in hadîs-i kudsîde bize Rabb'inden haber ile: "Ben onun söylediği lisânı olurum" buyurmasıyla sâbittir. Ve bu hadis-i şerîfin tafsîli diğer fasslarda def’alarca geçti. Bu hadîs-i kudsîde Hak Teâlâ, Hakk’ın vücûdunda helâk olmuş olan kurb-i ferâiz ya’nî farzlarla yaklaşma mertebesindeki kulunun söylemesi esnâsında, kendi hüviyyetini onun lisânının aynı kıldı ve fakat sözü kula bağladı.
Daha sonra sâlih kul olan İsâ (a.s.) “ta’lemû mâ fî nefsî ve lâ a’lemu mâ (fîhî)” ya’nî "Sen benim nefsimde olan şeyi bilirsin ve ben nefsimde olan şeyi bilmem'' sözüyle cevâbını tamamladı. Ya'nî benim hüviyyetim Sen'den ibâret olduğu ve benim taayyün etmiş olan nefsim Senin zâhirin bulunduğu yönle, Sen benim nefsimde olan şeyi bilirsin. Ve nefsimin bâtını ve hüviyyeti Sen olduğun için ben nefsimde olan şeyi bilmem. Çünkü "hüviyyet"ini ancak Sen bilirsin ve Sen'in hüviyyetini ben aslâ bilemem. Çünkü o hüviyyet gaybın da gaybıdır ve bâtınların bâtınıdır. Böyle olunca, Îsâ’nın lisânı ile söyleyici olan Hak, Îsâ'nın hüviyyetinden bilmeyi kaldırdı. Ve bu bilmenin kalkması, Hakk’ın Îsâ'nın hüviyyeti oluşu yönünden oldu; yoksa Îsâ’nın söyleyici ve eser sâhibi oluşu yönünden olmadı.
Kur'ân-ı Kerîm'de “ta’lemû mâ fî nefsî ve lâ a’lemu mâ fî nefsike” ya’nî "Sen benim nefsimde olan şeyi bilirsin ve ben, Sen’in nefsinde olan şeyi bilmem" (Maide, 5/116) şeklinde ulaştığı halde, cenâb-ı Şeyh (r.a.)’in “ve lâ a’lemu mâ (fîhî)” ya’nî “onda olan şeyi bilmem" şeklinde söylemesi, Îsâ’nın nefsinin, Hakk'ın nefsinin aynı olduğundan dolayıdır. “Lâ a’lemu mâ fî nefsike” ya’nî "Ben senin nefsinde olan şeyi bilmem" sözü cenâb-ı Îsâ'nın Hakk’ın nefsinde olan şeyi bilmediğini ifâde eder. “Ve lâ a’lemu mâ (fîhî)” ya’nî "Ben onda olan şeyi bilmem" sözü ise, (hî) ya’nî (o) zamîrinin “ta’lemû mâ fî nefsî” ya’nî “Sen benim nefsimde olan şeyi bilirsin” ibâresindeki “nefsî” kelimesine dönük olması dolayısıyla, cenâb-ı Îsâ'nın kendi nefsinde olan şeyi bilmediğini gösterir. Çünkü Îsâ’nın Hakk'ın nefsidir; ve Hakk'ın nefsinde olan şeyi Hak'tan gayrı kimse bilmez. Onun için cenâb-ı Îsâ, kendi nefsinde olan şeyden bilmeyi kaldırdı.
“İnneke ente allemul guyûb” (Mâide; 5/116) ya’nî "Muhakkak, mûbâlağa ile gaybları bilen Sen'sin, Sen." Ya'nî cenâb-ı Îsâ cevâben hitâbında “İnneke” ya’nî “Muhakkak Sen’sin” dedikten sonra; bir de “ente” ya’nî “Sen” kelimesini kullandı. Çünkü, bu cevâbı toplayıcı ayn’da "fark" üzerine idi.
İşte toplayıcı ayn’da "fark" beyânını kuvvetlendirerek ve ona dayanarak “İnneke”den sonra “ente” kelimesi getirdi ki "Gaybleri bilen ancak Sen'sin, Sen!" demek idi. Çünkü gerek toplayıcılıkta ve gerek farkda gaybleri bilen ancak Allah Teâlâ'dır.
Böyle olunca cenâb-ı Îsâ, "Sübhâneke" deyip Hakk'ı tenzîh etmekle, kendisiyle Hakk'ı ayırdı “İnküntü kultuhu fe kad alimtehu” "Eğer ben dedim ise, onu Sen bilirsin" demekle kendisini ve Hakk'ı topladı ve birledi. Ve “ta’lemû mâ fî nefsî ve lâ a’lemu mâ fî nefsike” ya’nî "Sen benim nefsimde olan şeyi bilirsin ve ben, Sen’in nefsinde olan şeyi bilmem" sözüyle kendi nefsini ve Hakk'ın nefsini zikr etmekle çoğalttı.
Ve “İnneke ente allemul guyûb” (Mâide; 5/116) ya’nî "Muhakkak, mûbâlağa ile gaybları bilen Sen'sin, Sen" demekle de "toplayıcılık” ve "fark'' mertebelerindeki ilimlerin hepsini Hakk'a tahsîs ederek genişletti.
Ve diğer taraftan kayıtlı ilimleri gerek kendi nefsinden ve gerek gayrilerinden kaldırmakla daraltmış oldu. Bundan dolayı cenâb-ı Îsâ'nın cevâbında, ayırma ve toplama, ve birleme ve çoğaltma, ve genişletme ve daraltma olduğu sâbit oldu.
Ondan sonra cevâbını tamamlayıcı olarak dedi: “Mâ kultü lehüm illâ mâ” (Mâide,5/117) ya’nî "Ben onlara ancak bana emrettiğin şeyi dedim." Şimdi o vücûdda olmadığına işâret edici olduğu halde ilk önce sözü kaldırdı; daha sonra soruyu sorana edep olarak sözü îcâb etti. Ve eğer böyle yapmasa idi, hakîkatleri bilmemekle vasıflanmış olurdu. Oysa o bundan münezzehtir. Şimdi dedi: "Ben ancak bana emrettiğin şeyi dedim." Oysa benim lisânım üzere söyleyici olan ancak Sen'sin; ve Sen benim lisânımsın. Şimdi sen bu ilâhî rûhun tenbîhine bak ki o ne latîf ve hassastır! “eni’budûllâhe” (Mâide, 5/117) ya’nî "Allah'a ibâdet ediniz!" Şimdi ibâdetlerde ibâdet edenlerin ve şerîatların muhtelif oluşundan dolayı “Allah” ismini getirdi; ve bu isimden başka husûsi bir isim tahsîs etmedi. Belki bütün her şey için toplayıcı olan ismi getirdi. Daha sonra “rabbî ve rabbeküm” ya’nî "Benim Rabbim ve sizin Rabbiniz" dedi. Ve bilinmektedir ki, O'nun rubûbiyyet ya’nî Rab olmaklıkla bir mevcûda bağlantısı, diğer mevcûtlara bağlantısının aynı değildir. İşte bunun için “rabbî ve rabbeküm” (Mâide, 5/117) ya’nî "Benim Rabbim ve sizin Rabbiniz" sözüyle, söyleyenden kinâye ve muhâtabtan kinâye olan iki kinâye ile ayırdı. “İllâ mâ emertenî bihî” ya’nî "Ancak, bana onunla emrettiğin şeyi." Şimdi kendi nefsini me’mur olduğu ya’nî emir ile hareket ettiği halde isbât etti. Oysa onun kulluğundan başka bir şey değildir. Çünkü, her ne kadar yapmasa da, ancak kendisinden emre uyması beklenen kimseye emrolunur. Ve ne zamanki emr, mertebelerin hükmü ile nâzil olur, bunun için bir mertebede zâhir olan her bir kimse, bu mertebenin hakîkatinin verdiği şeyle boyanır. Şimdi me'mûr ya’nî emir ile hareket edilen mertebe için bir hüküm vardır ki, her me'mûrda gözükür. Ve âmir mertebe için de bir hüküm vardır ki, her bir âmirde âşikâr olur. Böyle olunca Hak, “Ve ekîmûs salâte” (Bakara, 2/43) ya’nî "Namaz kılın!" der. Bu halde O âmir ve mükellef me'mûrdur. Ve kul “rabbıgfirlî” (A'râf, 7/151) “Yâ Rab beni mağfiret et!” der. Bu halde kul âmir ve Hak me'mûrdur. Şimdi Hakk'ın ona emir ile kuldan talep ettiği şey, kulun O'na emir ile Hak'tan talep ettiği şeyin aynıdır. Ve bunun için, her ne kadar gecikirse de, her bir duâ kabûl edilen oldu ve edilmesi de lâzımdır. Nitekim namaz kılmak ile kendilerine hitâp edilen mükelleflerin ba'zısı geciktir. Bundan dolayı, vakit içinde namaz kılmaz, emre uymayı erteler. Eğer buna gücü yeterse, diğer bir vakit içinde namaz kılar. İsterse kasıtlı olsun, îcâbet lâzımdır (37).
Bilinsin ki, cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.) Kur'ân-ı Kerîm'de Mâide sûresinin sonlarında geçen âyet-i kerîmeyi hakîkat lisânı üzere tefsîr buyururlar.
Ve bu âyet-i kerîmeyi burada zikretmenin, okuyucular için faydalı olacağı görüldüğünden buraya konuldu:
(Mâide, 5/116-118)
“Ve iz kâlellâhu yâ îsebne meryeme e ente kulte lin nâsittehizûnî ve ümmiye ilâheyni min dûnillâhi kâle sübhâneke mâ yekûnu lî en ekûle mâ leyse lî bi hakkın in küntü kultühü fe kad alimtehu ta’lemû mâ fî nefsî ve lâ a’lemu mâ fî nefsike inneke ente allemül guyûb. Mâ kultü lehüm illâ mâ emertenî bihî eni’budûllâhe rabbî ve rabbeküm, ve küntü aleyhim şehîden mâ dumtu fîhim, fe lemmâ teveffeytenî künte enter rakîbe aleyhim ve ente alâ kulli şey’in şehîd. İn tuazzibhüm fe innehüm ibâduke, ve in tagfir lehüm fe inneke entel azîzül hakîm.”
“Ve Allah (cc.): Ey Meryem oğlu Îsâ! Sen mi insanlara ; “Beni ve annemi, Allâh'tan başka iki ilâh edinin diye söyledin?" dediğinde , Hz. İsa; ''Seni tenzîh ederim, Sen yücesin”, benim için hak olmayan bir şeyi söylemek bana yakışmaz. Eğer ben onu söylemiş olsaydım o taktirde, muhakkak Sen onu bilirdin, nefsimde olanları da Sen bilirsin, ben ise Sen'in nefsinde olanları bilemem." Muhakkak ki gaybları en iyi bilen Sen’sin Sen! Onlara, bana emrettiğin şeyden başka bir şey söylemedim: “Benim de Rabb'im, sizin de Rabb'iniz olan Allah'a ibâdet etmeleri”nden başka birşey söylemedim. Onların arasında bulunduğum sürece, onların üzerlerine şâhit oldum. Fakat beni vefât ettirince onların üzerine gözetleyici Sen oldun. Ve Sen herşeye şâhitsin. Eğer onlara azâp edersen, artık muhakkak ki onlar, Senin kullarındır. Ve eğer onları bağışlarsan, o takdîrde muhakkak ki Sen, Sen Azîz'sin, Hakîm'sin.”
Şimdi, yukarıda geçen mübârek metin "allâmü'l-gayûb" ya’nî “gaybları en iyi bilen Sen’sin Sen!” kısmına kadar tefsîr buyrulmuş idi. Bu metinde de ikinci ayet-i kerîmenin tefsîrine başlayıp buyururlar ki: Îsâ (a.s.) daha sonra cevâbı tamamlayıcı olarak “Mâ kultü lehüm illâ mâ emertenî bihî” ya’nî “Ben onlara demedim, illâ şu şeyi dedim ki, Sen bana, onunla emretmiş idin” dedi. Şimdi bu "Ben demedim" sözüyle o vücûdda olmadığına, ya'nî Hakk’ın vücûdunda helâk olmuş olduğuna işâret edici olduğu halde, ilk olarak sözü kendinden kaldırdı. Daha sonra “Ente kultü” ya’nî “Sen söyledin” hitâbı ile; soru sorucu olan Hakk'a karşı edebe riâyeten “illâ mâ emertenî bihî” ya’nî “illâ şu şeyi dedim ki, Sen bana, onunla emretmiş idin” sözüyle söz söylediğini îcâb, ya'nî isbât etti.
Bundan dolayı cevâbında kelime-i tevhîdde bulunan sırra tâbi’ oldu. Çünkü “lâ ilâhe illallah” cümlesi, ilk önce kaldırma ve daha sonra isbât üzerine oluşmuştur. Çünkü, hakîkî vücûd karşısında olan vücûdun kaldırılması, edebdir. Daha sonra soru soranın cevâbını ihmâl etmeyip, münâsib bir lisânla gerekli cevâbı vermek edebe riâyet etmektir. Bundan dolayı Îsâ (a.s.) da böyle yaptı. Eğer o böyle yapmamış olsa idi hakîkatleri bilmemekle vasıflanırdı. Oysa cenâb-ı Îsâ hâşâ ki hakîkatleri bilmemekle vasıflanmış olsun; o bundan yücedir. Cenâb-ı İsâ'nın daha sonra isbât sözü ile “illâ mâ emertenî bihî” demesinin îzâhı budur ki: “Ben o şeyi dedim ki Sen bana onunla emrettin”. Oysa, benim lisânım ile söyleyici olan Sen'sin. Bu cevap toplayıcı ayn ve "farzlarla yaklaşma" makâmıdır. "Ve sen benim lisânımsın" bu da fark ayn’ı ve "nâfi’lelerle yaklaşma" makāmıdır.
Şimdi sen bu ilâhî rûhun tenbîhine bak ki ne kadar latîf ve hassastır! Ya'nî "toplama ile fark" ve "sınırlama ile tenzîh" ve "çokluk ile birlik" ve "darlık ile genişlik" ve "isbât ile kaldırma" ve "nâfi’lelerle yaklaşma ile farzlarla yaklaşma" tenbîhine dayalı olarak rûhî ve ilâhî olan Îsâ (a.s.)’dan çıkan cevâbın ne kadar latîf ve hassas olduğuna dikkât et!
Bosnevî Abdullah Efendi ve Ya'kûb Han ve Te'vîl-i Muhkem şerhlerinde metindeki ibâre “bu ilâhî rûhun tenbîhine bak” ve Dâvûd Kayserî ve Abdûrrezzâk Kâşânî ve Bâlî Efendi şerhlerinde “bu ilâhî rûhun tenbiesine bak” şeklindedir. "Tenbie" tef’ile vezninde “haber vermek” ma'nâsına gelir. Mevlânâ Câmî ile Abdulganî Nâblusî şerhlerinde “bu ilâhî rûhun tenbîhine bak” şeklinde olup bahse bağlantısı açıktır. Çünkü yukarıda gösterildiği şekilde Îsâ (a.s.) cevâbında "toplama" ile "fark"a ve "çokluk" ile "birliğe"; ve "isbât" ile "kaldırma"ya işâret etmiş idi. Bunlar ise "tesniye" ya’nî bir kelimenin iki şeye işâret etmesi hâlidir ki Arapçada kelimenin sonuna “elif-nûn” veyâ “ye-nûn” ya’nî “în-ân-eyn” getirilerek yapılır.
Îsâ (a.s.) cevâbına devamla, “Eni’budûllâhe” (Mâide, 5/117) "Allâh'a ibâdet ediniz, dedim" dedi. Rezzâk ve Cebbâr ve Hallâk gibi husûsi isimlerden birine ibâdet edilmesini tahsîs etmeyip “Allah” ismini zikrederek "Allâh'a ibâdet ediniz!" dedi. Çünkü, ibâdette ibâdet edenler muhtelif olduğu gibi, şerîatlar da muhteliftir. İbâdet edenlerin ba’zısının meşrebi Bâtın isminin ve ba'zısının Zâhir isminin gerekleri üzerinedir ve aynı şekilde şerîatların ba'zısı tenzîh ve ba'zısı teşbîh ve ba'zısı tenzîhde teşbîh ve teşbîhde tenzîh üzerinedir. "Allah" ismi ise bütün ilâhî isimleri toplayıcı olduğu gibi, bütün ibâdet şekillerini de içine almaktadır. Şimdi ibâdet edenlerin meşreblerinin muhtelif oluşu yönüyle hepsini husûsi bir isme da'vet etmek hikmete uymaz. Eğer da'vet edilirse bu da'vetten, meşrebleri dolayısıyla, ba'zıları istifâde eder ise de, bâzıları firâr eder. Onun için Îsâ (a.s.) toplayıcı isim olan "Allâh"a da'vet etti.
Daha sonra “rabbî ve rabbeküm” ya’nî "Benim Rabbim ve sizin Rabbiniz" dedi. Oysa Hakk'ın her bir mevcûda karşı rubûbiyyetle ya’nî Rab olarak tecellîsi birdiğerinin aynı değildir. Çünkü, her mevcûdun ilâhî isimlerden bir husûsi Rabb’i olup, o husûsi Rabb o mevcûdun terbiye edicisidir. İşte Hakk'ın rubûbiyyetle bir mevcûda bağlantısı, diğer mevcûda bağlantısının aynı olmadığı için "Rabbî ya’nî benim Rabbim" sözüyle söyleyenden kinâye ve "Rabbüküm ya’nî sizin Rabbiniz" sözüyle muhâtabtan kinâye olan iki kinâye ile, ya'nî söyleyen zamîri ve muhâtab olan zamîri ile ayırdı. Ve kendi Rabb-i hâssıyla ümmetinin Rabb-i hâslarının arasını ayırdı. Fakat bu ayırma ile berâber ümmetini mutlak Rabb olan Allâh'a dâ’vet etmiş oldu. Çünkü "Allah" ismi, Îsâ (a.s.)’ın Rabb-i hâssıyla ümmetinin Rabb-i hâslarını toplayıcıdır.
Îsâ (a.s.) “İllâ mâ emertenî bihî” ya’nî "Ancak, bana onunla emrettiğin şeyi" sözüyle kendi nefsini me'mûr ya’nî emir ile hareket edici olarak isbât etti. Halbuki nefsinin me'mûriyyeti, kendisinin kulluğundan başka bir şey değildir. Çünkü her ne kadar kendisine emrolunan şeyi yapmasa bile, ancak kendisinden emre uyması düşünülen kimseye emrolunur. Me'mûriyyet, kulluk olunca Îsâ (a.s.) bu söz ile nefsini kulluk ile isbât etti. Ne zamanki ilâhî emir, ilâhî görünme yerlerine, görünme yerlerine âit mertebelerin hükmü ile iner, işte bunun için, bir mertebede zâhir olan her bir kimse, bu mertebenin hakîkati ne şeyi verir ve ne hâli gerektirirse, o şey ve hâl ile boyanır ve o şeyin rengine boyanır. Bundan dolayı me'mûr mertebesinde zâhir olan kimse ile âmir mertebesinde zâhir olan kimse için birer hüküm vardır ki, bu hükümler her bir me'mûr ve âmirde görünür.
Böyle olunca Hak Teâlâ hazretleri “Ve ekîmûs salâte” (Bakara, 2/43) ya’nî "Namaz kılın!" der. Bu durumda Hak âmir mertebesinde ve mükellef olan kul ise me'mûr mertebesinde zâhirdir. Ve aynı şekilde kul “rabbıgfirlî” (A'râf, 7/151) ya’nî "Yâ Rabbi beni mağfiret kıl!" der. Bu durumda da kul, âmir mertebesinde ve Hak, me'mûr mertebesinde zâhirdir.
Şimdi Hakk'ın kula emretmekle kuldan talep ettiği şey, kulun Hakk'a emretmekle Hak'tan talep ettiği şeyin aynıdır. Çünkü Hak, kula emretmekle ondan emre îcâbet etmesini talep eder. Ve aynı şekilde kul, Hakk'a emretmekle, Hak'tan îcâbet etmesini ister. Bundan dolayı iki tarafın birdiğerinden istedikleri îcâbettir. Ve îcâbet ise, bir şeydir. Ve iki tarafın istedikleri îcâbet birdiğerinin aynıdır. İşte iki tarafın birdiğerinden talep ettiği şey, îcâbet olup, bu da birbirinin aynı olduğu için, îcâbet gecikse bile, her bir duâ ve talep îcâbet edilen oldu. Ve her bir duânın kabûl edilmesi de lâzımdır. Çünkü me'mûriyet mertebesinde zâhir olan kimse için oluşan özel hüküm îcâbet edilmesidir. Bu husûsta îcâbetin gecikmesine bakılmaz. Nitekim, "Namaz kılın!" emrine muhâtab olmaya ehil olan müslüman ve aklı yerinde ve yetişkin kimselerden bâ'zıları varsayalım, sabah, öğle veyâ ikindi namazlarını vakitlerinde kılmayıp erteler ve kudreti olduğu zaman bu namazları diğer vakitler içinde kazâ eder. O kimsenin, isterse bu namazları ertelemesi kasıtlı olsun, kazâ sûretiyle de olsa, "Namaz kılın!" emrine îcâbet edip o namazları kılması lâzımdır. Çünkü me'mûriyet mertebesinin hükmü budur. Ölünceye kadar emre uyulması gereğine karşın namaz kılmayanların hükmüne gelince, bu konudaki îzâhlar Ya'kûb Fassı'nda geçtiğinden oraya mürâcaat edilsin. Ve aynı şekilde, kul tarafından gerçekleşen duâ ve isteklerin Hak tarafından kabûlüne âit îzâhlar da Şît Fassı'nda ayrıntılı bir şekilde geçmiş olduğundan burada tekrârına lüzum görülmedi.
Ondan sonra “ve küntü aleyhim” (Mâide, 5/117) "Ben onların üzerine idim" dedi. Ve “alâ nefsî meahüm” ya’nî "Nefsim üzere onlarla berâber" demedi. Nitekim “rabbî ve rabbeküm” ya’nî "Benim Rabbim ve sizin Rabbiniz" dedi. “Ve küntü aleyhim şehîden mâ dümtü fîhim” ya’nî "Ben onların arasında bulunduğum sürece, onların üzerine şâhit idim." Çünkü nebîler, onların arasında bulundukça; ümmetleri üzerine şâhittirler. “Fe lemmâ teveffeytenî” ya’nî “ne zamanki beni vefât ettirdin", ya'nî kendine yükselttin ve benden onları örttün ve beni de onlardan örttün; benim maddemde değil ama, belki onların maddelerinde, “künte enter rakîbe aleyhim” ya’nî “Sen Rakîb oldun onların üzerine." Çünkü, Sen rakîb olmayı ya’nî gözetmeyi gerektiren onların görmesi oldun. Şimdi, insanın kendi nefsine olan şâhitliği, Hakk'ın ona olan şâhitliğidir. Ve onu "Rakîb" ismi ile kıldı. Çünkü şâhitliği kendi için kıldı. Şimdi o kul olmasından dolayı, onun o olduğunun ve kendisi için Rab olmasından dolayı, Hakk'ın Hak olduğunun bilinmesi için, kendi arasıyla Rabb'inin arasını ayırmayı istedi. Bundan dolayı, kendi nefsi için kendinin "şâhit" olduğunu ve Hak hakkında da onun; "Rakîb" olduğunu söyledi. Ve kendi nefsi hakkında onları öne geçirip, onlar için ikram olarak ve Hakk’a karşı edeb olarak “aleyhim şehîden mâ dümtü fîhim” ya’nî "Ben onların arasında bulunduğum sürece, onların üzerine şâhit idim." dedi. Ve “rakîbe aleyhim” ya’nî “Rakîb oldun onların üzerine" sözünde, Rabbin rütbe ile önde oluşu hakedici olduğu şeyden dolayı, onları cenâb-ı Hak'ta, Hak'tan sonraya bıraktı. Ondan sonra bildirdi ki, muhakkak Rakîb olan Hak için, İsâ'nın kendi nefsi için kıldığı isim sâbittir ve o “aleyhim şehîden” ya’nî “onların üzerine şâhit idim” sözündeki "Şehîd"dir. Böyle olunca “ve ente alâ küllî şey’in şehîd” (Mâide, 5/117) ya’nî "Sen her şey üzerine Şehîd'sin" dedi. Şimdi genel için "küll ya’nî her" kelimesini ve belirsizlerin belirsizi olmasından dolayı "şey"i getirdi; ve "Şehîd" ismini getirdi. O her bir şâhit olunan üzerine, bu şâhit olunanın hakîkatinin gerektirdiği şey dolayısıyla, Şehîd'dir. Şimdi o, “Ve küntü aleyhim şehîden mâ dümtü fîhim” ya’nî “Ben onlar içinde oldukça onların üzerine şâhit idim” dediğinde Hak Teâlâ'nın Îsâ kavmi üzerine "Şehîd" olduğuna dikkât çekti. Bundan dolayı o, îsevi maddede, Hakk'ın şâhit oluşudur. Nitekim, Hakk'ın onun lisânı ve işitmesi ve görmesi olduğu sâbit oldu (38).
Ya'nî ondan sonra Îsâ (a.s.), bu esaslara şâhitliğinde, “rabbî ve rabbeküm” ya’nî "Benim Rabbim ve sizin Rabbiniz" (Mâide, 5/117) sözünde, kendi nefsi için hâs Rabb’i ve ümmetinin nefisleri için de birer hâs Rabb isbât ettiği gibi yapmayıp, şâhitliğini isbât ettiği esnâda “Ve küntü aleyhim şehîden” dedi. Ya'nî ben Şehîd isminin, görünme yeri idim ve benim varlık ayn’ımda onların üzerine Şehîd olan Sen idin, dedi. Yoksa “Ve küntü alâ nefsî meahüm şehiden” ya’nî “Ben onlarla berâber kendi nefsim üzerine şehîd idim” demedi. Ya'nî şâhit oluşunu isbât esnâsında kendi nefsine şâhitliğini de isbât etmedi. Çünkü nebîler ümmetlerinin arasında bulundukça ve dünyevî hayât ile diri oldukça, ümmetleri üzerine gözcüdür. Ve çobanlar güttükleri hayvanların helâk çukuruna düşmemeleri için, onların üzerine nasıl gözcü iseler, nebîler (aleyhimü's-selâm) de, hayvâniyet yönünün üstün gelip cehennem çukuruna düşmemeleri için, ümmetleri üzerine öyle gözcüdürler. Ve nebîler, insan-ı kâmil olup “Allah” toplayıcı isminin görünme yeri olduklarından, tabi'ki "Şehîd" isminin hükümleri de kendilerinden açığa çıkar. Ve onların şâhitliği Hakk'ın ayn’ının şâhitliğidir. Çünkü onlar Hakk’ın vücûdunda helâkta olduklarından kendi vücûdlarını görmezler. Bundan dolayı Îsâ (a.s.) bu görünme yeri oluşu dolayısıyla şâhitliği nefsine isbât etmeyip, yalnız ümmetleri hakkında isbât etti; “Ve küntü aleyhim şehîden mâ dümtü fîhim” ya’nî "Ben onların arasında bulunduğum sürece, onların üzerine şâhit idim" dedi.
Îsâ (a.s.) daha sonra “Fe lemmâ teveffeytenî” ya’nî “Ne zamanki Sen beni vefât ettirdin" dedi, ya'nî beni kendine yükselttin ve beni şehâdet mertebenden gayb mertebene yükseltmekle, onları benden ve beni de onlardan örttün ve perde arkasına düşürdün. Çünkü onlar beni Senin şehâdet mertebende madde beden sûretim ile müşâhede ederler idi. Yükselttikten sonra bu müşâhedeleri kesildi. Ve aynı şekilde yükseltildikten sonra, Senin şâhitliğinde gark oluşum dolayısıyla, ben de onları müşâhede edemedim. Ve birlik şâhitliğin çokluk müşâhedene perde oldu. Ve Sen şehâdet mertebesinde ilâhî zuhûr yerlerinden bir zuhûr yeri olan benim maddemin, ya'nî cesedimin, dışında, belki onların maddelerinde ve cesedlerinde, onların üzerine Rakîb oldun. Çünkü, Sen onların görmesi oldun ki; o görme rakîb olmayı ya’nî gözetmeyi gerektirir. Böyle olunca insanın kendi nefsini müşâhedesi, Hakk'ın onu müşâhedesidir.
Ve Îsâ (a.s.) ümmetinin maddelerinde olan Hakk'ın müşâhedesini beyân sadedinde "Rakîb" ismini zikretti. Çünkü Îsâ (a.s) “Ve küntü aleyhim şehîden mâ dümtü fîhim” ya’nî "Ben onların arasında bulunduğum sürece, onların üzerine şâhit idim." (Mâide, 5/117) sözünde, ümmeti üzerine olan gözcülüğü kendi nefsi için beyân etti. Bundan dolayı Hakk'a karşı edeb olarak, bir isimde Hak'la ortak olmamak için, kendi nefsi arasıyla Rabb'i arasını ayırmayı istedi. Tâ ki kul olduğu için Îsâ'nın Îsâ olduğu ve Îsâ'nın Rabb'i olduğu için de Hakk'ın Hak olduğu bilinsin. Şu halde ümmeti üzerine "Şehîd"i kendi nefsi için ve "Rakîb"i de Hak için bildirmekle, nefsiyle Rabb'inin arasını ayırdı.
Ve cenâb-ı Îsâ kendi nefsi hakkında, ümmeti için ikram olarak ve Hakk'a karşı edeb olarak, ümmetini ilk olarak zikredip “aleyhim şehîden mâ dümtü fîhim” dedi. Ya'nî ümmetine dönük olan “aleyhim” “onların üzerine” kelimesindeki ”hüm” “onlar” zamîrini, kendi nefsine bağladığı “şehîden” “şâhit idim” kelimesinin önüne geçirdi. Çünkü “künte enter rakîbe aleyhim” ya’nî “Sen Rakîb oldun onların üzerine" sözünde Hakk'ı ümmetinin önüne geçirmiş idi. Bundan dolayı bu şekilde öne geçirme işinde Hak'la eşit oluş kalkmış olur. Ve “er rakîbe aleyhim” ya’nî “Rakîb oldun onların üzerine” sözünde ümmetine dönük olan “hüm” “onlar” zamîrini, Hakk'a dönük bulunan "Rakîb" isminden sonra zikretti. Çünkü Rab rubûbiyyet ya’nî Rab olma rütbesi ile önde oluşu hak edicidir.
Daha sonra Îsâ (a.s.) bildirdi ki, "Rakîb" ismi ile isimlendirilmiş olan Hak için, kendine bağladığı isim dahi sâbittir. Ve o isim de “aleyhim şehîden” sözündeki "Şehîd" ismidir. Çünkü "Rakîb" ismi gibi "Şehîd" ismi de ilâhî isimlerden bir isimdir. Bundan dolayı Îsâ (a.s.) bu hakîkati beyân için de:
“ve ente alâ küllî şey’in şehîd” ya’nî "Sen her şey üzerine Şehîd'sin" (Mâide, 5/117)
dedi. Şimdi genel şeyler için olan "küll ya’nî her" kelimesini ve belirsizlerin belirsizi olduğundan dolayı da "şey"' kelimesini kullandı ve "Şehîd" ismini de getirdi. Ve bu sözüyle kendinin "şehîd" olmasıyla Hakk'ın "Şehîd" olması arasındaki farkı gösterdi. Çünkü kendinin müşâhedesi, ancak kavminin arasında mevcûd oldukça onların üzerinde olur. Oysa Hakk'ın müşâhedesi sâdece böyle bir dünyâ yurduna mahsûs değildir. Her şeyin zâhiri ve bâtını üzerine ve her şâhit olunanın sâbit ayn’ıyla ve zâtî isti'dâdı ile gerektirdiği bütün halleri ve sûretleri üzerine ezelen ve ebeden ve ilmen ve "ayn"en Şehîd'dir. Ve "şey"in belirsizlerin belirsizi olmasının ne demek olduğu Lokmân Fassı’nda ayrıntılı olarak îzâh edilecektir.
Şimdi Îsâ (a.s.) “Ve küntü aleyhim şehîden mâ dümtü fîhim” ya’nî “Ben onlar içinde oldukça onların üzerine şâhit idim” dediği esnâda, Hak Teâlâ'nın Îsâ kavmi üzerine Şehîd olduğuna dikkât çekti. Çünkü “ve ente alâ küllî şey’in şehîd” ya’nî "Sen her şey üzerine Şehîd'sin" sözüyle her yurtta, her bir şâhit olunan üzerine olan müşâhedenin Hakk'a âit olduğunu beyân etmiş oldu. Bundan dolayı “küntü aleyhim şehîden” ya’nî “onların üzerine şâhit idim” sözündeki şâhitlik, Îsâ (a.s) cisminde zâhir olan Hakk'ın şâhitliğidir. Nitekim, şerefle bize ulaşan hadîs-i kudsî ile sâbit oldu ki, Hak kulun lisânı ve işitmesi ve görmesidir.
Ondan sonra îsevî kelimeyi ve muhammedî kelimeyi dedi. Onun îsevî olmasına gelince, çünkü o, Allah Teâlâ'nın kendi kitâbında ondan haber vermesi ile Îsâ (a.s)’ın sözüdür. Ve onun muhammedî olmasına gelince, şimdi o sözün, Muhammed (s.a.v.)’dan çıkmış olmasından dolayıdır. Ondan çıktığı mekânda, bütün bir gecede onu tekrâr ettiği halde, onunla kâim oldu ve tan yeri ağarana kadar, onun dışında birşeye geçmedi. “İn tuazzibhüm fe innehüm ibâduke, ve in tagfir lehüm fe inneke entel azîzül hakîm” (Mâide, 5/118) "Eğer sen onlara azâp edersen, onlar Senin kullarındır ve eğer onları bağışlarsan Sen Azîz ve Hakîmsin." Ve “hüve ya’nî o” gâib ya’nî hâzırda olmayan zamîri olduğu gibi “hüm ya’nî onlar” da gâib zamîridir. Nitekim gâib zamîri ile “Hümülleziyne keferu” ya’nî “Onlar o kimseler ki kâfirdirler” (Fetih, 48/25) dedi. Şimdi gayb, hâli hâzırda görünenler ile istenilen şeyden onlar için örtüldü. Şimdi gâib zamîri ile “İn tuazzibhüm” ya’nî “onlara azâp edersen” dedi. Oysa o, onların Hak'tan onda oldukları örtülmenin aynıdır. Şimdi Allah Teâlâ onları, onların hâzır oluşlarından önce zikretti, tâ ki hâzır oluncaya kadar, hamur mayalanmış olur. Böyle olunca maya hamuru kendi gibi yaptı. “Fe innehüm ibâduke” ya’nî "Çünkü onlar Senin kullarındır." Şimdi, onun üzerine oldukları tevhîdden dolayı hitâbı ayırdı. Oysa onlardaki zilletten daha büyük zillet yoktur. Çünkü, onlar için nefislerinde tasarruf yoktur. Bundan dolayı onlar, efendilerinin onlardan dilediği şeyin hükmü üzeredir. Oysa onun için, onlarda ortaklık yoktur. Çünkü, "Senin kulların" dedi. Böyle olunca ayırdı. Ve "azâb" ile kastedilen, onların zelîl olmasıdır. Oysa kul olduklarından dolayı, onlardan daha zelîl yoktur. Şimdi onların zâtları, onların zelîl olmalarını gerektirir. Bundan dolayı Sen onları zelîl etmezsin. Çünkü Sen onları, kul olduklarından dolayı, içinde bulundukları zilletten daha da aşağısı ile zelîl etmezsin (39).
Daha sonra Îsâ (a.s.), hem îsevî kelime ve hem de muhammedî kelime olan şu “İn tuazzibhüm fe innehüm ibâduke, ve in tagfir lehüm fe inneke entel azîzül hakîm” (Mâide, 5/118) "Eğer sen onları azâblandıracak olur isen, onlar Senin kullarındır ve eğer bağışlayacak olur isen, Sen Hakîm olan Azîz'sin" sözünü dedi. Bu sözün îsevî olmasına gelince: Çünkü bu söz, Allah Teâlâ'nın kendi kitâbı olan Kur'ân-ı Azîmü'ş-şânda, cenâb-ı Îsâ'dan çıktığını bize haber verdiği için, Îsâ (a.s)’ın sözüdür. Ve muhammedî olmasına gelince: O da, bu söz Muhammed (s.a.v.)’den çıkmış bulduğu içindir. Çünkü, bu sözün saâdetli ağızlarından çıktığı mekânda, bütün bir gecede bu sözü tekrâr buyurdukları halde, o söz ile kâim oldu ve tan yeri ağarana kadar bu sözden başka bir şey söylemediler. Bu hal, Vedâ Haccı’nda olmuş idi. İşte bu söz, cenâb-ı Îsâ'dan ümmeti hakkında çıktığı ve (S.a.v.) Efendimiz'den bütün bir gece tekrâr etmek sûretiyle çıkmış olduğu için, hem îsevî ve hem de muhammedîdir. Ve bu sözdeki “İn tuazzibhüm-onlara azâb edersen”, “fe innehüm-muhakkak onlar”, “lehüm-onları” kelimelerinde olan “Hüm-onlar” gâib zamîridir; "hâ" harfinin (hüm) sonuna eklenen "mîm" harfi (hüm) çoğula işârettir. Nasıl ki “hüve-o” da gâib zamîridir, fakat tekil içindir.
Nitekim, îlâhi kelâmda bunun bir benzeri Hak Teâlâ'nın çoğul gâib zamîri ile “Hümülleziyne keferu” ya’nî “Onlar o kimseler ki kâfirdirler” (Fetih, 48/25) buyurmasıdır. Çünkü kâfirler, kendi izâfî vücûd-larının müşâhedesinde boğulmuş olduklarından Allâh'ı gâib zanneder ve hayâl ederler. Bu müşâhede-leriyle ve bu zan ve hayâlleriyle Hakk’ın huzûrundan gayb olup bütün görünme yerlerinde açığa çıkmış olan Hakk'ı örterler. İşte Hak Teâlâ da “Hümülleziyne keferu” sözünde onların zannı üzere zâhir olarak "İnkâr eden ve örten onlar" dedi; ve gâibin çoğulundan kinâye olan, “hüm” zamîrini getirdi. Şimdi onların cehâletlerinin sürüklemesiyle Hak hakkında vehmettikleri gayb, âlem sûretlerinden ibâret olan hâli hâzırda görünenler ile âriflerce istenilen şeyden, ya'nî Hakk’ın vücûdundan, onlar için örtüldü. Çünkü Hak, görünme yerleri ile zâhir ve bütün görünme yerlerinde hâzırdır. Ve Hakk'ı maddeden soyutlanmış olarak görmek mümkün değildir. Nitekim, detayları Muhammed Fass'ında gelecektir. Hâl böyle iken Hakk'ı gaybe tâhsîs edip, O'nu gâybta aramak çok büyük bir cehâlettir. Ve bu hakîkat yukarıda ve “ve ente alâ küllî şey’in şehîd” ya’nî "Sen her şey üzerine Şehîd'sin" kavlinin tefsîr ve îzâhında beyân olundu.
İşte, bu inceliğe dayalı olarak Îsâ (a. s.), gâib zamîri ile “İn tuazzibhüm” ya’nî “onlara azâp edersen” dedi. Oysa “hüm” gâib zamîrinin işâret etttiği gayb, öyle bir örtünün ve perdenin aynı oldu ki, bu zamir ile kastedilen kavim, o örtü içinde Hak'tan örtülü oldular. Ve bu örtü, Îsâ’nın sûretinin ve taayyününün örtüsüdür. Çünkü onlar Îsâ (a.s)’ın dünyâdaki kayıtlı sûreti ile mutlak olan Hakk’tan örtülü oldular. Ve mutlak olan Hakk’ın bütün görünme yerlerinde zâhir ve hâzır olduğunu müşâhede edemediler.
Şimdi Allah Teâlâ onları, Hak'tan gayb hallerinde ve O'nun müşâhedesinden örtülü hâllerinde, Îsâ (a.s) lisânı ile “İn tuazzibhüm” ya’nî “onlara azâp edersen” sözünde veyâhut Kur'ân-ı Kerîm'de “Hümülleziyne keferu” ya’nî “Onlar o kimseler ki kâfirdirler” (Fetih, 48/25) sözünde ölüm olayı ile örtünün kaldırılması sûretiyle, Hak'la oluşacak olan huzûrdan önce zikretti. Ve gayb hallerinde Hakk'ın onları zikretmesi, onlar için maya oldu; tâ ki bu maya sâyesinde, onlar ölüm ile veyâ kıyâmet gününde diriliş ile örtünün kalkması hâlinde, Hakk’ın huzûrunda durdukları zaman, onların izâfî vücûdlarının hamuru, maya gibi olsun ve bu maya, onların izâfî vücûdlarında hükmetsin. Çünkü, Allâh'ın zikri ekberdir. Nitekim, Kur'ân-ı Kerîm'de buyrulur: “ve le zikrullâhi ekber” ya’nî “Ve kesinlikle Allah’ın zikri ekberdir” (Ankebût, 29/45). Ve Hakk'ın onları gayb hallerinde zikretmesi, onları kendi hakîkatlerine döndürücü olup zâtî hakîkatler ve isti'dâdlar ise, maya gibidir. Ve vehim sâhiplerinin izâfî vücûtları ise mayasız hamur gibidir. Bundan dolayı Hakk'ın onları zikretmesi mayasız hamura maya katmak demek olduğundan, onlar ölüm ile ve kıyâmette diriliş ile kendi izâfî vücûtlarının vehmî olduğuna vâkıf olacaklarına ve bu zamandaki yurdun îcâbına göre, kendilerine verilmiş olan vücûdda Hakk'ın zuhûrunu perdesiz müşâhede edeceklerine dayanarak, izâfî vücûdlarının hamuru mayaya dönüşmüş olarak bu hamur, mayanın benzeri olur. Bundan dolayı maya, hamurda hüküm sürerek hamuru kendi gibi etti.
Daha sonra cenâb-ı Îsâ “Fe innehüm ibâduke” ya’nî "Çünkü onlar Senin kullarındır" dedi. Bundan dolayı hitâb kâf’ı (ke-Senin) ile ayırdı ve tahsîs etti. Ve onlar her ne şeye ibâdet ederlerse etsinler, ancak Senin kullarındır. Ve onlar için Senin kulluğundan çıkma ihtimâli yoktur. Çünkü, bütün görünme yerlerinde görünen Sensin ve cenâb-ı Îsâ Senin görünme yerlerinden bir görünme yeridir. Eğer onlar, benim Îsâ görünme yerimde Sen'i sınırlama ile ibâdet ederler ise, bu ibâdetleri yine Sana dönük olur. Çünkü bütün isimleri toplamış olan bir ayn’sın. Gerçi cehâletleri sebebiyle onların buna vâkıf olmaları ve şuûrları yoktur. Fakat onlar bu zarûri tevhîd üzerinedir. Onların bu cehâletleri Senden ganî olmalarını gerektirmez. Onlar mâdemki Senin kullarındır, onlardaki zilletten daha büyük zillet olamaz. Çünkü, onların vücûtlarının Kayyûm’unun, Senin mutlak vûcûdun oluşu yönüyle, aslâ onların kendi nefislerinde ve vücûdlarında tasarrufu yoktur. Bundan dolayı efendileri, onlardan ne isterse onlar o şeyin ve o irâdenin hükmüne tâbi'dirler. Ve efendilerinin onların üzerinde olan tasarrufunda, aslâ bir ortak yoktur. Bundan dolayı onlar benim Îsâ görünme yerimde, Sen'i sınırlamak sûretiyle beni ilâh edinip ibâdet etmişler ise, bu hâl, onların hakîkatlerinin ve sâbit ayn’larının gereğindendir. Çünkü onlar ilâhî ilminde bu şekilde ilâhî bilinenin oldu. Ve senin ilmin bilinene ve irâden de ilme tâbi'dir. Şimdi onların hakîkatleri bu yön ile ilâhî bilinenin olmakla; şehâdet mertebesinde dahi bu sûretle zâhir olmalarını irâde buyurdun. Ve onlar, Senin kulların oldukları ve Sen de onların Efendisi olduğun için, senin ilâhî irâdene muhâlefet edebilirler mi idi? Bundan dolayı onlar zâtî isti'dâdlarına dayanan irâdene tâbi' oldular. İşte bu inceliğe [dayanarak] cenâb-ı Îsâ "Senin kulların" dedi. Ve “ibâduke” kelimesindeki hitâb kâf’ı ile ayırdı ve tahsîs etti.
Îsâ (a.s.)’ın “İn tuazzibhüm” ya’nî “onlara azâp edersen” sözündeki "azâb"dan kasıt da, kavminin zelîl olmasıdır. Çünkü, azâb hâli içinde bulunanda aslâ “izzet” düşünülemez, o kimse zelîldir ve bir azîz ve kâhredicinin kudret elinde zebûndur. Oysa, Îsâ kavmi kul oluşları yönüyle onlardan daha zelîli yoktur. Çünkü kullukları dolayısıyla hiçbirisinin kendi nefsinde tasarrufa kudreti yoktur. Onlarda tasarruf edici olan Hak'tır. Ve işin aslında onlar dünyâda Senin irâden ile onlara gelen elemler ve belâlar ile azâplandıkları yönle zillet içindedirler. Ve aynı şekilde, onların sâbit ayn’ları, bu şehâdet mertebesinde cehâlet azâbı içinde zelîl olmalarını gerektirir. Böyle olunca onlar iki kat azâb içindedir. Birisi kul oldukları yönle Senin kudret elinde zebûn olmaları ve diğeri cehâlete dalmış olarak Hakk'ı gâibde aramalarıdır. Bundan dolayı Sen onları, içinde bulundukları bu azâbdan daha aşağı bir azâb ile zelîl etmezsin. Çünkü, dünyâda kahır elinde zebûn oldukları gibi, âhirette de bu hâl içindedirler. Bundan daha aşağı ne azâb olur?
“Ve in tagfir lehüm” (Mâide, 5/118) "Ve eğer sen onlar için örtersen", ya'nî muhâlefetleri sebebiyle onların hakettikleri azâbın gerçekleşmesinden Sen onları örtersen, ya'nî Sen onlar için örtecek bir şey kılarsan, ki onları bundan örtsün ve onları onda men' etsin. “Fe inneke entel azîz” ya’nî "Şimdi sen muhakkak Azîz'sin", ya'nî menî’u'l-hımâ ya’nî himâyendekini koruyansın. Ve Hak Teâlâ bu ismi kullarından verdiği kimseye verdiği vakit, Hak Mu'izz (Azîz kılan) ile ve kendisine bu isim verilen, Azîz ile isimlenmiş olur. Şimdi Müntakım (İntikam Alan) ve Muazzib (Azâb Eden)'in, intikâm ile azâbdan istediği şeyden himâye ile korunmuş olur. Ve yine beyânı kuvvetlendirmek için fasl ve imâd ile getirdi. Ve âyetin devâmının “inneke ente allemül guyûb” (5/116) sözündeki ve “künte enter rakîbe aleyhim” (5/117) sözündeki aynı ifâde tarzı üzere olması için, yine evvelki gibi “inneke entel azîzul hakîm” olarak geldi (40).
Ya'nî Îsâ (a.s.) daha sonra “Ve in tagfir lehüm” (Mâide, 5/118) "Ve eğer sen onlar için örtersen" dedi ki: Senin emrine muhâlefetleri ve tâatine uymamaları sebebiyle hakettikleri azâbın onların üzerine gerçekleşmesinden Sen onları örtersen, demek olur. "Gafr"ın ma'nâsı setr ve örtüdür. Nitekim başı korumak için savaş sırasında başı örten zırhın adına "miğfer" derler. Şu halde “tagfir lehüm” “onları örtmek” demek, Sen onlar için bir setr ve örtü yaparsın ki, bu örtü onları, azâbın gerçekleşmesinden örter. Ve onları bu azâbın gerçekleşmesinden korur ve himâye ve siper ve bekçilik eder
“Fe inneke entel azîz” "Sen muhakkak Azîz'sin" ya'nî menî’u'l-hımâ ya’nî himâyendekini koruyansınsın. "Menî" mâni’ ma'nâsına ve "hımâ" da, himâye olunan şey ma'nâsına gelir. "Menî’ul'l-hımâ" himâyesi altında bulunan şeye başkalarının sataşmasını men' eden ma'nâsına olur. Bundan dolayı “entel azîz” “Sen Azîz’sin” demek, Senin himâye ettiğin şey üzerine olacak sataşma ve tecâvüzü, zâtî ahadiyyetine mahsûs olan izzet ile men’ edensin demek olur. Ve bu Azîz ismini Hak Teâlâ kullarından birisine verdiği ve ona bu isim ile tecellî ettiği zaman, bu kulunu "azîz" ettiği için, Hak Teâlâ Mu'izz (Azîz Kılan) ismi ile isimlenmiş olur. Ve kendisine bu şerefli isim verilmiş olan kul da, Hakk'ın indinde "azîz" olduğu için, “Azîz” ismi ile isimlenmiş olur. Ve Azîz ismi ile isimlenmiş olan kul ise Hakk’ın himâyesinde olur ve onun koruması altında bulunur. Şimdi Müntakım (İntikam Alan) ve Muazzib (Azâb Eden) isimlerinin, intikam ve azâb cinsinden istediği şeyler her ne ise, Azîz ismi ile isimlenmiş olan kul, Hakk'ın himâye ettiği olup Hak, bu isimlerin o kul üzerine sataşmasını men' eder.Çünkü, Hak gafûriyyet ya’nî örtücülük sıfatı ile bir kulunu örttüğü zaman, Gafûr isminin karşıtı bulunan isimlerin sataşmasını men' eder.
Ve Îsâ (a.s.) böylece beyânı kuvvetlendirmek için, nahiv âlimlerinden (dil bilimcilerinden) Kûfiyyûn (Küfe dil ekolü) indinde "fasl" ve Basriyyûn (Basra dil ekolü) indinde "imâd" ile ya’nî ikiside belirtili olarak gelen ve mübteda olan “inneke” ile haber olan “el azîzul hakîm”i birbirinden ayırmak için “ente” “Sen” ref zamîrini getirmek sûretiyle “inneke entel azîzul hakîm” ya’nî “Muhakkak Sen, Sen Azîz’sin Hakîm’sin” (Mâide, 5/118) dedi. Ve bu şekilde Hak Teâlâ hazretlerinin sorusuna karşı verdiği cevapları beyân eden âyet “inneke ente allemül guyûb” (Mâide, 5/116) ve “künte enter rakîbe aleyhim” (Mâide, 5/117) sözlerindeki üslûb ve ifâdeye uygun düşüp aynı tarz üzere oldu. Ve Îsâ (a.s.) bu sözlerde aynı ifâde tarzı ve üslûb üzere “inneke entel azîzul hakîm” dedi.
Cenâb-ı Şeyh (r.a.), bu âyet-i kerîmedeki ba'zı îseviyye sırlarını beyân ettikten sonra ona bağlantılı olan muhammedî sırların ba'zısının da beyânına başlayıp buyururlar ki:
Şimdi Nebî'den istek olarak ve tan yeri ağarana kadar, bütün bir gece, bu mes'elede Rabb'ine ısrarlı idi, ki îcâbet edilmesini talep edişinden dolayı tekrâr ederdi. Şimdi eğer isteğinin başında îcâbet edildiğini işitse idi, tekrâr etmezdi. Şimdi Hak Teâlâ, onun sebebiyle azâbı gerektiren şeyin çeşitlerini, ayrıntılı olarak, ona arz eder idi. Bundan dolayı her bir arzda ve aynda ona “İn tuazzibhüm fe innehüm ibâduke, ve in tagfir lehüm fe inneke entel azîzul hakîm” (Mâide, 5/118) der idi. Şimdi bu arzda, eğer Hakk'ın öne geçirilmesini ve onun ikram tarafını îcâb ettiren şeyi görse idi, onlar için değil, onlar üzerine duâ eder idi. Böyle olunca ona ancak şu şeyi arz etti ki, onun sebebiyle, Allah Teâlâ'ya teslîmden ve onun affına işi bırakmaktan bu âyetin verdiği şeye hak edici oldular (41).
Ya'nî :
“İn tuazzibhüm fe innehüm ibâduke, ve in tagfir lehüm fe inneke entel azîzul hakîm” “Eğer onlara azâp edersen, artık muhakkak ki onlar, Senin kullarındır. Ve eğer onlar için örtersen, o takdîrde muhakkak ki Sen, Sen Azîz'sin Hakîm'sin” (Mâide, 5/118)
sözü, hâtem-i Enbiyâ (s.a.v.) Efendimiz'den istek olarak ve tan yeri ağarana kadar, bütün bir gecede bu isteğinde Rabb'ine ısrarla olmuş idi ki, Hak'tan bu isteğe îcâbeti talep buyurduğu için, bu âyet-i kerîmeyi tekrâr ederdi. Eğer isteğinin başında, Hak'tan îcâbet olduğunu işitse idi, bu âyet-i kerîmeyi böyle bu kadar tekrâr etmez idi.
Şimdi Hak Teâlâ (S.a.v.) Efendimiz'e, ümmeti için azâbı gerektirecek günahların çeşitlerini, ayrıntılarıyla göstermek sûretiyle, ya'nî ümmetinden her bir ferdi ve o ferdin günahlarını, birer birer göstererek arz eder idi. Bundan dolayı (S.a.v.) Efendimiz, her bir gösterişte ve her bir ferdi ve günahlarını gördüğü esnâda, Hak Teâlâ'ya “İn tuazzibhüm fe innehüm ibâduke, ve in tagfir lehüm fe inneke entel azîzul hakîm” (Mâide, 5/118) der idi.
Şimdi (S.a.v.) Efendimiz Hakk'ın bu gösterişinde, Hak hakkında öne geçirilmesi îcâb eden şeyi ve onun ikrâm tarafını îcâb eden şeyi göre idi, ümmetinin lehine değil, bilakis aleyhine duâ eder idi. Ya'nî Hak Teâlâ risâlet-penâh Efendimiz'e ümmetinin aynlarını ve onların günahlârını açtığı zaman, bu arz ettigi ferdler hakkında gösterdiği günahları sebebiyle, kahır ile muâmeleyi irâde ettiğini ve aynı şekilde Müntakım (İntikam Alan) ismiyle onlara tecellî etmek murâdında bulunduğunu gösterseydi, (S.a.v.) Efendimiz, Hakk'ın murâdını öne geçirip ve Hak tarafını tercîh edip, af ve bağışlama talebiyle ümmetinin lehine duâ etmez, belki kahır ve intikâm ile onların aleyhine duâ ederdi. Çünkü kahır ve intikâm irâdesi, Cenâb-ı Hakk'ın ikrâm ve tercîhini îcâb ettiren şeydir. Çünkü kahır ve intikâm yönünden kulun aslâ hazzı yoktur; ve bu tecellî onun hakkında mülâyim değildir. Ve af ve bağışlama lütuf türlerinden olduğundan, bunlarla olan tecellîde kulun haz ve zevki vardır.
Ve kahır ve intikâm irâdesi ise Hakk'ın zevkidir, onda kulun ortaklığı yoktur. Gerçî kahır ve intikamın arkasında dahi lütuf var ise de bu gizlidir. Nitekim, babası evlâdının kabâhatine gazab edip, darb etmek sûreti ile, ona kahır ile tecellî eder. Bu tecellîde yalnız babanın zevki vardır ki, çocuğunu dövünce onun gazabı sükûnet kazanır. Oysa bu dayak çocuk için tabi'ki zevk veren bir şey değildir. Fakat onun arkasında çocuğun edeblendirilmesi faydası bulunduğundan, bu tecellîde gizli lütuf vardır.
Böyle olunca Hak Teâlâ hazretleri bu arz edişte, (S.a.v.) Efendimiz'e, ancak şu şeyi arz etti ki, o gösterdiği şey sebebiyle, onun ümmeti, Allah Teâlâ'ya teslîmden ve onun affına işi bırakmaktan bu âyetin verdiği şeye hak edici oldular. Ya'nî bu âyet-i kerîmede azâb ile affın Hakk'a âit olduğu beyân buyrulmakta olduğundan ve Hak Teâlâ'nın arzı esnâsında Efendimiz'e ümmetinin ayrı ayrı ferdleri ve yalnız günahları gösterildiğinden ve günah ise bağışlamayı gerektirdiğinden, bu âyetin verdiği şey, ümmetin hallerinin Hakk'a teslîmi ve Hakk'ın affına bırakılması olur; ve ümmetinin hak etmiş olduğu şey de bunlardan ibâret olur. Beyt:
Bağışlama aynası isyân sûretinedir
Hálk günâh etmese, hálk eder başkasını ilâh.
Ve ulaştı ki muhakkak Hak, duâsında kulunun seslenişine muhabbet ettiğinde, ondan yüz çevirerek değil, onun hakkında muhabbetinden îcâbeti erteler; tâ ki bu, ondan tekrarlansın. Ve işte bunun için, Hakîm ismini getirdi. Ve Hakim, eşyâyı kendi yerlerine koyan kimsedir. Ve sıfatlarıyla hakîkatlerin gerektirdiği ve talep ettiği şeyden onlar ile sapmaz. Şimdi Hakîm, tertîbi Alîm'dir (42).
Ya'nî hadîs-i şerîfte ulaştı ki: Hak Teâlâ hazretleri bir kulunun duâsında seslenişine muhabbet ettiğinde, o kuldan yüz çevirdiği için değil, belki onu sevdiği için, talebenin yerine getirilmesini erteler. Ve bu ertelemesi, o kul talebinde ısrâr etsin ve duâsını tekrâr eylesin diye yapar. Bilinmektedir ki, kulun talebi ve duâsı ya kalben veyâ lisânen olur. Çünkü lisânın sözü olduğu gibi kalbin de sözü vardır. Allah Teâlâ hazretleri ise, sesli olan yakarışı da, gizli olan yakarışı da işitir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de buyrulur: “Ve in techer bil kavli fe innehu ya’lemus sirre ve ahfâ” ya’nî “Ve sen, sözü açıklasan da (açıklamasan da) muhakkak ki O, gizliyi ve daha gizliyi (en gizliyi) bilir” (Tâhâ, 20/7). Bundan dolayı kulun seslenişine bağlanan ilâhî muhabbet her ikisini de içine alır.
Ve cenâb-ı Mevlânâ Celâleddîn Rûmî (r.a.) Fîhî Mâ Fîh ismindeki yüksek eserlerinde bu ma'nâyı şöylece beyân buyururlar:
"Rivâyet olundu: Hak Teâlâ hazretleri: Ey kulum, duâ ve yakarış hâlinde, senin ihtiyacını sür'atle yerine getirirdim; fakat senin seslenişin ve yakarışın bana hoş gelir. Onun için îcâbette erteleme olur; tâ ki bana hoş gelen seslenişini ve yakarışını tekrâr edesin ve arttırasın. Örneğin iki dilenci bir şahsın kapısına geldiler. Birisi sevimli ve istenilendir. Ve diğeri ise çok sevimsizdir. Hâne sâhibi kölesine der ki: "O sevimsiz olan dilencinin kapıdan hemen gitmesi için, çabuk ve hiç geciktirmeden bir parça ekmek ver!" Oysa o sevimli olan dilenciye: "Henüz ekmek pişmemiştir; sabret, ekmek pişsin de versinler" diye savsaklar. Ve bu ma'nâyı Mesnevî-i Şerîf'lerinde de aynen böyle beyân buyururlar: Mesnevî:
Tercüme: "Bir muhabbetli dostun huzûruna biri ihtiyâr, diğeri tâze ve hoş yüzlü iki kimse gelipte ekmek talep etseler,o muhabbet edici derhal ekmeği getirip o ihtiyara, “al!” der. Ve ona boyu ve çehresi hoş gelen diğerine, ekmek verir mi, belki erteler. Ona der ki: Biraz rahatça otur; çünkü evde tâze ekmek pişiriyorlar. Ne zamanki ona sıcak ekmeği verir, daha sonra ona, otur ki, tatlı geliyor, der.”
İşte Hak Teâlâ hazretlerinin sevdiği kullarıyla muâmelesi böyle olduğundan, Habîb-i Kibriyâ'sı hakkında dahi aynı muâmelede bulundu. Ve (S.a.v.) Efendimiz duâsında bu sebeble ısrâr edip bu âyet-i kerîmeyi bütün bir gece tekrâr etti. Ve duâda îcâbetin ertelenmesi, ilâhî hikmete dayandığı için, Îsâ (a.s.), “fe inneke entel azîzul hakîm” “muhakkak ki Sen, Sen Azîz'sin Hakîm'sin” (Mâide, 5/118) sözünde "Azîz"den sonra "Hakîm" ismini getirdi. Ve "Hakîm" eşyâyı kendi yerlerine koyan kimseye derler; "zâlim"in zıddıdır. Çünkü "zulüm" sözlükte bir şeyi kendi yerinin dışına koymak ma'nâsına gelir. Bu ise cehâlet gereğidir. Hak Teâlâ ise cehâletten münezzehdir. Her şeyi yerli yerine koyar; ve her şeyin hakîkati ve sıfatları neyi gerektiriyorsa, ilmî ihâtası ile, onu koyar ve onu geçmez. Bundan dolayı "Hakîm", tertîbi pek çok bilen zâttır. Ve duânın îcâbetinin ertelenmesi hakkındaki ayrıntılar Şît Fassı'nda geçmiştir.
Şimdi Resûl (a.s.), bu âyetin tekrârında, Allah'dan çok büyük bir ilim üzerine idi. Bundan dolayı, kim ki bu âyeti ve onun dışındakileri okursa, böyle okusun ve aksi halde ona sessiz kalmak daha iyidir. Şimdi Allah Teâlâ bir kulu herhangi bir iş ile seslenişe muvafık kıldığında, onu ancak onun hakkında, onun îcâbetini ve ihtiyâcının yerine getirilmesini irâde ettiği halde muvafık kıldı. Böyle olunca hiç bir kimse, kendisine muvafık kılınan şeyin içerdiği şeyi uzak görmesin. Ve Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz'in bu âyet üzere ısrârla tekrârlaması yönü ile bütün hallerinde ısrarla tekrâr etsin; tâ ki îcâbeti kulağı ile yâhut kalb işitmesi ile işite, nasıl isterse; yâhut Allah Teâlâ nasıl işittirirse, eğer isteğe lisân ile karşılık verirse, sana kulağın ile işittirir; ve eğer mâ'nâ ile karşılık verirse, kalb işitmesi ile işittirir (43)
Resulullah (s.a.v.) Efendimiz'in bu âyet-i kerîmeyi tekrârının, üzerine düşerek ve ısrâr üzerine olduğunu ve bunun da isteğin başında îcâbeti işitmemesinden dolayı olduğunu ve diğer taraftan ümmetinin ayn’larının ve günahlarının birer birer Cenâb-ı Hak tarafından kendisine arz edilmesi üzerine, onlar için bağışlanma talep etmesi yüksek maksâdına dayandığını cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.) efendimiz yukarıda beyân buyurmuş idi. Bu beyândan anlaşılır ki, (S.a.v.) Efendimiz bu âyet-i kerîmeyi tekrâr ettikçe, kendilerine ilâhî ilimler ve gaybî ma’nâlar tecellî ettiğinden, bu tekrârda Allah Teâlâ tarafından çok büyük bir ilim üzerine idi. Fakat bağışlanma talebini içinde barındıran her bir tekrâra karşı Hakk'ın îcâbetini işitmemiş idi. Ancak her bir tekrar bir ilmin oluşmasına sebep olur idi. Şu halde, Hak tarafından îcâbetin gecikmesi hikmete dayalı idi. Şu halde bu âyet-i kerîmenin sabâha kadar (S.a.v.) Efendimiz tarafından tekrar tekrar okunması, Risâlet-penâhî (s.a.v)’nin ilminin artmasına sebep oldu. Bundan dolayı kim ki bu âyet-i kerîmeyi veyâhut Kur'ân âyetlerinden birini okuyacak olursa, risâlet-penâh Efendimizin okudukları gibi okusun. Çünkü âyet-i kerîmenin yüksek ma’nâları hakîkati düşünülerek ve tefekkür ile okunursa, okuyucunun kalbine Hak tarafından gaybî ma’nâlar doğar. Ve bu şekilde bilmediği Kur'ân sırlarına vâkıf olur. Fakat lisân ile Kur'ân okuyup da, fikren dışarısı ile meşgûl olursa, fikrini toparlayıp ve kalbini Hak tarafına yöneltinceye kadar, o kimseye sessiz kalması daha iyi olur. Kur'ân okuyan, Hakk'ın kelâmının tercümânıdır ve tercüman bir kelâmı aktarırken, elbette onun ma'nâsını tefekkür eder ve etraflıca düşünür. Eğer fikri başka şeylerle meşgûl olursa tercümanlık edemez. Çünkü, ne söylediğini bilmez. Şimdi mahlûkun kelâmını aktarırken hakîkati düşünülüp ve tefekkür lâzım olursa, Hakk'ın kelâmını aktarırken ne kadar çok i'tinâ gerekeceği küçük bir düşünce ile belli olur.
İşte bu hakîkati beyânen Hz. Mevlânâ (r.a.) Fîhi Mâ Fih'de buyururlar ki:
"Rivâyet olundu ki Resûl (a.s.) zamânında sahâbeden her kim bir veyâhut yarım sûre ezberleseydi, onun ezberinde bir sûre vardır diye onu üste çıkarırlar ve parmakla gösterirler idi. Bunun sebebi o idi ki, onlar Kur'ân'ı yerler idi. Bir kimsenin altı veyâ on iki somun ekmek yemesi, elbette çok büyük bir haldir. Ancak ağzına alıp çiğnedikten sonra, çıkarmak şartıyla, bin yük ekmek yemek mümkündür. Nihâyet hadîs-i şerîfte "Çok Kur'ân okuyanlar vardır ki, Kur'ân onlara la'net eder" buyrulmuştur. Şimdi bu, Kur'ân'ın ma'nâsına vâkıf olmayan bir kimse hakkındadır."
Dostları ilə paylaş: |