Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi Ahmet Avni Konuk ÖNSÖZÜ


Bitişi: 21 Mayıs 1916, Pazar gecesi, saat 03:50



Yüklə 7,33 Mb.
səhifə52/90
tarix02.08.2018
ölçüsü7,33 Mb.
#65852
1   ...   48   49   50   51   52   53   54   55   ...   90

Bitişi: 21 Mayıs 1916, Pazar gecesi, saat 03:50

Mesnevî-i Şerîf dördüncü ciltte olan kırmızı başlıklar:

"Mûsâ (a.s.’)ın: Halkı niçin hálk ettin ve helâk ettin ve yaktın? diye Hz. Hak'tan ssoru sorması ve Hz. İzzet'ten cevâb gelmesi."

Yânî hálkı îcâd ve daha sonra ortadan kaldırmaktaki ilâhi hikmetin nedir? demek olur. Mesnevî:

Tercüme: "Mûsâ (a.s.) dedi: Ey hesap gününün sâhibi! Nakşettin, daha sonra niçin harâb ettin? Erkeği ve dişiyi can-fezâ bir sûrette nakşettin, ondan sonra bunu niçin vîran edersin?" Mesnevî:

“Hak Teâlâ buyurdu: Yâ Mûsa! bilirim ki, senin bu sorun inkâr ve gafletten ve nefsin hevâsından değildir. Yoksa edeblendirir ve seni azarlardım; bu sorudan dolayı seni incitirdim; lâkin bizim fiillerimizde devamlılığın hikmet ve sırrını açık olarak taleb edersin, tâ ki o devamlılık hikmeti ve sırrından herkesi vâkıf kılasın ve bu sebeble her ham olanı pişiresin. Sen her ne kadar bu sırdan haberdar isen de, avam üzerine açılması için kasıtlı olarak, sorucu oldun. Çünkü bu soru ilmin yarısı geldi. Her bir câhilin, bu gücü yoktur.”

Şerh: Yânî, yâ Mûsâ bilirim ki, bu sorduğun soru ilâhi fiillerime îtirâz için olmamıştır. Eğer îtirâz yolu üzere olaydı ve ilâhi fiillerimi beğenmemek sebebiyle bu soruyu sorsa idin seni edeblendirir ve bu îtirâzından dolayı gazab edip seni incitirdim. Ancak hálkı îcâd ve ortadan kaldırma husûsundaki fiillerimizin hikmet ve sırrına vâkıf olduğun halde, bu hikmet ve sırların insanların avâmı üzerine açılması husûsunda kasden sorucu oldun ve her hamı pişirmek için, devamlılık sırrından herkesi haberdar kılmak istedin; çünkü soru ilmin yarısıdır. Her câhilin bu soruyu sormaya mecâl ve tâkati yoktur. Mesnevî:

Tercüme: "Soru da ilimden kopar, cevâb da. Nitekim diken ve gül, toprak ve sudan, yânî çamurdandır. Sapmak da ilimden kopar hidâyet de. Nitekim acı ve tatlı yağmurdandır".

Şerh: Bu söz Hz. Mevlânâ (r.a.) Efendimizindir. Üstteki beyitler ise Hak Teâlâ tarafından idi. (Es-suâlü nısfu'l-ilmi) "Soru ilmin yarısıdır" denilmiştir. Bundan dolayı bir bahse dâir soru sormak için o bahiste ilim sâhibi olmak lâzımdır. Meselâ matematik ilmine sâhip olmayan kimse, matematik ilminden bir soru getirmeye kâdir değildir. Şu halde soru ilimden kaynaklanmaktadır. Ve cevâbın ilimden kaynaklandığı ise açıktır. Çünkü bilmeyen kimse cevâb veremez. Ve soru ile cevâb ayrı ayrı şeyler olduğu halde kaynaklarının bir olması, gül ile diken başka başka şeyler iken menşe'lerinin çamur olmasına benzer. Ve aynı şekilde dalâlet ile hidâyet dahî ilimden zuhûra gelir. Çünkü bâzı âlimler, bildikleri akli ve nakli delîlleri nefsânî hevâlarına tâbî tutup doğru yoldan saparlar.

Örneğin her sene malının zekâtını vermek farzdır. Bunu vermemek için senenin dolmasına bir ay kala, farz edelim, malını eşine hibe eder ve o mal hibe ile mülkünden çıkmış bulunur ve ertesi sene de aynı malı sene tamâm olmazdan önce eşi yine kendisine hibe eder, bu şekilde her ikisine de zekât farz olmamış olur. Fakat sonuçta ilâhi emir yerine getirilmemiş olur. İşte bu bir sapmadır ki, ilimden doğar. Ve bu hâle vâkıf olan diğer bir âlim, hadîs-i şerîfine bakıp hibedeki niyetin bozukluğunu görüp ondan çekinerek doğru yol üzere gider. İşte bu da ilimden doğan hidâyettir. Ve sapmanın ve hidâyette olmanın ilimden oluşu, acı ve tatlının yağmurdan zuhûruna benzemektedir. Mesnevî:

“Bu düşmanlık ve muhabbet, âşinâlıktan kopar. Ve hastalık, sağlık lezzetli gıdâdandır”.

Şerh: Yânî insan tanımadığı kimseye ne muhabbet ve ne de düşmanlık eder. Bu iki duygu, tanımaktan zuhûra gelir. Ve aynı şekilde hastalık ve sıhhat lezzetli gıdâdan hâsıl olur. Sonuç olarak bir şeyden böyle zıddının hâsıl olması çoktur. Mesnevî:

Tercüme: "O Kelîmullah, vâkıf olmayanları bu sırdan bilgili kılmak için, fayda taleb eden a’cemî oldu. Ondan dolayı biz de kendimizi a'cemî kılalım. Onun cevâbını bilmiyormuş gibi önümüze getirelim."

Şerh: Yânî kendisi bildiği halde, başkalarının istifâde etmesi için, vâkıf değilmiş gibi görünerek cevap verme gücü olan bir bilenden soru sormak, hakîmâne bir üslûp olduğundan Hz. Mûsâ (a.s.) da Alîm-i Zü'l-Celâlden soru sordu. Bu uslûb ulü'l-azm bir Nebîyy-i zî-şânın tercih ettiği bir yol olduğu için, biz de öyle yapalım ve bu sâyede vâkıf olmayan kulları bu hakîmâne üslûb ile birtakım ilimlere vâkıf kılalım. Mesnevî:

Tercüme: "Eşek satanlar birbirinin hasmı oldular, tâ ki o akdin kilidinin anahtarı geldiler."

Şerh: Yânî, at pazarında eşek satan satıcılar bir yere toplanıp gûyâ ortada bulunan bir eşek üzerine harâretle pazarlık ediyorlarmış gibi münâkaşa ve mücâdelede bulunurlar. Ve onların bu hallerini gören yabancı kimseler, hakîkaten aralarında mücâdele vardır zanneder. Halbuki onlar bu şekilde meydandaki eşeğe müşterilerin alma isteğini çekmeye çalışırlar. Ve satış akdinin kilidinin anahtarı olmuşlardır. İşte, bunlar gibi bir yerde bulunan âlimler de bir mes'elede bir dîğeriyle tartışmaya tutuşurlar, tâ ki orada bulunan vâkıf olmayanlar ondan istifâde etsinler. Mesnevî:

Tercüme ve îzâh: "Böyle olunca yüce Hudâ Hz. Mûsâ'ya (a.s.) dedi: Ey özlerin sâhibi, yânî ey kalb ve akıl sâhibi, mâdemki soru sordun, gel cevâbını dinle!

“Ey Mûsâ! Yere bir tohum ek! Tâ ki sen kendin dahî buna hakkını veresin. Yânî benim bu mahlûkları hálk edip daha sonra helâk ettiğimin sırrı, kendi fiilin vâsıtasıyla sana zâhir olsun.”

Ne zamanki Mûsa (a.s.) ekti ve ekini tamam oldu ve onun başakları letâfet ve nizam buldu, orak alıp ekini biçmeye başladı. Bu halde iken onun kulağına gayb âleminden ses geldi. Şöyle ki:

"Niçin zirâat edip yetiştirir ve olgunlaşınca onu biçersin? Yânî tohumu ekip, terbiye ettin, o tohum kemâle geldi; sonra niçin onu kesip biçip helâk edersin? Mûsâ (a.s.) dedi:

“Yâ Rab! Ondan dolayı vîran edip biçerim ki, bunda tane ve saman vardır. Tane, saman anbarında lâyık değildir. Saman da, buğday anbarında olmaz, yakışmaz. Bu ikisini karıştırmak hikmet değildir. Hikmet elemek zamanında, samanı buğdaydan ayırmayı gerekli kılar. Yânî hikmetin gereği bunların karışması değil, belki eleyip ayrılmasıdır. Hak Teâlâ hazretleri buyurdu:

"Bu ilmi sen kimden buldun ki, ilim sebebiyle bir harman tertîb ettin? Yânî bu ekip biçmek ve sonra harman yapıp buğdayı samandan ayırma ilmini kimden öğrendin? Cenâb-ı Mûsâ dedi:

“Ey Hudâ-yı Zü'l-Celâl! Bana ayırmayı sen verdin.” Hak Teâlâ buyurdu:

"O halde niçin benim ayırıcılığım olmasın?” Yânî mâdemki ayırmayı veren benim, iyi ve kötüyü ayıracak ayırıcılığın bende bulunmaması düşünülebilir mi? Mesnevî:

Tercüme: "Yâ Mûsâ! Mahlûklarda pâk ruhlar vardır, bulanık ve çamurlu ruhlar vardır".

Şerh: Ruhlar aslında pâk ve lâtiftir. Fakat bu âlemde su ve balçıktan terkîb olunan kesîf cesetlere bağlanması dolayısıyla bulanık olur. Fakat bir sınıf vardır ki, onlar şer'i hükümlere tâbî olduklarından ve sâlih amellere sıkı sıkı bağlandıklarından rûhlarının sâfiyyeti bu bağlantı dolayısıyla bulanık olmaz. Ve onlar gaflet ve kesâfete düşmezler. Diğer bir sınıf ise nefsânî heveslerine tâbi' olup hayvâni gerekler ile hareket ettiklerinde ve tertemiz şerîatı uygulamayı terk ettiklerinden, onların ruhları da nefislerinin hükmüne tâbi' olup kesâfet peydâ ederler. Fakat her iki sınıf cismen ve sûreten birbirlerine benzer bulunurlarsa da, rûhen ve ma'nen bir dîğerlerinden ayrıdırlar. Bundan dolayı buğday ile samanın ayrılışı gibi, bu ruhların da ayrılması lâzım gelir. Mesnevî:

Tercüme: "Bu sedefler bir mertebede değildir. Birinde inci vardır, diğerinde bir tür âdî taş vardır".

Şerh: Yânî bu cesedler, denizden çıkarılan kapalı sedeflere benzer. Her birisinde inci bulunması umulur; fakat açıldıkları zaman görülür ki, bâzılarında hakîkaten inci varmış ve bâzılarında sûretleri îtibârıyla inci vardır zannedilmiş ise de, boş çıkmıştır. Cesedlerin de birinde, inci gibi olan îman ve irfan vardır. Diğerinde ise bir tür âdî taş vardır. *Mesnevî:

Tercüme: "Buğdayların samandan ayrılması gibi, bu iyi olan ve bozuk olanın ayrılması lâzımdır".

Şerh: Yânî ekin yetiştikten sonra, biçip kıymeti daha düşük olan samanı dah kıymetli olan buğdaydan nasıl ayırırlarsa, Hak Teâlâ Hazretleri de kıyâmet gününde “Vemtâzûl yevme eyyuhel mucrimûn” yânî “Ve ey mücrimler (suçlular)! Bugün ayrılın” (Yâsîn, 36/59) hitâbıyla mücrimlerin muhsin olanlardan ayrılmalarını emir buyurur. Çünkü buğday ile samanın anbarları başka başka olduğu gibi, muhsin ile mücrimlerin anbarları da ayrıdır. Birinin mekânı cennet, diğerininki cehennemdir ve her iki sınıfın varlığı da ilâhi hikmet ve sırların açığa çıkması içindir. Çünkü gerek cennet ehli ve gerek cehennem ehli, ilâhi isimlerin gereklerinin açığa çıkması için birer görünme yeridir. Onların vücûdu olmasaydı, isimlerin eserleri açığa çıkmazdı. Mesnevî:

Tercüme: "Bu cihân hálkı açığa çıkarma içindir. Tâ ki hikmetlerin hazînesi gizli kalmasın. İşit ki Hak Teâlâ Hazretleri "Ben bir gizli hazîneydim" buyurdu. Cevherini ziyân etme, açığa çıkart!"

Şerh: Bilinsin ki: Hak Teâlâ hazretleri "Ben bir gizli hazîneydim. Bilinmekliğime muhabbet ettim, bu âlemleri hálk ettim” hadîs-i kudsîsinde beyân buyurduğu üzere, kâi­nâtı ilâhi bilinmekliği için hálk buyurmuştur. Ve bilinmek ise ancak zûhur ile olur. Çünkü zâhir olmayan bir şey bilinmez.

Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.) bu hadîs-i kudsî hakkında "Sened yönünden zayıftır, fakat keşif yönünden kuvvetlidir" buyururlar. Ve âyet-i kerîmede “Ve mâ halaktul cinne vel inse illâ li ya'budûn” yânî “Ve, insanları ve cinleri Bana kul olsunlar diye hálk ettim” (Zâriyât, 51/56) buyrulmuş ve tefsircilerin sultânı İbn Abbas (r.a.) ”li ya'budûn”u yânî “kul olsunlar”ı "li-ya'rifûn" yânî “tanısınlar” sözü ile tefsîr buyurmuştur. Çünkü ibâdet bilmeksizin olmaz ve bilinmeyen bir şeye ibâdet olunmak düşünülemez. Bundan dolayı en önemli maksad bilmektir; ve bütün eşyânın aslî fıtratlarında bilme vardır. Fakat insanların ve cinlerin bir çokları, aşağıların en aşağısı olan tabîata gönderildiklerinde tabîi perdeler ile aslî fıtratlarından uzak kalmışlar ve sonsuz gaflete dalmışlardır. Bu sebeple onlar hakkında “Ve lekad zere’nâ li cehenneme kesîren minel cinni vel insi” (A'râf, 7/179) yânî "Biz insanlardan ve cinlerden cehennem için çok sınıf hálk ettik" buyrulmuştur. Şimdi bu sınıfın gaflet perdelerinin bu âlemde yırtılması mümkün olmadığından, gaflet hâli ile kabz olunurlar ve âhirette cehennem yurduna dâhil edilirler. Orada uzun süreler kaldıktan sonra kendilerine bilme kabiliyeti gelir ve isti'dâdları mikdârınca perdeleri kalkıp, Hak bilgisi hâsıl olur. Ancak mü'minler, bu tabîat âleminde ara sıra gaflete düşer iseler de, aslî fıtratlarını kaybetmediklerinden derecelerine göre isti'dâdları kadarıyla Hakk'ı âriftirler. Bundan dolayı âhiret yurdunda bunların mekânı kâmil olarak bilme mahalli olan cennet olur. Buna binâen Hz. Mevlânâ (r.a.) Efendimiz, aslî fıtratın olan Hakk'ı bilmeyi, tâbîat bulanıklığına aldanıp ziyân etme, ortaya çıkart ve nefsin hakîkatini bilip kendinin kim olduğunu anla! buyu­rurlar.

Bitiş: 25 Mayıs 1916, Perşembe gecesi.



BİSMİLLAHİR RAHMÂNİR RAHİYM

-13-


BU FASS LÛT KELİMESİNDE MEVCÛT OLAN

“MELKİYYE HİKMETİ”NİN BEYANINDADIR.

Bu yüksek fass Lût Kelimesinde mevcût olan "melkiyye hikmet"inden bahsetmektedir. Ve "melk" (mîm) harfinin üstün harekesiyle ve (lâm) harfinin sükûnu ile "şiddet" ma’nâsınadır. Ve "melkiyye hikmeti"nin Lût Kelimesi ile bağlantılı olmasının sebebi budur ki: Lût kavmi, tabîat işleri ve hayvâni şehvetler ile uğraşmak sûretiyle yeryüzünde fesâd ettiler. Lût (a.s.) onları hayvanlıktan insanlığa da'vet etti. İnsâni vâzifelerini tebliğ etti. Onların nefisleri güçlü ve perdeleri de o oranda şiddetli olduğundan, kabûl etmeyip Lût (a.s.)’a şiddetle, karşılık verdiler. Oysa cenâb-ı Lût onlara karşı zayıf idi ”lev enne lî bikum kuvveten ev âvî ilâ ruknin şedîd” (Hûd, 11/80) yânî "Eğer benim size karşı kuvvetim olaydı; yâhut şiddetli bir rükûna sığınaydım" buyurdu. Ve "şiddetli rükûn" ile "kabîle"yi ve "kuvvet" ile de "mukâvemet"i, yânî beşerden çıkan "himmet"i kastetti. Ve bu temennîdeki yüksek maksâtları, kavminin şiddetli olan nefsâni perdelerinin kaynağı olan tayyün etmiş vücûdlarının şiddetli ilâhi azâb ile helâk ve giderilmesi idi.

Şimdi “himmet” kalbi fetihlerden olduğundan, cenâb-ı Şeyh (r.a.) bu "melkiyye hikmeti"ni, "kalbiyye hikmeti"den sonra anlattı. Ve melk ve şiddetin görünme yerlerinde zuhûru, ilâhi isimlerin gereğinden olduğundan ve isimlerin sûretleri olan a'yân-ı sâbiteye vâkıf olmak, kader sırrına vâkıf olmaktan ibâret olup bu da Hakk'a mahsûs olduğundan ve "şiddetli rükûn" olan Hakk'a sığınan kimse Hakk’ın vücûdunda fânî, Hak ile bâkî olduktan sonra kader sırrına vâkıf olacağından, bu "melkiyye hikmeti"nden sonra da, "kaderiyye hikmeti"ni beyan buyurdu .

"Melk" şiddet ve "melîk" şiddetlidir. Hamur sıkı yoğrulunca “Hamur kuvvet ve şiddetle birbirine yapıştı” denir. Kays b.el-Hatîm, mızrağının vuruşunu vasfederken dedi: "Ben Mızrağı avucum ile kuvvetli ve şiddetli tuttum, düşmana sapladım. Mızrağın yarığını genişlettim. Diğer tarafta ayakta duran kimse, mızrağın öte yanını görür." O da Lût (a.s.)dan naklen Allah Teâlâ'nın ”lev enne lî bikum kuvveten ev âvî ilâ ruknin şedîd” (Hûd, 11/80) yânî "Eğer benim size kuvvetim olsaydı, veyâhut şiddetli bir rükûna sığınaydım" sözüdür. Şimdi Resûlullah (a.s.) buyurdu ki: "Allah Teâlâ kardeşim Lût'a rahmet etsin ki, muhakkak şiddetli bir rükûna sığındı." Bundan dolayı Allah, şiddetli olduğundan, muhakkak onun Allah ile olduğuna dikkat çekti (1).

Yânî Lût Kelimesi, "melkiyye hikmeti'ne bitişmiş olduğu için cenâb-ı Şeyh (r.a.) "melk"in ne demek olduğunu ve Lût (a.s.) ile münâsebetini izâh için buyururlar ki: (Mîm) harfinin harekesinin üstünü ve (lâm) harfinin sükûnu ile "melk" şiddet ve "melîk" ise şiddetli ma’nâlarına gelir. Nitekim hamur katı olunca “Hamurun parçaları kuvvet ve şiddetle birbirine yapıştı" derler. Ve aynı şekilde Arap şâirlerinden Kays b. el-Hatîm ismindeki zât, mızrağının darbesini anlatmak için söylediği beyitte, "melk"i kuvvet ve şiddet ma’nâsında kullanmıştır. Ve Hak Teâlâ hazretleri, Kur'ân-ı Kerîm'de cenâb-ı Lût'dan naklen: "Eğer benim size karşı kuvvetim olsaydı veyâhut ben şiddetli bir rükûna sığınaydım" (Hûd, 11/80) buyurduğu ve "melk"in şiddet ve "melik"in şiddetli ma’nâlarına gelişi yönüyle, "melkiyye hikmeti"nin Lût Kelimesine bağlanması bu âyet-i kerimeden anlaşılmaktadır. Ve cenâb-ı Lût'un bu sözüne karşı (S.a.v.) Efendimiz: "Allah Teâlâ, kardeşim Lût’a rahmet etsin ki, muhakkak şiddetli bir rükûna sığındı" buyurmakla, Cenâb-ı Lût'un güçlü ve şiddetli olması cihetiyle Allah ile berâber olduğuna dikkat çekti.

Ve Lût (s.a.)’ın "şiddetli rükûn" ile kastettiği şey "kabîle" ve "Eğer size karşı benim kuvvetim olsaydı" (Hûd, 11/80) sözüyle kastettiği şey de, mukâvemet"tir ve o da, burada özellikle beşerdeki himmettir. Bundan dolayı Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: "Lût (a.s.)’ın “ev âvî ilâ ruknin şedîd” yânî “veyâ şiddetli bir rükûna sığınaydım” (Hûd, 11/80) dediği o zamandan îtibâren bütün peygamberler kendi kavminden bir cemâat ve onu himâye eden bir kabîle içinde gönderildi, Resûlullah (s.a.v.) ile Ebû Tâlib gibi (2).

Yânî cenâb-ı Lût "şiddetli rükûn" tâbîriyle "kabîle"yi kastetti. Ve bununla “Benim kuvvetli kabîlem olup o kabîleye ilticâ edeydim ”demek istedi. Ve "Eğer benim size karşı kuvvetim olsaydı" tâbîriyle de mukâvemeti kastetti. Ve kuvvet dahî, içinde bulunduğumuz şehâdet mertebesinde, özellikle beşerden çıkan himmetten ibârettir. Veyâhut "kuvvet" tâbîri, başka mahallerde, hiç te'vîlsiz "kuvvet" ma’nâsında kullanılır ise de, burada yânî cenâb-ı Lût'un sözünde "beşerin himmeti" ma’nâsına gelir.

Lût (a.s.)’ın sözünün hakîkat lisânı ile olan îzâhı budur ki: Ben henüz fenâ-fillah makâmındayım ve bu makâmda kendi nefsim ile Hakk’In vücûdunda helâk olmuş bulunduğum için, salt ubûdiyyet ile vasıflanmışım. Bundan dolayı bende himmet ile tasarruf yoktur ve eğer bu makâmdan bakâ-billah makâmına geçip bende bütün ilâhi isimlerin eserleri fiilen zâhir olsa idi, o ilâhi isimlerin toplanmışlığının kuvvetiyle tasarruf ederek îcâd ve ortadan kaldırmaya himmet ederdim . Ve şiddetli rükûn olan kabîleye sığınmakla, o görünme yerinin kuvvet ve şiddeti derecesinde, Hakk'ın fiili de, kuvvetli ve şiddetli olarak zâhir olurdu .

Bilinsin ki, fenâ-fillah makâmı, mutlak vücûdun vechinden taayyünlerin kalkmasından ibârettir. Çünkü, taayyünlerin gereği olan bu benlik ve bizlik perdeleri, o mutlak hakîkatin cemâl perdeleridir. Bu taayyün, mutlak bir oluşunun tecellîsiyle ortadan kalkınca, gayrılık perdeleri de aradan kalkar ve bu mertebede olan kimsenin bakışında taayyünlerin, vehimden ibâret olan geçici gayrılıkları gider. Ve böyle bir kimse ortada, Hakk'ın vücûdundan başka tasarruf isnâd edebileceği bir vücûd göremez; bundan dolayı kendisi himmet ve tasarruf sâhibi değildir. Bu mertebede istersen "Bu vücûd Hak'tır" de, istersen "Ben Hakk'ım" de! İkisi de birdir. Nitekim Gülşen-i Râz'da buyrulur:



"Hudâ'dan gayrı mevcûd yoktur el-hak

Dilersen Hak de, istersen Ene'l-Hak"

Fakat bu makâmdan sonra gelen bakâ-billah makâmının hükmü başkadır. Çünkü bu makâm, insan-ı kâmilin makâmıdır. Bu mertebe, mutlak zâtın kendisini en mükemmel bir görünme yerinde açığa çıkarmasıdır. Çünkü insan-ı kâmil, mutlak vücûdun cismâni ve nûrânî ve vahdet ve vâhidiyyet mertebelerinin hepsini toplamıştır. Ve bu mertebe mutlak zâtın en son tecellîsi ve en sonuncu taayyün elbisesidir.

Ve insan urûcu yânî yükselişi anında zâtî yayılışı ile bütün mertebelerde zâhir olduğu zaman, ona "insan-ı kâmil" derler. Ve bu yükseliş ve yayılma Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz'de en mükemmel yönüyle olmuştur. Onun için "nebîlerin sonuncusu" ve "resûllerin imâmı" derler. Çünkü bu son tecellîdir .Ve onlarda Hakk'ın zuhûr ve tecellîsi, zâtî zorunlu oluştan başka, bütün isimler ile olmuştur ve zâhir olan isimlerin hükmü biri diğerine gâlip olmaksızın eşitlik ve i'tidâl dâiresinde kemâl yönü üzeredir. Her ne kadar Hak, diğer nebîlerde ve evliyâsında da bütün isimleriyle zâhir olmuşsa da onlarda zâhir olan isimler, îtidâl üzere değildir. Bâzısının hükmü, bâzısına gâlibdir. Bundan dolayı "en mükemmel görünme yeri " tâbîri ancak Peygamberimiz (s.a.v) Efendimiz'e mahsûstur.

Nazım (Yazanı tarafından hakîr):



Ey Hak sûreti, kemâl-i mutlak

Sen vücûd nûrusun muhakkak

Olsaydın eğer yoklukta pinhân

Zulmette kalırdı hayyiz imkân

Zâhirde her ne kadar sen beşersin

Bâtında fakat neler, nelersin

Cisminde okundu sırf-ı furkân

Rûhunda sezildi remz-i Kur'ân

Cisminle Kureyşî ve Arabsın

Rûhunla cihâniyâna rabsın

Fikirler seni anlamakta a'cez

Ezvâk-ı şehi dilenci bilmez

Ancak seni, sen bilirsin ey şâh

Mümkün mü o makâma olmak âgâh

Menşûr-ı kemâlidir müebbed

Sallû sallû alâ Muhammed

Sonuç olarak fenâ-fîllah makâmında olan kimsenin, bir şeyin îcâd ve ortadan kalkmasında himmete tasarrufu yoktur. Fakat bakâbillah mertebesinde olan insan-ı kâmilin, görünme yeri olduğu ilâhi isimler toplanmışlığının kuvvetiyle tasarrufu ve îcâd ve ortadan kaldırmaya himmeti vardır. Ve insan-ı kâmilin âlemde tasarrufu, görünme yerleri vâsıtasıyla açığa çıkar. Yânî insan-ı kâmil, bir şeyin icâdına veyâ helâkine himmet ettiğinde, zâhir ve bâtın kuvvetlerinin bütün hepsini, o şeye tâm bir huzûr ile yöneltir. Ve o şey görünme yerleri vâsıtasıyla mevcûd veyâ yok olur; çünkü Hakk'ın fiilleri görünme yerleri dolayısıyla açığa çıkar ve görünme yerlerinin kuvvet ve şiddeti dolayısıyla Hakk'ın fiili de kuvvetli ve şiddetli olur ve Hak o görünme yerlerinden şiddetli şiddet ile şiddet eder. Nitekim Benî İsrâil'in Şam'da iki defa fesad çıkarmaları üzerine Hak Teâlâ buyurur. “Fe izâ câe va’du ûlâhumâ beasnâ aleykum ibâden lenâ ulîbe’sin şedîdin fe câsû hılâled diyâri, ve kâne va’den mef’ûlâ” (İsrâ,17/5) Yânî "O iki fesâdınızın birinin vâdesi geldiğinde, kuvvet ve şiddet sâhibi olan kullarımızı sizin üzerinize göndeririz ki, onlar düşmanlıkla diyârınızın ortasına girerler. Ve bu va'd olunmuştur, elbette olacaktır". Bundan dolayı Hak, Benî İsrâil üzerine Buhtunnasr ve onun askerleri gibi kuvvet ve şiddet sâhibi olan görünme yerlerini Mûsâllat edip şiddetli azâb etti.

İşte Lût (a.s) “lev enne lî bikum kuvveten” yânî "Eğer benim size kuvvetim olsaydı” (Hûd, 11/80) sözüyle "mukâvemet"i, yânî "himmetle tasarruf”u ve ev âvî ilâ ruknin şedîd” yânî “veyâ şiddetli bir rükûna sığınaydım” (Hûd, 11/80) sözüyle de "kabîle"yi, yânî kavmine karşı azâb etmek için kuvvetli ve şiddetli görünme yerlerini kastetti. Ve bununla Hak Teâlâ'dan, bakâ-billah makâmına naklini ricâ etti. Ve Resûllah (s.a.v.) Efendimiz buyurdu ki: “Lût (a.s.)‘ın ev âvî ilâ ruknin şedîd” yânî “veyâ şiddetli bir rükûna sığınaydım” (Hûd, 11/80) dediği vakitten îtibâren bütün nebîler kendi kavminden bir cemâat içinde ve düşmanlarının şerrini defeder ve onu himâye eder bir kabîle içinde gönderildi.” Yânî Cenâb-ı Hak Lût'un temennîsini kabûl edip kendi zamânında, şiddetli rükûn olan kabîle makâmının yerini tutmak üzere melek gönderdiği gibi, ondan sonra gönderdiği nebîleri de kabîle içinde gönderdi. Nitekim Ebû Tâlib, (S.a.v.) Efendimiz'i himâye ederdi .

Şimdi Lût (a.s.)‘ın “lev enne lî bikum kuvveten” yânî "Eğer benim size kuvvetim olsaydı” (Hûd, 11/80) demesi, Allah'ın “halakakum min da’fin sümme ceale min ba’di da’fin kuvveten” yânî “sizi zayıflıktan hálk etti sonra zayıflığın ardından bir kuvvet kıldı“ (Rûm, 30/54) buyurduğunu işitir olmasından dolayıdır. Şu halde, kuvvet kılınma ile ârız yânî geçici oldu. O da araz olan kuvvettir. Kuvvetten sonra zayıflığı ve ihtiyarlığı meydana getirdi; bundan dolayı kılma, ihtiyarlığa bağlantılı oldu. Ve zayıflığa gelince, o hálk ettiğinin aslına geri dönmesidir. O da Hakk'ın “halakakum min da’fin” yânî “sizi zayıflıktan hálk etti” sözüdür. Şimdi onu kendisinden hálk ettiği şeye geri döndürdü. Nitekim, Hak Teâlâ “men yuraddu ilâ erzelil umuri li keylâ ya’leme min ba’di ilmin şey’â” (Hac, 22/5) yânî "İnsan, ilminden sonra bir şeyi bilmemesi için erzel-i ömre yânî ihtiyarlığa gönderilir" buyurdu. Böyle olunca Hak, onun ilk zayıflığına geri döndürüldüğünü hatırlattı. Şu halde zayıflıkta ihtiyârın hükmü, çocuğun hükmüdür (3).

Yânî Lût (a.s.)ın: "Eğer benim sizi karşı kuvvetim olsaydı" (Hûd, 11/80) demesinin sebebi, Hakk'ın: "Allah Teâlâ sizi asıl olarak zayıflıktan hálk etti ve o zayıflıktan sonra kuvvet verdi" (Rûm, 30/54) sözünün ma’nâsını ilâhi nûr ile idrâk etmesinden dolayı idi. Çünkü kendisi fenâfillah makâmında idi. Ve onun bu ma’nâyı idrâki, işitmekle oluşan ilim türünden değil, belki hakka'l-yakîn mertebesinden olan bir idrâk idi. Bundan dolayı bildi ki, kendisi izâfî yokluktan mahlûk ve Hakk’ın vücûdu ile mevcûddur. Ve aslı izâfi yokluktan ibâret olan kimsenin kuvveti yoktur. Bunun için kuvveti sâhibine gönderip kendisi asıl ile zâhir oldu. Şu halde, insandaki kuvvet sonradan yapılma şekliyle ârız yânî geçici oldu ki, bu kuvvet de araz olan kuvvettir. Ve "araz", ortaya çıkmak için bir vücûda muhtâc olan ve iki zamanda dâimi olamayan şeye derler.

Örneğin, buzun vücûdu ve ondaki kuvvet, suyun vücûduna göre arazdır ve ondaki kuvvet, suyun dondurulması sûretiyle sonradan meydana getirilir. İşte bunun gibi, insanın cismi de mutlak vücûdun, kesâfetle taayyün ve kayıtlanmasından sonradan meydana gelmiş olmakla, ondaki kuvvet dahî, kılınmış yânî yapılmış ve araz kuvvet olmuş olur. Ve bütün görünme yerlerinde açığa çıkan -elektrik, buhar kuvvetleri gibi- kuvvetler, hep böyledir. Bundan dolayı, zamânımızdaki fen filozoflarının, âlem sûretlerinin meydana gelişinde "kuvvet" ve "madde" isimleriyle başlı başına iki vücûd farz edip "Bunlar ezelîdir, ebedîdir" demeleri, işin hakîkatine vâkıf olamamalarındandır. Çünkü, vücûd birdir. Maddenin vücûdu bağımsız değil, belki hakîkî vücûda bağlı bir vücûddur. Bundan dolayı maddenin vücûdu îtibâri ve araz bir husûstur. "Kuvvet" ise, o hakîkî vücûdun zâti gereği olan bağıntıları ve sıfatlarıdır. Ve bir olan vücûdu sıfatlarına bakarak o kadar vücûda ayırmak ve her bir sıfatının bir vücûd olduğunu iddiâ etmek gülünecek derecede bir hafiflik olur.

Şimdi insan ilk olarak izâfi yokluktan, yânî zayıflıktan hálk edildi, daha sonra Hak onda araz yâni geçici bir kuvvet meydana getirdi. Ve bu geçici ve yapılmış olan kuvvetten sonra da zayıflığı ve ihtiyarlığı meydana getirdi. Yânî Hak geçici olan kuvveti gidererek insanı aslî zayıflığına gönderdi; çünkü geçici olan kuvvet oluşunca, insanın aslı olan zayıflık, onda gizli kaldı. Bundan dolayı geçici olan kuvvet gidince, onda aslî olan zayıflık oluştu ve sonradan ortaya çıktı. Fakat zayıflığın sonradan oluşu başka, ihtiyarlığın sonradan oluşu başkadır. Çünkü insanda zayıflığın sonradan oluşu, onun aslî zayıflığına gönderilmesidir; ve ihtiyarlığın sonradan oluşu ise, onun yokluktan îcâdı ve meydana getirilişidir. Çünkü bir delikanlının vücûdunda ilk başta ihtiyarlık yoktur, sonradan meydana gelir. Şu halde yapma ve sonradan meydana gelme ihtiyarlığa bağlantılı oldu. Ve zayıflığa gelince bu, insanın kendi hálk edilişinin aslına geri dönmesidir. Yânî insanda zayıflığın meydana getirilmesi ve yapılması, onun aslı olan zayıflığına geri dönmesidir. Ve insanın hilkatinin aslının, zayıflık olduğunda Hak Teâlâ'nın “halakakum min da’fin” yânî “sizi zayıflıktan hálk etti” (Rûm, 30/54) sözünden istifâde edilmiştir. Demek ki, Allah Teâlâ insanı öncelikle neden hálk etti ise, ona gönderdi. Nitekim, Hak Teâlâ buyurur: "İnsan, ilimden sonra bir şeyi bilmemesi için erzel-i ömre yânî ihtiyarlığa gönderilir" (Hac, 22/5).

Bundan dolayı Hak, bu âyet-i kerîmede insanın ilk zayıflığına gönderildiğini hatırlattı. Böyle olunca zayıflıkta ihtiyarın hükmü, küçük çocuğun hükmüdür; çünkü insan küçük bir çocuk olduğu hâllerinde bir şey bilmez, âlemden habersizdir. Erzel-i ömre yânî ihtiyarlığa gönderilen yaşlanmış kişi de çocuk gibi olur, bir şey bilmez. İlk zayıflığına gönderilmekten kasıt, çocukluktaki mizâcın zayıflığına gönderilmektir. Çünkü bu iki mizâcın zayıflığı, hükümde birbirine benzerdir; fakat bir dîğerinin aynı değildir; çünkü tecellîde tekrar yoktur.

Ve bir nebî ancak kırk yaşını tamamladıktan sonra gönderildi. O da onun noksanlığının ve zayıflığının başlaması zamanıdır. İşte bunun için Lût (a.s.) “lev enne lî bikum kuvveten” yânî "Eğer benim size kuvvetim olsaydı” (Hûd, 11/80) dedi; ve zayıflığın başlamasıyla berâber, te’sir edici himmeti taleb etti (4).

Yânî her bir nebî kırk yaşını tamamladıktan sonra, kavmini da'vete gönderildi. Ve insanın kırk yaşı, beşeri kuvvetlerine noksanlığın ve tabîî mizâcına zayıflığın bulaşmaya başlaması zamânıdır. Onun için Cenâb-ı Lût kavmine: "Eğer bende ihtiyarlık eserleri başlamasaydı da size karşı kuvvetim olsaydı" (Hûd, 11/80) dedi; ve cisminde tabîî zayıflık bulunmakla berâber, tabîatına âit bir kuvvet talebinde bulunmadı da, te’sir edici himmeti istedi. Çünkü Cenâb-ı Lût tabîata âit kuvvetin geçici olduğunu ve ihtiyarlık dolayısıyla zayıflığa doğru gittiğini ve bundan dolayı onun ihtiyarlıkla berâber oluşunun imkânsız bulunduğunu bilir.

Şimdi eğer sen, "Lût (a.s.)’ı te’sir edici himmetten men’ eden nedir? Oysa o, tâbîlerden olan sâliklerde mevcûddur; bundan dolayı resûl olanlar daha üstündür" dersen, ben derim ki: Doğru söylersin. Fakat sende başka bir ilim eksiktir. Bu da şudur ki, hakîkatte ma'rifet, himmet için tasârruf etmeye izin vermez. Şu halde ârifin ma'rifeti yükseldikçe, onun himmet ile tasarrufu eksilir (5).

Yânî biri çıkıp sorsa ki: "Sen “lev enne lî bikum kuvveten” yânî "Eğer benim size kuvvetim olsaydı” (Hûd, 11/80) âyet-i kerîmesinde Lût (a.s.)’ın temennî ettiği kuvvetin "mukâvemet" ma’nâsına geldiğini ve ondan kastın da bu dünyevî oluşumda beşerden çıkan "himmet" olduğunu beyân ettin. Oysa bu te’sir edici himmet, nebîlerin şerîatine tâbi' olup velâyet makâmına ulaşmış olan zâtlarda mevcûddur. Tâbi’ olanda mevcûd olan bir şeyin onun tâbi’ olduğu zâtta bulunmaması nasıl olur? Bu te’sir edici himmetin peygamberlerde de bulunması gerekir".

Bu suâle cevâben ben derim ki: Evet, senin bu kıyâsın doğrudur. Fakat sen diğer bir ilimden gâfil oldun ki, o da ilâhi ma’rifetin himmet ile tasarruf etmeye mânî olmasıdır; çünkü ârif-i billâhın ma'rifeti ne kadar yüksek olursa, himmetle tasarruf edişi de o oranda az olur.

Bu da iki yönden ileri gelir. Bir yönü, onun ubûdiyyet makâmı ile tahakkuk etmiş olmasından ve tabîî olan hálk edilişinin aslına bakışından dolayıdır. Diğer yönü de, tasarruf eden ile tasarruf edilenin ahad yânî tek oluşudur. Bundan dolayı üzerine himmeti gönderilecek kimseyi görmez; şimdi bu, onu men' eder (6).

Yânî ma'rifetin, ârifin himmetle tasarruf etmeye izin vermemesi iki yönden ileri gelir. Yönün birisi budur ki:

Ârif ubûdiyyet makâmında tahakkuk etmiştir; kendiliğinden tasarrufa kalkışmaz. Efendisinin emrini bekler; her ne emrederse, onu yerine getirir. Çünkü me'murdur; me'mûr ise ma'zûrdur. Fiil ve tasarruf, ancak efendisinindir. Kendi irâdesini, efendisinin irâdesinde fânî yapmıştır. Ve ubûdiyyet makâmında tahakkukla berâber, tabîî olan hilkatinin aslına bakar. Kendisinin "zayıflık' olan izâfi yokluktan mahlûk olduğunu ve Hakk'ın vücûduyla kâim bulunduğunu görür ve tasarrufu terk ederek bu husûsta Hakk'ı vekîl edinir.

İkinci yönü de budur ki: Ârif, tasarruf eden ile tasarruf olunanı bir vücûddan ibâret bilir ve ikisinin ahad oluşunu müşâhede eder. Ve kendisinin taayyünü ile çevresinde bulunan bütün taayyünlerin, bir olan mutlak vücûdun kayıtlanması ve taayyünü olduğuna hakka'l-yakîn ile ârîf olur. Bundan dolayı üzerine himmeti gönderebileceği bir kimseyi göremez. Çünkü mutlak vücûdun ahadiyyetini müşâhede etmektedir. O’nun vücûdundan başka bir şey göremez. Şu halde kimin üzerinde tasarrufunu icrâ edecektir? İşte ârifin bu ma'rifeti ve müşâhedesi, kendisini tasarruftan men' eder .


Yüklə 7,33 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   48   49   50   51   52   53   54   55   ...   90




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin