Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi Ahmet Avni Konuk ÖNSÖZÜ


"Îsâ (a.s.)’ın çamurdan yapmış olduğu şey, algılanan cismi sûreti yönünden kuş olur; hakîkî rûhî sûreti yönünden değil"



Yüklə 7,33 Mb.
səhifə59/90
tarix02.08.2018
ölçüsü7,33 Mb.
#65852
1   ...   55   56   57   58   59   60   61   62   ...   90

"Îsâ (a.s.)’ın çamurdan yapmış olduğu şey, algılanan cismi sûreti yönünden kuş olur; hakîkî rûhî sûreti yönünden değil" demek olur. Sonuç olarak, esreli okutuşta sözün bağlı olduğu fiilin "yekûnu ya’nî olur" kelimesi olması mümkün olduğu gibi, "tenfuhu ya’nî üfler" kelimesi olması da mümkündür. Ve belki cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.) "yekûnu" kelimesi olmasını tercîh buyurmuştur.

Sözün bağlı olduğu fiil "yekûnu" kelimesi olunca ibârenin tercümesi şöyle olur:

"Cenâb-ı Îsâ ona üfler, (Allâh'ın izniyle kuş olur)".

Ve âmil ya’nî sözün bağlı olduğu fiil "tenfuhu" kelimesi olunca tercüme de şöyle olur:

"(Cenâb-ı Îsâ Allâh'ın izniyle üfler), kuş olur."

“Ve tubriul ekmehe vel ebrasa” ya’nî “Ve anadan doğma körü ve alaca tenliyi”. Ve ona ve Allâh'ın iznine ve “bi iznî” ya’nî “izminle” ve “bi iznillâh” ya’nî “Allah’ın izniyle” sözünün benzeri olarak dolaylı izne bağlanan şeyin hepsi böyledir. Şimdi esreli okutuş "tenfuhu"ya ya’nî “üfler” kelimesine bağlandığında üfleyici üflemesinde kendisine izin verilen olur. Ve kuş da, Allah'ın izni ile üfleyiciden hâsıl olur. Ve üfleyici izin olmadan üfleyici olduğunda, var etme kuş için olup bi-iznillâh ya’nî Allah’ın izniyle kuş olur. Bundan dolayı bunun indinde âmil ya’nî sözün bağlı olduğu fiil "tekûnu ya’nî olur" olur. Ve eğer kesinlikle emirde, mütevehhemlik ve muhakkaklık olmasa idi, bu sûret, bu iki yönü kabûl etmez idi. Belki onun için iki yönü vardır. Çünkü, îseviyye oluşumu bunu verir (10).

Ya'nî Hak Teâlâ Hazretlerinin “ve tubriul ekmehe vel ebrasa” ya’nî “Ve anadan doğma körü ve alaca tenliyi” sözü, muhakkaklık ve mütevehhemliği topladığı gibi, hârikalardan Hz. Îsâ'nın nefesine ve Allâh'ın iznine ve "bi-iznî ve bi-iznillâh" sözü gibi dolaylı izne, ya'nî konuşanın isminin yerini tutan zamîre bağlanan şeyin hepsi, bu şekilde muhakkaklık ve mütevehhemlik üzeredir.

Şimdi esreli okutuş olan "bi-iznillâh ya’nî Allah’ın izniyle" sözü "tenfuhu ya’nî üfler" kelimesine bağlı olunca, üfleyici olan Hz. Îsâ, üflemesinde kendisine izin verilen olur. Ve kuş da Allâh'ın izniyle üfleyici olan cenâb-ı Îsâ'dan hâsıl olur. Ve bu, muhakkaklık yönüyle olan yöndür. Ve üfleyici, izinsiz olarak üfleyici olduğu zaman da, var etme kuş için olup, Allâh'ın izniyle kuş olur. Şimdi Îsâ (a.s.) izinsiz olarak üfleyip, çamurdan yapılmış olan kuş ilâhî izin ile kendi nefesinden var olunca, Îsâ (a.s.)’ın üflemesiyle onun hálk edilmesi mütevehhemlik yönüyle olur. Çünkü onun hálk edicisi, var etmeye izin veren Hak'tır ve Îsâ'nın üflemesinin onda dahli yoktur. Ancak Îsâ’nın üflemesi sebebiyle var edilmesi mütevehhemlik olunur. Bundan dolayı bu i'tibâra göre esreli okutuşta âmil, ya'nî "bi-iznillâh" sözünün bağlı olduğu fiil, "tekûnu ya’nî olur" kelimesi olur.

Eğer Îsâ (a.s.)’ın hálk edilmesine yönelik olan ilâhî emir ve rabbânî iş, bir yönden mütevehhemlik bir yönden muhakkaklık olmasa idi, bu îseviyye sûreti, yukarıda îzâh edildiği üzere, kendisine bağlanan şeyin hepsinde mütevehhemlik ve muhakkaklıktan ibâret olan bu iki yönü kabûl etmez idi. Belki onun için bu iki yön, ya'nî mütevehhemlik ve muhakkaklık yönleri vardır. Çünkü mütevehhem su ile muhakkak sudan oluşan îseviyye oluşumu bu iki yönü verir.

Ve Îsâ, "boyun eğici oldukları halde, cizyeyi elden vermelerini" (Tevbe, 9/29) ve onlardan birinin yanağına bir tokat vurulsa, tokat vuran kimseye diğer yanağını çevirmesini ve onun üzerine çıkmamasını ve ondan kısas talep etmemesini, ümmetine şerîat olarak kılmaya varıncaya kadar, tevâzu'dan bir mertebe ile çıktı. Bu, ona annesi yönündendir. Çünkû kadın için süfl vardır. Böyle olunca onun için tevâzu' sâbittir. Çünkü o, hükmen ve hissen erkeğin altındadır (11).

Ya'nî Îsâ (a.s.) tevâzu'dan öyle bir mertebe ile açığa çıktı ki, tevâzu'unun bu mertebesi sebebiyle ümmetine, tâbi' oldukları hükûmete itaât edici ve boyun eğici oldukları halde, haracı kendi elleriyle götürüp vermelerini, ya'nî harac vermek husûsunda tâbi' oldukları hükümdâra aslâ i'tirâz etmemelerini ve birisi birinin yanağına bir tokat vursa, intikâm almaya kalkışmayıp diğer yanağını çevirmesini ve ona gâlip gelmeye çalışmamasını ve ondan şerîat kısası talep etmemesini şerîat olmak üzere tâyin etti.

Bilinsin ki, övülmüş ahlâktan sayılan tevâzu', ya doğuştan gelir veyâhut sonradan olur.

Doğuştan gelen tevâzu' sâhibi, hiç bir sebebin te'sîri altında olmaksızın kendi nefsini, nazarında zelîl ve düşük gördüğü için, kimsenin üzerine çıkma kastında bulunmaz.

Sonradan olan tevâzu’ sâhibi ise, işin aslında kendi nefsini nazarında diğerlerinden daha üstün görmekle berâber, kahredici kuvvetinden korktuğu veyâhut kendisinden herhangi bir sûretle bir tür menfaat beklediği kimselerin karşısında mütevâzi olur. Veyâhut hálk bende, övülmüş ahlâktan olan tevâzuyu görmekle bana hürmet ederler düşüncesiyle, herkese tevâzu' gösterir. Bu tevâzu', doğuştan gelen tevâzu' gibi hakîki tevâzu' olmayıp, kötülenmiş ahlâkın bir türüdür.

Îsâ (a.s.)ın tevâzuu ise, doğuştan gelen tevâzu' idi. Bundan dolayı şerîatinde de bu tevâzunun hüküm ve te'sîri mevcût idi. Ümmetine cizyeyi hiç i'tirâz ve muhalefet etmeden kendi elleriyle bizzat götürüp hükûmete vermelerini şerîat olarak koydu ki, Muhammedî şerîatte de, bu cizye kitâp ehli olup Kur'ân-ı Kerîm'e îmân etmeyen kişilere yüklenmiştir. Nitekim Tevbe sûresinde:

(Tevbe, 9/29)

Kâtilûllezîne lâ yu’minûne billâhi ve lâ bil yevmil âhıri ve lâ yuharrimûne mâ harremallâhu ve resûluhu ve lâ yedînûne dînel hakkı minellezîne ûtûl kitâbe hattâ yu’tûl cizyete an yedin ve hum sâgirûn.”

“Allâh'a ve âhiret gününe inanmayan ve Allah ve Resûl'ünün haram kaldığı şeyleri haram etmeyen ve kendilerine kitâp verilenlerden Hak dînini dîn edinmeyenlere, itaatkâr ve boyun eğici oldukları halde, kendi elleriyle cizyeyi verinceye kadar savaşın!"

buyrulmuştur.

Hanefî mezhebine göre zengin olana vâcib olan cizye kırk sekiz; ve orta halli bulunana yirmi dört; ve kâr ve kazanç ile meşgûl olan fakire on iki dirhemdir. Bir kazancı olmayan fakîre cizye şart değildir. Îsâ (a.s.)ın âhir zamanda Şam'a inişinden sonra koyacağı cizye, Kur'ân-ı Kerîm hükmüne tâbi’ olunarak alınması vâcib olan cizyedir. İlk başta kendi ümmetine şerîat olarak koyduğu cizye değildir. Çünkü Muhammedî dîne tâbi’ olarak iner. Ve Hz. Mehdî ile birleşip içtihât ile kararlaştırılmış olan muhtelif hükümleri kaldırır. Ve Muhammedî şerîatte kararlaştırılmış olan cizye, ümmet-i Muhammed'e âit olmayıp, Kur'ân-ı Kerîm, hükümlerine îmân etmeyenleri zelîl etmek ve hakîr göstermek içindir. Îsevî şerîatte bu hüküm, îsevîlere mahsûstur. Ve sebebi de Îsâ (a.s.)ın mütevâzi olarak açığa çıkışıdır. Onun bu tevâzuu kendisine annesi tarafındandır. Çünkü kadın için, süfl vardır.

Şimdi Hz. Îsâ babanın nutfesi olmaksızın, kadın olan cenâb-ı Meryem'in vücûdunda tahakkuk ettiği yön ile onun için tevâzu' sâbittir. Çünkü kadın, hükmen ve hissen erkeğin altındadır. Nitekim:

(Nisâ, 4/34)

“Er ricâlu kavvâmûne alen nisâi”

“Erkekler, kadınların üzerinde daha çok kâimdirler."

ve

(Bakara, 2/228)



“ve lir ricâli aleyhinne dereceh”

“Erkeklerin, kadınların üzerindeki (hakkı) bir derece daha üstündür.”

ve

(Nisâ, 4/176)



“fe liz zekeri mislu hazzıl unseyeyn”

“O takdirde erkeğin payı iki kadın kadardır.”

âyet- kerîmeleriyle kadının hükmen erkeğin altında olduğu beyân buyrulur.

Ve hissen erkeğin olması da cinsi münâsebet hâlinde zâhirdir. Çünkü erkek etken kadın edilgendir. Etken edilgenden üsttür. Bu konuları araştıran âlimler tarafından erkek ve kadının, bünyeleri hakkında yapılan araştırmaların netîceleri de bu hükmü te’yîd etmektedir.

Ve onda diriltme ve iyileştirme kuvvetinde sâbit olan şey, beşer sûretinde olan Cibrîl (a.s.)’ın üflemesi yönünden idi. Bundan dolayı, Îsâ (a.s.), beşer sûretine bürünmüş iken ölüyü diriltir idi. Ve eğer Cibrîl (a.s.) beşer sûretinde gelmeseydi de, onun dışında bir sûret olan hayvandan yâhut bitkiden veya ma’denden olan madde varlık sûretlerinden bir sûrette gelse idi, elbette Îsâ (a.s.) ölüyü diriltmez idi; ancak o sûrete bürünmüş olduğu ve onda zâhir bulunduğu esnâda diriltirdi. Eğer Cibrîl, elementsellikten ve maddesellikten hâriç olan nûrânî sûreti ile gelse idi (çünkü o kendi tabîatinden çıkmaz) Îsâ ancak bu nûrânî tabîatı sûretinde zâhir olduğu esnâda ölüyü diriltirdi. Yoksa annesi yönünden, beşeri sûreti ile maddesellikte zuhûru esnâsında diriltemezdi. Şimdi onun ölüyü diriltmesi esnâsında, onun hakkında, “Odur”, "O değildir" denilir idi; ve ona bakanda hayret olurdu. Nitekim, beşerden bir beşerî şahsı ölüyü diriltir gördüğünde, düşünsel görüşü esnâsında, akıllarda oldu. Oysa hayvan diriltilmesi ile değil konuşturma diriltmesi ile olan o ölülerin diriltilmesi, ilâhî özelliklerdendir. Bakan hayrette kalır. Çünkü beşer sûretini, ilâhî eser ile bürünmüş gördü (12).

Ya'nî Îsâ (a.s.)’da ölüyü diriltmek ve anadan doğma körün gözünü açmak kuvvetinden sâbit olan şey, Cebrâîl (a.s.)’ın beşer sûretinde gözükerek annesi Meryem'e üflemiş olması yönünden idi. Ve bu kuvvet ona sûretlenmiş rûhtan geçti. Ve Rûhü'l-emîn olan Cebrâîl (a.s.) mâdemki beşer sûretinde sûretlenerek üfledi ve Îsâ (a.s.) da mâdemki beşer sûretinde ortaya çıktı; şu halde Îsâ (a.s.) beşer sûretine bürünmüş olduğu halde ölüyü diriltir idi. Çünkü Îsâ (a.s.)’ın vücûdu cenâb-ı Cibril'in üflemesinin netîcesidir. Babasının hallerinin çocuk üzerine çok büyük te'sîri bulunması ve çocuğun babanın özellikleriyle gözükmesi yönüyle, Îsâ (a.s.) da Cibrîl (a.s)’ın özellikleri ile gözüktü.

Ve eğer Cebrâîl (a.s.) beşer sûretinde gelmeyip de, hayvan veyâ bitki veyâhut ma’den türünden olan madde varlık sûretlerinden bir sûrette sûretlenmiş olarak gelip Hz. Meryem'e üflese idi, Îsâ (a.s.) ancak Cibrîl (a.s.)’ın sûretlenmiş olduğu sûrete büründüğü ve o sûrette zâhir olduğu halde ölüyü diriltir idi. Yoksa annesi yönünden beşeri sûrete bürünmesi dolayısıyla diriltemez idi.

Ve eğer Cebrâîl (a.s.), kendisinin element ve maddeden hâriç olan tabîi nûrânî sûreti ile gelip de cenâb-ı Meryem'e üfleseydi, Îsâ (a.s.) ancak bu nûrânî tabîatı sûretinde gözüktüğü vakit ölüyü diriltir idi. Yoksa annesi yönünden, beşeri sûreti ile madde âleminde zuhûru hâlinde diriltemez idi.

Bilinsin ki, Cebrâîl (a.s.) unsurların sultânı olup, onun makâmı Sidretü'l-Müntehâ ta'bîr olunan mevzi'dir. Aslî sûreti, maddesel olmayıp tabîiyye ve nûrânîdir. İşin aslında cenâb-ı Cebrâîl bu nurânî tabîatından çıkmaz ve Sidre'de olan bu ta’yin edilmiş sûretinin daha üstüne geçmez. Fakat makâmının daha altında olan bütün maddesel sûretlerde sûretlenir. Ve her makâm ehlinin isti'dâdına göre, dilediği sûrette sûretlenerek zuhûr eder.

Şimdi Cebrâîl (a.s.)’ın tabîi nûrânî sûretiyle gelerek üflemesinden var olan cenâb-ı Îsâ'da iki sûret toplanmış olurdu ki: Birisi Hz. Cibrîl tarafından kazanılmış olan nûrânî tabîi sûreti ve diğeri annesi Meryem tarafından kazanılmış olan beşeri sûretidir. Bu iki sûreti toplamış olan cenâb-ı Îsâ'nın ölüyü dirilttiği görüldüğü zaman, onun hakkında, annesi Meryem yönünden olan beşerî sûretiyle "Odur, ya'nî Îsâ'dır" ve Cebrâîl yönünden kazanılmış olan tabîi nûrânî sûretiyle "O, ya'nî Îsâ değildir" denilir idi. Ve onun üzerine bu iki sûretten birisi ile bağımsız olarak hüküm olunamadığı için, ona bakanda hayret olur idi. Nitekim akıllar, beşer fertlerinden bir beşerî şahsı ölüyü diriltir bir halde görünce, düşünsel görüşü dolayısıyla hayrette kaldı. Örneğin hadîs-i şerifte Îsâ (a.s)ın diriltmesi hakkında buyrulmuştur ki, Îsâ (a.s.), Sâm b. Nûh'u konuşturma ile diriltip, dirilen kişi o hazretin nübüvvetine şehâdet ettikten sonra, yine evvelki hâline döndü. Ve bu konuşturma diriltmesi, Îsâ (a.s.)’ın beşerî şahsiyyetinden gözüktüğünden, bunu düşünsel görüşlerinin ölçüsüne tatbîk eden akıllar, bu hâle karşı hayret içinde kaldılar. Çünkü konuşturma diriltmesi ile olan ölüleri diriltme, ilâhî özelliklerdendir. Ammâ hayvan diriltmek ile olan ölüleri diriltme, hayrete değer bir hâl olmakla berâber, bunu gören mü'minlerin akılları onu kerâmete yükledikleri yönden, konuşturma ile diriltilen insanın dirilmesi derecesinde hayrete düşmezler.

Nitekim "Lü'lü" isminde bir kedi var idi. Öldü; süprüntülüğe attılar. Abdülkâdir Geylânî (r.a. ) efendimiz "Lü'lü' !.. " diye çağırdıkları zaman dirilip sür’atle mübârek huzûrlarına geldi. Ve aynı şekilde Bâyezid Bistâmî (r.a.) ölmüş bir karınca üzerine üflediklerinde, dirildi. Ve aynı şekilde Abdurrahman Câmî (k.s.) hazretlerinin önüne sultan, imtihân amacıyla, hiç kesilmemiş bütün olarak ölmüş bir tavuğu pişirtip koydurttu. Bahsedilen hazretin işâreti üzerine tavuk sahandan sür'atle kalktı. Evliyâullahdan bu gibi hârikaların gözükmesi çoktur. Fakat bunu görenler onların kerâmetine yüklemekle, hayrette kalmazlar. Hayret, ancak ölmüş bir insanın konuşarak dirilmesinde olur. Çünkü akıl, beşer sûretini, konuşarak dirilmekten ibâret olan ilâhî eser ile bürünmüş bir halde gördü. Düşünsel bakışı dolayısıyla buna hayrette kalır. Bundan dolayı Îsâ (a.s.)ın, beşeri şahsiyyeti ile, ölüyü konuşturarak diriltmesine akıllar hayrette kaldılar.

Şimdi onun hakkında ba'zılarının görüşü, hulûl ya’nî dâhil olma sözüne ve onun ölüyü diriltmesi sebebiyle "o Allah'tır" sözüne sebep oldu. Ve bunun için küfre bağlandılar; o da örtmektir. Çünkü onlar, ölüyü dirilten Allâh'ı Îsâ'nın beşer sûretiyle örttüler. Bundan dolayı Allah Teâlâ: “Lekad keferellezîne kâlû innallâhe hüvel mesîhubnu meryem” (Mâide, 5/17) ya'nî "Allâh'ın hüviyyeti Meryem oğlu Mesîh'dir, diyenler muhakkak kâfir oldular" buyurdu. Şimdi onlar sözün tamâmının bütününde hatâ ve küfür arasını topladılar; yoksa sâdece “Allah’ın hüviyyeti” sözleriyle değil veyâ sâdece “Meryem oğlu” sözleriyle de değil. Bundan dolayı onlar "Meryem oğlu" sözleriyle, ölüyü diriltmesi yönünden, bir şeyi bir başka şeye ilâve ederek, Allah'tan insansal beşeri sûrete geçtiler. Oysa o, hiç şüphesiz Meryem oğludur. Böyle olunca işitenler düşündü ki, onlar ulûhiyyeti ya’nî ilâhlığı sûrete bağladılar ve onu sûretin aynı kıldılar. Oysa onlar bunu yapmadılar, belki ilâhî hüviyyeti başta beşer sûretinde kıldılar ki o, Meryem oğludur. Bundan dolayı sûret ile hüküm arasını ayırdılar. Nitekim Cibrîl beşer sûretinde idi. Oysa üfleme mevcût değil idi, daha sonra üfledi. Böyle olunca sûret ve üfleme arasını ayırdı ve üfleme sûretten oldu. Demek ki üfleme olmadığı halde sûret mevcût idi: Şu halde üfleme, sûretin zâtî özelliği değildir (13)

Ya'nî Îsâ (a.s.)’ın ölüyü diriltmesine bakanlardan ba'zılarının görüşü hulûl ya’nî girip dâhil olma sözüne kadar gitti. Allah Teâlâ Îsâ (a.s.)’ın beşer sûretine hulûl etti ya’nî girdi, dediler. Ve ölüyü diriltmesi sebebiyle; Hz. Îsâ Allah'dır, dediler. Ve bu sözlerinden dolayı onlar küfre bağlandılar. "Küfür" ise "örtmek"tir. Çünkü onlar, ölüyü dirilten Allah Teâlâ'yı Hz. Îsâ'nın beşer sûreti ile örttüler. Hak Teâlâ'nın Îsâ'nın sûretine dâhil olduğunu ve bu sûretin Hakk'ın hakîkî sûreti olduğunu zannettiler. Ve bütün görünme yerlerinde görünmekte olan Hakk'ı cenâb-ı Îsâ'nın taayyünü ile sınırlayarak, bu taayyün ile onu örttüler. Ve îsevî taayyün yönüyle, Allah Îsâ'dır, dediler. Bundan dolayı Allah Teâlâ onları Kur'ân-ı Kerîm'de küfre bağlayıp: “Lekad keferellezîne kâlû innallâhe hüvel mesîhubnu meryem” ya’nî “Allâh'ın hüviyyeti Meryem oğlu Mesîh'dir, diyenler, muhakkak kâfir oldular" (Mâide, 5/17) buyurdu.

Böyle olunca hulûl ya’nî dâhil olma zannına kapılanlar bu sözlerinin tamâmında hatâ ile küfür arasını topladılar. Ya’nî “innallâhe hüvel mesîhubnu meryem” “Allâh'ın hüviyyeti Meryem oğlu Mesîh'dir” (Mâide 5/17) sözünün tamâmı ve bütünü “innallâhe hüve” ya’nî “Allah’ın hüviyyeti” ile el mesîhubnu meryem” ya’nî “Meryem oğlu Îsâ” kısımlarından oluşmuştur. “İnnallâhe hüve” ya’nî “Allah’ın hüviyyeti” demekle Hz. Îsâ'nın hüviyyetini Allâh'a isnâd ettiler. Bundan dolayı mutlak olan Hakk’ı, yalnız îsevî taayyün olarak belirttikleri için hatâ ettiler. Çünkü Hakk’ın mutlak vücûdu bütün görünme yerlerinde yayılmıştır. Onun bir görünme yeri ile sınırlanması hatâdır. Ve diğer taraftan Hakk'ı, cenâb-ı Îsâ'nın beşer sûreti ile örtmekle kâfir oldular. Çünkü örtmek için iki vücût lâzımdır ki, biri diğerini örtebilsin. Oysa Hakk’ın vücûdundan başka bir ayrı vücûd yoktur. Bu izâfi vücûtlar ise mutlak vücûdun mertebelerinden ibârettir.

İşte bunun için “innallâhe hüvel mesîhubnu meryem” ya’nî “Allâh'ın hüviyyeti Meryem oğlu Mesîh'dir” (Mâide 5/17) sözünün tamâmının bütününde böyle hatâ ve küfür arasını topladılar. Çünkü el mesîhubnu meryem” ya’nî “Meryem oğlu Îsâ” kısmı yalnız alındığında hatâ ve küfür yoktur. Çünkü şüphe yoktur ki, Mesîh Meryem oğludur. Bu kısım ilk kısma bağlanırsa, Hak, Meryem oğlu Îsâ’nın hüviyyeti ile sınırlandırılmış olur. Ve bu şekilde sözün tamâmı hatâ ile küfür arasını toplar. Aynı şekilde “allâhe hüve” kısmındaki sözde de hatâ ve küfür yoktur. Çünkü Allah, bütün eşyâ sûretlerinde tecellî edici olduğu gibi îsevî beşeri sûrette de tecellî edicidir. Ve o sûretin de, Kayyûm'udur. Ve bütün eşyâdaki ilâhî tecellî hulûl ya’nî dâhil olma ve ittihâd ya’nî birleşme ve inhilâl ya’nî dağılma yollarıyla değildir. Allah Teâlâ Hazretleri, dünyâda ve âhirette dilediği sûrette tecellî eder. Ve bu tecellî ile onun hakîkî mutlaklığının değişmesinden münezzeh ve yücedir. Nitekim cenâb-ı Mûsâ'ya ateş ve ağaç sûretinde tecellî ederek hitâp buyurdu. Ve (S.a.v.) Efendimiz bu tecellîyi beyânen "Ben Rabb’ımı gâyet güzel sûrette müşâhede ettim" buyururlar. Bu tecellî, geneldir. Bu i'tibârla “allâhe hüve” sözünde hatâ ve küfür yoktur. Bu söze el mesîhubnu meryem” ya’nî “Meryem oğlu Îsâ” sözü ilâve edilirse, yukarıda îzâh edildiği yön ile, küfür ve hatâ arası, sözün tamâmında toplanmış olur. Çünkü ilâhî hüviyyet îsevî beşerî sûret ile sınırlandırılmış ve ona tahsîs edilmiş olur.

Bundan dolayı Nasârâ'nın hulûl ya’nî dâhil olma zannına sâhip olan sınıfı, "Meryem oğlu" sözleriyle, Allah'tan insansal beşeri sûrete geçtiler. Ve îsevî beşeri sûretten ölüyü diriltme durumunun gözükmesiyle Allâh'ı o sûretin aslına dâhil ettiler. Ve bu ilâve ile mutlak ulûhiyyetten yüz çevirip, ulûhiyyeti ya’nî ilâhlığı bu sûret ile sınırladılar. Ve bundan dolayı "Allah, Meryem oğludur" dediler. Oysa îsevî beşeri sûret, şüphesiz Meryem oğludur.

Şimdi onların “innallâhe hüvel mesîhubnu meryem” ya’nî “Allâh'ın hüviyyeti Meryem oğlu Mesîh'dir” (Mâide, 5/17) sözünü işiten kimse, onların ulûhiyyeti ya’nî ilâhlığı îsevî sûrete bağladıklarını ve ulûhiyyeti îsevî beşeri sûretin aynı kıldıklarını düşündü. Oysa onlar ulûhiyyeti îsevî sûrete bağlayarak, onu o sûretin aynı kılmadılar; belki ilâhî hüviyyeti Îsâ (a.s.)ın ortaya çıkışının başından i'tibâren îsevî beşerî sûrette sınırladılar ki, o sûret Meryem oğludur. Bundan dolayı hulûl ya’nî dâhil olmayı söyleyici oldular ki, o da küfürdür. Böyle olunca bu sözleriyle îsevî beşerî sûret ile ondan çıkan ölüyü diriltme hükmü arasını ayırdılar; ve bu îsevî sûreti hükmün aynı kılmadılar. Ya'nî onlar îsevî sûrete baktılar; Meryem'in oğlu olan bir beşerdir, dediler. Ölüyü diriltmesine baktılar; ilâhî özelliklerden olan bu hâlin, beşerden çıkması mümkün değildir, dediler. Bundan dolayı beşeri sûreti ile berâber ölüyü diriltmesine bakarak “innallâhe hüvel mesîhubnu meryem” ya’nî “Allâh'ın hüviyyeti Meryem oğlu Mesîh'dir” dediler ki, bu söz "Muhakkak Allah Meryem oğlu Mesîh’tir" ma'nâsını içine aldı.

Ve bu söz ile sûret ve hüküm arası ayrılmış oldu. Bu hâl ise ancak hulûl ya’nî dâhil olma şekliyle mümkündür. Ya'nî Allâh'ın Îsâ sûretine dâhil olmuş olmasıyla mümkündür. İşte onların küfürlerinin kaynağı budur. Oysa işin aslında Hakk’ın hakîki vücûdundan başka bir vücûd yoktur ki, hulûl ya’nî dâhil olma düşünülebilsin.

Şimdi onların ilâhî hüviyyeti, Îsâ (a.s)’ın ortaya çıkışının başından i'tibâren îsevî beşerî sûrette sınırlandırmaları doğru değildir. Nitekim Cebrâîl (a.s.) beşer sûretinde ortaya çıkışının en başından i'tibâren üflemedi. Belki sûretlenme-sinden bir müddet sonra üfledi. Demek ki Hz. Cibrîl "sûret" ile "üfleme" arasını ayırdı; ve üfleme sûretten sonradan oldu. Bundan dolayı "sûret" mevcût olduğu halde "üfleme" mevcût değil idi. Demek ki "üfleme" "sûret"in zâtî özelliğinden değildir. Bunun gibi ilâhî hüviyyet mevcût olduğu halde, îsevî sûret mevcût değil idi.

Şu halde îsevî sûret ilâhî hüviyyetin zâtî özelliğinden değildir. Ve aynı şekilde îsevî sûret mevcût olduğu halde, bu sûretin ortaya çıkışının hemen arkasından ondan ölüleri diriltme gerçekleşmedi, belki bir zaman sonra gerçekleşti. Şu halde ölüleri diriltme, îsevî sûretin zâtî özelliği değildir.

Böyle olunca Îsâ hakkında, din adamları arasında anlaşmazlık oluştu ki, o nedir? Şimdi onun insansal beşeri sûreti yönünden ona bakan kimse, o Meryem oğludur, der. Ve onun cisimlenip görünen beşeri sûreti yönünde ona bakan kimse, onu Cebrâîl'e bağlar. Ve ölüyü diriltmeden ondan açığa çıkan şey yönünden ona bakan kimse, onu rûhiyyetle Allah'a bağlar. Bundan dolayı o, rûhullahdır, der. Ya'nî üflediği kimsede hayât, onunla gözüktü. Şimdi bir vakit Hak onda mütevehhem (ism-i mef’ûl) olur; ve bir vakit melek onda mütevehhem olur; ve bir vakit insânî beşeriyeti onda mütevehhem olur. Bundan dolayı her bakan indinde, onun üzerine gâlib olan şey dolayısıyla olur. Şu halde o, "kelimetullah"dır; ve o, "Rûhullah"dır ve o, "Abdullah"dır. Oysa bu, algılanan beşeri sûrette onun dışında bir şey için yoktur. Belki her bir şahıs sûretteki babasına mensûptur, beşerî sûrette onun rûhunu üfleyene değil. Çünkü Allah Teâlâ Fe izâ sevveytuhu” ya’nî “Onu tesviye ettim” (Hicr, 15/29) yönüyle, insânî cismi tesviye ettiği vakit, Allah Teâlâ ona kendi rûhundan üfledi. Bundan dolayı onun vücûdunda ve "ayn"ında rûhu kendine bağladı. Oysa Îsâ böyle değildir. Çünkü onun cesedinin ve beşeri sûretinin tesviyesi rûhun üflenmesinde mevcût idi; ve onun dışındakiler bahsettiğimiz gibidir. Ve onun benzeri gerçekleşmedi (14).

Ya'nî kendisinde üç çeşitli yön bulunân Îsâ (a.s.) hakkında müslü-manlardan ve kâfirlerden olan dîn ehli arasında ihtilâf oluştu ki, onun mâhiyyeti nedir? Şimdi onun insâni beşerî sûreti yönünden ona bakan kimse: "O Meryem'in oğludur; ve Allâh'ın kulu ve resûlüdür. Ve ölüleri diriltme, onun sûreti ile tecellî edici olan Allah Teâlâ'dan gerçekleşti. Çünkü Allâh Teâlâ, kudretiyle onu ayakta tutan onun Kayyûm'udur. Nitekim bir kimse bıçakla birini öldürse, öldürme fiili bıçağa değil, o kimseye bağlanır. “Bıçak ancak sebep ve öldürme âletidir" der. Ve bu söz, Muhammedî olan müslüman olanların sözüdür. Bu husûstaki Nasârâ sözü ise yukarıda geçti.

Ve cenâb-ı Îsâ'nın cisimlenerek görünen beşeri sûreti yönünden ona bakan kimse, onu Cibrîl (a.s.)’a bağlayıp onun hakkında: "O Cibrîl (a.s.)’a benzer; ve Cibrîl (a.s.) beşer seviyesi sûretinde sûretlendiği vakit, o melek-beşerdir" der. Ve bu söz de müslüman olanların sözüdür. Ve ölüleri dirilten onun sûretinde tecellî edici olan aynı şekilde Allah Teâlâ hazretleridir. Nitekim cenâb-ı Meryem'e onun beşer seviyesi sûretinde tasavvurundan sonra; Cibrîl (a.s.) sûretinde tecellî etti; ve Meryem'e üfledi, Îsâ (a.s.) oldu . Ve işte bunun için Hak Teâlâ hazretleri üflemeyi kendisine bağlayıp “Velletî ahsanet fercehâ fe nefahnâ fîhâ min rûhinâ” ya’nî “Ve o (Hz. Meryem), ırzını korudu. O zaman Biz, rûhumuzdan onun içine üfledik” (Enbiyâ, 21/91) buyurdu.

Şimdi burada Îsâ (a.s.) sebebiyle, ölüleri diriltilme buyurması hakkında Allah Teâlâ için üç tecellî sûreti sâbittir:

Birincisi, hiç değişmeksizin aslî Cibrîl sûretidir.

İkincisi, Hz. Cibrîl'in cenâb-ı Meryem'e geldiği beşer seviyesi sûretidir.

Üçüncüsü, Îsâ (a.s.)’ın sûretidir. Ve îsevî milleti indinde “bîsmi ebî ve ibnî ve rûhü’l-kudüs” ta'bîr olunan bu teslîs ya’nî üçleme geçerlidir. "Eb" ya’nî “baba” dan kasıt, beşer seviyesindeki sûretidir. "İbn" ya’nî “oğul”dan kasıt, Îsâ (a.s.)’ın sûretidir. "Rûhü'l-kudüs"ten kasıt da, aslî nûrânî sûretiyle Cibrîl (a.s.)’dır. Bu üç sûret, vücûd mertebeleriyle ba'zısı ba'zısının üstünde olarak Allah Teâlâ hazretlerinin tecellîsi olması i'tibâriyle Hak'tır. Çünkü Hak Teâlâ o sûretlerin Kayyûm'udur. Ve o sûretlerin vücûdu izâfî vücûtlardır. Ve mutlak ve hakîki vücûd olan Hakk’ın izâfî vücûtlarda olan tecellîleri dâhil olma ve birleşme ve dağılma sûretleriyle değildir. Allah Teâlâ bunlardan münezzehdir.

Ve Cenâb-ı Îsâ'dan ölüleri diriltmenin gözükmesi yönünden ona bakan kimse, onu rûhiyyetle Allah Teâlâ'ya bağlar. Bundan dolayı onun hakkında: "O Rûhullahdır, ya'nî üflediği kimsede hayât, rûhullah olan Îsâ (a.s.) ile ortaya çıktı" der. Bu söz de müslüman olanların sözüdür. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'de, onun hakkında “ve rûhun minhu” ya’nî “ondan bir rûhtur” (Nisâ, 4/171) buyruldu. Ve bu söz önceki söze yakındır. Fakat onda cisimlenerek sûretlenme i'tibârı yoktur.

Kâfirlere gelince: Onlardan ba'zıları Meryem oğlu olan cenâb-ı Îsâ'ya ulûhiyyetin dâhil olduğunu ve ba'zıları ulûhiyyetin onunla birleştiğini iddiâ ettiler ki, o bu i'tibâr ile ilâhın kendisi olmuş olur. Bundan dolayı onlar dediler ki: İlâh silsilenip "Eb ya’nî baba" ve "İbn ya’nî oğul" ve "Rûh-i Kudüs"e ayrıldı. Ondan sonra dönüp “İlâh birdir" dediler; ve "Üç uknûmları” edindiler. Ve onların lügatinde "uknûm" "asıl" ma'nâsınadır. Şu halde "üç uknûmlar" "üç asıllar" da demek olur. Daha sonra onlara "üç sıfatlar" deyip "vücûd" ve "hâyât" ve "ilim" dediler. Sonra da “ilim uknûmu”, Meryem oğlu Îsâ’ya dâhil olup onunla birleşti. Ve onun insanlık tarafı çarmıha gerilmekle bu ilim uknûmu, ondan ayrılıp aslına geri döndü, dediler. Ve yukarıda bahsedildiği üzere, Îsâ (a.s.)’ın üç i'tibârı kabûl edici olan açık bir hakîkat olduğunu idrâk edemediler. Bunca bilimsel incelemeler ve keşiflerle üstünlük gösteren Nâsârâ sınıfının ilâhî bilgideki cehâlet derecelerine hayret etmemek mümkün değildir. “ve men yudlilillâhu fe mâ lehu min hâdin” ya’nî (Ra’d 13/33) "Allâh'ın dalâlette bıraktığı kimse için hidâyetçi yoktur."

Şimdi Îsâ (a.s.)’ın muhakkak su ile mütevehhem sudan var edilmiş dolayısıyla, bu mütevehhemliğin te'sîrlerinden dolayı bir vakit Hak, cenâb-ı Îsâ'da (ism-i mef'ûl sîgasıyla ya’nî edilgen ortaç kipiyle) mütevehhem olur; ve bir vakit, melek onda mütevehhem olur; bir vakit de, onda insansal beşeriyyet mütevehhem olur. Bundan dolayı cenâb-ı Îsâ'ya bakan kimsenin zannı, onun hakkındaki üstün gelen zannı ne ise, o üstün gelen zannı dolayısıyla olur.

Böyle olunca bu zanların ihtilâfi dolayısıyla Hz. Îsâ, cenâb-ı Cibrîl'in kelimetullâhı Meryem'e üfleyip nakletmesi yönünden "kelimetullah ya’nî Allah’ın kelimesi"dir; ve ölüleri diriltmesi yönünden "Rûhullah ya’nî Allah’ın rûhu"dur; ve insansal beşerî sûreti yönünden "Abdullah ya’nî Allah’ın kulu"dur.

Bunun için Îsâ (a.s.)’ın öldürülmesi ve asılması mes'elesinde de, zanların te'sîrleri gözükmekle ihtilâf gerçekleşti. Nitekim yukarıda ayrıntıları verildi ve îzâh edildi. Oysa bu ihtilâf ve bu hüküm, hissi beşer sûretinde hiç bir kimse için gerçekleşmedi. Çünkü hiç bir ferdin var ediliş şekli Îsâ (a.s.)’ın var edilişine benzer değildir. Belki cenâb-ı Îsâ'nın dışında olan her bir şahıs sûrî bir babaya mensûptur. Yoksa beşer sûretinde rûhunu üfleyene men­sûp değildir. Çünkü Hak Teâlâ:

Fe izâ sevveytuhu” (Hicr 15/29) ya'nî "Âdem'i tesviye ettiği vakit"

buyurduğu yön ile, insan cismini tesviye ettiğinde, o tesviye ettiği cisme kendi rûhundan üfledi. Bundan dolayı insan cisminin vücûdunda ve taayyününde Allah Teâlâ rûhu kendine bağladı. Çünkü rûh, Hak Teâlâ'nın emrinden ibâret olmakla, tesviye edilmiş insan cismine üflenmesinden önce ve sonra Hakk'a mensûptur. Tesviye edilmiş cisim ise babanın nutfesinin annenin rahmine akmasından hâsıl olmasıyla, bu nutfenin sâhibi olan sûrî babaya mensûptur. Oysa Îsâ (a.s.)’ın mahlûk oluşu ve var oluşu böyle değildir. Çünkü nutfesi annesinin rahmine akmış olan bir sûrî babası yoktur ki, bu nutfeden onun cismî maddesi vücûda gelsin ve tesviyeden sonra ona rûh üflensin.

Îsâ (a.s.)’ın cesedinin ve beşer sûretinin tesviyesi rûhî üflemede, ya'nî Rûhu'l-emîn olan Hz. Cibrîl'in üflemesinde bulunmakta idi. Ve onun dışındakiler bahsedilen yön ile cesed olarak ve taayyün olarak sûrî babasına ve rûhen Hak Teâlâ'ya mensûptur. Çünkü onların cisimleri üfleme öncesi mevcûttur ve tesviye edilmiştir ve tesviye sonrası rûh cismine üflenmiştir. Bundan dolayı beşerî sûret sâhipleri içinde Îsâ (a.s.)’ın benzeri olmadı.

Şimdi, mevcûtların hepsi, bitip tükenmeyen, Allâh'ın kelimeleridir. Çünkü onlar, "Kün ya’nî Ol!"dandır. Ve "Kün!" Allâh'ın kelimesidir. Böyle olunca, üzerinde bulunduğu şey dolayısıyla, acabâ kelime ona bağlanır mı? Bu takdir ile onun mâhiyyeti bilinmez. Yâhut Hak Teâlâ’nın hüviyyeti "Kün!" diyen bir sûrete mi iner? Bu takdir ile ona inip onda açığa çıktığı o sûret için, "Kün!" sözü hakîkat olur. Bundan dolayı âriflerin ba'zısı bir tarafa ve ba'zıları diğer tarafa gider. Ba'zıları da bu işte hayrete düşer ve bilmez. Ve işte bu, ancak zevk ile bilinmesi mümkün olan bir mes'eledir. Nitekim Ebâ Yezîd öldürdüğü karıncaya üflediğinde dirildi. Bundan dolayı bunun indinde kiminle üflediğini bildide, üfledi. Şu halde İseviyyü'l görünme yeri idi. Ma'nevî diriltmeye gelince, ilim iledir. Bu hayât, ilâhî, zâtî, ilmî ve nûrânî hayâttır ki, onun hakkında Hak Teâlâ buyurdu: “E ve men kâne meyten fe ahyeynâhu ve cealnâ lehu nûren yemşî bihî fîn nâsi” ya’nî “O kimse ki ölü iken dirilttik ve onun için bir nûr kıldık ki, o nûr ile insanlar arasında yürür” (En'âm, 6/122). Şimdi ölmüş olan bir nefsi, Allah’ın ilmine bağlı olan özel bir mes'elede, ilmi hayât ile dirilten her bir kimse; onunla diriltir; ve ona bir nûr olur ki, onunla insanlar içinde, ya’nî sûrette kendi şekilleri arasında yürür (15).

Ya'nî Îsâ (a.s.), var ediliş tarzı, beşer sûreti ve ölüyü diriltmesi ve zâhir âlemden bâtın âleme intikâli i'tibâriyle diğer mevcûtlardan ayrılmakla berâber, "Kelimetullâh" ise de, "kelimetullah" olmak husûsunda, Muhammedî zevk üzere diğer mevcûtlar ile berâberdir. Çünkü mevcûtların hepsi Allâh'ın kelimeleridir ki, aslâ bitmek ve tükenmek bilmez. Çünkü o mevcûtlardan her birisi "Kün ya’nî Ol!" emrinden açığa çıkmıştır. "Kûn!" ise Allâh'ın kelimeleridir. Nitekim, Kur'ân-ı Kerîm'de buyrulur:

(Kehf, 18/ 109)

“Kul lev kânel bahru midâden li kelimâti rabbî le nefidel bahru kable en tenfede kelimâtu rabbî ve lev ci’nâ bi mislihî mededâ.”

"Yâ Habîbim de ki, eğer yeryüzünü çevirmiş olan denizler, Rabb'imin kelimelerini yazmak için mürekkeb olsa Rabb'imin kelimeleri son bulmazdan önce deniz tükenir idi. Ve eğer onun bir o kadarını daha getire idik yine böyle olur idi."

Bilinsin ki, "Kün!" emri "kâf" ile "nûn" harfinden oluşmuş Arapça bir kelimedir. Âlemde bu kadar muhtelif lisan mevcût olduğu halde, Hak Teâlâ îcâdını murâd ettiği şeye "Kün!" Arapça kelimesi ile mi hitâp eder ve bu kelimeyi ne şekilde söyler ? Nitekim, âyet-i kerîmede buyrulur:

(Nahl; 16/40)

“İnnemâ kavlünâ li şey’in izâ erednâhu en nekûle lehü kün fe yekûn”

"Biz bir şeyi irâde ettiğimiz vakit, o şeye bizim kavlimiz "Kün!" dememizdir. Bu takdirce o, olur."

Şimdi kelâm sıfatı, hayat ve ilim ve sem' gibi ilâhî sıfatlardan bir sıfattır. İlâhî Zât bir şeyin îcâdına yöneldiğinde zâtında potansiyel olarak bulunan o şeyin mevcût olmasını emreder. Bu ise zâtın kelâm sıfatı ile, kendi zâtına tecellîsinden başka bir şey değildir. Bundan dolayı bu emir, harfsiz ve sessiz kendince bir kelâmdan ibârettir ki, kelimeler âleminde Arapçası "Kün!" kelimesi olduğu gibi, diğer lisanlarda da bu ma'nâya uygun birtakım kelimelerdir. İlâhî kelâm kendince harf ve ses kisvesine bürünerek taayyün âlemine, Arapça kelimeler ile ulaşıp şeref verdiğinden, bu ma'nâyı anlatmak için "Kün! " sözü kullanılmıştır. Bu nefsî ya’nî kendince olan kelâm çıkınca o şey, bir anlık bakışta, ilâhî ilimde peydâ olur. Nitekim, âyet-i kerîmede buyrulmuştur:

(Kamer, 54/50)

Ve mâ emrunâ illâ vâhıdetun ke lemhın bil basar”

“Ve Bizim emrimiz, tek bir emirden başka bir şey değildir, gözün bir anlık bakışı gibidir.”

Şimdi insan, her dakîka kendi nefsinde gerçekleşen hâle dikkat ederse, bunun ne gibi bir şey olduğunu zevkan bilir. Çünkü “İnallahe halakal âdeme a’lâ sûretihi” ya’nî “Allah Âdem’i kendi sûreti üzere hálk etti” buyrulmuştur. Ve aynı şekilde “Men a’refe nefsehu fekad a’refe rabbehu” ya’nî “Kim ki nefsine ârif oldu, o rabbine ârif oldu” hadîs-i şerîfinde bu hakîkate de işâret vardır:



Yüklə 7,33 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   55   56   57   58   59   60   61   62   ...   90




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin