Azâp ehli: Yâ Rab! Bizim zâtımıza o isti'dâdı veren kimdir? Ve ilâhi ilminde onu kim îcâd etti veyâ onu koyan kimdir?
Cenâb-ı İzzet: Ezelî bilinmiş olanlarda olan isti'dâd mec'ûl ya’nî yapma olan bir şey değildir. Çünkü benim "ilm"im zâti sıfatımdır. İlâhi sıfatım ise, Zât-ı Celîl-i şânımla berâber kadîmdir. Ve ezellerin ezelinde îcâd diye bir şey geçmiş değildir. Bundan dolayı îcâddan evvel bir şeyin îcâdı söz konusu olamaz. Ben yalnız ilâhi ezelî ilmimde olan şeye vücûd feyzi verip onları gayb örtülmüşlüğünden aşikâr olma sâhasına çıkardım. Onlar da ezeldeki halleri ve isti'dâdları üzere açığa çıktılar. Kendi hallerinin dışında bir şey ile açığa çıkmaları için aslâ cebir ve hüküm etmedim. Feyzlendirme elimde cimrilik yoktur. Siz istediniz, ben de verdim. Ben fiilimden mes'ûl değilim, mes'ûl olan sizsiniz.
Bu şekilde Allah için hüccet-i bâliğa ya’nî apaçık delîl sâbit olur. Çünkü, bizim üzerimize O'nun hükmü, ilâhi ilim ve hikmeti gereğince ve zâtı gereğiyledir. Ve eşyânın "ayn"ları, yoklukları hâlinde, ne şey üzerine sâbit olmuş idiyseler, O'nun hükmü ancak o şey üzerinedir. Ve aynların yoklukları hâlinde o hâl üzere sâbit oluşları, gayr-ı mec'ûl ya’nî yapma olmayan isti'dâdlarına dayanmaktadır.
(Enbiyâ, 21/23)
“Lâ yus’elu ammâ yef’alu ve hum yus’elûn”
“O (Allah), yaptığı şeylerden mes’ûl değildir. Ve onlar, (yaptıklarından) mes’ûldür.”
âyet-i kerîmesinin yüksek ma'nâsını bu hakîkate bakarak incelemek lâzımdır.
Soru: Aynlar, hem yokluk hâlinde bulunuyor ve hem de sâbit oluyorlar. Yokluk hâlinde bulunan ve yok olan şey, nasıl sâbit olur? Çünkü sâbitlik dediğimiz esas, mevcûdun şânıdır.
Cevap: Buradaki "yokluk"tan kasıt, salt yokluk değildir. Çünkü, salt yokluktan hiçbir şey çıkmaz. Potansiyel olarak mevcût olup, henüz bir belirme elbisesine bürünmemiş olan bir şey de yokluk hâlindedir. Örneğin, elimize bir erik çekirdeği aldık. Bunun içinde dallı budaklı bir erik ağacı olduğunu biliriz ve bu ilmimizle, içinde böyle bir ağaç olduğuna hükmederiz. Oysa ağaç meydanda yoktur; henüz yokluk hâlindedir. Ve bu yokluk hâliyle berâber çekirdeğin içindeki erik ağacı sâbit olmuştur, ya'nî potansiyel olarak mevcûttur, bi'l-fiil yokluk hâlindedir. Henüz belirme elbisesi giyinmemiştir. Şimdi biz bu hükmümüzü, o çekirdeğin hâricinden almadık; belki yokluk hâlinde sâbitlik bulduğu şeyden aldık. Bu sâbit oluşun esâsı da, çekirdeğin isti'dâdına dayalıdır.Çünkü bu çekirdek kayısı, üzüm, hurma ve şeftâli ve diğer meyvelerin çekirdeği değildir. Zâtî isti'dâd ancak erik ağacı çıkmasına müsâittir. Farzedelim bir bahçıvan bu çekirdeği dikip terbiye etse ve içinden çıkan erik ağacı, sen niçin benim erik ağacı olduğuma hükmettin dese, bahçıvan, senin yokluk hâlinde sâbit olan "ayn"ın, ne hâl üzerine idiyse, ona göre hükmettim cevâbını verir. İşte eşyâ hakkındaki ilahî hüküm de, onların yokluk hâlinde,"ayn"ları ne hâl üzere sâbit olmuş iseler, ona göredir. Sâbit oldukları hal de zâtî isti’dâdlarına bağlıdır; ve zâtî isti’dâdlar ise gayr-ı mec'ûldür ya’nî yapılmış değildir.
Şimdi bu bahsin daha etraflı bir şekilde izâh edilebilmesi için gayr-ı mec'ûl ya’nî yapılmamış isti’dâd hakkında ayrıntılar verilmesi uygun görülür.
Gayr-ı mec'ûl ya’nî yapılmamış isti’dâd:
Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinin mutlak vücûdu, ahadiyyet mertebesinde iken, bütün ilâhî isimleri ve sıfatları, azîmü'ş-şân Zât’ında gizli ve belirsiz idi ve hiçbirisi diğerinden ayrılmış değildi. İşte “Küntü kenzen mahfiyyen…” ya’nî “Ben gizli bir hazîne idim…” kudsî hadîsi bu mertebeyi beyân buyurur. Ne zaman ki ilâhi isimler hal lisânlarıyla kendilerinin, gayb örtülmüşlüğünden açığa çıkma sâhasına çıkarılmalarını isimlendirilmişlerinden talep ettiler, Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinin kendi Zât’ı ile, kendi Zât’ında, kendi Zât’ına tecellî buyurmasıyla, o isimlerin gölgeleri olan aynlar, ilâhi ilimde sâbit oldular. İşte bu mertebede isimler, birdîğerinden ayrılmış oldu. Onların gölgeleri olan aynlar da, o isimlerin gerekleri ne ise, o hal üzere sâbitlik buldular. İşte o isimlerin gerekleri olan haller, sâbit aynların isti'dâdları oldu. Oysa isimlerin gerekleri olan hallerin hiçbirisi mec'ûl ya’nî yapılmış olmadığından, onların gölgeleri olan sâbit aynların isti'dâdları da yapılmış değildir.
Örneğin Dârr isminin gereği zarar vermek ve Nâfi' isminin gereği de fayda vermektir. Ve aynı şekilde Mudill isminin gereği dalâlet ve Hâdî isminin gereği de hidâyettir. Bunların ilâhî ilimde sâbit olan "ayn"ları da, o isimlerin gerekleri olan zarar ve fayda ve dalâlet ve hidâyet halleri üzerine olur ve onların zâti isti'dâdları da bu hallerden ibâret bulunur. Şimdi bu şehâdet âlemindeki eşyânın hakîkatleri, işte bu sâbit aynlardır. Bu aynlar, ilâhi ilimde ne hâl üzere sâbit olmuş ve isti'dâdları neyi gerektirmişse, Hakk'ın hükmü ona göredir.
Ey birâder can-berâber! Bu dedikoduların hepsi isimlerin karşılıklı oluşundandır. Hakîki vücûd ise ancak isimlendirilmiş olan Hakk'ındır; hálk edilmişlerin vücûdu ortada bir bahânedir. Nitekim, Ya'kûb Fass’nın şerhinde örnek ile izâh edilmiş idi. Ve belki hálk edilmişlerin vücûdu dahi Hakk'ın olup, soru ve cevâp kendisinden yine kendisine olur. Hemen cenâb-ı Zü'l Celâl hazretleri bu fakîri ve talep eden bütün ihvânı benlik vehminden kurtarsın ve fenâ zevki ile murâdına ermiş olanlardan buyursun, âmin! Bi-hürmeti Seyyidi'l-mürselîn.
Böyle olunca hâkim, hakîkatte mes'elenin "ayn"ına tabi'dir ki, o mes'elenin zâtının gerektirdiği şeyle onda hükmeder. Şimdi üzerine hüküm verilen kendisinde olan şeyle hâkim üzerine hâkimdir ki, kendi üzerine bununla hükmetsin (6).
Ya'nî hakîmlerin Hâkim’i olan Allah Teâlâ hazretlerinin bir şey üzerine kazâsı ve onu takdîr etmesi, ancak o şeyin, kâbiliyyetinin gereğine göredir. Bundan dolayı hâkim hükmünde, üzerine hüküm verilen şeyin isti'dâdının talebine tâbi'dir. Ya'nî üzerine hüküm verilenin kâbiliyyet ve isti'dâdı hâkime der ki: "Benim kâbiliyyet ve isti'dâdımın gereği budur. Hakkımda bu gereğe göre senden hüküm isterim". Hâkim de ona göre hükmeder.
Şimdi hâkim, kim olursa olsun; her hâkîm hükmettiği şeyle ve hükmettiği şeyde üzerine hük-medilendir (7).
Ya'nî hâkim ister Hak olsun, ister hálk olsun, bir şeyle ve bir şeyde hükmettiği vakit, ancak o şeyin zâtının ve hakîkatinin gereği ne ise, ona göre hükmeder. İşte hâkim bu hükmettiği şeyle üzerine hükmedilendir. Çünkü mahkûm, hâkime der ki: "Benim hâlimin gereği budur. Sen benim hakkımda şu hûküm ile hâkim ol!" Bundan dolayı, mahkûm vereceği hüküm ile evvelâ hâkimi üzerine hükmedilen yapar. Hâkim de bu şekilde üzerine hükmedilen olduktan sonra hükmünü verir ve hakkında bu hüküm verilen de ikinci olarak üzerine hüküm verilen olur. Hakk’ın hükmü böyle olduğu gibi, nebîlerin ve sultanların ve mahkeme hâkimlerinin hükmü de böyledir.
Şimdi bu mes'eleyi iyi incele! Çünkü kader sırrı, ancak açığa çıkışının şiddetinden dolayı meçhûl oldu. Ve nebîlerden onun hakkında talep ve ısrar çoklukla vâki' olduğu halde, kader sırrı bilinmedi (8).
Kader sırrının açığa çıkışının şiddeti budur ki: Hakk'ın emri ve hükmü olmadıkça, bir şey olmaz. Ve Hakk'ın hükmü de ancak üzerine hükmedilen şeyin zâtı ne yön ile hükmetmiş ise, o şey hakkında ona göre olur. Ve bu hakîkatin meçhûl olması irfan ehli indindeki meçhûl oluştur. Yoksa cehâlet ve zulüm erbâbı burada dikkâte bile alınmaz. Onlar:
(A’râf, 7/179)
“ulâike kel en’âmi bel hum edallu”
Onlar hayvanlar gibidir. Hatta daha çok dalâlettedirler.
vasfıyla vasıflanmış, insan sûretinde bir sürü hayvânâttan ibârettir.
Ve bu kader sırrı hakkında nebîlerden ona vâkıf olmaya çoklukla talep ve ısrârın sebebi budur ki: Herkesi da'vete me'mûr olan nebîler, hálktan ba'zılarının hidâyete kâbiliyyeti olup ba'zılarının olmadığını bildiklerinden, hidâyete ehliyeti olanları görüp da'vet etmek ve ehliyeti olmayanlar hakkında boş yere zahmet ve zorluk çekmemek için, kader sırrına vâkıf olmayı talep ederler. Fakat kulların cezâları, amellerine ve nebîlere itaât ve isyânlarına ve îman ve küfürlerine karşılık geçerli olduğundan; ve bu iki grubun birbirinden ayrılması ve zâtında saâdete kâbiliyyeti olan kimselerin, nebîlerin da'vetine uymaları sebebiyle, saâdetinin açığa çıkarak mutlu edecek şeyle cezâ olunması ve zâtında şekâveti gizli olan kimselerin, nebîlere inkârları dolayısıyla, bâtınlarındaki şekâvetlerinin açığa çıkarak nâhoş şeyle cezâlandırılması gereği bulunduğundan, kendilerine da'vet işinde gevşeklik gelmemesi için, nebîler (a.s.) da'vet sırasında kader sırrından örtülü oldular.
Bilinsin ki, resûller (salavâtullâhi aleyhim), velî ve ârif oldukları yön ile değil, resûl oldukları yön ile, ümmetlerinin bulundukları hâlin mertebeleri üzeredir. Bundan dolayı, resûllerin indinde, irsâl olundukları ilimden, ancak ümmetlerinin hiç fazlasız ve noksansız muhtâc oldukları şey kadar vardır (9).
Ya'nî resûllerin resûl olmaları yönünden, irsâl ilmindeki mertebeleri, ümmetlerinin mertebeleri ve îmân ve inançları ve ilim ve âriflikleri ve isti'dâdları üzeredir. Bundan dolayı her birisinin ümmeti, ilimlerden ne kadarına muhtâc ise, risâlet ilmine bağlı olarak onların indindeki şey de, o kadardan fazla ve noksan değildir. Şimdi bilinsin ki resûller (a.s.) için üç yön vardır:
Birincisi risâlet yönü olup, bu yönle ümmetlerinin âhiret ve dünyevî işlerinin rahatlığını îcâb ettirici olan ilâhi hükümleri kendisine vâzife edinerek onlara tebliğ ederler. Ve bu hükümler ümmetlerinin ihtiyâcından fazla ve noksan değildir.
İkincisi, velâyet yönünden olup onların Hakk’ın sıfatlarında sıfatlarıyla ve Hakk’ın zâtında zâtlarıyla fânî olmaları ve ilâhi isimlerin ve sıfatların kemâlâtının; zâtî isti'dâdları ve küllî kâbiliyyetleri sebebiyle onlarda açığa çıkması için, o resûllerin fenâ-fillah mertebeleridir. Kerem sâhibi resûller bu yönden ümmetlerinin hakîkatlerinin mertebeleri üzerine değildir.
Üçüncüsü, nebî oluşları yönünden olup nebîlerden her birisi aslî isti'dâdı ve zâtî kābiliyyeti dolayısıyla ilâhi bilgilerden rızıklandığı kadar, Allah Teâlâ’dan haberdardır. Ve bu yön, velâyet yönünün zâhiri ve velâyet yönü bunun bâtınıdır.
Oysa, ümmetler fazîlette farklıdırlar. Ba'zısı ba'zısı üzerine üstün olur. Resûller (a.s.) de ümmetlerinin fazîletlerinin farklılığı dolayısıyla, irsâl ilminde fazîlette farklı olur. O fazîlet farkı da Hak Teâlâ'nın “Tilker rusulu faddalnâ ba’dahum alâ ba’d” ya’nî “İşte Biz, o resûllerden bir kısmını, diğerlerinin üzerine fazîletli kıldık” (Bakara, 2/253) sözündeki fazîlet farkıdır. Ve böylece resûller, ilimlerden ve hükümlerden zâtlarına dönük olan şeyde isti'dâdları dolayısıyla fazilet konusunda farklıdırlar. O fazîlette farklı oluş da Hak Teâlâ’nın “ve lekad faddalnâ ba'dan nebîyyîne alâ ba'din” ya’nî “Andolsun ki Biz nebîlerin ba’zısını ba’zısına fazîletli kıldık” (İsrâ, 17/55) sözündeki fazîlet farklılığıdır ( 10).
Ya'nî ümmetler, ilimlerde ve bilgilerde ve inançlarda ve isti'dâdlarda ve kabûlde birdiğerinden farklıdır. Ba'zılarının ba'zılarına üstünlüğü ve fazlı vardır. Ve her bir resûl ancak ümmetinin kābiliyyeti ve isti'dâdlarının talebi üzerine irsâl olundu. Bundan dolayı resûlün onlara teklîfi, ancak kendilerinin isti'dâdla-rının kapasitesi derecesinde olur. Ve bir ümmetin isti’dâdlarda diğer ümmetler üzerine üstünlüğü ne kadar ise, o ümmete irsâl olunan resûl (a.s.)ın diğer resûller üzerine risâlet ilmindeki üstünlüğü de o kadardır. Hak Teâlâ hazretleri bu üstünlüğü:
(Bakara, 2/253)
“Tilker rusulu faddalnâ ba’dahum alâ ba’d”
“İşte Biz, o resûllerden bir kısmını, diğerlerinin üzerine fazîletli kıldık”
sözüyle beyan buyurmuştur.
Ve böylece nebîler, nübüvvet mertebelerinde, sâbit aynlarının isti'dâdları gereğince ilimlerde ve hükümlerde ve bilgide birdîğeri üzerine fazîletli olurlar. Çünkü nübüvvet velâyetin zâhiri ve velâyet nübüvvetin bâtını olduğundan, onların nübüvvetteki fazîletlerinin farklılığı, velâyetteki fazîlet farklılığı dolayısıyladır.
Ve onların velâyetteki fazîlet farklılıkları ise; ilâhi ilimde, görünme yeri oldukları isimler dolayısıyla sâbit aynlarının kapasitesine göredir. Bu fazîlet farklılığı, önceki fazîlet farklılığından başka olup, Hak Teâlâ hazretleri bunu:
(İsrâ, 17/55)
“ve lekad faddalnâ ba'dan nebîyyîne alâ ba'din”
“Andolsun ki Biz nebîlerin ba’zısını ba’zısına fazîletli kıldık”
sözüyle beyan buyurmuştur. Bundan dolayı bu fazîlet farklılığı, onların gayr-ı mec'ûl ya’nî yapılmamış isti’dâdlarına dönük olup, velâyetleri yönüyle olan fazîlet farklılığıdır.
Ve Hak Teâlâ hálk hakkında “Vallâhu faddale ba’dakum alâ ba’dın fîr rızk” (Nahl; 16/71) ya'nî "Hak Teâlâ rızıkta, ba'zınızı ba'zınız üzerine üstün kıldı" buyurdu. Ve oysa rızık ilimler gibi rûhânî ve yenilip içilen gıdâlar gibi hissîdir. Ve Hak Teâlâ rızkı bilinen kader ile indirir ve bilinen kader hálkın talep ettiği istihkāktır. Çünkü "Allah Teâlâ her şeye onun hálkını verdi" (Tâhâ, 20/50) (11).
Ya'nî Hak Teâlâ, genel olarak hálk hakkında "Hak Teâlâ rızk husûsunda ba'zınızı ba'zınız üzere üstün kıldı" (Nahl, 16/71) buyurdu. Ve rızkın ba'zısı ilâhi ilimler gibi rûhânî ve ma'nevî; ve ba'zısı çeşitli gıdâlar ve yemekler gibi hissî ve sûretseldir. Ve hálkın talep ettiği istihkâklarından ibâret olan bu rızkı, Cenâb-ı Hak ancak bilinen kader ile indirir. Ma'lûmdur ki, ilâhi ilimde her şey, sâbit ayn’ının aslî isti'dâdı dolayısıyla Hak'tan bir hüküm ister. İşte isti'dâdının gereği îcâbınca o şey hakkında kazâ olunan hüküm, "bilinen kader"dir.
Şimdi o şey, kazâ olunan hükmün hálk edilmesini ve vücûd elbisesi verilmesinin ardından bilinen kader üzere bulunan haketmiş olduğu rızkını Hak'tan talep eder. Hak Teâlâ da ona indirir. Eşyânın sâbit ayn’larındaki isti'dâd birbirinden farklı olduğundan, bu isti'dâdlardaki farklılık gereğince, bilinen kader ile indirilen rızıklarda da farklılık vardır. Bundan dolayı bu rızık sâhiplerinin arasında da farklılık ortaya çıkar.
"Cenâb-ı Hak ise her şeye hakkını verdi" (Tâhâ, 20/50); ya'nî ezelde ilâhi ilimde her şey ne hüküm talep etmiş ise, o hükmü ve haketmiş olduğu şeyi Allah Teâlâ bir def’âda ona verdi. Fakat vücûd hazretine dâhil olduktan sonra gök ve yer hazînelerinden sûrî gıdâyı dereceli bir şekilde indirdi, hakîkatler ve rûhlar gök hazîneleri ile nefisler ve cisimler yer hazînelerinden de rûhânî gıdâyı dereceli bir şekilde indirdi.
Şimdi Hak Teâlâ, her şeye meşiyyeti ya’nî üst irâdesi bağlandığı kadar, rızk indirir; ve irâdesi de bildiği ve ilmi gereğince hükmettiği şeye bağlandı. Ve bundan evvel dediğimiz gibi, Hak Teâlâ bilineni ancak, o bilinenin kendi nefsinden Hakk'a verdiği şeyle bildi (12)
Ya'nî Ya'kûb Fassı'nda Şeyh (r.a.) "Hakk'ın irâdesi ilmine ve ilmi de ma'lûma ya’nî bilinene tâbi'dir" buyurmuş ve bu fassın başında da "Allah'ın eşyâda hükmü, eşyâda olan ilminin haddi üzeredir" demişti. Şimdi de bu hükmünün rızıkların indirilmesi husûsunda da geçerli olduğunu beyan buyuruyor.
Şimdi vakitlendirme asılda "ma'lûm ya’nî bilinen" içindir. Ve ilim ve irâde ve meşiyyet ya’nî üst irâde kadere tâbi'dir (13).
Ya'nî ilâhi ilimde eşyânın "ayn"larında olan şeyin belirli vakit ile vakitlendirilmesi, asılda ve hakîkatte isti'dâdıyla o vakitlendirmeyi talep eden bilinen sâbit ayn içindir. Çünkü her bir sâbit ayn’ın kendi hallerinden her bir hâlin belirli vakitte ve kendisine mahsûs zamanda taayyününü talep etmesi, onun zâti gereklerindendir.
Bundan dolayı kazâ ve kader ve irâde ve meşiyyet ya’nî üst irâde, ilâhi ilme; ve ilâhi ilim de "bilinen kader" olan sâbit ayn’a tâbi'dir.Örneğin yetmiş sene ömrü olan bir kimsenin doğduğu günden vefâtına kadar olan yediği yemekler kendisine bir def’ada gelmemiş, belki belirli vakitlerde azar azar gelmiştir. Ve aynı şekilde ondan çıkan güzel ve çirkin fiillerin tamamı da birden bire açığa çıkmayıp vakit vakit çıkmıştır. Ve aynı şekilde, ondaki ilim ve ilâhi bilgi de bir def’ada inmeyip günden güne ve an be an dereceli bir şekilde yavaş yavaş peydâ olmuştur.
Sonuç olarak, vefât ânına kadar sûrî ve ma'nevî rızıklardan her ne vakit ne kadar gelmiş ise, hep ezelde Hakk’ın ilminde bilinmiş olan sâbit ayn’ının isti'dâd lisânıyla talep ettiği vakit ve miktâra göre inmiştir. Rubâî:
Tercüme:
"Aynın ki senin oldu kitâb-ı evvel
Şerh edilmiştir o kitapta esrâr-ı ezel
Kader hükümleri çünkü yazılmış onda
İşte o kitâbın ile Hak etti amel"
Böyle olunca kader sırrı ilimlerin en üstün ve en büyüklerindendir. Ve Allah Teâlâ, onu ancak tam bir ma'rifete eriştirdiği kimseye bildirir. Kader sırrını bilmek, onu bilen kimseye tam bir râhatlık verir. Ve yine onu bilen kimseye elîm azâbı verir. Şu halde, kader ilmi sâhibine iki karşıtı verir (14).
Kader sırrı ilminin sâhibine tam bir râhatlık vermesinin sebebi budur ki: Böyle bir kimse kendisine gelen şeyin, ancak ilâhi ilimde sâbit ayn’ı Hakk'a ne vermiş ise, geçmiş kazâda Hakk'ın takdîr buyurduğu şey olduğunu ve ezelen kendisinin hakîkatinin, sâbit ayn’ı Hakk'a ne vermiş ise ona uygunsuz olamayacağını ve ebeden değişmeyeceğini bilir. Bundan dolayı kendisi için takdîr edilmiş olan şeyin arkasında koşmak zahmetinden kurtulur ve takdîr edilmeyen şeyin ne kadar arkasında koşulursa koşulsun boş olduğunu bilerek, onu talepten vazgeçer.
Ve eğer oluşması takdîr edilmiş olan şeyin kendisinin talep etmesi şartıyla takdîr olunduğunu bilirse, talebini kısa keser, külfet etmez. Örneğin çekirdeği dikip sulamadan ağaç çıkıp meyve bitmeyeceğini bildiği için, bunları yapar. Çünkü ağacın meyve vermesi talepte bulunma şartıyla takdîr buyurulmuştur. Fakat bu icrââtında külfet etmez; eğer takdîr edilmiş ise, bu kadar talep ile ağaç çıkıp meyve verir; eğer değilse, çekirdek mahvolur. Ve sâhibi bu sırra vâkıf olduğundan "Niçin olmadı?" diye elem çekmez. Câhiller ise böyle değildir. Bir emelin gerçekleşmesi için, bin türlü sebebe teşebbüs ederler; hiçbirisi netîce vermez. Sonuçta bu talebin eziyetiyle ölür gider. Bunun her gün binlerce nümûnesi görüldüğü halde, yine uyanmazlar.
Kader sırrını bilmek, sâhibine bu şekilde tam bir râhat verdiği gibi, bu ilim, râhatın karşıtı olan elîm azâbı da verir. Bunun sebebi de budur ki: Bu ilmin sâhibi, ba'zı ayn’ların isti'dâdında mükemmeliyyet müşâhede edip bu isti'dâdlarıyla dünyâda ve âhirette birçok fazîletlere ve kemâlâta ehliyetleri olduğunu ve oysa her insânî ve ilâhî kemâlin zuhûruna kendisinde zâtî isti'dâd olmadığı için, ubûdiyyet ya’nî kul olmanın ve görünme yeri olmanın kemâlinde noksan olduğunu bilir.
İşte bu ilmi sebebiyle zâtî isti'dâdının noksânından elem duyar ve bu kemâlâta hasret çeker. Ve ba'zen yerine getirilmesine isti'dâdı olmadığı bir şeyle emrolduğunu görüp ıztırâba düşer. Bununla berâber bu kimsenin hâli, kader sırrından örtülü olan kimseden daha iyidir ve Hakk'ın rızâsına daha yakındır. Bu îzâhlardan anlaşılıyor ki, kader sırrına vâkıf olmak, hem râhat ve hem de elem verir.
Ve o sebepten dolayı, Hak Teâlâ nefsini gazab ve rızâ ile vasıflandırdı (15).
Ya'nî kader sırrı ilminin iki karşıtı vermesi sebebiyle Hak Teâlâ hazretleri kendi nefsini “ve gadiballâhu aleyhim” ya’nî “ve Allah onlara gazablandı” (Feth, 48/6) âyet-i kerîmesi gereğince "gazab" ile ve “radiyallâhu anhum” ya’nî “Allah onlardan râzıdır” (Mâide, 5/119) âyet-i kerîmesi gereğince de "rızâ" ile vasfetti.
Gazab ve rızânın kader sırrı ilmine bağlantısının sırrı budur ki: İlâhî gazab, bir şeyin kemâl ve sââdete kâbiliyyetinin olmayışından veyâ kâbiliyyetinin noksan oluşundan dolayı, o şeye lâzım gelir. Ve gazab ile olan ilâhî hüküm ilme ve ilim de bilinene tâbi'dir.Ve bilinen olan sâbit ayn da kâbiliyyetin olmayışı ile Hakk'a gazabı verir ve Hak da onun gazabı hakedici olduğunu bilir. Ve aynı şekilde ilâhî rızâ da bir şeyin saâdet ve kemâle kâbiliyetinden ve rahmeti kabûle isti'dâdından dolayı, o şeye lâzım gelir. Ve rızâ ile olan ilâhî hüküm ilme ve ilim de bilinen sâbit ayn’a tâbi'dir. Bilinen o şeyin sâbit ayn’ı da rahmeti kabûle ve feyz ve inâyete kâbiliyyeti ve saâdet ve kemâli gerektirici olan amellere ve ahlâka ve ilimlere isti'dâdı ile Hakk'a rızâyı verir. Ve Hak da onun rızâyı hakedici olduğunu bilip onun hakkında ilâhî rızâsıyla hükmeder. İşte gazab ve rızâ bu şekilde kader sırrı ilmine bağlantılı olur.
Örnek: Bir öğretmenin on öğrencisi olup onlara öğretim ile meşgûl olsa ve bu öğrencilerden farz edelim beşi, öğretmenin ne istediğini, isti'dâd ve zekâları dolayısıyla sür'atle anlayarak, öğrenmenin eserleri onlarda öğretmenin gönlünün arzûsu yönü ile ortaya çıksa, o öğretmen hoşnût ve râzı olup onlara iltifat ve mükâfât ile tecellî eder. Fakat diğer beş talebe isti'dâdlarının olmayışı ve kalın kafalılıkları dolayısıyla öğretmenin ne istediğini anlamayıp, fayda vermeyen şeyler ile meşgûl olsalar, öğretmen, öğrenme eserinin onlarda güzel bir te'sîr oluşturmadığını görerek gazab edip onlara sert davranmaya başlar ve cezâlandırma ile tecellî eder. Şu kadar ki, cezâlandırmanın uzaması, onlardaki isti'dâd yokluğunun değişimini îcâb ettirmeyeceğinden, öğretmen ne yaparsa yapsın boş olduğunu görüp nihâyet onların hâline merhamet eder. Bundan dolayı öğretmeni rızâ gösterici veyâ gazab edici kılan, ancak bu öğrencinin isti'dâdı olmuş olur.
Ve o sebeple ilâhî isimler karşılıklı oldu (16).
İlâhî isimler, ilâhi ilimde eşyânın sâbit ayn’ları dolayısıyla taayyün edici olur. Ve ayn’lardan ba'zısının zâtî isti'dâdı dolayısıyla kemâlâta kâbiliyyetleri olduğundan, vücûd feyzi kaynağından, Latîf ve Cemîl ve Mün'im ve Hâdî gibi cemâlî isimleri talep ederler ve bunların görünme yerleri olurlar. Ve bu cemâlî isimler şehâdet âleminde de onlarda kemâliyle açığa çıkıp kendi hazînelerindeki hükümleri ve eserleri dünyâda ve âhirette, bunlarda açığa çıkarırlar. Ve bu isimlerin feyizleri ve tecellîleri dâimi olarak ve ebedî olarak bu isti’dâdlı görünme yerleri ve tâlihli ayn’lar üzerine ulaşıcıdır.
Ve ayn’lardan ba'zısı, aslî isti'dâdının olmayışı dolayısıyla, Kahhâr ve Celîl ve Müntakim ve Mudill gibi celâlî isimleri talep eder ve bunların görünme yerleri olurlar. Ve bu celâlî isimler, eserlerini ve hükümlerini dünyâda ve âhirette bunlarda açığa çıkarmaktan geri kalmazlar. Bundan dolayı karşılıklı isimlerin ilâhî ilimde belirmesi ve şehâdet hazretinde rubûbiyyetle ya’nî Rab’lıkla açığa çıkışı, ya'nî onları kendi gerekleriyle terbiye etmesi, bilinen ayn’lara Hakk'ın ilminin bağlanması dolayısıyladır. Şu halde isimlerin karşılıklı oluşu kader sırrı ilminden doğmuş oldu. Yoksa ayn’lar yönünden bakıldığında ilâhî isimler, ahadiyyet zâtında tek bir tavır üzerinedir. Ve zâtın aynı olup birbirinden ayrılmış değildir. Ve karşılıklı oluştan uzak olmanın kemâli üzerinedir.
Böyle olunca mutlak mevcûtta ve kayıtlı mevcûtta bir hakîkat hükmeder; ve hükmü, geçişli ve geçişsiz olarak genel olduğu için, ondan daha tam ve daha kuvvetli ve daha azîm bir şey olması mümkün değildir (17).
Ya'nî tek bir hakîkat olan kader sırrı her bir "ayn"ın isti'dâdında ve kâbiliyyetinde olan şey ile hakkında hükmetmesine îcâdları indinde mutlak mevcûtta ya'nî Hakk’ın vücûdunda hükmeder. Ve aynı şekilde bütün hálk edilmişlerin sâbit ayn’ları, ne hal üzere idiyseler, onların gerekleri üzere olmalarına kayıtlı mevcûtlarda, ya'nî hiss ve şehâdet âleminde hükmeder. Çünkü var edilen ayn’lardan her bir ayn için zât, sıfat, isim, nitelik, hálk ediş ve fiil ile vücûtta açığa çıkma, ancak onların yoklukta sâbit olan hallerinin gereği üzerine mümkün olur.
Ve kader sırrı hakîkatinden daha tam ve daha kuvvetli ve daha azîm bir şey yoktur. Çünkü onun hükmü geçişli ve geçişsiz olarak geneldir; ve eşyânın hepsini ihâta etmiştir. Şöyle ki:
Ayn’lara göre geçişli ve geçişsiz hüküm:
Vücûd bulmuş ayn’lara, yâ'nî şehâdet âleminde taayyün edip belirmiş olan eşyâya göre "geçişli hüküm" o eşyânın birbirine te'sîri vaktinde fiil ve fiili kabûl etme ve öğretme ve öğrenme ve muhabbet ve düşmanlık gibi şeylerdir. Ve "geçişsiz hüküm" ise, eşyânın kendi vücûdlarına mahsûs olan kemâlat ve sıfatlar ve duygular ve güzel ahlâk ve ilim ve cehâlet ve görünüş ve şekil gibi şeylerdir ki, bunlar o ayn’ların kendi nefislerinde kalıp sonrasına geçmez.
Ve sâbit ayn’lara göre "geçişli hüküm", zâtî isti’dâdlarıyla bu ayn’lardan Hakk'a olan hükümdür ki, bu hüküm, sâbit ayn’lardan Hakk'a geçişli olur. Ya'nî geçer.
Ve "geçişsiz hüküm" ise, ayn’ların kendi zâtları üzerine, yine kendilerinin hükmüdür. Çünkü bir şeye ancak o şeyin kendi zâtının verdiği şeyle hükmolunur. Bundan dolayı bir şey kendi zâtı ve vücûdu üzerine kendisi bir hüküm ile hükmedince, o hüküm tabi'ki başkasına geçmez.
Dostları ilə paylaş: |