Örnek: Yağmur suyu her bir bitkiye sirâyet eder. Fakat her bir bitkiden açığa çıkışı, onların kendilerine hâs isti'dâdlarına göredir. Gül ise gül, diken ise diken sûretinde açığa çıkar. Burada yağmur suyunu ilk önce genellemiş daha sonra özelleştirmiş olduk.
Şimdi, bir olan ayn’ın gayrı bir ayn yoktur. Böyle olunca nûrun aynı, zulmetin aynıdır (21).
Yânî Hakk'ın aynının gayrı olarak hariçte hiçbir ayn mevcûd değildir. Bundan dolayı nûrun aynı, kendi hüviyyeti îtibârıyla, zulmetin hüviyyetinin aynıdır. Çünkü ikisinin hüviyyeti de birdir.
Şimdi, bundan gâfil olan kimse, kendi nefsinde perde bulur (22).
Yânî bizim bahsettiğimiz bu bilgiden gâfil olan kimse, Hakk'ın birliğini, bu çokluklar içinde müşâhede edemez. Onun kalbi, taayyünlerin perdesi ve gamı ile perdeli ve gamlı olur.
Oysa bizim dediğimize, himmet sâhibi olan kuldan başkası ârif olmaz (23).
Yâni bizim bahsettiğimiz vahdet-i vücûdu, ancak zâhiri ilimler ile yetinmeyip hakîkatleri idrâkte, himmet ve azim sâhibi olan kâmil kul anlar. Bu âlemin türlü türlü sûretlerine aldanan ve kendi vücûduna "Benimdir" diye dayanan ve bundan dolayı ne o sûretlerin ve ne de kendinin hakîkatinden haberdâr olmayıp başı boş hayvanlar gibi gözünün kestirdiği şeye saldıran insan sûretindeki kimselerin bu bilgilerden ve hakîkatlerden nasîbi yoktur.
“Kesinlikle bunda, kalb sâhibi olan kimse için öğüt ve nasîhat vardır." (Kâf, 50/37). Çünkü kalb, sûretlerin ve sıfatların çeşitliliğinde dönücüdür. Ve Hak Teâlâ "akıl sâhibi için" demedi; çünkü akıl, bağdır. Şimdi işi, bir nitelikte sınırlandırır. Oysa hakîkat, işin aslında sınırlamaya mânîdir. Bundan dolayı Kur'ân, aklı olan kimse için öğüt ve nasîhat değildir (24).
Hz. Şeyh (r.a.) birtakım hakîkatlerden bahsettikten sonra, “İnne fî zâlike le zikrâ li men kâne lehu kalbun” yânî “Muhakkak bunda kalb sâhibi olan kimse için öğüt ve nasîhat vardır” (Kâf, 50/37) âyet-i kerîmesini ibâre tarzında yazarak bu "kalbiyye hikmeti"ne bağlantısı olan diğer hakîkatleri îzâh eder.
Yânî bizim bu bahsettiğimiz hakîkatlerde,"kalb sâhibi" olan kimse için öğüt vardır. Nitekim Kur'ân-ı Azîmü'ş-şandan öğüt alıcı olanlar da ancak kalb sâhipleridir. Akıllarına güvenen filozofların Kur'ân'ın özünden nasîbleri yoktur. Çünkü kalb hálk edilmiş sûretler ile ilâhi sıfat sûretleri arasında berzahtır. Bundan dolayı isim tecellîlerinin hepsine mahal ve görünme yeridir. Böyle olunca kalb sûretlerin ve sıfatların çeşitliliğinde döner. Ve Hak, inanışta olan sûretlerden herhangi bir sûrette değişkenlik ile tecellî ederse, kalb onu tanır ve kabûl eder ve Hakk'ı sâdece kendisine özel bir sûret ile sınırlamaz. Onun için Hak Teâlâ Kur'ân-ı Kerim'de: "Kur'ân'da akıl sâhibi için öğüt vardır" demedi. Çünkü akıl bağdır ve mutlaklık ve irsâlden menettiği için "bağ" demişlerdir. Bundan dolayı "akl"ın şânı, kayıtlayarak hükmetmekten ibâret olur. Ve nefsinde sınırlama kabûl etmeyen ilâhî emri görüş kuvveti, kendine hâs vasıf ile sınırlar. Oysa hakîkat, işin aslından sınırlamayı meneder ve kayıtlama ile mutlaklıktan mutlaktır. Ancak sûretler içinde dönen “kalb”, genişliği dolayısıyla Hakk'ı bir nitelik ve sıfat ile kayıtlamaz. Ve insan-ı kâmilin kalbi bütün isim sûretlerinin görünme yeri olduğundan, Hakk'ın vücûdunun kalbidir.
Şimdi aklın şânı kayıtlama ve kalbin şânı mutlaklık olunca, Kur'ân-ı Kerîm, eşyâyı akıl ile idrâk etmek isteyen kimseler için öğüt ve nasîhat değildir. İşte her şeyi akıllarıyla idrâk etmek isteyen zâhir âlimleri ile felsefecilerin, kalb ehli olan ulemâ-yı billâhı inkâr etmelerinin sebebi budur.
Ve onlar kendi inanışlarına sâhiptirler ki, bâzısı bâzısını inkâr eder ve bâzısı bâzısını lânetler. Oysa onlar için yardım eden yoktur. Çünkü kendi inanışlarındaki ilâh için, diğer kişilerin kendi inanışlarındaki ilâh hakkında bir hüküm yoktur (25).
Yânî akıl sâhibi olan kendilerine hâs inanışa sahip olanlar birbirini beğenmediklerinden inkâr ederler ve lânetlerler. Çünkü, her birisi kendi inanışınca Hakk'ı bir türlü tasavvur edip o sûrete sınırlandırmışlardır. Tabîki birinin tasavvuru diğerininkine uymaz. Bundan dolayı aralarında dâima ihtilâf çıkar. Oysa onların kendi îcadları olan inanışlarındaki ilâhları tarafından onlara yardım eden yoktur. Çünkü o inanışlar, o akıl sâhiplerinin kendi îcâdları olan bir takım yalancı ilâhlardır. Nitekim, Hak Teâlâ Kur'ân-ı Kerim'de “Lâ tec’al meallâhi ilâhen âhare” yânî “Allah ile berâber başka ilâh kılma!” (İsrâ, 17/22) buyurup, ilâh kılmaktan meneder.
Ve onlara yardım edenin olmaması da, bir kişiye has inanışın diğer kişiye has inanış üzerinde te'sîri olamamasındandır; çünkü ikisi de yapılmış ilâhtır ve birbirinin zıddıdır ve yapılışte eşittir. Bundan dolayı, yapılmış bir ilâh, diğer yapılmış bir ilâhı değiştirip kendi sûretine döndürmekle kendi inanışında bulunanına yardım edemez. Bu ilâhlar bir dîğerine karşılıklı olup birinin diğerinde tasarruf edememesiyle, kendine has inanış sahipleri arasında düşmanlık mevcûttur.
Bu ibârede “yekfuru ba’dukum bi ba’dın ve yel’anu ba’dukum ba’dan” yâni “Sizin bâzınız bâzınızı inkâr edecek ve bâzınız da bâzınızı lânetleyecek” (Ankebût, 29/25) sözü, âyet-i kerîmedir. Cenâb-ı Şeyh bu âyeti kerîmeyi Fusûs'un ibâresi tarzında verip Kur'ân'ın özünü beyan buyurmuşlardır.
Şimdi inanış sâhibi, ona uymayan şeyleri kendi inanışından, yânî kendi ilâhı hakkında inandığı husûstan def eder ve ona yardım eder. Ve onun inanışında bulunan ilâh ise ona yardım etmez; böyle olunca kendisiyle çekiştiği diğer inanışlarda onun için birer eser olmaz. Ve aynı şekilde çekiştiği kişi için de onun inanışında olan ilâhdan, ona yardım yoktur. Bundan dolayı onlar için yardım eden yoktur. Şimdi Hak Teâlâ, her bir kendine has inanışta olanın yalnızlığı üzere, kendi inanışlarındaki ilâhtan yardımı kaldırdı. Ve yardım edilen toplayıcı olandır ve yardımcı olan mecmû’dur yânî toplamıdır (26).
Yânî her bir kendine has inanış sâhibi, kendine has olarak inandığı ilâhda birtakım vasıflar hayâl eder. Bu hayâli vasıflara uymayan şeyleri, kendince birçok deliller getirerek, o ilâhdan def eder ve kendi inanışındaki ilâha bu şekilde yardım eder. Oysa bu kendi inanışındaki ilâh, o inanış sâhibine yardım etmez. Çünkü kendini îcad eden inanış sâhibinden daha kuvvetli değildir. Îcâd olunmuş bir şey, kendi mûcidine elbette yardım edemez. Bundan dolayı inanış sâhibinin inanışında olan ilâh, kendinin çekiştiği ve muhâlifi olan diğer inanışlardaki ilâha te'sîr edemez. Ve aynı şekilde çekişen ve muhâlif olan kimsenin kendi inanışındaki ilâhdan da kendisine yardım yoktur. Çünkü yardımdan âcizdir. Böyle olunca kendilerine has inanışa sâhip olanlara yardım edecek bir yardım eden yoktur. Bundan dolayı her bir kendine has inanışta olan, tek kaldığı bir halde, inanışında olan ilâhtan, Hak ona yardımı kaldırdı. Şu halde, kendine has inanışındaki ilâh ile yalnız kalan inanış sâhibi yardım edilen olmaz.
Kendisine yardım edilen, kâbiliyetinin genişliği dolayısıyla, inanış sûretlerinin hepsini toplayıcı olup Hakk'ı bir inanışa tahsîs etmeyen ve Hakk'ı her bir inanışta müşâhede eden âriftir ve yardımcı olan da mecmû'dur yânî o inanışların toplamıdır. Çünkü o ârif, inanışların hepsinin sûretinde Hakk'ı müşâhede ettiği yön ile, her bir sûrette ona rabbâni tecellî ulaşır ve her birisinden ayrı ayrı feyizler bulur.
Sonuç olarak her bir inanış, hiddet üzere yalnız kaldığı bir halde, kendi sâhibine yardım etmez. Ne kadar inanış varsa hepsinin mecmû'u yânî toplamı, sâhibine yardım eder ve sâhibi tarafından da yardım olunur ve bu toplamın sâhibi de kâmil âriftir. Çünkü bu toplamdan ona ilâhi feyizler inmesi yardımdır. Ve bu saâdet sofrası zâtın bu toplamı oluşturan inanışların her birisinde Hakk'ı müşâhede etmesi ve her birini kabûl de, o toplamın yardım edici olmasıdır.
Soru: Âlemde bu kadar bâtıl inanışlar ve yapılmış ilâhlar vardır. Kâmil ârif bunların hepsini kabûl eder mi?
Cevâp: Bu husûsda cenâb-ı Şeyh (r.a.)’ın şeyhi Ebû Medyen (r.a.) hazretlerinin mübârek beyti yeterli cevâptır. Beyt:
Tercüme ve îzâh: Bâtılı, tavrında inkâr etme! Çünkü o da Hakk'ın zuhûrlarından bâzısıdır. Ve o bâtıla kendinden o tecellî sûretinin mikdârını Hakk'a ver. Tâ ki onun isbât hakkını kâmil kılasın.
Bundan dolayı kâmil ârif, Hakk'ı bütün bütün inanış sûretiyle kayıtlamaktan ve hattâ mutlaklıktan mutlak edip Hakk'ın tecellî ile halden hâle geçtiği inanış sûretlerinden her bir sûrette Hakk'a inkâr etmeyip kabûl eder ve onun Hak olduğunu bilir.
Böyle olunca Hak, ârif indinde inkâr olunmayan ârif olunandır. Bundan dolayı dünyâda ârif olunan ehli olanlar, âhirette de ârif olunan ehlidir. Şimdi bunun için Hak Teâlâ "Kalb sâhibi olan için" (Kâf 50/37) buyurdu. Böyle olunca o kimse, kalbin sûretlerde dönücülüğü sebebiyle, sûretlerde Hakk'ın dönücülüğünü bildi (27).
Yânî kâmil ârif bütün sûretlerde Hakk'ı müşâhede edince, artık bu ârif indinde Hak, öyle bir ârif olunan olur ki, ne şekilde açığa çıkarsa çıksın, inkâr olunmaz. Bundan dolayı dünyâda Hakk'ı, bütün sûretlerde müşâhede edenler, âhirette de, bütün sûretlerde Hakk'ı görürler.
İnsan vücûdunda ilâhi bilgilerin mahalli ise, "kalb"dir. Çünkü rûh, nefis, rûhânî ve cismânî olan kuvvetler ve a'zâ, hep bilinen makâm sâhipleridir. Kendi makâmlarının dışına geçemezler. Fakat "kalb" öyle değildir. O bütün mertebelerin sûrelerinde ve şekillerinde dönücü olur. İşte bu sebebden Hak Teâlâ "Kalb sâhibi için Kur'ân'da öğüt ve nasîhat vardır" (Kâf, 50/37) buyurdu.
Şimdi ârif kendi nefsinden, Hakk'ın nefsini tanıdı. Oysa o ârifin nefsi, Hakk'ın hüviyyetinin gayrı değildir. Ve var olmuşlardan mevcûd olan bir şey yoktur ki, Hakk'ın hüviyyetinin gayrı olarak vûcûda gelsin. Belki o şey Hakk'ın aynıdır. Bundan dolayı, bu sûretlerde âlim ve ârif ve karar kılmış olan Hak'tır ve diğer bir dîğerde ârif ve âlim olmayan ve onu inkâr eden de Hak'tır. İşte bu, tecellîden ve toplayıcı ayn’da müşâhededen Hakk'ı tanıyan kimsenin hazzıdır (28).
Yânî ârif, kendi kalbinin şekillerde dönüşünü görünce, bütün sûretlerde Hakk'ın dönüşünü müşâhede ile, Hakk'ın nefsini tanıdı. Oysa ârifin nefsi, Hakk'ın hüviyyetinin gayrı olmadığı gibi vâr olanlarda Hakk'ın hüviyyetinin gayrı olan hiçbir mevcûd dahî yoktur. Belki bütün eşyâ Hakk'ın hüviyyetinin aynıdır. Çünkü aynı olmayıp, gayrı olsa, birbirine aykırı iki vücûd olması gerekirdi. Oysa vücûd, hakîkâtte birdir ve vücûd, hakîkatte birden ibâret olunca bu gördüğümüz sûretlerde kendi vücûdunu tanıyan ve bilen ve onu kabûl eden Hak olmuş olur. Ve aynı şekilde perde sâhipleri sûretlerinde açığa çıkıp bütün sûretlerde halden hâle giren kendi vücûdunu tanımayan ve bilmeyen ve onu inkâr eden, yine Hak'tan ibâret olur. İşte bu bahsedilen hakîkatler, Hakk'ı her görünme yerinde o görünme yeri dolayısıyla olan tecellîsinden tanıyan ve toplayıcı ayn’ında nefsini ve var olanların bütün sûretlerini, Hakk'ın hüviyyetinin aynı olarak, müşâhededen bilen ârifin hazzı ve zevkidir. Ârifin dışındakilerde bu haz ve zevk mevcûd değildir. Onlar inkâr ve kabûl arasındadır. Rubâî:
Tercüme: "Keşf ehlinin ve müşâhede sâhiplerinin mezhebinde, bütün âlem, bir vücûdun ayrıntılarından başka bir şey değildir. Gerçi bu kadar sûretler o bir olan vücûddan zâhir göründü; dikkatle baktığın zaman bir mevcûddan başkası olmadığını görürsün." Diğer rubâî:
Tercüme: "Komşu ve arkadaş ve yoldaş olan hep O'dur. Dilencinin yırtık elbisesi ve pâdişâhın gösterişli elbisesi içinde olan hep O'dur. Fark ve çokluk encümeninde ve cem' ve vahdet sır-hânesinde olan billâhi hep O'dur ve tekrâr tekrâr yemin ederim ki hep O'dur."
Böyle olunca o kimse, Hakk’ın sözü gereğince, Hakk’ın döndürmesinde dönen kalb sâhibi olan kimsedir (29).
Yânî ilim ve ma'rifetten ve müşâhede ve tecellîden hazzı ve zevki olan kimse, Hakk'ın döndürmesinde dönücü olan kalbin sâhibi bulunan kimsedir. Nitekim hadîs-i şerîfde buyurulur: "Mü'minin kalbi, Rahmân'ın parmaklarından iki parmak arasındadır. Onu istediği yön ile döndürür." Hadîs-i şerifde “mü'minin kalbi” sözüyle kalbin mü'mine tahsîs edilmesi, kâmil ârifin dışında kalb sâhibi olmadığına işârettir. Çünkü ârif olmayan akıl sâhibidir ve akıl ise ilâhi hakîkatleri idrâkte kusurludur. Nitekim daha önce izâh edildi.
Dâvûd Kayseri Hazretleri “fî taklibihî yâni döndürmesinde” sözündeki zamîrin hem Hakk'a, hem de kalbe dönük oluşunu mümkün görmüştür. Hakk'a dönük olduğuna göre olan ma’nâ, tercümede belirtildi. Ve kalbe dönük olduğuna göre olan ma’nâ ise şu şekilde olur: "Hakk'ı tecellîden ve toplayıcı ayn’da müşâhededen tanımak zevki ile zevklenen kimse, sûretlerde kendi nefsinin döndürmesinde dönen kalbin sâhibi bulunan kimsedir.” Çünkü, kalbin hakîkati dönmek olduğundan, kalb, bütün sûretlerde dönüşte muhtelif olur. Bundan dolayı kalb sâhibi olan ârif bütün sûretlerde tecellî edici olan Hakk'ı, Hak'la ârif olur.
Ancak îman ehli, Hak'tan haber verdikleri şeyde, nebîleri ve resûlleri (aleyhimü's-selâm) taklîd eden taklidçilerdir. İnkârcıları ve ulaşan haberleri aklî delîllere yükleyerek yorumlayanları taklîd eden teklidçi değildir. Şimdi îman ehli, nebîlerin (aleyhimü's-selâm) lisanları üzere ulaşan ilâhi haberleri, Hak Teâlâ'nın “ev elkâs sem’a” (Kâf, 50/37) yânî "Yâhut kulak veren" sözüyle kast edilenlerdir (30).
Yânî bir sınıf vardır ki, onlar nebîlere (aleyhimü's-selâm) ulaşan ilâhî vahiy kendilerine tebliğ edildiğinde "Bu doğru mudur, değil midir?" diye aklî delillere mürâcaat ederek beklemezler. Çünkü onun emîn olduğunu bilmişlerdir. İşte bunlar nebîleri ve resûlleri (aleyhimüs-selâm) taklîd eden îman ehlidir.
Bunun örneği bu âlemde pek çoktur. Meselâ hasta oluruz. Emin ve uzman olduğuna îtimâd ettiğimiz bir doktora mürâcaat ettiğimizde, bize verdiği nasihatlarını, aklî delîl kullanmaksızın, kabûl ederek harfiyyen uygularız. Birisi çıkıp da bize: "Bakalım onun nasihatları ma'kûl mudur bunu tetkîk ettin mi?" dese, biz de cevâben deriz ki: "Bu doktorun uzmanlığına îtimâdım vardır. Ben onun ilmini onun kadar bilemem; o kendisine tâbî olunandır, ben tâbi'im”. Bundan dolayı aklî delîl ile uğraşmak boşuna yorgunluktur.
Ve yine bir sınıf daha vardır ki, bunlar, inkârcıları ve ilâhî vahyi te'vîl ile saflığını ihlâl eden kimseleri taklîd edenlerdir. Îman ehli bu taklidçi zümresinden değildir. Bundan dolayı “li men kâne lehu kalbun ev elkâs sem’a ve hüve şehîdun” (Kâf, 50/37) âyet-i kerîmesinde “ev elkâs sem’a” yânî "Yâhut kulak veren" sözüyle kast edilen kişiler, nebîleri (aleyhimü's-selâm) taklîd eden kişilerdir. Te'vîl sâhiplerini taklîd edenler bundan hariçtir. Çünkü bir kimsenin tâbî olduğu kişi hakîkatleri idrâk husûsunda câhil olursa, ona tâbi' olan kimse, ondan daha câhil olur.
Oysa o, yânî kulak veren bu kimse, şehîddir (31).
Yânî ilâhi haberlere kulak veren kimse şehîddir. "Şehîd"in iki ma’nâsı vardır: "Hâzır", yânî nebîler (aleyhimü's-selâm) kendilerine inmiş olan ilâhi haberleri tebliğ ettiği zaman, bağlanmaya hâzır olan ma’nâsınadır. Ve ikincisi de "şâhid" demek olur. Ve "şâhid oluş”un mertebeleri vardır:
Birincisi göz ile görmek; ikincisi hayâl âlemlerinde basîret ile yânî gönül gözü ile görmek; üçüncüsü baş gözü ve basîretin her ikisiyle görmek; dördüncüsü, algılanabilir sûretlerden soyutlanmış olan hakîkatler için hakîkî idrâktir.Burada murâd hayâl âleminde hâzır oluş ve rü’yet yânî görüş ma’nâlarının her ikisidir. Nitekim, Hz. Şeyh (r.a) buyurur:
Hayâl hazretine ve onun kullanımına dikkât çeker. O da “ihsan” hakkında Resûl (a.s.)ın “İhsan, senin O'nu görür gibi Allâh'a ibadet etmekliğindir" ve "Allah Teâlâ namaz kılan kimsenin kıblesindedir" sözüdür. Şimdi bunun için o şehîddir (32).
Yânî Hak Teâlâ “ve hüve şehîdun” (Kâf, 50/37) sözüyle hayâl hazretine ve onun kullanımına tenbîh ve işâret eder. Çünkü söyleneni işiten kimse, işitilmiş olan şeyin sûretini hayâlinde canlandırır. Bundan dolayı onun şâhitliği hayâlîdir. Ve hayâlin kullanımı, algılanabilir sûretlerden soyutlanma ve kesilme ile olur. Hayâl hazretine dâhil olmak için, şehâdet hazretinden kesilmek lâzımdır.
Ve söyleneni işiten mü'minin hayâl hazretinde şâhitliğinin ve hayâl hazretini kullanmasının delîli de "ihsan" hakkında (S.a.v.) Efendimiz'in: “İhsan, senin O'nu görür gibi Allâh'a ibadet etmekliğindir". Ve diğer hadîste: "Allah Teâlâ namaz kılan kimsenin kıblesindedir" mübârek sözleridir. Çünkü namaz kılan, hayâlinde kendi inanışının sûretini canlandırıp kalb huzûru ve tam bir yöneliş ile Allâh'a ibâdet eder. Bu sûrette onun şâhitliği hayâlî olur. Ve bu hayâli şâhitlikten dolayı, kıblesinde Hakk'ı müşâhede eder. Ancak gözü Hakk'ın nûru ile sürmelenmiş olup keskin gören namaz kılan için tam kalb huzûru ve tam bir yöneliş lâzım değildir. Çünkü, onun isti'dâdı kâmil ve keşfi kuvvetli olduğundan her tarafta hâzır olan Hakk'ı, bütün cihetlerde müşâhede eder. Nitekim, Hak Teâlâ buyurur: “fe eynemâ tuvellû fe semme vechullâh” yânî “Artık hangi tarafa dönerseniz dönün, Allah'ın vechi oradadır” (Bakara, 2/115).
Ve namaz hakkındaki ayrıntılar Muhammed Fass”ında gelecektir.
Ve fîkrî bakış sâhibini taklîd eden taklidçi ve onunla kayıtlanan kimse, söylenileni işiten kimse değildir. Çünkü bu söylenileni işiten kimsenin, bizim bahsettiğimiz şeye şehîd olması gereklidir. Ve bizim bahsettiğimiz şeye şehîd olmayan kimse bu âyet ile kast edilen kimse değildir. Şimdi onlar Hak Teâlâ'nın haklarında “İz teberreellezînettubiû minellezînettebeû” (Bakara, 2/166) yânî: “Tâbî olunanlar, onlara tâbi' olanlardan yüz çevirdiklerinde" buyurduğu kimselerdir. Ve oysa resûller, kendilerine tâbi' olanlardan yüz çevirmezler (33).
Bilinsin ki, fikrî bakış sâhibi, ehlullah indinde mûteber değildir. Çünkü "düşünme kuvveti" dediğimiz şey, cismâni kuvvetlerden birisidir. Bundan dolayı o düşünme kuvveti üzerinde bâzen vehim ve bâzen de akıl tasarruf eder. Oysa iki tasarruf edicinin hükmettiği bir mahalde intizam aramak boşunadır. Çünkü o mahalde dâima çekişme olur. Vehim, akıl ile çekişir ve aklın ise madde karanlığında hayrete düşüp hakîkatleri idrâke gücü yetmez. Bugün "Böyledir" diye hükmettiği şeyde, yarın vehmin tasarruf ve çekişmesi ortaya çıkıp onu o verdiği hükümde şüphelere ve zannlara düşürür. Nitekim Hz. Mevlânâ (r.a.) buyurur: Mesnevî:
Tercüme: "Ey pehlivan! Akıl, şehvetin zıddıdır. Sen şehvet dokuyana akıl deme! Şehvet dilencisi olan kimseye vehim sâhibi de! Vehim, sahtedir; akılların altını ise hâlis nakittir. Vehim ile akıl ayıraçsız ortaya çıkmaz. Çabuk her ikisini de ayıraç tarafına götür! Bu ayıraç da Kur'ân-ı Kerim'dir; ve nebîlerin (aleyhimü's-selâm) hâlleridir. Çünkü Kur'ân ve nebîlerin hâlleri ayıraç gibi, sahte olan vehme: Gel, der, tâ ki benim vuruşumda kendini göresin ki, sen benim iniş ve yokuşumun ehlinden değilsin. Ammâ aklı eğer bir testere iki parça etse, altının ateş içinde selîm olması gibi olur".
Bundan dolayı fikir ve bakış sâhipleri, idrâk ettikleri şeyde şüphe ve zan üzere olmaktan ayrılamazlar. Ancak tahkîk ehli böyle değildir. Onlar eşyâyı çalışma ve tefekkür ile değil, Rab'lerinin nûruyla müşâhede ettiklerinden, hükümleri yakîn üzerinedir.
Söylenileni işitmenin sonucu şâhit oluşa çıktığından, ancak müşâhede ehli olan nebîleri taklîd eden kimseler, söylenileni işitmiş olanlardır. Çünkü onlar için müşâhede mertebeleri oluşur. Ve bu taklidçilerin tâbi' oldukları, resûller, onlardan yüz çevirmezler. Çünkü ellerinden tutup, onları müşâhede makâmına ulaştırmış olduklarından tâbîlerine karşı utanıp, biz sizlerden berîyiz demezler. Fakat vehim ve zan ehli olan fikir ve bakış sâhiplerini taklîd eden taklidçilerin yolu tabîki vehimlere ve zannlara çıktığından, onlar, söylenileni işiten kimselerin zümresine dâhil değildirler. Çünkü onların oluşumu şâhit oluş mertebesi değil, ancak zannlar ve vehimlerdir. Bundan dolayı bu sınıfın tabî olunanları olan fikir ve bakış sâhipleri, tâbîlerini de berbât ettiklerini gördüklerinde utançlarından "Biz sizden berîyiz" derler.
Şimdi ey velî! Bu "kalbiyye hikmet"inde senin için bahsettiğim şeyi araştır! Ve "kalbiyye hikmet"inin Şuayb. (a.s.)’a tahsis edilmesine gelince, "kalbiyye hikmeti" de şûbelere ayrıldığı içindir. Yânî bunun şûbeleri kısa ve az değildir. Çünkü herbir inanış bir şûbedir. Bundan dolayı onların hepsi şûbelerdir, yânî inanışların. Böyle olunca perde açıldığı zaman, her bir kimseye kendi inanışı yönüyle açılır. Bâzen hükümde kendi inanışının tersine olarak açılır. O da Hak Teâlâ'nın “ve bedâ lehüm minallâhi mâ lem yekûnû yahtesibûn” (Zümer, 39/47) Yânî "Onlara kıyâmet gününde zannetmedikleri şey, Allah'dan karşılarına çıkar" sözüdür (34).
Yânî Şuayb, "şûbe"den türemiştir. Ve "kalb" dahi âlemsel ve inançsal ve ruhânî ve cismânî olan kuvvetleri dolayısıyla çok şûbeli olduğundan Hz. Şeyh (r.a.) aralarındaki münâsebetten dolayı "kalbiyye hikmeti"ni Şuayb Kelime’sine tahsîs edip burada muhtelif inanış şûbelerini beyân buyurdu.
Şimdi bu tür açılım genellikle hükümdedir. Nitekim tövbesiz vefât ettiği zaman, âsî hakkında Mu'tezilî yolunda olanlar, Allah hakkında tehdidini infâz edeceğine inanırlar. Böyle olunca vefât edip Allah indinde rahmet edilmiş olarak onun hakkında inâyetin öne geçmesiyle, muhakkak o azâb olunmasa, Allâh'ı Gafûr ve Rahîm bulur. Şu halde zannetmediği şey Allah'dan karşısına çıkar (35).
Yânî, sâhibinin inanışına ters olarak açılmış olan inanışların ekserîsi hükümdedir, zâtta değildir. Ve bu hükümde ters açılımın gerçekleşmesi de Mu'tezilî yolundakilerin inanışı gibidir. Çünkü Mu'tezilî yolunda olan inanmıştır ki, âsî tövbe etmeksizin vefât ettiğinde, onun hakkında Allah Teâlâ tehdidini infâz eder. Oysa vefât ettiğinde, Allah Teâlâ rahmet ve inâyetle tecellî edip onu azâblandırmasa, o inanışının tersine olarak Allâh'ı Gafûr ve Rahîm bulur. Bununla berâbe o, Allah azâblandıracak zannetmiş idi. Hak onun zannı gibi çıkmadı, başka türlü zâhir oldu.
Bilinsin ki, tövbesiz vefât eden âsî kul hakkında tehdidin infâz edilmemesi için iki sebeb vardır:
Birincisi: Ayn-ı sâbitesinin Hakk'a verdiği ilim üzerine, hakkında dâhil edilmiş olduğu Hakk’ın hükmünün, azâb olunmayıp inâyete nâil olmasıdır. Böyle bîr kimse tabîi ârızalar dolayısıyla bâzı günâhları işlese de tövbesiz vefât etse, ezelî inâyete nâil oluşu ve aslî temizliği sebebiyle, onun günâhları sevâblara dönüştürülür. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: ”yubeddilullâhu seyyiâtihim hasenât” yânî “Allah günâhlarını sevâblara çevirir” (Furkân, 25/70). Veyâhut ilâhi inâyet ve rahmetin azamet ve saltanatı indinde o günâhlar mahvolur. Rubâî-i Ömer Hayyâm:
Tercüme: "Ey celîlü'ş-şân kudretinden açığa çıktığım kerim zât! Ben Senin ni'metinde nâz ile beslendim. İmtihan kasdıyla yüz yıl günâh edeceğim. Bakalım benim cürmüm mü fazla, yoksa Senin rahmetin mi?"
İkincisi: Hak Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'de “ve netecâvezu an seyyiâtihim” yânî “ve onların günâhlarından geçeriz” (Ahkaf, 46/16) buyurdu. Oysa Hak Teâlâ hazretleri İsmâil Fass'ında ayrıntılı olarak anlatıldığı üzere, İsmâîl (a.s.)’ı ”innehu kâne sâdıkal va’di” (Meryem, 19/54) âyet-i kerîmesinde "vaadine sâdık" olmasıyla medhetti. Bundan dolayı Hak Teâlâ da vaadine sâdıktır. Çünkü vaîdin yânî tehdidin infâzının olmayışını vaad buyurmuştur. Elbette vaadini yerine getirir. Böyle olunca vaîdin yânî tehdidin infâzı lâzım değildir. Rubâî-i Ömer Hayyâm:
Tercüme: "Cihânda günâh etmemiş olan kimdir? Söyle! Günâh etmeyen kimse, söyle nasıl zindegî eder? İlâhî! Farz edelim ki ben fenâ yaptım, Sen de fenâ mükâfat verdin. Şu halde söyle benim ile senin aranda fark nedir? Şüphe yoktur ki Sen benim gibi değilsin. Benden hatâ ve Sen'den atâ zuhûra gelir.
Ve hüviyyet hakkındaki perdenin açılmasına gelince: Kulların bâzısı inanışında yemîn eder ki, muhakkak Allah Teâlâ şöyle ve böyledir. Şimdi perde kalktığı zaman, kendi inanışının sûretini görür. Oysa o sûret, kendi inanışındaki Hak idi ve düğüm çözülür. Bundan dolayı kendi inanışı gider, müşâhede ile bilinir ve gözün keskinliğinden sonra, zayıf ve eksik bakışa dönmez (36).
Yânî Hakk’ın hüviyyeti hakkında şöyle ve böyledir diye dünyâda kendine hâs bir inanış ile inanışta bulunan her bir inanış sâhibi, kıyâmet gününde kendi inanışını Hak ve gerçekleşmiş olarak görür. Çünkü Hak ona bu inanış sûretinde tecellî eder.
Ve kalbindeki inanış düğümü çözülür. Artık gayba olan inanış gider, onun yerine müşâhede ve yâkîn ile hâsıl olan ilim gelir. Çünkü inanış, perde ehlinin kalbine mahsûstur. Perde kalkınca inanış kalmaz ve gözde müşâhede ile keskinlik hâsıl olduktan sonra da bakışta zayıflık olmaz ki, tekrâr inanışa ihtiyâç olsun. Bundan dolayı reenkarnasyonu anlatanların sözleri reddedilmiş olur. Çünkü onlar ölümden sonra kulun dünyâya geleceğini düşüncesine sâhip olmuşlardır. Oysa ölümden sonra ve yakîn ilminin hâsıl oluşundan sonra, tekrâr dünyâya gelip gördüğü şey hakkında perdeye düşmek olmaz.
Şimdi Hak, sûretlerde tecellînin farklılığı sebebiyle, görüş anında bâzı kullara inanışının tersine olarak zâhir olur. Çünkü tecellî tekrâr etmez. Böyle olunca o bâzı kullar üzerine, hüviyyet hakkında doğru olur. Ve perdenin kalkmasından önce hüviyyet hakkında zannetmedikleri şey, o hüviyyet hakkında Allah'dan onlara zâhir olur (37).
Yânî ilâhi hüviyyet hakkında, kendine hâs bir inanışı olan kimseye, Hak kendi inanışı sûretinde tecellî ettiğinde, dünyâdaki inanışının tersine zâhir olur. Çünkü Hak muhtelif olan isimlerinin sûretlerinde tecellî eder. Bundan dolayı o kimsenin inanışı sûretinde tecellî ettikten şonra, o tecellîye benzer olarak, onun inanmadığı diğer bir sûrette de tecellî eder. Çünkü tecellî tekrâr etmez ve tekrâr etmeyince de tabîki tek bir sûret üzerine olmaz. Ve çünkü ilâhi isimler sonsuzdur ve Hak bu isimler ile dâima tecellî edicidir.
Şimdi bâzı kullar üzerine“ve bedâ lehüm minallâhi mâ lem yekûnû yahtesibûn” yânî “Ve zannetmedikleri şeyler, Allah tarafından karşılarına çıkarılacaktır” (Zümer, 39/47) âyet-i kerîmesinin meâli doğru olur. Çünkü o kimselere dünyâ hayatında ilâhi hüviyyet hakkında inanışta bulundukları şeyin tersi âhiret yurdunda zâhir olur; ve Hak perdenin açılmasından, yânî ölümden önce inanışında oldukları şeyin tersine olarak tecellî eder. Ve perdenin kalkmasından sonraki tecellî de ölümden sonra yükseliş olduğunu gösterir.
Ve hakîkatte biz ölümden sonra ilâhi bilgide olan terakkînin yânî ilerlemenin sûretini, keşfde ehlullah sınıfından bir araya geldiğimiz kimsenin ve onların indinde mevcûd olmayıp bu mes'elede onlara ifâde ettiğimiz şeyin bahsi sırasında Tecelliyât isimli kitabımızda anlattık (38).
Hz. Şeyh (r.a.), Hallâc ve Cüneyd ve Sehl (kaddesâllâhu esrârahum) ile diğer ehlullahın büyüklerinden bir sınıf ile berzahlarında bir araya gelip ilâhi bilgilere dâir onlarla fikir alışverişinde bulunduğunu ve onların idrâk ettikleri ilimlerin ve bilgilerin daha üstüne îkâz ile onları ilerlettiğini Tecelliyyût-ı Mevsıliyye isimli kitabında, anlattı.
Dostları ilə paylaş: |