Örnek: Buhar derece derece tenezzül edip bulut, su ve buz sûretlerine bürünse, vücûd, buhârın bir olan vücûdundan ibâret olur. Ve bu sûretlerin vücûdu buhar ile kâim bulunur ve bu sûretler buhar ile gıdâlanmış olurlar. Ve buhar onların gıdâsı olup izâfi olan vücûdlarında gizli olur.
Şimdi benim vücûdum O'nun gıdâsıdır. Ve biz de O'na paraleliz ve mukabiliz. Bundan dolayı eğer sen bir yön ile bakarsan benim sığınmam, O`ndan O'nadır (47).
Yânî Hakk'ın vücûdunun ve hükümlerinin açığa çıkması yönünden biz de onun gıdâsıyız ve gıdâ gibi onda gizliyiz. Ve bizim vücûdumuz nasıl ki ona gıdâ olur ise, o da buna karşılık ve paralel olarak bizim gıdâmız olur. Ve Hak zâtî tecellîyla, bizim izâfi vücûdumuzu fâni ettiği zaman, biz O'ndan yine O'na sığınırız. Nitekim (s.a.v.) Efendimiz “Euzû bike minke” yânî “Senden sana sığınırım” hâdîs-i şerîfiyle bu sığınmaya işâret etmiştir. Bu sığınma zât ve vücûd yönüyledir; isimler yönüyle değildir. İsimler yönüyle olan sığınmada "Yâ Rabbi, gazâb ve kahrından rızâna sığınırız" demek lâzımdır. Çünkü Hak bâzı görünme yerlerinde Râzî; ve bâzı görünme yerlerinde de, Sâhıt ve Kahhâr isimleriyle açığa çıkar. Bir isminden diğer ismine sığınırız.
Örnek: Hüviyyetleri buhardan ibâret olan muhtelif sûretlerdeki buz kütleleri, güneşin tecellîsiyle eriyip fenâ buldukları zaman, buhara dönüşmüş olurlar. Ve bu sûrette, onların vücûdu buharın gıdâsı olup, onda gizlenirler. Ve nitekim daha önce buhârın vücûdu onlara gıdâ olup onlarda gizlenmiş idi. Bu şekil de, onun paraleli ve mukâbili olur.
Ve bu sıkıştırmadan dolayı teneffüs etti. Şimdi "nefes"i Rahmân'a bağladı. Çünkü âlem sûretlerinin îcâdları için taleb ettikleri şeyi, ilâhi bağıntılara isim ile rahmet etti ki, o âlem sûretlerine, biz "Hakk'ın zâhiri" dedik. Çünkü Zâhir olan O'dur. Ve Hak âlem sûretlerinin bâtınıdır, çünkü Bâtın olan O'dur. Ve Hak Evvel'dir; çünkü O var idi, oysa âlem sûretleri yok idi. Ve Hak Âhir'dir; çünkü âlem sûretlerinin zâhir oluşu indinde, o suverin "ayn"ı oldu. Şimdi Âhir, Zâhir'in aynıdır ve Bâtın Evvel'in aynıdır. Ve Hak her bir şeyi Alîm'dir; çünkü muhakkak kendi nefsini alîmdir (48).
Eşyânın a'yân-ı sâbiteleri, ilâhî ilimde mevcûd olmakla berâber, bu sûretler ilim mertebesinde iken, taayyün elibsesi giymemiş idiler. Bunların her birisi aynî vücûda tâlib olduklarından, Rahmân’ın sıkışmasının ayn’ı oldular; ve bâtında bir sıkıntı peydâ olur. Bu sıkıntıyı def’etmek için teneffüs lâzımdır. Bundan dolayı Hak bu sıkıntıdan dolayı teneffüs etti.
Ve Resûl lisânı ile “Muhakkak Rahmân’ın nefesini Yemen tarafından alıyorum” kavlinde Hak, nefesi, "Rahmân"a bağladı. Çünkü ilâhi isimler, isimlendirilenleri olan Hak'tan, birer görünme yeri istediler. Hak da, kendi bağıntıları olan o isimlerin istedikleri görünme yerlerine vücûd verdi. Ve o ilâhi isimlerine Rahmân ismiyle rahmet etti. Âlemin sûretleri hep bu görünme yerlerinden ibârettir.
Bu âlem sûretleri Hakk'ın mutlak vücûdunda bâtın iken, onların rûhları olan ilâhi isimlerin talebi üzerine Hak, tenezzül ederek kendi vücûdundan onlara vücûd verdiğinden, bu âlem sûretleri Hakk'ın zâhiri oldu. Bundan dolayı biz de onlara "Hakk'ın zâhiri" dedik ve bu sûretler Hakk'ın ilminin sûretleri olduğundan, onların bâtınları Hak'tır. Yânî bu sûretler Hakk'ın dışı ve Hak, bunların içidir.
Ve Hakk'ın nefes-i rahmânî ile teneffüsünden önce, bu âlem sûretlerinin vücûdu olmadığından, Hak Evvel'dir. Nitekim, hadîste “kanallahu ve lem yekun meahu şey'a" yânî “Allah var idi O’nunla birlikte hiçbir şey yok idi” buyrulmuştur. Ve o âlem sûretlerinin vücûdu, bağımsız olmayıp Hakk'ın mutlak vücûdunun taayyün elbisesine bürünerek, bunların sûretlerinde zâhir olması; ve bundan dolayı onların "ayn"ı olması dolayısıyla, Hak Âhir olur. Çünkü Hakk'ın evvel olmaklığını ta'kîb eden bir başka vücûd yoktur ki, âhir olma sıfatını kazabilsin.
Şu halde Âhir Zâhir'in ve Bâtın da Evvel'in aynı olmuş olur. Ve Hakk'ın nefesi ve vücûdu, zâhiren ve bâtınen, âlem sûretlerinin "ayn"ı olunca, bu eşyâ sûretlerinden her birisinin ilmi Hakk'ın ilmi olur. Bundan dolayı Hakk'ın ilmi her şeyi ihâta etmiştir.Çünkü Hak kendi nefsine Alîm'dir.
Şimdi ne zamanki Hak sûretleri, nefeste îcâd etti ve isimler ile anlatılmış olan bağıntıların hâkimiyeti zâhir oldu, âlem için ilâhî bağıntılar geçerli oldu. Bundan dolayı âlem sûretleri, Allah Teâlâ'ya bağlanmış oldular (49).
"Nefes-i rahmânî”, gerek ilâhî isimde sâbit olan aynların sûretlerinin ve gerek hálk âleminde peydâ olan sûretlerin hepsi için maddedir. Bundan dolayı Hak ne kadar sûretler var ise, hepsini "nefes-i rahmânî"si olan bu maddede ve bu "heyûlâ"da îcâd etti.Ve eşyânın hakîkâtleri olan a'yân-ı sâbite, ilâhi isimlerin sûretleri olduğu gibi hálk ve şehâdet âleminde açığa çıkan sûretler de, bu a'yân-ı sâbitenin sûretleridir. Çünkü bağıntıların hâkimiyetinin, yânî ilâhi isimlerin saltanatının açığa çıkması, bunların fiillerini ve hükümlerini ve eserlerini ve rubûbiyyetini, onlara birer sûretler görünme yeri vererek imkân âleminde açığa çıkarmakla olur. Bunun için Hak Teâlâ da böyle yaptı. Ve kendi mutlak vücûdunun aynı olan "nefes-i rahmânî"sinde ve "ilk madde" ve "heyûlâ"da bu sûretleri îcâd etti. Ve işte bu sûretle, ilâh ile ilâhı olan ve Rab ile Rabb’ı olan ve Hâlık ile hálk edilen arasında bağıntı zâhir olmakla, netîcede âlem için ilâhî bağıntılar geçerli oldu. Ve âlem sûretlerinin vücûdu ve bütün sıfatları, Hakk'ın vücûd ve sıfatları olduğundan, bunlar Hakk'a bağlanmış oldular.
Bundan dolayı "maddeciler" dediğimiz filozofların "madde" ve "kuvvet" isimleriyle iki vücûd isbât edip bütün âlem sûretlerinin, bağımsız farz ettikleri bu iki vücûda mensûb olduklarını iddiâ etmeleri, akılların sapkınlık ve hayret mahsûlüdür. Mesnevî:
Tercüme ve îzâh: Cüz'î akıl, bir şeyi ortaya çıkarma aklı değildir. Bilimi kabûl etmekten ve eğitime muhtâc olmaktan başka bir şeyi yoktur. Yânî cüz'î akıl, hiç yoktan bir şeyi ortaya çıkaramaz. Bir bilim sâhibinin eğitimine muhtaçdır. Bu akıl ancak eğitim görmeye ve anlamaya kâbildir. Ancak onu bir vahiy sâhibi eğitmelidir.
Muhakkaktır ki, ilk olarak bütün meslekler ve sanâyî ilâhî vahiyden zuhûra geldi. Fakat sonra akıl onu çoğalttı. Örneğin kumaş dokumasını Hz. Şît (a.s) ortaya koydu. Ancak pek ibtidâî bir halde idi. Fakat bugüne kadar, her bir akıl sâhibi bir şey ilâve etti. Kumaş dokuması bugünkü mükemmel hâline geldi. Ve aynı şekilde yazı yazmayı ve iğne ile elbise dikmeyi Hz. İdrîs getirdi. Akıl sâhibi üstadlar derece derece onu kemâle erdirdiler. Bak ki bu bizim aklımız, hiç üstadsız san'at öğrenebîlir mi? Tabî ki bizim aklımız fikirde inceden inceye araştırır ve kılı kırk yarar. Bununla berâber hiçbir san'at üstadsız bize boyun eğmedi. Eğer bu cûz'î aklın mesleklerin ve sanayînin hiç yoktan îcâdına vâkıf oluşu olsa idi, üstâda gerek kalmaksızın bir san'at meydana çıkardı.
Bundan dolayı bugünkü bilimdeki yükselişin ilk temelleri, vahiy sâhibi olan büyük enbiyâ hazarâtı tarafından atılmış ve cüz'i akıllar zaman içerisinde genişleterek çoğaltmıştır. Ve bundan sonra da peyderpey artacak ve kemâl derecesine ulaşacaktır. Fakat eşyânın hilkatinden maksad Hak bilgisi olduğundan, her nebî zamanında, ilâhi hakîkâtleri ümmetlerinin isti'dâdlarına göre, diğer ilimler hakkındaki söylemlerinden daha açık bir şekilde teblîğ ettiler. Ve isti'dâd kapasitesi husûsunda âhir zaman nebîsinin ümmeti geçmiş ümmetlerden önde olduklarından, (s.a.v.) Efendimiz'e vahyolunan Kur'ân-ı azîmü'ş-şân, bütün ilâhi hakîkâtleri topladı. Ve özellikle bu Fusûsu'l-Hikem Kur'ân'ın özünü gösterici olduğundan, bu hakîkâtlerin açığa çıkması, Resûlullâh (S.a.v.)’ın izni ile, Hz. Şeyh-i Ekber (r.a.) zamânında kemâl derecesini buldu. Bundan dolayı cüz'i akıllar vahye tâbî olmaktan uzaklaşınca eşyânın hakîkâtlerine nasıl vâkıf olur? Şüphe yoktur ki, maddecilerin düştüğü hayret ve dalâlet çukuruna düşer. Yâ Rab, bizi cüz'i akılların şerrinden muhâfaza et!
Şimdi, bugün sizin bağıntılarınızı ben koyarım; ve benim bağıntılarımı ben kaldırırım; yânî sizin nefsinize olan bağlantınızı ben sizden alırım ve sizin bana olan bağlantınıza sizi geri döndürürüm, dedi (50).
Yânî Resûl (a.s.), Hak'tan anlatım yoluyla buyurur ki: Bütün taayyünlerin fânî olduğu kıyâmet gününde sizin nefsinize ve zâtlarınıza olan bağlantınızı sizden alıp, zâtınızın Allah’ın zâtı ve sıfatlarınızın Allah’ın sıfatları ve fiillerinizin Allah’ın fiili olması için, sizi Bana bağlı kılarım. Bundan dolayı siz Hak'ta fânî ve onunla bâkî olursunuz. İşte bugün, yânî büyük kıyâmet günü, Hak'ta "fenâ" hâlinden ibârettir. Çünkü nefse bağlılık, taayyün mevcûd iken mümkün idi. Buz gibi donmuş olan bu taayyün etmiş vücûd, zât güneşinin tecellîsiyle eridiği zaman "ben" tâbîrinin bağlanacağı bir dayanak noktası kalmaz. Bir buz kütlesi, nasıl ki eriyip suya dönüşür ve ondan fânî olarak sıfâtı suyun sıfâtı olursa, bu taayyünler de öylece Hak'ta fânî olurlar. Nitekim, Hak Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm’de, îmân eden Firavun'un sihirbazlarından hikâye yoluyla beyân buyurur: “Kâlû lâ dayra innâ ilâ rabbinâ munkalibûn” yânî ”Önemli değil, muhakkak biz Rabb’ımıza dönücüleriz” dediler (Şuarâ, 26/50) Sonuç olarak kıyâmet gününde Hak Teâlâ bizim nefsimize olan bağıntılarımızı alıp bizi kendisine bağlı kılar. Nitekim âyet-i kerîmede buyurur: “Fe izâ nufiha fis sûri fe lâ ensâbe beynehum yevme izin ve lâ yetesâelûn” yânî “İzin günü sûr'a üfürüldüğü zaman, artık onların aralarında bir bağıntı yoktur. Ve sormazlar.” (Mü'minûn, 23/101).
Allâh'ı koruma edinen sakınanlar nerededir ki, Hak onların zâhirleri oldu. Yânî onların zâhir olan sûretlerinin "ayn"ı oldu (51).
Hakk'a bağlanmış olan âlem sûretlerinin kötülenmişi ve övülmüşü vardır. Kötülenmişlerde nefsini Hakk'a koruma edinip onları nefsine bağlayan ve kemâlât ve övülmüşlerde, Hakk'ı kendi nefsine koruma edinerek onları Hakk'a bağlayan sakınanlar nerededir? Bunların zâhir vücûdları kalmamıştır ki, onlar için mekân olsun! Beyt:
"Sekâ-hüm Rabbühüm" şarâbın içen âşıklar ey Nakşî
Erer ma'şûkuna onlar mekândan lâ-mekân söyler.
Çünkü onların benlikleri Hakk'ın benliğinde mahvolup salt kul olmuşlardır. Nitekim Şeyh Nizâmî (k.s.) buyurur. Beyit:
Tercüme: "Bu taayyün etmiş vücûdumdan "Sensin" dedikten sonra, bir de dönüp "benim" demeyi sana karşı câiz görmem".
Ve o sakınan, hepsinin indinde; insanların a'zâmı ve en lâyığı ve en kuvvetlisidir (52).
Yânî kötülenmişleri kendi nefsine ve övülmüşleri ve kemâlâtı Hakk'a bağlayarak, nefsini Hakk'a ve Hakk'ı nefsine koruma ve siper edinen sakınan, zâtıyla ve sıfâtıyla Hak'ta fânî olduğu için bütün ehlullâh indinde, insanların a'zamı ve zâti vahdâniyyet ile vasıflanmalarından dolayı vücûd ve yakınlıkta insanların en lâyığı ve eli ve ayağı ve kulağı ve gözü ve diğer kuvvetleri Hakk'ın olduğu için de insanların en kuvvetlisidir. Yaptığını Hak'la yapar. Bundan dolayı ehlullâhın fiillerine îtirâz Hakk'a îtirâz olur.
Vakit olur ki sakınan kendi nefsini, sûreti ile Hakk'a koruma yapan kimse olur. Çünkü Hakk'ın hüviyyeti kulun kuvvetleridir. Böyle olunca kul olarak isimlendirileni, Hak olarak isimlendirilen için müşâhede üzere koruma yaptı. Tâ ki âlim, âlimden olmayandan ayrılmış olsun. “Kul hel yestevîllezîne ya’lemûne vellezîne lâ ya’lemûn, innemâ yetezekkeru ulûl elbâb” (Zümer, 39/9). Yânî "Sen de ki, bilenler ile bilmeyenler berâber olur mu? Ancak ulû’l-elbâb tezekkür eder.'' Ve onlar şeyin özüne bakıcıdırlar ki, şeyden amaçlanan da özdür (53).
Yânî sakınan “Mâ esâbeke min hasenetin fe minallâhi, ve mâ esâbeke min seyyietin fe min nefsike” (Nisâ, 4/79) yânî "İyiden sana isâbet eden şey Allah'dan ve fenâdan sana isâbet eden şey de nefsindendir" âyet-i kerîmesi hükmüne uyarak kötü halleri kendi nefsine dayandırıp, edeb gereği olarak nefsini zâhir sûretiyle Hakk'a siper edinir ve övülen halleri Hakk'a bağlayıp, Hakk'ı nefsine siper yapar. Ve sakınanın böyle kul olarak isimleneni ve nefsinin sûretini Hak olarak isimlendirilen için siper edinişi müşâhede üzere olur; cehâlete dayalı değildir. Çünkü bütün övülmüşlerin ve kötülenmişlerin Hakk'a dönücü olduğuna vâkıf olmayıp da onların kaynağının, kendi nefsi olduğu zannına sâhip olan kimseler, şirk koşanlar zümresine dâhil olurlar. Çünkü bunlar, kendi nefislerini görüp, Hak'tan örtülü olurlar. Ve bu vehim ve zan ile biri Hak ve biri de kendi nefisleri olmak üzere iki fâil isbât etmiş olurlar. Ve kötülenmişlerin ve övülmüşlerin Hakk'a dönüşü esâsları İbrâhîm Fass'ında geçmiştir.
Şimdi câhillik ile fiilleri kendi nefislerine dayandıranlar, ister tevhîd ehli ister müşrik olsunlar, bu husûsta ikisi de eşittir. Fakat Hakk'ın "hüviyyet"inin, kulun kulağı ve gözü ve diğer kuvvetleri olduğunu ve kulun zâhir ve Hakk’ın bâtın olduğunu bilen ve farzlarla yaklaşma sâhibi olan sakınan, nefsinin sûretini, müşâhede üzerine Hakk'a siper eder. Ve bu müşâhede ediş ile bilen, bilmeyenden ayrılır. Nitekim Hak Teâlâ “kul hel yestevîllezîne ya’lemûne vellezîne lâ ya’lemûn, innemâ yetezekkeru ulûl elbâb” yânî "Sen de ki, bilenler ile bilmeyenler berâber olur mu? Ancak ulû’l-elbâb tezekkür eder'' (Zümer, 39/9) buyurur. Şeyh Nizâmî’den beyit:
Tercüme: “Elimde, benim kendimin bir hesâbı yoktur. Benim ne kadar hesâbım varsa hep senden çıkar. İyinin ve kötünün anahtarı senden gelir. Şu kadar ki, senden iyi ve benden kötü zâhir olur. Sen iyilik edersin; ben fenâyı nefsime havâle ettiğimden dolayı, fenâ yapmışımdır”.
Ve bu müşâhede ve doğru ilim ile vasıflanmış olanlar, ancak "elbâb" sâhibleridir. Çünkü onlar, bir şeyin özüne bakarlar ve o şeyden amaçlanan da onun özüdür. Örneğin, akıllılara göre istenilen cevizin içidir. Ona dikkatli bir şekilde bakarsa,"iç"i için bakar. Fakat çocuklara göre, oyun oynamaya sermâye olduğu için, amaçlana onun kabuğudur. Bundan dolayı "elbâb sâhibler"i, bütün eşyânın "özü" olan Hakk'a bakıcıdırlar. Ve bu bakışla bütün fiillerin Hak'tan çıktığını bilirler. Ve onların kalbleri sâfilik kemâli üzere olduğundan, ilimleri, kudsî makâmdan ulaşan sâfi hâli üzere kalır. Aslâ evhâm ve hayâller ve fikirler ve zanlar ile karışmaz. Ve o ilim, aklın eğitim ile kazandığı ilme benzemez. Bu şekilde, onların ilimleri keşfi ve zevkî olur. Örneğin kaynağından gâyet berrak olarak çıkan bir su, şehir içinden geçen şebekeye o berraklık ile gelir. Fakat hálk o şebekede ellerini ve ayaklarını ve diğer şeyleri yıkayarak o suyu bulandırırlar. Su şehirden çıkarken gâyet bulanık ve pis bir hâle gelir.
İşte tıpkı bunun gibi, aslında ilâhî vahiy olan hikmetleri, fikir ve zân ehli olan filozoflar ve zâhir âlimleri, kendi evhâm ve hayâlleriyle katıştırıp bulandırırlar. Sonuç olarak, Hakk'ı bilen bilmeyenden ayrılmıştır. Onlar eşyânın "özü" olan Hakk'a bakıcı olup, ubûdiyyet hukûkuna ve rubûbiyyet edeplerine riâyet edicidirler. Ve gece ve gündüz efendilerinin hizmetinde kâim olurlar. Ve yokluksal işler türünden olan noksanlıkları ve kötülenmişleri nefislerine dayandırırlar.
Şimdi elinden geleni göstermeyen, elinden geleni gösteren kimseyi geçemez. Aynı şekilde ecîr kula benzemez. Ve Hak, kul için bir yön ile koruma olduğunda ve kul da, bir yön ile Hak için koruma olduğunda, sen varlık hakkında ne istersen de! Eğer istersen varlık, hálk edilmişlerdir dersin ve eğer istersen varlık Hak'tır dersin. Ve eğer istersen, varlık, Hak olan hálk edilmişlerdir, dersin. Ve eğer istersen, her yönden Hak değildir, dersin. Ve eğer istersen, her yönden hálk değildir, dersin. Ve eğer istersen varlık hakkında "hayret" ile kala kalırsın (54).
Yânî "câze; yecûzu" yânî “câiz; câizdir” ve "kâne ve yekûnu" yânî “oldu ve olur” ile ömrünün sonuna kadar uğraşan dil âlimleri ve sürekli eşyânın dış görünüşü ile meşgûl olan ve elinden geleni gösteremeyenler, eşyânın özüne bakıcı olup kemâlât tahsîlinde elinden geleni gösteren kimseleri geçemez. Ve bir efendinin ücretle tutulmuş hizmetçisi ile kölesi aynı değildir. Çünkü birinin bakışı ücrete, diğerininki kulluğadır. Bundan dolayı câhilin ameli, cehennemden kurtulma ve cennete nâil olmak içindir. Âlimin ameli ise, bu fikirlerden uzak olarak, salt ibâdete hak edici olduğundan dolayı, Hakk'a ibâdet etmiş olmak maksadına dayanmaktadır.
Ve kul, yokluksal işlerden olan kendi sıfâtına isâbet eden noksanlıkların ve kötülenmişlerin kendine bağlantıyı gerektirdiğini bilip onları kendine bağlayarak nefsini Hakk'a ve aynı şekilde varlıksal işlerden olan Hakk'ın sıfâtına isâbet eden övülmüşlerin ve kemâlâtın ona bağlantıyı gerektirdiğini bilip kendinden çıkan övülmüş işleri ve kemâlâtı Hakk'a bağlayarak Hakk'ı kendi nefsine koruma ve siper edindiğinde; istersen bu varlığa ve bu hálk edilmiş âleme, zâhir ve noksân sıfatların mahalli olması îtibârıyla "hálk" dersin. Ve istersen, bâtın ve Hakk'ın kemâl sıfatlarının açığa çıkış mahalli olması îtibârıyla "Hak" dersin. Ve istersen bâtın ve zâhir ve kemâl sıfatları ve noksanları toplayıcı olması îtibârıyla "Hak olan hálktır" dersin. Ve istersen "zâhir yönünden Hak değildir, çünkü bu yönle hálktır ve bâtın yönünden hálk değildir, çünkü bu yönden Hak'tır" dersin. Ve istersen bu varlık hakkında "hayret"te kala kalıp cenâb-ı Sıddîk-ı Ekber (r.a.)ın buyurduğu vech ile “aczini idrâk, idrâkın da kendisidir” dersin. Çünkü varlığa bakıp âcizlik sıfatı ile vasıflanmış olduğunu ve kendisinde fâilin fiilini kabûl edici hâl bulunduğunu görür, "Hak" diyemez ve kudret sıfatıyla vasıflanmış olduğunu ve kendisinde fâil oluculuk olduğunu görür, "hálktır" diyemez, "hayret"e düşer. Nitekim Hz. Şeyh (r.a.) Fütûhât-ı Mekkiyye'nin başlarında buyururlar: Şiir:
Tercüme "Rab Hak'tır. Ve hakîkat bakışıyla bakılınca kul da Hak’tır. Mükellefin kim olduğuna şuûrum ve vâkıf oluşum olsa idi ne olurdu! Eğer kuldur desem, o ölüdür ve yoktur. Ve eğer Hak'tır desem, teklîf olunan nerde?"
Şimdi, senin mertebeleri ta'yîn etmen ile talep edilenler, ortaya çıktı (55).
Hz. Şeyh (r.a.) daha önce "Biz âyetlerde ve hâdîslerde, Hak hakkında sınırlamadan başka bir şey görmedik" buyurmuş ve bu bahsi izâh etmek için, taayyün etmiş mertebeleri beyân etmiş idi. Çünkü her bir mertebenin taayyünüyle bir talep edilen ortaya çıkar. Şimdi de bu "sınırlama" bahsinin tamamlanmasına geri dönerek buyururlar ki:
Ve eğer sınırlama olmasa idi, sûretlerde Hakk'ın değişkenliğini, resûller haber vermezlerdi. Ve Hakk'ın kendi nefsinden, sûretleri kaldırmakla O'nu vasfetmezler idi (56).
Yânî Hakk’ın, eşyânın "ayn"ı olması, sınırlamayı gerektirici olur. Çünkü eşyâ sınırlanmış sûretlerden ibârettir. Eğer işin aslında, Hakk'ın "sınırlanmasına" müsâade olmasa idi, peygamberler, Hakk'ın sûretlerde değişkenliğinden haber vermezler idi. Nitekim (S.a.v ) Efendimiz buyurmuşlardır:
"Hak Teâlâ hazretleri, kıyâmet gününde hálka inkâr edilen bir sûretinde tecellî edip: "Ben sizin Rabb-i a'lânızım" der. Halk ise, senden Allâh'a sığınırız derler. Hak daha sonra onların inanışları sûretinde tecellî eder. O zaman o sûrete secde ederler".
Şimdi "inkâr edilen" bir sınırlı sûret olduğu gibi, hálkın hayâli inanışları olan da birer sınırlı sûrettir. Hak bu sûretlerde tecellî edici olunca, sınırlı olması gerekir. Bundan dolayı (S.a.v ) Efendimiz'in bu doğruluğunda şüphe olmayan hadislerinde, Hakk'ın sınırlı sûretler ile sınırlanmış olduğu haber verilmiş olur. İşte ârifler bu haberlerden dolayı, sûretlerde Hakk'ın zâhir olduğunu bilmişlerdir.
Şiir:
Şimdi, göz onun gayrına bakmaz; ve hüküm, onun gayrı üzerine olmaz (57).
Yânî vücûdda, göz ancak Hakk'a bakar; ve hüküm ancak Hak üzerine olur.Çünkü, vücûdda ondan başka bir mevcûd yoktur ki görülebilsin ve üzerine de bir hûküm eklenebîlsin. Bundan dolayı gören ve görülen ve hâkim ve üzerine hüküm verilen hep Hak'tır. Rubâi:
Ben bilmez idim gizli ayân hep Sen imişsin
Tenlerde ve canlarda gizli hep Sen imişsin
Sen'den bu cihân içre nişân ister idim ben
Sonra bunu bildim ki, cihân hep Sen imişsin
Böyle olunca, biz onun içiniz ve O'nun iki elinde O'nunlayız. Ve her bir hâl içinde O'nun indindeyiz (58).
Yânî bizim vücûdumuz onun içindir. Çünkü o bizim sûretlerimizde açığa çıktı. Ve biz O'nunla mevcûduz. O'nun iki elinde O'na tâbîyiz. Bizim alnımızdan tutup bizde tasarruf eder. İyi ve kötü her bir halde biz, mutlak ve kayıtlı yakınlık ile onun nezdinde hâzırız; ve O'ndan ayrı değiliz. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “ve hüve meaküm eyne mâ küntüm” yânî “Siz nerede iseniz O sizinledir” (Hadîd, 57/4).
Bunun için inkâr olunur ve bilinir ve tenzîh kılınır ve vasf olunur (59).
Yânî Hak, sınırlı olan muhtelif sûretlerde açığa çıktığı için inkâr olunur. Çünkü câhil Hakk'ı, bütün görünme yerlerinde müşâhede edemediğinden, Hak Teâlâ, onun hayâl ettiği sûrete ters olarak tecellî edince, Hak değildir, diye inkâr eder. Ve Hak bu sebepten dolayı ârif olunan olur. Çünkü câhil Hakk'ın inanışına uygun olan sûrette tecellîsinde, bu Hak'tır, der. Ve ârif ise, Hakk'ı bütün sûretlerde müşâhede ettiğinden, Hak bütün görünme yerlerinde ârif indinde ârif olunan olur. Ve yine bu sebepten dolayı, Hak tenzîh olunur. Çünkü Hak her anda bir şânda ve bir sûrette tecellî ettiğinden ve O'nun belirli bir sûreti olmadığından, ârif O'nu sûretlerden tenzîh eder. Ve câhil ise, inanışına uygun sûretle açığa çıkıştan onu tenzîh edip: Hak cisim değildir, cevher değildir ve araz değildir, gibi sözler söyler. Bu câhil tenzih edicinin hâlidir. Çünkü cisim, cevher ve araz denilen şeyler Hakk'ın vücûduna dâhildir. Bunlar, Hakk'ın vücûdunun gayrı olsa, iki vücûd olması gerekir. Ve aynı şekilde bu sebepten dolayı Hak vasfolunur. Çünkü Hakk'ın Hayât, İlim Sem’, Basar, İrâde ve Kudret ve Kelâm gibi sıfatları vardır ki, hálk ile kendi arasında ortaktır. Teşbih edici O'nu o sıfatlar ile vasfeder.
Şimdi Hakk'ı Hak'tan, Hak'ta, Hak gözü ile gören kimse Hakk'ı âriftir (60).
Yânî bir kimse Hakk’ın mutlak vücûdundan kendi sûreti üzere zâhir olan Hakk'ı, Hakk'ın vücûdunda, Hak gözü ile görse, o kimse Hakk'ı ârif olur. Nitekim cenâb-ı Nizâmî buyurur:
Tercüme: "Sen'i, Sen'in gayrınla bulmak olmaz; dizgini her taraftan çevirmek lâzımdır."
Ve Hakk'ı Hak'tan, Hak'ta, kendi nefsinin gözüyle gören kimse ârif değildir (61).
Yânî bu kimse Hakk’ın mutlak vücûdundan, kendi sûreti üzere zâhir olan Hakk'ı, Hakk'ın vücûdunda görür, ammâ nefsinin gözüyle görür. Oysa Hakk’ın gözünden başka, O'nu bir göz göremez. Bununla berâber böyle olan kimse câhil değildir. Çünkü Hakk'ı Hak'tan, Hak'ta ârif olmuştur. Ancak kâmil ârif değildir.
Ve Hakk'ı Hak'tan ve Hak'ta görmeyip de, nefsinin gözüyle âhirette görmeyi bekleyen kimse câhildir (62).
Çünkü bu kimse Hakk'ı bu âlemde müşâhede edemedi ve Hakk’ın ve Resûl'ün hitâbını anlayamadı. Nitekim buyrulur: “Ve men kâne fî hâzihî a’mâ fe hüve fîl âhıreti a’mâ” (İsrâ, 17/72) Yânî "Burada a'mâ olan kimse âhirette de a'mâdır". Ancak bu âyet-i kerîmenin ma’nâsı genel görünüşte kâfirler içindir. Fakat enfüsî seyrin özelliği îtibârıyla bütün mü'minleri de içine almaktadır. Bundan dolayı hakîkatte körlükten kurtulanlar ancak âriflerdir. Bununla berâber mutlak olan Hakk’tan, kendi sûreti üzere açığa çıkan Hakk'ı Hakk'ın vücûdunda görmeyip de, âhirette Hak gözü ile görmeyi bekleyen kimse, câhiller zümresine katılmış olamaz. Çünkü o kimse, Hakk'ın ancak Hak gözü ile müşâhede olunabileceğini bilmiştir. Şu kadar ki, bu âlemde kendisini gaflet ve perde sarmış olduğundan, gâfîller ve perdeliler zümresine dâhil olmuştur.
Sonuç olarak, her bir şahıs için, Rabb'ı hakkında bir inanç lâzımdır ki, onun ile O'na dönsün ve O'nu onda taleb etsin! (63).
Yânî beyân olunan hakîkâtlerin özeti ve netîcesi budur ki: Her bir şahsın kendi Rabb'ını kendisine mahsûs bir inanış ile tasavvur ve hayâl etmesi lâzımdır. Tâ ki o kimse, o inanış ile Rabb'ına dönebîlsin ve Rabb'ını o inanış sûretinde talep etsin!
Şimdi Hak, o şahsa inanışının sûretinde tecellî ettiği zaman, o şahıs Hakk'ı bilir ve O'nu kabûl ve tasdîk eder. Ve eğer Hak, o sûretin dışında tecellî etse, onu inkâr edip ondan Hakk’a sığınır. Ve işin aslında, Hak üzere edebi kötü şekilde yapar. Ve oysa o şahıs, kendince Hak ile edeblenmiş olduğunu vehmeder. Bundan dolayı bir inanışa sâhip olan, ancak nefsinde îcâd ettiği şeyle İlâh'a inanır. Böyle olunca İlâh, inanışta yapılma ve îcâd iledir. Bundan dolayı bir inanışı olanlar, ancak nefislerini ve nefislerinde yaptıkları ve îcâd ettikleri şeyi gördüler (64).
Bilinsin ki, müşâhede sâhiplerinin dışında olan her bir şahsın, zihninde tasavvur edip inandığı birer İlâh vardır. Onlar, bulundukları muhît içinde küçük yaşlarından beri, İlâh hakkında işittikleri ve okudukları vasıfları bir araya toplayıp, bunların bütün hepsinden, zihinlerinde birer İlâh tasavvur ve hayâl ederler. Bu sûret onların kendi nefislerinde, yine kendi nefislerinden îcâd ettikleri ilâhdır. Ve onlar kendilerince, işte İlâh böyledir ve böyle olması gerekir, derler. Ve onların ibâdeti bu sûretedir. Oysa o sûreti, nefislerinde, yine kendi nefislerinden îcâd ettikleri için bu inanışlarındaki ilâhları nefislerinin aynı olur. Bundan dolayı nefislerine tapmış olurlar. Bu ise putperestlikten başka bir şey değildir. Aralarında şu kâdar fark vardır ki, putperestlerin putu âşikâr olduğu için herkes görür; bunların putu gizlidir, yalnız kendilerine mahsûstur. Ve bunların bahis ve mücâdelelerindeki ma’nâ ancak hayâllerindeki ilâhı bir dîgerine kabûl ettirmekten ibâretir. Ve her birisi kendi hayâlinin diğerleri üzerinde hükümrân olmasını ister.
Fakat müşâhede sâhipleri böyle değildir. Onların kalpleri, akli zannlardan ve vehmi inanışlardan sâfidir. Bu hakîkat sâhibi zâtlar, İlâh'ın zât’ı yönünden, taayyün ve kayıtlanma kabûl etmeyeceğini, ancak isimler ve sıfatlar yönüyle, muhtelif sûretlerde tecellîleri bulunduğunu bilirler ve kendilerine mahsûs bir inanış ile kayıtlanmayıp O'nu her şeyde müşâhede ederler.
Önceki sınıf İhlâs sûresini okuyup ma’nâsına muhâlefet ederler. Yânî Hak, kimseden doğmadığı halde, onlar nefislerinden doğurur ve îcâd ederler ve bu hayâli sûretlerini Hakk'a denk edinmiş olurlar. İkinci sınıf ise, ne sonradan olandan doğurur ve îcâd ederler ve ne de denk edinirler.
Şimdi Hak, inanış ehline, hayâllerindeki sûrete uygun olarak tecellî ettiği zaman, onu kabûl edip tasdîk edici olurlar ve o sûrete uymayan bir şekilde olan Hakk'ın tecellîsini inkâr edip ondan Hakk'a sığınırlar. Ve hakîkatte, Hakk'a karşı kötü edebde bulundukları halde, bu inkârlarıyla edebi muhâfâza ettiklerini zannederler. Bununla berâber Hak, hârici ve zihni sûretlerin hepsinde tecellî edici olduğundan, onların inandıkları ve hayâl ettikleri sûretlerde tecellî eden dahi Hak'tır. Onların kötü edebleri, Hakk'ı sâdece o sûrete mahsûs kılmış olmalarından ileri gelmektedir.
Şimdi insanların Allah‘a ilminde olan mertebelerine bak! O, kıyâmet günündeki görüş hakkında, onların mertebelerinin aynıdır (65).
Çünkü görüş, ancak tecellî dolayısıyladır. Ve tecellî ise, Allah’a ilim miktârına göredir. Ve insanların dünyâda Allah’a ilimdeki mertebeleri ne ise, kıyâmet gününde görüş hakkındaki mertebeleri de o mertebelerinin aynıdır. Ve Allah’a ilim de ancak isti'dâdlar dolayısıyladır. İsti'dâdlar ise çeşitlidir. Ve bu farklılığın sonu yoktur. Bundan dolayı kıyâmet günündeki görüşte bu farklılık dolayısıyla olur.
Ve ben sana, mertebelerin farklılığını gerektiren sebebi bildirdim. Şimdi sen sakın ki, kendine mahsûs bir inanç ile kayıtlanasın ve onun gayrını inkâr edesin! Böyle olunca, bir çok hayrı yitirirsin. Belki ilim, işin aslında üzerinde bulunduğu husûs ile senin elinden çıkar gider (66).
Yânî kıyâmette Hakk'ı görmek husûsunda herkesin mertebelerinin başka başka olmasını gerektiren sebebi sana bildirdim. Ve o sebep dahi herkesin kendi hayâlinde tasavvur ettiği kendilerine mahsûs birer inanış idi. Bunu anladıktan sonra, sakın sen de böyle kendine mahsûs bir inanışa bağlanıp kalma ve hayâli bir sûrete kapılıp, diğer sûretleri bu hayâl ile örtme! Eğer kendi aklî zannını ve vehmî inanışını hakîkat farz edip, bu zan ve inanışının hâricinde kalan sûretlerde Hâkk'ın tecellîsini inkâr edersen bir çok hayırdan mahrûm olursun. Ve Hak hakkındaki zevkin dar bir sâha ile çevrili kalır ve az olur. Niçin salt hayır olan ilâhî ilimdeki zevkin çoğunu bırakıp azı ile yetineceksin? Belki bu sınırlama ve kayıtlama sebebiyle işi, hakîkati üzere bilmekten mahrûm olursun. Ve “E fe reeyte menittehaze ilâhehu hevâhu ve edallehullâhu alâ ilmin ve hateme alâ sem’ihî ve kalbihî ve ceale alâ basarihî gışâveh” yânî “Hevâsını kendisine ilâh edinen kişiyi gördün mü? Ve Allah, onu ilim üzere dalâlette bıraktı. Ve onun işitme hassasını ve kalbini mühürledi. Ve onun görme hassasının üzerine gışavet (perde) çekti.” (Câsiye 45/23) âyet-i kerîmesinde vasfedilen zümreye dâhil olmandan korkulur. Çünkü sen inanışını nefsinde îcâd ettiğin yön ile, o sûret nefsinin aynı olur. Ve sen hevânı ilâh edinenlerden olursun. Ve bu ilmin, dalâletini ve şaşkınlığını gerektiri. Ve Hak bu sûretle duyuşunu ve kalbini mühürler. Artık tahkîk ehlinin zevkî ilimleri kulağına girmez ve kalbine te'sîr etmez olur. Ve gözüne bu sınırlama ve tahsîsin perde olur; diğer sûretlerde Hakk'ın tecellîsini müşâhede edemezsin ve müşahede edenleri de inkâr edersin.
Böyle olunca sen, inanış sûretlerinin hepsi için, kendi nefsinde "heyûlâ" ol! Çünkü İlâh Teâlâ, bir inanışın diğer inanışı içine almasından, daha geniş ve a'zamdır. Çünkü Allah Teâlâ “fe eynemâ tuvellû fe semme vechullâh” (Bakara, 2/115) Yânî "Ne tarafa dönerseniz orada Hakk'ın vechi zâhirdir" buyurdu. Ve bir ciheti bir cihetten anlatmadı; "Allah’ın vechi"nin her yerde olduğunu anlattı. Ve şeyin "vech"i onun "hakîkat"idir. Şimdi Hak Teâlâ bu söz ile, âriflerin kalblerine uyarıda bulundu, tâ ki dünyâ hayâtında, engeller onları böyle bir şeyin hatırlanmasından meşgûl etmesin! Çünkü kul, hangi nefeste vefât edeceğini bilmez. Bâzen gaflet anında vefât eder. Şimdi hâzır olarak vefât eden kimse ile bir olmaz (67).
Yânî sen hiçbir inanış sûretiyle bağlanıp kalma; inanışta bulunulan sûretlerin hepsi için "heyûlâ', yânî asıl ol! Ve Hakk'ı bir inanış sûretine sınırlamayıp onu bütün inanış sûretlerinde müşâhede et ! Çünkü Allah Teâlâ Hazretleri o kadar geniş ve a'zamdır ki, onun hakkındaki bir inanışın sûreti diğer inanış sûretini içine alamaz.Yânî bir inanış sûretine kapsamdır ve diğer inanış sûretine kapsam değildir, diyemezsin. O ne kadar inanış sûretleri varsa hepsinde tecellî edicidir. Ve bununla berâber onun tecellîsi bu sûretlerin hepsinde sınırlanmış değildir. Çünkü bu sûretler kayıtlıdır, Hak ise mutlaktır. Bunun için Hak Teâlâ: "Yüzünüzü nereye dönerseniz Allah’ın vechi orada zâhirdir" (Bakara, 2/115) buyurdu. Yoksa "Allah’ın vechi" falan cihette görünür, deyip bir ciheti tahsîs etmedi; geneli içine alıcı olarak her yerde olduğunu beyân etti. Ve bu söz, dünyâ hayâtında engellerin, ârifleri, her cihette Hakk'ın vechi olduğunun hatırlanmasından meşgûl etmemesi için, onlara uyarıdır. Yânî dünyâ hayâtında, illet ve tedâvî ve açlık ve yemek ve râhat ve belâ gibi bir çok engeller vardır ki, bunlar insanı meşgûl eder ve bu meşgûl oluş sebebiyle Hakk'a yönelemez. Oysa Hak "Her ne tarafa dönerseniz Hakk’ın vechi orada zâhirdir" buyurduğundan, bu uyarı üzerine ârif, illetine yönelmiş olduğu zaman yine Hakk'ı görür. Çünkü illette de "Allah’ın vechi" zâhirdir ve şifâ ve açlık ve yemek ve râhat ve belâda da aynı şekilde zâhir olan Hakk'ın "vech"idir
Çünkü ârif bu uyarı ile ikaz edilmemiş olsa, Hak'la hâzır olamaz idi. Oysa kulun hangi nefeste rûhunun kabz olunacağı kendince bilinmez. İhtimâl ki râzı olunmamış işler ile meşgûl iken kabz olunuverir ve gaflet anında gider. Gayr ile meşgûl iken kabz olunan kimse ile Hakk ile meşgûl olduğu halde kabz olunan kimse arasında fark vardır. Çünkü hadîs-i şerifde: "Yaşadığınız gibi ölür ve öldüğünüz gibi haşr olunursunuz" buyurulmuştur. Bundan dolayı gayr ile meşgûl iken kabz olunanlar, gayr ile haşr olunurlar. Ancak ârif bu uyarı üzerine her yerde ve her anda Hakk'ı müşâhede ettiğinden her nefeste Hak ile hâzır oluş üzeredir. Ve hangi nefeste kabz olunursa olunsun Hak'la hâzır iken kabz olunur.
(Cenâb-ı Hak bu ni'meti ve bu devleti, bu gâfil fakîre ve taleb eden bütün dîn ihvânına nasîb etsin! Âmin bihürmeti Seyyidi’l-mürselîn!).
Ondan sonra, kâmil kul bunu bilmekle berâber, zâhir sûretinde ve kayıtlı hallerde, namazda Mescid-i Haram tarafına yönelmeyi gerekli sayar; ve namaz hâlinde Allah Teâlâ'nın onun kıblesinde olduğunu ve Mescid-i Haram tarafının “fe eynemâ tuvellû fe semme vechullâh” (Bakara, 2/115) yânî "Ne tarafa dönerseniz orada Hakk'ın vechi zâhirdir" ifâdesinden Hakk’ın vechinin bâzı mertebeleri olduğuna inanır. Şimdi Mescid-i Haram tarafı o mertebelerdendir ve ondâ Hakk’ın vechi vardır (68).
Yâni kâmil kul, bahsedilen âyet-i kerîme gereğince, "vechullâh”ın her yerde zâhir olduğunu bilmekle berâber, namaz ile meşgûl olduğu ve bu hal ile bağlandığı zaman, zâhir ve cismi sûreti ile, Ka'be-i Muazzama tarafına dönmeyi gerekli sayar; ve bu dönüş ile berâber onun inanışı bu merkezdedir ki, Allah Teâlâ Hazretleri, kul namaz hâliyle kayıtlı olduğu esnâda, onun kıblesinde hâzırdır; ve Ka'be-i Muazzama tarafı, “fe eynemâ tuvellû fe semme vechullâh” (Bakara, 2/115) yânî "Ne tarafa dönerseniz orada Hakk'ın vechi zâhirdir" âyet-i kerîmesinde beyân buyrulan "vecih"ler gereğince, Hakk'ın vechinin mertebelerinden bir mertebedir. İşte namaz kılarken kâmil ârif bu şekilde tefekkür edicidir. Şüphe yoktur ki, âyet-i kerîmenin yüksek mâ'nâsına göre Ka'be-i Muazzama tarafı ilâhi vecihlerden bir vecihdir ve Hakk’ın vechi orada da mevcûd ve hâzırdır. Ve namaz hakkındaki ayrıntılar Muhammed Fassı’nda gelecektir. Beyit:
Tercüme:
Hacının isteği Ka'be ve benimki dîdar
O evin tâlibi olmuş, ben ise sâhibinin
Ancak "O, yalnız buradadır" deme; belki idrâk ettiğin şey indinde dur! Ve Mescid-i Haram tarafına dönüşte edebi gerekli kıl; ve özel bir cihette vechin sınırlanamayacağı husûsunda edeb üzere ol! Belki o cihet, yönelenin yöneldiği cihetler bütününden bir cihettir. Şimdi muhakkak, Hakk'ın her cihetin cihetinde olduğu, sana Allah’dan zâhir oldu (69)
Yânî Hakk'ın "vech"i Ka'be tarafındadır, deyip O'nu bir cihet ile sınırlama ve idrâk ettiğin şey indinde, yânî namazla meşgûl olduğun halde Ka'be tarafına dönüşte edebi muhâfaza et! Çünkü bu yöneliş ilâhî emirdir ve Resûlullah (s.a.v.)e tâbî oluştur. Bundan dolayı diğer ilâhi vecihlerden yüz çevirip bir veche yönelik olmak, emre uymak olduğu için edebdir. İşte bu edeb üzere devâm et! Fakat Hakk'ın vechini, özel bir cihet ile sınırlamamak dahi, yine ilâhî emir olduğu için, edebdir. Bu edebi de muhâfaza edip bil ki, Hakk'ın tahsîs buyurduğu o cihet, her bir yönelenin yöneldiği sonsuz cihetlerden bir cihettir. Sonuç olarak “fe eynemâ tuvellû fe semme vechullâh” (Bakara, 2/115) yânî "Ne tarafa dönerseniz orada Hakk'ın vechi zâhirdir" âyet-i kerîmesiyle Hakk'ın vechinin vecihlerin, yânî cihetlerin hepsinde mevcûd olduğu Allah'dan sana zâhir oldu.
Ve inanışların dışında bir şey yoktur. Şimdi hepsi isâbetlidir; ve her isâbetli oluş mükâfat hakedicidir; ve her mükâfat hakedici saîddir ve her saîd kendisinden râzı olunandır. Her ne kadar bâzısı âhiret yurdunda bir zaman şakî olursa da. Şimdi sâid ve Hak ehli olduklarına bizim ilmimiz bulunmakla berâber, inâyet ehli, dünyâ hayâtında illetli ve elemli oldu. Böyle olunca, Allâh'ın kullarından bâzıları vardır ki, âhiret hayâtında, cehennem denilen yurtta bu elemleri idrâk ederler. Bununla berâber, işi hakîkatı üzere keşf eden ilim ehlinden bir kimse, onlar için cehennem yurdunda onlara mahsûs bir ni’met olmadığını kestirmez (70).
Bilinsin ki, vecihlerde oluş, ki cihetlerden ibârettir, bâzısı hissî ve bâzısı aklîdir ve aklî olan kısmı inanışlardan ibârettir. Ve her bir inanışta Hakk’ın vechi mânevi bir sûret zâhirdir. Ve inanışlar ise tefekkür netîcesi olup insana mahsûstur. Nitekim, Mevlânâ (r.a.) efendimiz buyururlar: Mesnevî:
Tercüme: "Ey birâder sen, ancak düşüncesin, fikirden ibâretsin; geriye kalan kısmın kemik ve liftir. Eğer endîşen gül ise sen gül bahçesisin, eğer diken ise sen külhanlık odunusun.”
Bundan dolayı inanmış kalplerin yöneldiği mânevi cihetlerde, inanışlardan başka bir şey yoktur. Şu halde inanmış olanların hepsi, inanışlarında isâbet etmiştir. Çünkü onların her birisi Hakk'ın vecihlerinden kendine hâs bir veche inanır ve inanışında isâbetli olunca o, mükâfâtı hakedicidir. Çünkü bu kendine hâs inanışı dolayısıyla, onun mutlak vecihden bir nasîbi vardır. Ve her mükâfat hak edici ise saîddir ve rızâ ile saâdet İsmâil Fass’ında ayrıntılı anlatılmıştır. Ve her saîd dahi hâs Rabb’ının indinde kendisinden râzı olunandır. Çünkü o hâs Rabb’ı, terbiyesi altında bulunan görünme yerinin alnını tutup, sırât-ı müstakîmi üzerinde yürütür. Bundan dolayı onun gidişinden ve sülûkundan râzıdır.
Bununla berâber inanış ehlinin bâzıları, bu şekilde saîd olmakla berâber “Lâbisîne fîhâ ahkâbâ” yânî “Orada uzun müddet kalıcıdırlar” (Nebe; 78/23) âyet-i kerîmesi gereğince âhiret yurdunda, uzun bir zaman için şakî olurlar; yânî hâlis azâbı tadarlar. Çünkü hâs Rabb’arının yolunun sonu budur; ve isti'dâdları gereğince kemâlleri, bu yolun sonuna ulaşmaktan ibârettir. Bizim sâid olduklarını bildiğimiz, inâyet ehli olan Hak ehli, dünyâ hayâtında illetli olup elem çekerler. Fakat onların bu belâya uğrayışları ebedi saadetlerine zarar vermez. Bunun gibi inanış ehlinden bir kısmının da âhiret yurdunda ezâ duymaları ve inâyet ehlinin elemlerine tutulmaları inanışlarında isâbetli olmalarına engel olmaz. Ve keşif ehlinden hiçbir kimse bu inanış sahiblerinin cehennem yurdunda, kendilerine mahsûs bir ni’mete nâil olmayacaklarını kesip atmaz, yânî bu husûsta kesin hüküm vermezler.
Ya buldukları bir elemin kaybolmasıyladır. Şimdi azâb onlardan kalkmış olur. Böyle olunca o elemi bulmaktan onların râhatları, onların ni’metlenmesi olur. Veyâhut cennet ehlinin cennetlerde ni’metlenmesi gibi, onlara özel fazladan bir ni’metlenme oluşur (71).
Yânî keşif ehlinin kesinlikle hükmetmediği, cehennem ehlinin ni’metlenmesi iki şekilde olur: Ya buldukları ve taddıkları elem kaybolur ve elemin kayboluşuyla da azâb kalkar; ve bu şekilde, bu elemi bulmaktan kendilerine sâkinlik gelmesi, onların ni’metlenmesi olur. Yânî elemden rahat bulduklarında, ni'metin ayn’ına ulaşırlar. Veyâhut cennet ehlinin, cennette nâil oldukları ni'met gibi, cehennem ehli için de, cehennemin içinde, fazladan onlara özel olarak bir ni’metlenme oluşur. Ve cennet ehlinin ni’metlenmesi kendi mizâclârına uygun olduğu gibi, cehennem ehlinin ni’metlenmesi de onların tabîatlarına uygun sûrette olur.
Bilinsin ki Hak Teâlâ hazretlerinin “ve rahmetî vesiat külle şey’in” yâni “Rahmetim herşeyi kuşatmıştır” (A'râf, 7/156) ve “Rahmetim gazâbımı geçmiştir” sözleri her şey hakkında geneldir. Ve kâfirler hakkındaki Kur'ân âyetleri ve hâdîs-i şerîfler de, onların ebediyyen salt azâb içinde kalacaklarına işâret etmez. Bu husûsta kesin olan taraf onların cennetlerin ni’metlenmesi olan hâlis rahmetten ebediyyen mahrûm oluşlarından ve cehennemde kalıp ebedî cennete girmeyeceklerinden ibârettir. Nitekim âyet-i kerîmede “Lâbisîne fîhâ ahkâbâ” yânî “Orada uzun müddet kalıcıdırlar” (Nebe; 78/23) buyrulmuştur. Bundan cehennem ehlinin, çok uzun zamanlara kadar, ateşte kalacakları anlaşılır. Çünkü "hukub" "seksen yıl" ma'nâsına gelir. "Ahkab" ise onun çoğulu olup bitişi olan zamânı gösterir. Ve hadîs-i şerîfte dahi "Cehennem üzerine bir zaman gelir ki, dibinde cîrcîr biter" buyrulur. "Cîrcîr" sulak yerde biten bir tür bitkidir. Bundan da anlaşılır ki, cehennem ehli cehennemden çıkmayacak, fakat çok uzun müddet sonra cehennemin ateşi gidecektir.
Cehennem ehlinin ateş içinde olan ni’metlenmesine gelince, esâsen cehennem ni’metlenme yurdu olmadığından, oradaki ni’metlenme de cennet ehlinin mizâcına göre azâbdan başka bir şey değil ise de, cehennem ehlinin mizâcına ve isti'dâdlarına uygundur. Cehennem ni’metlenmesi hakkında iki yön vardır: Ya azâbda çok uzun müddet kalmakla alışkanlık peydâ olup elem hissedilmez olur. Bu şekilde elemin gidişiyle rahât oluşumu ni’metlenmedir. Nitekim bu âlemde de örnekleri çoktur. Örneğin bir kimsenin bir sebeple elini keserler. İlk günlerde, elinin olmayışı onun için şiddetli bir azâb olur. Fakat zamân geçtikçe elsizliğe alışır. Artık önceki elemi duymaz olur. Bu hâl onun hakkında ni’metlenmedir. Ancak eli olanlara göre onun hâli azâbdır.
Veyâhut ateş içinde fazladan onlara özel bir ni’metlenme oluşur. Nitekim, hadîs-i şerîfte "Tahkîkan ateş ehlinin bâzıları ateş ile oynaşırlar" buyrulur. Oysa oynaşma ni’metlenme içinde olur bir hâldir. Bundan dolayı cehennemde fazladan olarak bir de onlara özel ni’metlenme oluşur. Bunun örnekleri, bu âlemde de mevcûddur. Örneğin uyuzluk hastalıktır. Ve hasta olan azâb çeker. Fakat uyuz, vücûdunu kaşıdığı zaman, bu kaşınmaktan bir lezzet duyar. Lezzet ise ni’metlenmedir. Şu halde hastalık azâbı içinde fazladan olarak bir de ni’metlenme oluşmuş olur.
Dostları ilə paylaş: |