Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi Ahmet Avni Konuk ÖNSÖZÜ


Soru: Hz. Şeyh (r.a.) ölümden sonra ilerleme olduğunu beyan buyuruyorlar. Oysa “Ve men kâne fî hâzihî a’mâ fe hüve fîl âhıreti a’mâ ve edallu sebîlâ”



Yüklə 7,33 Mb.
səhifə51/90
tarix02.08.2018
ölçüsü7,33 Mb.
#65852
1   ...   47   48   49   50   51   52   53   54   ...   90

Soru: Hz. Şeyh (r.a.) ölümden sonra ilerleme olduğunu beyan buyuruyorlar. Oysa “Ve men kâne fî hâzihî a’mâ fe hüve fîl âhıreti a’mâ ve edallu sebîlâ” yânî “Ve burada, kim kör ise artık o ahirette de kördür. Ve yoldan daha çok sapmıştır.” (İsrâ, 17/72) âyet-i kerîmesi ile “Âdemoğlu öldükden sonra ameli kesilir” hadîs-i şerîfi ölümden sonra ilerlemenin olmadığına işâret eder.

Cevap: Bu âyet ve hadîs küfür ve şirk ehi hakkındadır. Tahkîk ehlinden olan tevhîd ehli ve onları taklîd eden mü'minler için değildir. Çünkü küfür ve şirk ehli dünyâda Hakk'ın vücûduyla hálkın vücûdunu bağımsız ve ayrı zannetmişler ve basîret gözlerine körlük gelmiş idi. Bu körlükleri sebebiyle basîret gözünün doktoru olan nebîlerden (aleyhimü's-selâm) ve onların ilâçlarından kendilerini ganî bilmişler idi. İşte bundan dolayı onların büsbütün kör olan gözlerinin âhiret yurdunda da açılması ihtimâli yoktur. Çünkü onlarezeli a'mâdır. Hiçbir doktor ve ilâcın onlar hakkında te'sîri yoktur.

Ancak tevhîd ehli ile onları taklîd eden mü'minlerin basîret gözleri tâbi' oldukları nebîlerin (a.s.) ilâçları ile dünyâ yurdunda mertebelerine göre açılmış ve vahdet bakışları an be an artmakta bulunmuş olduğundan, onlar için ölümden sonra ilerlemeler vardır. Çünkü onların gözleri büsbütün kör olmayıp bâzı engeller dolayısıyla görüşlerine zaaf gelmiştir. Ölüm ve af ve mağfiret ve dünyâ hayatında kendilerini taklîd ettikleri Hak ehli ile, ulvi berzâhlarda bir arada oluşları sebebiyle bu engeller kalkar.

Aslında ten gözü de böyle değil midir? Büsbütün kör olmuş bir göze, göz hekîmi ve onun ilâcı ne te'sîr eder? Fakat gözünde görme duyusu mevcûd iken perde gelmiş veyâ hastalık sebebiyle görüşüne zaaf gelmiş bir gözün elbette tedâvîsi mümkündür.

Ey birâder! İşte Şeyh (r.a.) yüce eserlerinde, bahsetmediği ilâhi hakîkatler ve bilgiler bırakmamıştır. Bizlere ise himmet sarfederek onları tetkîk etmek kalmıştır. Bunu ziyân etmeyelim de onların rûhâni yardımları ile dünyâda ve âhirette keskin bir bakışa sâhibi olup Hakk'ı müşâhede edelim.

Nitekim Reşehâtu Ayni'l-Hayât'da bahsedilir ki: Bir gece fakîrin birisi rü’yâsında Abdü'l-Gafûr Lârî (kuddise sırruhû) hazretlerini görmüş ve ona demiş ki:

"Şeyh Muhyiddin İbnü'l-Arabî hazretleri vahdet-i vücûdun sırrından ve eşyânın O'nunla maiyyeti esaslarından bahsedip, isbâtı husûsunda da pek çok gayrette bulunmuştur. Âhirete naklettiğiniz zaman siz bu hakîkatleri nasıl buldunuz?" Cenâb-ı Abdü'l-Gafûr cevâben buyurmuşlar ki:

"Bu âleme geldiğimde Hz. Şeyh ile buluştum ve onlardan bu mes'elenin sırrını sordum. "Söz ancak benim yazmış olduğum gibidir" diye cevap verdiler".

Sonuç olarak ölümden sonra îmân ehli için ilerleme vardır.

Ve çok şaşılacak işlerdendir ki, muhakkak insan dâima terakkîde yânî ilerlemededir. Ve perdenin latîf oluşundan ve inceliğinden ve sûretlerin birbirine benzemesinden dolayı bu terakkîye şuûru yoktur. Ve bu sûretlerin benzeşmesi, Hak Teâlâ'nın “ve utû bihî muteşâbihâ” yânî “bu öncekinin benzeridir” (Baka­ra, 2/25) sözü gibidir (39).

Yânî insan, ilimden "ayn"a olan seyrinden beri dâimâ terakkîdedir. Çünkü ayn-ı sâbitesi, dünyâda ve âhirette rûhânî ve cismânî olan bütün âlemlerde iniş ve çıkış mertebelerinin her birisinde dâimâ bir sûrette açığa çıkar. Ve ayn-ı sâbitenin yapılmamış olan isti'dâdı dolayısıyla ilâhi kazâ ve kader gereğince, ilim ve ma'rifet gibi mânevî haller ve gıdâ gibi sûrete âit haller ve fakirlik ve zenginlik ve hastalık ve sağlık gibi hiç kesilmeyen haller, rûhânî ve cismânî âlemlerde peyderpey ona gelmektedir. Ve potansiyel olarak mevcût olan şeyler bu şekilde fiile gelir. Bu ise onun terakkîsi yânî ilerlemesidir; ve bu ilerleme bir an dahi kesilmez.

Ve pek acâîb bir şeydir ki, insan dâimâ ilerleme içinde olduğu halde perdenin latîfliğinden ve inceliğinden ve sûretlerde benzeşme olmasından dolayı bunun farkına varamaz. Örneğin doğduğumuz zaman bu kadar değildik; zamân içerisinde büyüdük; vücûdumuzdaki zerreler devamlı olarak bizden ayrıldı. Ve gıda vâsıtasıyla o zerrelerin yerine, sûrette benzer olan yenileri geldi. Ve aynı şekilde çocukluğumuzda ilmimiz, anlayışımız bu kadar değildi; gittikçe ilim ve bilgi peydâ oldu. Bununla berâber bu, ilerleme ve kemâl bulma ince ve lâtif olan perde arkasında gerçekleştiği ve sûretlerde benzeşme bulunduğu için, bölünmeden her anda gerçekleşen bu yenilenmelerin farkına varamadık.

Şimdi ilâhî ilim mertebesinden esfel-i sâfilîn yânî aşağıların en aşağısı olan şehâdet mertebesine gelinceye kadar böyle olduğu gibi, şehâdet mertebesinden nakil olunarak diğer âleme gittiğimiz zaman da ebeden böyle olacaktır. Çünkü vücûda dâhil olup mevcûd olan, artık yokluğa dönmez.

Ve bu sûretlerde benzeşme Hak Teâlâ hazretlerinin “küllemâ ruzikû minhâ min semeretin rızkan kâlû hâzellezî ruzıknâ min kablu ve utû bihî muteşâbihâ” (Bakara 2/25) sözü gibidir. Yânî "Cennet ehli her ne vakit o meyvelerden rızıklandırılsalar, bu, daha önce dünyâda rızıklandırıldığımız şeydir diyeler". Oysa bir zamanda gelen rızık, diğer zamanda gelen rızkın gayrıdır. Bununla berâber ikisi de rızıktır. Ancak sûrette birbirine benzerler. Böyle olunca tahkîk ehline göre taayyünler arasında fark olduğu açıktır; fakat perde ehline göre kapalıdır.

Oysa bir rızık, diğerinin aynı değildir. Çünkü iki benzer, benzeş olmaları yönüyle, ârif indinde iki başka şeydir. Ve tahkîk sâhibi birde çokluğu görür. Nitekim, kesinlikle ilâhi isimlerin medlûlü yânî işâret edileni olduğunu ve her ne kadar onların hakîkatleri muhtelif ve çok ise de, muhakkak bir ayn bulunduğunu bilir. Şimdi bu, bir olan ayn’da idrâk edilebilen çokluktur. Bundan dolayı çokluk, tecellîde bir aynda müşâhede edilen olur (40).

Yânî muhtelif zamanlarda mevcûd olan rızık, bir rızık değildir. Bundan dolayı bunlar birbirinin aynı olamaz. Çünkü birbirine benzeyen iki şey, bir dîğerinin gayrı olan iki başka başka şeydir. Keşif ve tahkîk sâhibi, bir ayn olan mutlak vücûdda, bir dîğerine benzeyen çokluk taayyünlerini görür. Ve nitekim isimlerin medlûlü yânî işâret edileni "Allah" olup, O'nun da bir olduğunu ve bu isimlerin hakîkatleri muhtelif ve çok ise de, bir zât olduğunu bilir. Örneğin Dârr yânî Zarar Verici ve Nâfi' yâni Fayda Verici isimleri, ma’nâları îtibârıyla başka başka iki isimden ibârettir. Bununla berâber her ikisinin işâret ettiği bir zâttır ve ne kadar isimler varsa, hepsinin işâret ettiği birdir. Ve Hak isimler sûretleriyle tecellî ettiğinde bir ayn idrâk edilebilir ve çokluk müşâhede edilebilir olur; yânî Hakk’ın vücûdu bâtın ve hálkın vücûdu zâhir olur. Fakat en büyük kıyâmette hálk vücûdu örtülmüş ve bâtın; ve Hakk’ın vücûdu zâtı ile zâhir olup “li menil mülkül yevm, lillâhil vâhidil kahhâr” yânî “O gün mülk kimindir? Vâhid ve Kahhâr olan Allah'ındır” (Mü'min, 40/16) âyet-i kerîmesinin gereği olan durum zuhûra gelir. Ondan sonra yine isimlere âit tecellîler ile çokluk sûretleri olur ve yeniden dirilme başlar. Bundan dolayı yeniden dirilme günündeki bedenler, bu âlemdeki bedenlerin aynı değil; benzeridir.

Nitekim "heyûlâ", her bir sûretin haddinde ahz olunur ve o sûretlerin çokluğu ve ihtilâfıyla berâber hakîkatte bir cevhere dönücü olur. Oysa bir cevher, o sûretlerin heyûlâsıdır (41).

Şeyh (r.a.) İnşâ-i Devâir ismindeki kitaplarında "heyûlâ" hakkında buyururlar ki: "Heyûlâ, zâtına göre idrâk edilebilir bütünsellik olup varlık ve yokluk ile vasıflanmaz; ve o bütün mevcûdlar için maddedir; ve mevcûdların zuhûr etmesiyle, kemâliyle zâhir olur." Yânî heyûlâ hâriçte mevcûd değildir, zihinde idrâk edilebilendir. Bundan dolayı varlık ve yokluk ile vasıflanmaz. Ulvî ve süflî ne kadar mevcûdlar varsa hepsi için maddedir; ve bütün hakîkatleri ihtivâ etmiştir. Onun vücûdu şahısların vücûduna bağlıdır. Çünkü bütün mevcûdların sûretlerini kabûl edip, kendisi o sûretlerde zâhir olur; ve bütün mevcûdların sûretleri, bir ayn olan heyûlâda görülür ve heyûlâ o sûretlerde idrâk edilebilir. Bundan dolayı "akl"ı târîf ederken deriz ki: "Akıl, bir soyut cevherdir ki küllî oluş ve cüz'i oluşu idrâk eder ve cisme bağlı değildir". Ve "nefs"in târifinde de deriz ki: "Konuşan nefs, küllî oluş ve cüz'i oluşu idrâk edici olup, cisme tedbîr ve tasarrufu bağlanan bir soyut cevherdir". Ve "cism"in târîfinde de deriz ki: "Cisim, üç ölçüyü, yânî genişlik ve uzunluk ve derinliği kabûl eden bir cevherdir". İşte bunların hepsinin târifinde "cevher"i kullanırız. Oysa cevher hakîkatte birdir. Ancak sûretler çok ve muhteliftir. Bundan dolayı sûretlerin hepsi, bir hakîkat olan cevhere geri döner; ve cevher sûretlerin hepsi için heyûlâdır ve heyûlâ da cevherdir.

İşte bunun gibi ilâhi zât, bir ayndır. İsimler ve sıfatlar ise, onda idrâk edilebilir çokluktur. Hak isimlerin sûretleriyle tecellî ettiğinde bu bir olan ayn idrâk edilebilir ve örtülmüş ve bâtın olur ve çokluk ise hissedilir ve keşfedilir ve zâhir olur. Örneğin bir çekirdekteki ağacın dalları, yaprakları ve çekirdekleri ve meyveleri ortaya çıktığında, çekirdek idrâk edilebilir ve örtülmüş ve bâtın olur ve ağaç ile dalları hiddedilir ve keşfedilir ve zâhir olur.

Şimdi nefsini bu bilişle bilen kimse, muhakkak Rabb'ini bildi. Çünkü Hak insanı kendi sûreti üzerine hálk etti. Belki insan Hakk'ın hüviyyetinin ve hakîkatinin aynıdır. Ve bunun için resûllerden ve sûfiyyeden ilâhiyyûnun gayrı, âlimlerden bir kimse, nefsin bilgisine ve hakîkatına, vâkıf olmadı. (42).

Yânî nefsinin, isimler sûretleriyle tecellî edip, varlıksal sûretlerin hepsinde sonsuz olarak açığa çıkan Hakk'ın hakîkati olduğunu ve Hakk'ın bu sûretlerde ve bu sûretlerin birisi olan kendisinin nefsinde zâhir olduğunu bilen kimse, Hakk'ı bilmiş olur. Çünkü Hak, insanı kendi sûreti üzerine hálk etmiştir. Nitekim kuvvetli hadîste: “Allah Âdem’i kendi sûreti üzere hálk etti” ve bir rivâyette “Rahmân sûreti üzere hálk etti” buyrulmuştur. "Sûret"ten kasıt, bütün isimler ve ilâhi sıfatlar toplamının sûretidir; ve "âdem"den kasıt, insan-ı kâmildir. Çünkü bütün isimler ve ilâhi sıfatlar ile vasıflanmış ve tahakkuk etmiş olup o ilâhi sûrete görünme yeri olan ancak insan-ı kâmildir.

Belki insan, kendisinin hakîkatinde gizli olan Hakk'ın hüviyyetinin aynıdır; ve aynı şekilde Hakk'ın hakîkatinin aynıdır. Çünkü hazret-i ilâhiyyenin sûretidir. İşte insan, Hakk'ın hüviyyetinin ve hakîkatinin aynı olduğu için zâhiri ilimler ile uğraşan âlimler ve felsefecilerden hiç kimse nefsin hakîkatına ve bilinişine vâkıf olmadı. Bunu ancak ilâhiyyûndan olan rersûller ve sûfilerin büyükleri bildiler.

Ve mütekaddimînden yânî kelâm ilminde önde gelenlerden ve sonrasındakilerden görüş ve fikir sâhiplerinin, nefis ve onun mâhiyyeti hakkındaki sözlerine gelince: Şimdi onlardan nefsin hakîkatine vâkıf olan yoktur. Ve fikrî bakış ebeden ma'rifet vermez (43).

Çünkü fikrî bakış cismânîdir, karanlıklarda boğulup vehim ve şüpheleri kaldırmaktan âcizdir.

Şimdi, fikrî bakış yolundan, nefsin hakîkatine ilmi taleb eden kimse muhakkak vücûdu şiş ve yumrularla dolu olarak semiz olur ve ateşsiz odunu üfler. Şüphesiz onlar dünyâ hayâtında çalışmaları geçersiz ve bâtıl olduğu halde işlerinin iyi olduğunu zanneden kimselerdendir. Şimdi bir işi kendi yolunun dışından taleb eden kimse, o işin hakîkatine zafer bulmaz (44).

Yânî nefsin hakîkatini anlamak için bir kimse, mantık kuralları ile meşgûl olsa ve onu birtakım "küçük önerme" ve "büyük önerme" ve "sonuç" vâsıtalarıyla bilmek istese, o kimse vücûdu şiş ve yumrularla dolu olduğu halde, kendisini şişman görür. Yânî yalancı semîzlik sâhibidir. Ve ateşsiz odunu üfler, yânî boş yere çalışır. Ve böyle yapanlar şüphesiz Hak Teâlâ'nın“Ellezîne dalle sa’yuhum fîl hayâtid dunyâ ve hum yahsebûne ennehum yuhsinûne sun’â” yânî “Onlar, dünya hayatında çalışmaları sapmış olanlardır. Ve onlar, güzel ameller işlediklerini zannediyorlar“ (Kehf, 18/ 104) âyet-i kerimesinde beyân buyurduğu zümreye dâhil olur. Bundan dolayı bir işi kendi yolunun dışında olan bir yoldan taleb eden kimse, o işin hakîkatine zafer bulucu olamaz. Çünkü nefsin hakîkati ancak keşif yoluyla bilinir. Onu fikrî bakış yolundan taleb etmek boştur.

Nefsin Hakîkati:

Bilinsin ki, bütün nefislerin hakîkati, Hakk'ın nefsi olan bir nefistir ve nefislerin, sûretleri de, Hakk'ın nefeslendirdiği nûr tecellîleridir. Bundan dolayı cüz'î nefs, küllî nefsin sûretlerinden bir sûrettir ve küllî nefs ise insan-ı kâmilin nefsidir. Ve bu nefis de Hakk'­ın aynı olup, insan-ı kâmilin hakîkati mertebesinde açığa çıkmıştır. Ve nefislerin hepsi, o bir nefisten çıkmıştır. Bundan dolayı o nefis, te’sir edicinin fiilini ve te’siri kabûl edenin kabûlleniciliğini kabûl eder. Ve fiil eril, kabûllenicilik ise dişildir. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “halakakum min nefsin vâhidetin ve halaka minhâ zevcehâ ve besse minhumâ ricâlen kesîran ve nisâe” (Nisâ, 4/1) Yânî "Allah Teâlâ sizi bir nefsten hálk etti ve ondan eşini hálk etti. Ondan da birçok erkekler ve kadınlar yaydı''. İşte bu bir nefs, Hakk'ın nefsi olup, “ve yuhazzirukumullâhu nefseh” yânî “Ve Allah sizi nefsinden muhafaza eder” (Âl-i İmrân, 3/30) âyet-i kerimesiyle Hak Teâlâ bu nefisten beşer fertlerini muhafaza eder. Çünkü biz nefsi Rabb'e ve Rabb'i de nefse koruma ve siper ediniriz. Yânî nefsin bize dönük olan yüzüne bakarak kötü işlerimizin hepsini nefsimize dayandırıp onu Rabb'imize koruma ve siper yaparız. Ve nefis, Hakk'ın nefsinin aynı olması îtibârıyla da övülmüş şeylerin hepsini O'na dayandırırız. Ve bu sûretle de Rabb'i nefse koruma yaparız. Bu bahsin ayrıntıları İbrâhim Fass'ında geçti.

Bundan dolayı "nefis", biri "Hakkî" ve diğeri "hálkî" olmak, üzere iki yön sâhibidir. Halk edilmiş olmamız i’tibârıyla, nefis bize bağlanır. Ve biz Hakk'ın aynı olan zâti hakîkatlerin sûretleriyiz ve bu sûretler sonsuzdur. Ve nefsin hakîkati de, nefsin zâtında zâhir olan Hakk'ın nefsi olmasıdır. Çünkü bu hálk edilmiş taayyünlerin hepsi Hakk'ın vücûdunun tenezzüllerinden meydana gelmiştir. Bundan dolayı Hak ahadiyyet zâtıyla tecellî ettiğinde, biz O'nun bâtınıyız ve O bizim kuvvetlerimizin ve a'zâlarımızın ve nefislerimizin aynıdır. Ve isimleri ve sıfatlarıyla tecellî ettiğinde, Hak bizim bâtınımız olur.

Ve biz Hakk'ın ahadiyyet zâtında gizlide iken, Hâk nefes-i rahmânîsiyle bizi nefeslendirdi. Biz yokluksallık sıkıntısında iken, bu nefeslendirme ile bize rahmet edip, bizim aynlarımızı kendi "ayn"ıyla îcâd etti. Bundan dolayı biz Hakk'ın nefsinde, yine Hakk'ın nefsiyle açığa çıktık.

İşte bu bilgi ile tahakkuk eden ancak ilâhiyyûndan olan resûller ile evliyânın en büyükleridir. Fikir erbâbı ve bakış açısı sâhipleri bu bilgiyi öğrenemediler. Çünkü nefisleri bu bilgilerin öğrenilmesine perde oldu. Birtakım resmi ta'rifler ile dedikoduya düştüler. Örneğin konuşan nefs cevher midir, araz mıdır; bedenin dâhilinde mi yoksa hâricinde midir; veyâ­hut ne hâriç ne de dâhil midir? deyip birtakım mantıksal önermeler tertîb ettiler ve delîller getirdiler. Bilmediler ki delil dedikleri şey de delîl olunanın aynıdır. Onun için çalışmaları boşa gitti.

Soru: Bu bahiste verilen bilgilerde ve hakîkatlerde dahî fikir îmâl edilmiş olmuyor mu? Ve bu kâğıt üzerinde yazılmış olan kelimeler, fikir ve bakış erbâbının görüşlerine arz edilmiş bulunmuyor mu?

Cevap: Bahsedilen bilgiler ve hakîkatler, fikir ve bakış açısı mahsûlü değildir. Belki cenâb-ı Şeyh (r.a.)’ın keşf ile vâkıf olduğu ilâhi bilgilerdir ki, bu latîf ma’nâlar harfler ve zarflar elbîsesiyle his ve şehâdet âlemine çıkarılmış ve fikir erbâbını îkaz için anlatılmıştır. Yoksâ bu hakîkatler, bakış açısının sıkıntısı ve fikir îmâli ile, bu kadar perdeler içinde keşif olmadan idrâk olunamaz.

Ve Hak Teâlâ, âlem ve nefesler ile âlemin bir ayn’da, yeni hálk edilişte değişimi hakkında ne güzel buyurdu! Şimdi bir sınıf ve belki âlem ehlinin ekserîsi hakkında “bel hum fî lebsin min hálkın cedîd” (Kâf, 50/15) yânî "Onlar yeni hálk edilişten şüphe içindedir" dedi. Böy­le olunca onlar emrin nefesler ile yenilenmesini bilmezler (45).

Yânî âyet-i kerimede Hak Teâlâ hazretlerinin buyurduğu yön ile âlemin hálk edilmişleri, her bir nefeste ilâhi tyecellî ile yenilenir. Çünkü âlemin bağımsız bir vücûdu olmadığından kendi nefsiyle yoktur ve Hakk'­ın vücûdu ile mevcûddur. Ve Hak dâimâ ve ebeden tecellî edegelir. Bundan dolayı birinci tecellî asla geri dönünce âlem, yok olur ve ikinci tecellînin onu tâkiben zuhûrunda da mevcûd olur; ancak ikinci tecellî o kadar sür'atle zuhûr eder ki, onun nûru ilk tecellînin nûruna bitişik olması dolayısıyla ikisinin arasını fark etmek ve ayırmak mümkün ola­maz. Birinin hayâli gitmeden onun benzeri olan diğer tecellî gelir. Bundan dolayı âlemin ilk önce yok ve daha sonra mevcûd olması gö­rülemez.

İşte bunun için âlemin dış görünüşüne bakan fikir ve bakış erbâbı, bu benzer yenilenmenin farkına varamazlar. Bununla berâber bilim adamları bir dereceye kadar bu hakîkati idrâk edebilmişlerdir. Fakat onların bu idrâkleri, keşif ehlinin ve ilhâmın mertebelerine ulaşamaz. Örneğin bu yenilenmenin uzuvları olan cisimlerde gerçekleşmesini bilimsel olarak müşâhede ederler; ancak bir kaya parçası için bölünmeyen her ânda mevcûd ve yok olma esâsını kabûl etmezler. Oysa âlemin bütün herşeyi her bir nefeste ilâhi tecellî ile yeni hálk ediliştedir. Mesnevî:

Tercüme: "Sûret, sûretsizlikten çıktı; yine geri döndü. Nitekim biz de ona döneriz. Şimdi senin için her an ölüm ve geri dönüş vardır. Mustafâ (s.a.v.) "Dünyâ bir sâat, bir andır" buyurdu. Bütün âlem her an fenâdadır ve tekrâr vücûd bulup bakâda olur. Âlem dâimâ yürüyüp oturmaktadır ve soyunup giyinmekten hâlî değildir.''

Sonuç olarak bütün eşyânın hakîkatleri sâbit ve taayyün etmiş vücûdları her an ve her lâhza değişimdedir. Ve onların taayyün etmiş vücûdları da Hakk'ın vücûdunun gayrı değildir. Bundan dolayı Hakk’In vücûdu zâtı yönünden değişimden berî ise de, isimleri ve sıfatları yönünden değişimdedir. Ve mâdemki bu gördüğümüz eşyâ Hakk'ın vücûdunun gayrı değildir, değişimde olsa da yok olması lâzım gelmez. Çünkü vücûda dâhil olan şey yok olmaz. Ve eşyâ sûretleri, Hakk’ın hakîkati olan bir ayn üzerine gelmiş olan birtakım arazlardân ibârettir. Arazlar ise her anda değişimdedir. Fakat bakış ehli ve âlem ehlinin çoğu, âlemin hakîkatinden ve âlemin sûretlerinin hepsinin, nefesler ile yeni hálk edilişte olduğundan şüphededirler. Mesnevî:

Tercüme: "O gayb âlemi, ancak Hakk'ın hâslarına gözükür. Geriye kalan âlem hálkı, bu yeni hálk edilişten şüphededirler".

Lâkin Eşâire bâzı mevcûdlarda ona vâkıf oldu; o da arazlardır. Ve Hisbâniyye, âlemin bütünü hakkında ona vâkıf oldu. Oysa bakış ehlinin hepsi onları câhillikle suçladı. Velâkin iki grup dahi hatâ etti. Hisbâniyye'nin hatâsına gelince, âlemin bütününün değişimine dâir olan sözlerin varlığı ile berâber, bu sûretleri kabûl eden idrâk edilebilir cevherin ayn’ının ahadiyyetine vâkıf oluşlarının olmaması sebebiyledir. O idrâk edilebilir cevher de ancak o sûretler ile mevcûd olur. Nitekim o sûretler de ancak o idrâk edilebilir cevher ile akılla bilinebîlir. Eğer bununla söyleyici olsaydılar, bu husûsta tahkîk derecesine erişirlerdi. Ve Eşâire'nin hatâsına gelince, onlar tahkîki olarak âlemin bütününün arazlarların toplamı olup onun her zaman değişimde olduğunu bilmediler; çünkü araz, iki zaman­da dâimi olmaz (46).

Yânî Eşâire ile Hisbâniye, yânî Sofistâiyye grupları düşüncelerinde hem isâbet ve hem de hatâ ettiler. Eşâire'nin isâbeti, mevcûdların bâzısının arazlar olup yeni hálk edilişte olduklarını ve değişim içerisinde bulunduklarını düşünmeleridir. Hatâlarına gelince, âlemin bütününün arazlar olan sûretlerin toplamı olup tek bir ayn olan ahadiyye zâtında açığa çıktığına ve tek bir ayn olan Hakk'ın vücûdunun da bunların bütün hepsinde açığa çıkmış bulunduğuna vâkıf olmamalarıdır

Hisbâniyye, yânî Sofistâiyye'nin isâbeti de, âlemin bütününün değişimde olduğunu düşünceleridir. Hatâlarına gelince, âlem sûretlerinin hepsini kabûl eden idrâk edilebilir cevherin "ayn"ının ahad oluşuna vâkıf olmayıp, inkâr etmeleridir. Oysa akıl ile idrâk olunan bir cevher, dışarıda hissedilebilir olan sûretler bulunmadıkça zâhir olmaz ve aynı şekilde bu hissedilebilir sûretlerin hakîkatleri de ancak o cevher ile akledilebilir olunur. Örneğin akıl, cisim gibi hissedilebilir cevher olmayıp idrâk edilebilir bir cevherdir. Bu ancak dışarıda hissedilebilir olan sûretler ile açığa çıkar. Farz edelim gâyet muntazam geometrik şekiller ile düzenlenmiş bir bahçe görsek, düşüncemizde, bahçivanın aklı bu sûretlerle zâhir olur. Ve bu sûretlerin hepsi bir ayn olup ahad bir zât olarak bulunan akılda zuhûr ederler. Eğer Sofistâiyye grubu bununla söyleyici olsa idiler, tahkîk derecesine nâil olurlardı.

Şimdi "Sofistâî" Dehriyye'den eşyânın hakîkatlerini inkâr edici olup üç kısma ayrılmıştır:

Birincisi: "İnâdiyye"dir. Bunlar eşâynın hakîkatlerinin sâbitliğini inkâr edici olup derler ki: Eşyânın hakîkatleri, aslâ mevcûd değildir ve eğer mevcûd ise, ancak vehim ve hayâlde mevcûddur.

İkincisi: "İndiyye"dir.Bunlar da derler ki: Eşyânın hakîkatleri mevcûddur; ancak aklın îtibârı iledir. Eğer akıl, bir şeyi cevher sayarsa cevherdir ve araz sayarsa arazdır ve eğer kadîm sayarsa kadîmdir.Eğer sonradan olmuş sayarsa sonradan olmuştur.

Üçüncüsü:" Lâ-edriyye"dir. Bunlar da eşyânın hakîkatlerinin sâbitliğinin oluşunu ve olmayışını inkâr edicidirler. Derler ki: Eşyânın sâbitliğinin oluşunda ve olmayışında biz şüphe duyarız ve bu şüphede de şüphe duyarız.

Bundan dolayı bu grubun üç kısmına göre de âlem değişimdedir. Fakat bunlar idrâk edilebilir bir cevher bulunduğuna ve onun da "ayn"ının ahadî olduğuna vâkıf olmamışlardır.

Bu da tanımlandığında eşyâ için ortaya çıkar. Çünkü onlar bir şeyi tanımlasalar, bu arazlar ortaya çıkar. Ve hakîkatte şeyin tanımında bahsedilen bu arazlar, nefsiyle kâim olan bu cevherin "ayn"ı ve onun hakîkatidir. Ve kendi hakîkati yönünden o arazdır. Kendi nefsiyle kâim değildir. (47).

Yânî eşyâ için olan resmi târiflerde, âlemin bütün herşeyinin arazlar olduğu ortaya çıkar. Çünkü Eşâire ve fikir ve bakış erbâbı bir şeyi tanımladıkları, yânî resmî târif ile târîf ettikleri zaman, o şeyin araz olduğu meydana çıkar. Ve bir şeyi târîf ederken ve tanımlarken anlatılan bu arazlar, nefsiyle kâim olan bu cevherin "ayn"ı ve hakîkatidir. Çünkü zâti tanım, tanımlanmış olanın aynıdır.

Meselâ "cevher"i târîf etmek istediğimiz zaman: "Kendi nefsiyle kâim olan şeydir" deriz. Oysa "kâim oluş" arazdır. Çünkü cevher olmasa kâim oluşu ayrıca göstermek mümkün değildir. Ve kâim oluş araz olmakla berâber, bu cevherin “ayn”ı ve hakîkatidir. Çünkü bu cevherin tanımıdır. Ve cevher bu tanım ile diğer şeylerden ayrılır. Ve kâim oluş cevherin zâtî tanımıdır. Zâtî tanım ise tanımlanmış olanın aynıdır. Ve aynı şekilde "insan"ı tanımladığımız ve târif ettiğimiz zaman da: "O konuşma sâhibi olan hayvandır" deriz. Ve konuşma ise arazdır.Ve "sâhib"in ma’nâsı nisbettir. "Nisbet" ise arazdır.Ve aynı şekilde "hayvan"ı târif ettiğimizde: "Hisleri olan ve gelişmesi olan cisimdir ve irâdesiyle hareket eder" deriz. Ve birtakım arazlar ile târif ederiz. Çünkü cisim arazdır; çünkü yer kaplamaktadır ve yer kaplayan için "yer tutuş'' lâzımdır; yer tutuş ise arazdır.Ve aynı şekilde "gelişme" de arazdır. Çünkü asıl üzerine ilâvedir. Ve aynı şekilde "his" dahî arazdır; çünkü his idrâktir; ve "idrâk" ise arazdır. Ve aynı şekilde "hareket" dahî arazdır; çünkü sâkinlik üzerine ilâvedir. Ve aynı şekilde "irâde" dahî arazdır; çünkü o da asıl üzerine ilâvedir. Sonuç olarak nefsiyle kâim olan "cevher”i, birtakım arazlar ile târif ederiz. Ve târif ise, bir şeyin tanımını belirlemektir. Ve o "arazlar" ise, kendi nefsiyle kâim olmayıp, tanımlanan cevherle kâimdir. Fakat mâdemki birtakım arazlar toplanıp cevherin tanımı onunla mümkün oluyor, bu halde o arazlar, cevherin aynı ve hakîkati olur ve cevher de arazların aynı olur. Rubâî-i Hâkânî:

Tercüme: "Vücûd-ı mutlak cevher gibidir. Âlem de arazdır. Ve arazın zâtında cevherin zuhûru farzdır. Gerçi cevher araz ile zâhir olur. Fakat cevher, hakîkatte kast edilen arazdır".

Şimdi nefsiyle kâim olmayan şeyin birlikteliğinden nefsiyle kâim olan bir şey geldi, nefsiyle kâim olan cevherin zâtî tanımında yer tutması gibi. Ve cevherin arazları kabûlü o cevher için zâtî tanımdır (48).

Yânî kendi nefsiyle kâim olmayan arazlar toplanıp kendi nefsiyle kâim olan cevheri tanımlıyordu ve bu şekilde de o arazlar cevherin "ayn"ı ve hakîkati oluyordu. Şimdi kendi nefsiyle kâim olmayan arazlar, nefsiyle kâim olan cevherin aynı olunca, nefsiyle kâim olmayan şeyin birlikteliğinden nefsiyle kâim olan bir şey çıkmış olur. Bunun örneği de nefsiyle kâim olan cevherin zâtî târifinde "yer tutması"dır. Örneğin Eşâire cismi târif ederken: "Cisim, genişlik, uzunluk ve derinliği kabûl eden yer tutan bir cevherdir" derler. Oysa genişlik, uzunluk ve derinliği ve kabûl ve yer tutuş hep arazdır. Çünkü bunların hepsi akıl ile bilinebîlir ma’nâlardır ve cisim olmayınca görünmezler ve hattâ "cisim" dahi arazdır. Çünkü yer tutuş olmayınca görünmez ve "yer tutuş" da arazdır; çünkü cisim olmayınca zâhir olmaz. Ve bu arazlar toplanmayınca da cevherin vücûdu tahakkuk etmez. Ve cevher olan cismin arazları kabûl etmesi de, cevher için zâtî tanımdır. Yânî cevheri târif ettiğimiz ve tanımını belirlediğimiz zaman, o cevherin arazı kabûl etmesi, o arazın, o cevherin zâti tanımının parçası olmasındandır; çünkü bir şeyin tanımı kendisinin parçasıdır.

Ve şüphe yoktur ki, muhakkak kabûl, arazdır; çünkü ancak kabûl edicide mevcûd olur. Çünkü kendi nefsiyle kâim değildir. Oysa kabûl, cevher için zâtîdir. Ve yer tutuş dahî arazdır; o da ancak yer tutanda olur, kendi nefsiyle kâim olmaz. Oysa yer tutuş ve kabûl, tanımlanan cevherin aynı üzere ilâve bir husûs değildir. Çünkü zâti tanım, tanımlananın aynı ve hüviyyetidir (49).

Örneğin yukarıda beyân olunduğu üzere cisim târif edilirken: "Cisim, genişlik, uzunluk ve derinliği kabûl eden yer tutan bir cevherdir'' denilir. Şüphesiz bu târifte geçen "kabûl", arazdır. Çünkü, kabûl esâsen, kendi nefsiyle kaim olan bir şey değildir; kabûl edici olmayınca görünmez ve kabûl, cevherin zâtî tanımıdır; çünkü "Târif, bir şeyin tanımını belirlemektir." Şu halde kabûl, cevherin zâtî parçası olur. Ve yer tutuş, yânî bir mahal işgâl etmek dahî arazdır. Çünkü bir mahalli işgâl eden bir şey olmadıkça, işgâl esasları görünmez. Çünkü kendi nefsiyle kâim olan bir şey değildir. Ve bu "yer tutuş" ile "kabûl", tanımlanan cevherin aynı üzerine ilâve olarak olmuş şeyler değildir. Belki hâriçte cevherin aynı olan iki bağıntıdır. Ve bu îtibârâ göre ikisi de cevherin zâtına mahsûstur. Ve bir şeyin zâtı olan şey, o şeyin aynıdır. Bundan dolayı zâti tanım tanımlananın aynı ve hüviyyeti olmuş olur.

Böyle olunca iki zamanda dâîmi olmayan şey, iki zamanda veyâ zamanlarda dâîmi oldu. Ve nefsiyle kâim olmayan şey, nefsiyle kâim olan şeye döndü. Oysa üzerinde bulundukları şeye onların şuûru yoktur. "Ve onlar, yeni hálk edilişten şüphe içindedirler." (Kâf, 50/15) (50).

Yânî yukarıda îzâh edildiği üzere araz, cevherin aynı olduğundan, iki zamanda dâîmi olmayan ve kendi nefsiyle kâim bulunmayan o araz, hem iki zamanda veyâ daha fazla zamanda dâîmi oldu ve hem de nefsiyle kâim bulundu. Oysa Eşâire "Araz, iki zamanda dâîmi kalmaz; cevher ise zamanlarda dâîmi kalır" derler. Sonra da cevheri, arazlar ile târif edip, onun tanımını bu arâzlar ile belirlerler. Ve bu şekilde çelişkiye düştüklerinin farkına varmazlar. Bundan dolayı onlar, "âlem" dediğimiz şeyin birtakım arazların bütünlüğü olup an be an değiştiğini ve âlemden hiçbir şeyin kendi nefsiyle kaim bir cevher olmadığını bilmediler. Ve kendi aynında kâim olan mevcûdun, kendi zâtıyla kâim bulunan Hakk’ın mutlak vücûdu olduğunu ve diğer şeylerin kendi vücûdlarıyla yokluk üzere olup, her anda o mutlak vücûd ile yeni hálk edilişte olduğunu anlamadılar. Rubâî-i Efdalüddîn Hâkânî:

Tercüme: “Âlem, mutlak vücûdun arazları olarak açığa çıktı. O mutlak vücûd olmaksızın âlem yokluğun aynıdır. Her bir anda sana bir vücûd gelir. Bundan dolayı O'nun her nefesine, yânî mutlak vücûdun mukaddes feyz ile tecellîsine, ihtiyâcın vardır; bunu iyi anla!”

Ve keşif ehline gelince, onlar, Allah Teâlâ'nın her nefeste tecellî ettiğini görürler. Oysa tecellî tekrâr etmez. Ve aynı şekilde onlar, her tecellînin yeni hálk edişi verdiğini veyâ hálk edileni giderdiğini müşâhede ile görürler. Şimdi tecellînin hálk edileni gidermesi, tecellînin giderilişi indinde hálkın fâni olmasıdır. Ve yeni hálk edişin devamlılığı da diğer tecellînin onu vermesidir. İyi anla (51).

Ma'lûm olsun ki, ilâhi isimler Mübdî ve Muîd ve Muhyî ve Mümît gibi bir diğerlerine karşılıklıdır. “Kulle yevmin hüve fî şe’n” yânî “O her an yeni bir iştedir” (Rahmân, 55/29) âyet-i kerîmesi gereğince Hak, mukaddes zâtı ve ilâhi isimlerinin hepsiyle her bir anda ve her bir işte tecellî edici ve sârîdir ve bu isimlerden hiçbirisinin kullanım dışı mümkün değildir. Bundan dolayı her bir anda rahmâni rahmeti gereğince eşyâya vücûd verir ve yine o anda Kahhâr oluşunun hükmüyle o eşyâyı vücûd elbisesinden ârî kılar. Ve âlem, böylece her nefeste yokluğa gidip yine onun benzeri o anda vücûda gelir. Ve gelen, gidenin aynı değildir, benzeridir. Çünkü tecellîde tekrâr yoktur. Eğer tekrar olsa, yânî gelen, gidenin aynı olsa, elde olanın elde edilmesi, lâzım gelir idi ve bu da abesdir. Oysa, Hak Teâlâ hazretleri “E fe hasibtum ennemâ halaknâkum abesen” yânî “Öyleyse sizi abes olarak mı hálk ettiğimizi zannettiniz” (Mü'mi­nûn, 23/115) âyet-i kerimesinde vücûdda, abes hálk ediş olmadığını beyân buyurur. Bundan dolayı gelen yenidir, yeni hálktır. İşte benzerin böylece yenilenişi ve eserlerin mertebelerinin hallerinin uygunluğu dolayısıyla, perde sâhipleri, âlemin vücûdunu bir karar üzere durur zannederler. Fakat keşif ehli Hakk'ın her nefeste tecellîsini ve her tecellînin yeni hálk edilişi verdiğini veyâ hálk edileni giderdiğini müşâhede yoluyla bilir. Hâkanî Rubâi:

Tercüme: "Kulun, yüce Hudâ hazretlerine tecellînin tekrârını nisbet etmesi şer ve vebâldir. Çünkü tecellî tekrârı, abes olur. Oysa fiillerin Hâlık’ı hazretlerinden abes fiil çıkması mümkün değildir."

Şimdi tecellînin hálk edilmişin gidermesi, tecellî gidince, o tecellî ile durmakta olan hálk edilmişin de fânî olmasıdır ve yeni hálk edilişin devamlılığı ise, onun yerine gelen diğer tecellînin o giden hálk edilmişin benzerini vermesidir. Ve bu îcâd ve ortadan kaldırma da isimlerin karşılıklı bulunmasındandır ve giden hálk edilmişin büsbütün başkası gelmeyip de, benzerinin gelmesi, tecellînin âlem sûretlerinin isti'dâdlarına göre, onlara vücûd vermesinden dolayıdır.

Örneğin, her sene kayısı ağacının meyvesi yine kayısı olur. Fakat bu seneki kayısılar, geçen senekilerin aynı değil, benzeridir; çünkü tecellî mahallin isti'dâdına göre olmuştur. Ve aynı şekilde akşam terzi olarak yatan kim­se sabahleyin kunduracı olarak kalkmaz; çünkü tecellî, terzinin isti'dâdına göre olur. Ve terzinin san'atı hakkında sabahki fikri, akşamki fikrinin benzeridir, aynı değildir ve yeni hálk ediliştir. Ve bu şekilde kıyasla!

Bu bahis çok ince olduğundan Hz.Şeyh (r,a.) irfân tâlibi olanların dikkatlerini çekmek için "İyi anla!" hitâbıyla son verdi. Bundan dolayı vücûd işinin ne şey üzerine olduğunu anlamak için bu bahis üzerinde iyice inceleme yaparak düşünmek lâzımdır....


Yüklə 7,33 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   47   48   49   50   51   52   53   54   ...   90




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin