Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi Ahmet Avni Konuk ÖNSÖZÜ



Yüklə 7,33 Mb.
səhifə42/90
tarix02.08.2018
ölçüsü7,33 Mb.
#65852
1   ...   38   39   40   41   42   43   44   45   ...   90

Örnek: Bir kimse, varsayalım etrâfına on ayna koyup kendisi ortada dursa, her bir aynada o kimsenin gölge sûreti peydâ olur. Şa­hıs bir ise de, o şahsın aynı olarak on sûret gözükür. O kimse ağla­sa, gülse; elini, ayağını, gözünü kımıldatsa bu hâl ve hareketlerin hepsi, o on sûrette de görülür. Demek ki bu sûretlerin hepsi o bir şahsın aynıdır. Fakat aynada mevcûd olan bu sûretlerin üzerine su dökülse veyâ bir boya sürülse, o şahıs bundan etkilenmez. Demek ki o sûretler bu şahsın gayrıdır.

Ancak, gölgenin göründüğü mahall, mevcûd olduğu vakitte­dir. Hattâ eğer sen, bu gölgenin görünmesine mahall olan şeyin yokluğunu varsaysan o gölge akledilebilir olur ve histe mevcûd ol­maz idi. Belki gölgenin mensûb olduğu şahsın zâtında potansiyel olarak mevcût olur idi (19).

Yânî gölgenin şüphesiz histe mevcûd olması, o gölgenin göründüğü ma­hall, mevcûd olduğu vakitte olur. Meselâ bir cismin gölgesi yere dü­şer; ve o gölge histe mevcûd olmuş olur. Ve bu gölgenin histe mev­cûd olması için de, o gölgenin göründüğü zemînin vücûdu lâzım­dır. Bundan dolayı gölgenin histe mevcûdiyeti, ancak o gölgenin göründüğü zemînin mevcûdiyeti vaktinde olur. Şu halde gölgenin histe mevcûd ol­ması için üç şart lâzımdır:

Birincisi, gölgenin göründüğü mahall;

ikin­cisi gölgenin sâhibi olan cisim;

üçüncüsü, gölgenin görünmesini îcâb eden nûrdur.

Gölgenin göründüğü mahallin karşılığı imkân dâhilindeki aynlar; gölge sâhibi olan şahsın karşılığı da, Hakk’ın mutlak vücûdu; ve nûr da Hakk'ın Zâhir ismidir .

Eğer gölgenin görünmesi için şart olan mahallin yokluğunu varsaysak o gölge akıl mertebesinde kalır ve histe görünmez idi. Ve belki o gölge mensûb olduğu şahısta potansiyel olarak mevcûd olup, meydana çıkmış ol­maz idi. Bundan dolayı "âlem" olarak isimlendirilen ilâhî gölgenin görünme mahalli olan imkân dâhilinde olanların olmadığı varsayılsa, gölge his âleminde mev­cûd olmaz, belki potansiyel olarak kalır idi.

Şimdi âlem ile isimlendirilen ilâhî gölgenin görünme mahalli, ancak o imkân dâhilinde olan aynlardır ki, bu gölge onun üzerine uzayıcı oldu. Böyle olunca bu gölge, bu zâtın vücûdundan, üzerine uzayıcı olduğu şey dolayısıyla, idrâk olunur. Ancak idrâk, Nûr ismi ile oldu. Ve bu gölge, imkân dâhilindeki aynlar üzerine mechûl gayb sûretinde uzayıcı oldu (20).

Yânî "âlem" dediğimiz şey, ilâhî gölgedir. Ve onun, göründüğü ma­hall de imkân dâhilindeki aynlardır. Ve bu gölge bu imkân dâhilindeki aynlar üze­rine uzamıştır. Nitekim bir şahsın gölgesinin, görünebîlmesi için mut­laka bir yerin üzerine düşmesi ve uzaması lâzımdır. Bundan dolayı Hakk’ın mutlak vücûdunun gölgesi, üzerinde uzadığı şey dolayısıyla idrâk olunur. O şey de görünme yerleridir. Bundan dolayı Hakk’ın mutlak vücûdu görünme yerleri dolayısıyla idrâk olunur. Ancak bu idrâk "Nûr" ismi ile olur. Ve "Nûr" ilâhi zâti isimlerdendir. "İzâfî vücûda" ve "ilm"e ve "ışığa" da genellenir. Çünkü bunlardan her birisi eşyâyı gösterir. Nitekim "izâfi vücûd" olmasa idi, aynlar âlemi yokluk gizliliğinde kalır idi. Ve eğer "ilim" olmasa idi, hiçbir şey idrâk olunmaz idi. Ve "ışık" olmasa idi, vücûdi aynlar kendilerini örten karanlık içinde kalır idi. Örneğin gece karanlığında, ışık olmadıkça odamızın içindeki eş­yâyı görmek mümkün değildir. Bundan dolayı "izâfi vücûd" ile Hakk’ın mutlak vücûdu idrâk olunur.

Örneğin önümüzdeki aynada, arkamızda duran bir şahsın gölgesi yansıdığında, bu, o şahsın izâfi vücûdudur. Bu vücûd ile o şah­sı idrâk ederiz. Ve ilim ile de ma’nâlar âlemini idrâk ederiz. Varsayalım ilim olmasa, şu üzerinde bahsettiğimiz Yûsuf Fassı'ndaki ha­kîkâtleri, nasıl idrâk edebilir idik? Ve ışık ile de his âleminde mevcûd olan sûretleri idrâk ederiz. Örneğin ışık saçan güneş olmasa idi, gül bahçelerini, yeşillikleri idrâk mümkün mü idi?

Ve bu gölgenin, yânî izâfi vücûdun imkân dâhilindeki aynlar üzerine uza­ması, mechûl gayb sûretindedir. Yânî yokluk karanlığı üzeredir. Bilinsin ki, vücûd gölgesinin aynlar üzerine uzaması ilk önce ilim mertebesinde oldu. Bu da Allâh'ın gayrı için mechûl gaybtır. Ancak Hakk'ın vâkıf kıldığı kimseler için mechûl gayb de­ğildir. Nitekim Hz. Mevlânâ (r.a) Mesnevi-i Şerif’de buyururlar:

Tercüme ve izâh: Evliyânın tuzağı olan o hayâller Hudâ bostanının ay yüzlülülerinin yansımasıdır. Yânî evliyânın hayâller tuzağı nefsânî hevâ olmayıp, belki Hudâ’nın bostanı olan ma’nâlar âleminin ay yüzlülerinin yansıması, yânî ilâhi ilmi sûretlerdir

Bundan dolayı onun mechûl oluşu, hârice göre yokluk karanlığından dolayıdır. Çünkü cehil, yokluk ve yokluk da karanlıktır. Ve karanlığın şânı, bir şeyin kendisinde gizlenmesi ve gayra göre de gizli oluşudur. Ve onun mukabili olan nûr ise bunun aksidir. Çünkü nûrun şânı, kendisinde görünme ve gayr için de göstermedir.

Sen gölgelerin siyahlığa meyilli olduğunu görmez misin ki, gölgenin sâhibi olan şahıslar ile kendi arasındaki münâsebetin uzaklığından dolayı, zâtlarında gizliliğe işâret eder. Ve şahıs beyaz bile ol­sa, onun gölgesi yine bu şekildedir. Sen dağları görmez misin ki, bakanın bakışından uzak olduğu zaman kara ola­rak görülür. Oysa dağlar, renklilikten hissin idrâk ettiği şeyin gayrı üzere olur. Ve oysa uzaklıktan başka bir sebep yoktur. Ve gökyüzünün mâviliği de bunun gibidir. Şimdi bu, histe uzaklığın parlak olmayan cisimlerde meydana getirdiği bir şeydir. (21).

Yânî bir şahsın gölgesi yere düştüğü vakit onun siyâha meyilli oldu­ğu görülür. Ve bu şahıs ile o gölgenin münâsebetinin uzaklığından dolayı, siyahlık gölgede gizliliğe işâret eder. Histe gölge başka, şahıs başkadır. Aralarında sûrî uzaklık vardır. Çünkü gölge her ne kadar şah­sın biçimine göre görünür ise de, siyâha meyilli bir şeydir. Ve şahısta olan şey, onda gizlidir. Nitekim şahıs beyâz olsa bile gölge yine siyâ­ha meyilli olur. Bundan dolayı gölgede bir yönden görünme ve bir yönden gizlilik vardır. Ve aynı şekilde pek uzaklarda bulunan dağlara baktığ­ımız zaman, gözümüze siyah renkte görünür. Oysa onların rengi, görme hissinin idrâk ettiği şeyin dışında bir şey üzeredir. Örneğin yem­yeşildir; yâhut çıplak bir dağ ise onu teşkîl eden kayaların renginde olarak sarı veyâ kızıldır. Ve dağların böyle siyah renk sûretinde gö­rünmesindeki sebep ancak uzaklıktır. Eğer yakın olsaydı hissimiz onu; örneğin yeşil renkte idrâk edecek idi. Uzak olduğu için hissimizin id­râk edeceği bu yeşil rengin dışında gözüktü. Ve aynı şekilde gökyüzü dediği­miz fezânın rengi aslında mâvi değildir. Uzaklığın etkisi sebe­biyle gözümüze öyle görünür. İşte bu dağların siyâh ve gökyüzünün mâ­vi görünmesi esâsı, parlak olmayan cisimlerde, görme hissinde uzak­lığın meydana getirdiği şeydir.

Cenâb-ı Şeyh (r.a.) bu örnekleri, imkân dâhilindeki aynlar ile vücûd nûru arasındaki münâsebetin uzaklığına delîl olarak verdi. Nite­kim Abdürrezzâk Kaşânî (k.s) bu ibârelerin şerhinde buyurur ki: "İmkân dâhilindeki aynlar, vücûd nûrundan uzak olmasından dolayı karanlıktır. Aynların karanlığına zıt olan nur, o aynlar üzerine uzadığı zaman, yokluğunun karanlığı vücûd nûruna etki edip, nûriyyet karanlığa meyilli olur.Ve vücûd nûru da gizliliğe meyilli bulunur. Şahıslara nisbetle gölgeler gibi. İzâfî vücûdun Hakk'ın vücûduna nisbeti de böyle­dir. Eğer Hakk’ın vücûdu, yokluk hâlindeki imkân dâhilinde olan aynlar ile kayıtlanmamış olsa idi, nihâyetinde nûriyyette olur idi de, şiddetinden dolayı idrâk olunmaz idi. Şimdi karanlığa âit taayyünler ile perdelenmiş olan kimse, âlemi görür; Hakk'ı görmez. Nitekim âyet-i kerîmede "....Onlar zulmette­dir, görmezler" (Bakara, 2/17) buyrulur. Ve taayyünler perdelerini kaldıran ve zul­met örtülerini yırtan kimse, "nûr" ile karanlıktan ve "zât" ile, gölgeden perdeli olur. Ve biriyle diğerinden perdeli olmayan kimse de, hálk edilmişlerin siyahlığında ve karanlığında Hakk'ın nûrunu müşâhede eder.

Ve aynı şekilde imkân dâhilindeki aynlar da parlak değildir; zirâ on­lar yok hükmündedir. Ve her ne kadar "sâbitlik" ile vasıflanmış ise de "vücûd" ile vasıflanmış değildir. Çünkü "vücûd" nûrdur. Şu kadar vardır ki, parlak cisimlerde uzaklık, görme hissinde küçüklüğü verir. İşte bu da uzaklığın diğer te'sîridir. Şimdi his onu, ancak küçük hacim olduğu halde idrâk eder. Oysa o aslında bu kadardan büyüktür; ve niceliklerin en fazlasıdır (22).

Yânî imkân dâhilindeki aynlar, vücûd nûrundan uzak olduğu için karanlıktır; parlak değildir. Ve her ne kadar ilâhi ilimde "sâbitlik" ile vasıflanmış ise de "vücûd" ile vasıflanmış değildir. Bundan dolayı o yok hükmündedir. Örneğin, çekirdeğin içinde ağaç "sâbitlik" ile vasıflanmış ise de, "vücûd" ile vasıflanmış olmadığından yok hükmündedir. Ancak parlak olan cisimler, uzaklık sebebiyle, parlak olmayan cisimler gibi siyah görünmez, görme hissinde küçük görünür. Bu da uzaklığın diğer bir te'sîridir. Oysa onun hâricî vücûdu uzaktan göründüğü kadar değildir; nicelikte hissedilebilir olduğu miktârdan fazladır.

Nitekim delil ile bilinir ki, güneş hacimce yüz altmış ve dörtte bir ve sekizde bir def’a dünyâdan büyüktür. Oysa o, "ayn"da meselâ bir kalkan kadardır. İşte bu da uzaklığın te'sîridir. Böyle olunca âlemden ancak gölgelerden bilindiği kadar bilinir. Ve bu gölge kendisinden uzayan bir şahıstan mechûl ol­duğu kadar Hak'tan mechûl olur. Şimdi o, onun gölgesi oluşu yönünden bilinir. Ve kendisinden gölge uzayan şahsın sû­retinden olan şey, o gölgenin zâtında mechûl oluşu yönünden Hak'tan mechûl olur (23).

Hz. Şeyh (r.a) mübârek zamânlarındaki astronomi ilmine sâhip olanların getirdikleri delîllere dayanarak güneşin dünyâdanb yüz altmış ve dörtte bir ve sekizde bir def’a büyük olduğunu, yânî güneşin dünyânın yüz altmış tam katı ve bir çeyreği ve bir sekizde biri kadar olduğunu beyân buyururlar. Zamânımızdaki astonomi bilginlerini getirdikleri delîllere göre, güneş arzdan bir milyon üç yüz on bin defa büyüktür. Bu husûstaki uyuşmazlık getirilen delîllerdedir. Her iki söze göre de güneş dünyâdan pek çok defa büyüktür. Hz. Şeyh'in yüksek maksa­dları, güneş dünyâdan pek büyük olduğu halde, uzaklığın te'sîri dolayısıyla, his gözünde bir kalkan büyüklüğü kadar görünmesini be­yandan ibârettir. Uzakta olan büyük bir cismin küçük göründüğüne şüphe yoktur. Cenâb-ı Şeyh bunu örnek olarak anlatmıştır.

İşte bunun gibi kayıtlanmış vücûd olan âlem, mutlak vücûttan pek uzak olduğundan, görünüşte küçük ve karanlıktır. Bundan dolayı bir şahıs gölgesinden ne kadar bilinebîlirse, Hak da âlemin vücûdundan o kadar bilinir. Çünkü aynlar, çokluk taayyünleri ile taayyün edici olan ilâhi zâttır. Ve bu aynlar zâtı yönünden Hakk'ın aynıdır ve taayyünleri yönünden gölgelerdir. Şu halde Hakk'ın isimle­rinin gölgeleri ve sûretleri olan âlem aynlarından ve bu gölgelerin gölgeleri olan bu hârici mevcûtlardan, yânî his bakışı ile gördüğümüz eşyâ­dan Hakk’ın zâtı ne kadar bilinir ise, o kadar bilinir. Ve gölgesi uzayan şahıstan, o gölgeye bakıldığı zaman mechûl kalan şey, ne ka­dar ise, Hakk'ın gölgesi olan âlemin vücûduna bakıldığında da, Hak'tan o kadar mechûl kalır. Bundan dolayı âlem Hakk'ın gölgesi oluşu yönüyle, Hakk'ın her şeyin Rabb’i ve âlemin İlâhı olduğu bilinir. Ve kendisinden gölge uzayan şahsın sûretinden bulunan şeyin, o gölgenin zâtında mechûl oluşu yönüyle, Hak'tan mechûl olur. Örneğin arkanızda bir şahıs durup gölgesi önünüze düşse, bu gölge­den arkanızda bir adam bulunduğunu bilirsiniz. Fakat bu uzayan göl­genin zâtında, gölge sâhibinin sûretinden bulunan şey, mechûl kal­mıştır. Meselâ kaşı, gözü ağzının biçimi ve diğerleri bu gölgeden anla­şılmaz. Yalnız anladığınız şey, arkanızda gölgenin sâhibi olan bir adam bulunmasından ibârettir. İşte tıpkı Allah’ın gölgesi olan âlem ile gölge sâhibi olan Hak da böyledir. Ve vücûd nûru kendisinden uzayan Hakk’ın zâtî mutlaklığı ve taayyünsüzlük sûreti imkân dâhilindekiler üzere uzayan vücûdda görülebilir değildir.

İşte bundan dolayı biz deriz ki, gerçekte Hak, bize bir yön ile bilinendir ve diğer bir yön ile de mechûldür (24).

Yânî âlem, Hakk'ın gölgesi olduğundan ve gölgenin sâhibi ise, uzayan gölgesinden özet olarak bilindiğinden dolayı, Hak kendisinin gölgesi olan âlemden bize özet olarak bilinen olur. Ve gölge sâhibinin sûre­tinden bulunan şey, gölgenin zâtında mechûl kaldığından, bu îti­bâr ile Hak bize mechûl olur.

"Sen Rabbini görmez misin, gölgeyi nasıl uzattı? Eğer di­lese idi, onu sâkin kılar idi'; (Furkân, 25/45) yânî potansiyel olarak onda olur idi (25).

Hz. Şeyh (r.a) Furkânda olan bu âyet-i kerîme ile, vü­cûd gölgesinin imkân dâhilindeki aynlar üzerine uzadığını delîl olarak getirdi. Yânî âyet-i kerîmenin yüce ma’nâsı böyle demek olur: Ey Habî­bim, sen Rabb'ini görmezmisin, vücûd nûrunu imkân dâhilindeki aynlar üzerine nasıl uzattı ve vücûd nûru ile âlem sûretlerinde nasıl tecel­lî etti? Eğer yüksek irâdesi bağlansa idi, o uzamış gölgeyi sâkin kı­lar idi. Yânî uzayan gölge Hakk'ın vücûdunda potansiyel olarak kalır ve aslâ zâhir olmazdı.

Der ki: Hak Teâlâ gölgeyi açığa çıkarmak için imkân dâhilindekilere tecellî etmeyeydi, el'ân yânî şu an da vücûdda aynı açığa çıkmamış olan imkân dâhilindekilerden geriye kalan şey gibi olur idi. "Ondan sonra biz güneşi gölgeye delîl ettik.” (Furkan, 25/45) O da Hakk'ın "Nûr" is­midir ki, biz onu anlattık. Ve his ona şâhitlik eder. Çünkü, nûrun yokluğu ile, gölgeler için bir ayn yoktur. "Ondan sonra biz onu kolay bir çekiş ile bize çektik”. (Furkan, 25/46) Ve ancak onu kendine çekti. Çünkü o, O'nun gölgesidir. O'ndan zâhir oldu ve emrin hepsi O'na geri döner. Şimdi o, O'dur; O'nun gayrı değildir. Böyle olunca senin idrâk ettiğin her bir şey, imkân dâhilindeki aynlarda olan Hakk'ın vücûdudur. Şimdi Hakk’ın hüviyyeti yönünden o, O'nun vücûdudur. Ve ken­disinde olan sûretlerin ihtilâfi yönünden o, imkân dâhilindeki aynlardır. Şu halde sûretlerin ihtilâfıyla, nasıl ki ondan gölge ismi zâil olmazsa, sûretlerin ihtilâfıyla âlem ismi yâhut Hakk’ın gayrı ismi ondan öylece zâil olmaz. Şimdi onun gölge olma­sının ahadiyyeti yönünden o, Hak'tır. Çünkü Hak, Vâhid ve Ahad vücûttur. Ve sûretlerin çokluğu yönünden o, âlemdir. Şimdi benim sana izâh ettiğim şeyi hemen anla ve sorgulayıcı ol! (26).


  • el'ân, ifâdesi bâzı nüshâlarda metinde olmayıp şerhan zikredilmiştir. (A.A.Konuk)

Yânî Cenâb-ı Şeyh (r.a.)ve lev şâe le cealehu sâkinâ” yânî “Eğer di­lese idi, onu sâkin kılar idi” (Furkân, 25/45) âyet-i kerîmesinin tefsîri hakkında böyle buyurur:

Hak Teâlâ buyurur ki: "Eğer Hak, kendisinin gölgesi olan imkân dâhilindekilerin açığa çıkması için tecellî etme­ye idi, bu gölge yokluk gizliliğinde arta kalır idi. Nitekim hâricî vücûtta aynı açığa çıkmayan bâzı imkân dâhilindekiler yokluk gizliliğinde kalmıştır." Çünkü,

15/HİCR-21



Ve in min şey’in illâ indenâ hazâinuhu ve mâ nunezziluhû illâ bi kaderin ma’lûm

Hazinesi bizim yanımızda olmayan hiçbir şey yoktur. Malûm (bilinen) bir kaderi olmaksızın onu indirmeyiz.

âyet-i kerîmesinde beyân buyrulduğu üzere, yokluk gizliliğinde bulunan şeylerin hepsi birdenbire açığa çıkmaz; belki zaman içerisinde bilinen kaderi üzere hâricî vücûtta açığa çıkar. Nitekim, zamanımızdaki keşifler ve icâtlar birdenbire ortaya çıkmamıştır. Seneden seneye artarak bilinen kaderi üzere ortaya çıkmış ve bundan sonra da yine öylece ortaya çıkacaktır. Henüz hâricî vücûtta açığa çıkmayanlar yokluk gizliliğindedir. Örneğin bahçemizde bir gül ağacı var, bu sene gül verdi. Gelecek seneler de yine birtakım güller ortaya çıkacaktır. Bunlar he­nüz yokluk gizliliğindedir.Ve aynı şekilde insanın gölgesi vardır. Bu gölge uzamadığı zaman, o şahsın zâtında gizlidir.

"Gölge uzadıktan sonra, biz güneşi gölgeye delîl ettik" (Furkân, 25/45) Ve delîl olan güneş, Hakk'ın Nûr ismidir ki, biz onu Ancak idrâk, Nûr ismi ile oldu” sözüyle daha önce anlattık. Bundan dolayı bir cismin göl­gesinin idrâki, nasıl ki güneş ile olur ise, Hakk'ın gölgesi olan âlemin idrâki de Hakk'ın Nûr ismi ile olur. Ve gölgelerin vücû­du ve idrâki güneş ile olduğuna his şâhitlik eder. Çünkü güneşin nûru gözükmeyince gölge vücûd bulucu olmaz. Örneğin gece karanlıkta ayak­ta duran bir şahsın gölgesi gözükmez. İşte bunun gibi, âle­min gölgesinin vücûdu da ancak Hakk'ın Nûr ismiyle olur.

"Ondan sonra biz o uzayan gölgeyi kolay bir çekiş ile kendi zâtımıza çektik." (Furkân, 25/46) Ve bu çekiş, gölgeye delîl olan nûru çekmekle oldu.Yânî var olanların vücûdundan ibâret olan gölgeyi, Hak yavaş yavaş ve kolaylıkla kendine çekti. Çünkü eşyânın vücûdunun yavaş yavaş fenâya yüz tuttuğunu her an his gözü ile görmekteyiz. Nitekim bir çocuk doğar, ergen olur, genç olur, ihtiyârlar, sonra da ölür. Bun­lar hepsi yavaş yavaş ve insan farkına bile varmaksızın kolaylıkla olur. Ölüm ise gölgenin gölge sâhibine çekilmesidir. Ve gölgeden ibâret olan âlemi Hak Teâlâ, kendi gölgesi olduğu için zâtına çekti. Çünkü nefes-i rahmânî­sinin yayılıp genişleme hareketi ile ondan açığa çıkar. Ve çekilme hareketi ile yine ona geri döner. Ve emrin hepsi ona döner. Bundan dolayı o, O'dur. Ya’nî âlemin vücûdu Hakk'ın vücûdudur; O'nun gayrı değildir. İkisinin arasındaki fark, mutlak ve kayıtlı olmaktan başka bir şey değildir; bu da îtibârîdir. Çünkü hiçbir kayıtlı yoktur ki, kendisinde mutlak olmasın. Örneğin hayvânlık, mutlak bir ma’nâdır."Konuşma" kavramı ise, onun bir kaydıdır. Oysa mut­lak ma’nâ olan "hayvânlık" olmadıkça, konuşabilme kaydı düşünülemez. Bundan dolayı kayıtlı ancak mutlak ile mevcûd olur Ve mut­lak da ancak kayıtlıya sınırlanma ile tecellî eder. Çünkü bin defa "hayvan" desen insan kavramı anlaşılmaz. Ancak "konuşan" kaydına sınırlandığı zaman, konuşan isteğini ifâde etmiş olur.

Şimdi akledilebilir ve hissedilebilir olarak âlemin vücûdundan idrâk etti­ğin her bir şey, imkân dâhilindeki aynlarda tecellî edici olan Hakk'ın vücûdu­dur. Ve Hakk’ın vücûdu, aynların vasıfları ve özellikleriyle açığa çıkmıştır.

Bilinsin ki, â’yân-ı sâbite Hakk'ın ve isimlerinin aynasıdır. Çünkü â’yân-ı sâbite olmasa ilâhi isimlerin sûretleri Hakk'a zâhir olmaz idi. Nitekim ayna olmasa, insan kendi sûretini göremez. Ve a'yân-ı sâbite, ilâhî ilimde peydâ olan isimlerin sûretleri olup; Hakk'ın ilmi ise zâtının aynı olduğundan, bu a'yân-ı sâbite Hakk'ın aynı olur. Ve şehâdet hazretinde bu sûretleri taşıyıcı olan "nefes-i rahmânî"dir. Bu da Hakk'ın vücûdunun aynıdır. Şu kadar ki, a'yân-ı sâbite, her an ilim mertebesinde yokluk halindedir. Mutlak vücûdun tenezzüllerinden hâsıl olan izâfi vücûdun taşıyıcı olduğu bu gördüğümüz sûretler, o a'yân-ı sâbite sûretlerinin yansıması ve gölgesidir. İşte bir tevhîd ehlinin meş­reb ve ma'rifet zevki budur.

Bundan dolayı bu ön bilgiden sonra anlaşılır ki, Hakk'ın hüviy­yeti idrâk olunan şeyde zâhir olduğu yön ile, o şey Hakk'ın vü­cûdudur. Ve sûretlerin ihtilâfı yönüyle o idrâk edilebilir şey, imkân dâhilindeki aynlardır. Ve imkân dâhilindeki aynların sûretleri başka başka olmakla o idrâk olunan şeyin adı değişmeyip, ona nasıl ki yine "gölge" denilir­se, âlem şahıslarının sûretleri başka başka olmakla ondan da öylece "âlem” ismi veyâhut "Hakk’ın gayrı" ismi gitmez. Ve mâdemki o idrâk olunan şey gölgedir ve sûretlerin ihtilâfıyla ondan gölge ismi gitmiyor, şu halde gölge oluştaki ahadiyyet yönüyle, o idrâk olunan şey Hak'­tır. Çünkü Hak, Vâhid ve Ahad vücûttur. Ve sûretlerin çokluğu yönünden, o idrâk olunan şey âlemdir. Yânî burada üç ahadiyyet görü­nüyor: Birisi gölgenin ahadiyyeti; ikincisi âlemin ahadiyyeti; üçüncüsü Hakk'ın ahadiyyeti. Ve ilk iki ahadiyyet, Hakk'ın ahadiyyeti ile berâberdir.



Örnek: Bir kimsenin etrâfına beş fotoğraf makinesi konulsa, her birisinin objektifine o şahsın gölgesi düşer. Beş objektifte beş sûret gözükür. Fakat hepsi gölge oluşta ahadiyyet üzerinedir. Çünkü gölgeden başka bir şey değildirler. Ve bu beş sûretin hepsine de o şahsın gayrı olan "fotoğraf' ismini veririz. Bundan dolayı o beş sûret bu yönden de ahadiyyet üzeredir. Fakat sûretlerin sayısı beş olmakla şahsın çoğalması gerekmez. Şahıs da ahadiyyet üzeredir. Ve ilk iki ahadiyyet şahsın ahadiyyeti ile berâberdir. Çünkü şahsın vücûdu olmasa bu îtibâri ahadiyyetler de mevcûd olmazdı.

Şimdi Şeyh (r.a) buyururlar ki: İşte idrâk olunan şeyin vücûdunun, Hakk'ın "hüviyet"i yönünden Hakk'ın vücûdu olduğunu ve sûretlerin ihtilâfı yönünden âlem ve Hakk’ın gayrı bulunduğunu sana îzâh ettim. Bu hakîkati bilmek husûsunda sen uyanık ol ve sorgula!

Ve iş, benim sana bahsettiğim şekilde olunca, âlem sanaldır. Onun için hakîkî vücût yoktur. Ve bu, hayâlin ma’nâsıdır. Yânî sana hayâl kılınmış oldu ki, gerçekte âlem ilâve bir iştir; kendi nefsiyle kâimdir; Hak'tan hâriçtir. Oysa âlem, işin aslında böyle değildir. Sen görme hissinde gölgeyi gör­mez misin? Kendisinden uzayan şahsa bitişik olduğu halde, bu bitişmeden ayrılmak, o gölge için imkânsız olur (27).

Cenâb-ı Şeyh (r.a) buyururlar ki: Ben sana birtakım hakîkâtler ve mârifetler anlattım. Bundan anlaşıldı ki âlem, vehmi ve hayâlî bir şey­dir. Onun hakîkî ve bağımsız vücûdu yoktur. Hakikî vücût Hakk'­ın ve "izâfi vücûd" da âlemin vücûdudur. Çünkü âlem hakîkî vücûdun gölgesidir. Gölge ise kendi nefsiyle kâim olmayıp, kıyâmda gölge sâhibine muhtaçtır, Âlemin sanal olması da hayâl ma’nâsıdır. Yânî sence âlemin ilâve bir iş olduğu ve kendi nefsiyle kâim bulun­duğu ve Hak'tan hâriç olduğu hayâl edilir. İşte bu hayâle dayanarak âlem için "hayâldir”, denilir. Oysa âlem, işin aslında Hakk'ın vücûdundan hâriç ve kendi nefsiyle kâim ve Hakk’ın vücûdu üzere ilâve bir iş değildir. Nitekim görme hissiyle baktığın zaman, duran şahsın kendisine bitişik olarak uzamış olan gölgesinin o bitişmeden ayrılmasının mümkün olmadığını görürsün. Bundan dolayı vâ­hid yânî bir olan iş, birisi "şahıs oluş" ve diğeri "gölge oluş"tan ibâret olan iki çekilde zâhir olmuştur.Ve böyle iki şekilde zuhûr sebebiyle, şahıs ile gölge arasında aykırılık vehmedilerek, gölge için bir vücûd hayâl edilir.

Şimdi sen aynını ârif ol ve sen kimsin? Ve "hüviyet"in ne­dir? Ve Hakk'a nisbetin nedir? Ve sen ne şeyle Hak'sın ve ne şeyle âlemsin ve başkasın ve bunun gayrısın? Ve bu sözlere benzeyen şeysin? Ve bu ilimde âlimler, bilen ve daha iyi bilen olarak ayrılmıştır (28).

Yânî sen ayn-ı sâbiteni tanı ki, o Hakk'ın zâti işlerinden bir iş ve onun bilineni olan sûretlerinden bir sûrettir. Ve sen "hü­viyyet"ini bil ki, sen ayn-ı sâbitenin özelliğinde açığa çıkan Hakk'­ın vücûdusun. Ve Hakk'a nisbetini bil ki, senin Hakk'a nisbetin, kayıtlının mutlaka ve gölgenin ayakta duran şahsa nisbeti gibidir. Ve ne şeyle Hak olduğunu anla! Çünkü sen "hüviyyet"in ve "hakîkat"in yönüyle Hak'sın ve "taayyün"ün yönüyle âlemsin ve Hakk'ın gayrısın. Ve bu sözlere benzer ne varsa o'sun. Ve âlimler bu ilimde çeşitlidir. Kimi bilendir ve kimi daha çok bilendir. Ve bu farklılık müşâhededeki farklılığa dayanmaktadır. Şöyle ki:



  1. Çokluk taayyünlerini müşâhede eden kimseler, "hálk"ı görürler.

  2. Bu çokluk taayyünlerinde tecellî edici olan ahad vücûdu müşâhe­de eden kimseler, "Hakk"ı görürler.

  3. İki îtibâr ile iki yönü de müşâhede eden kimseler, hem hálkı ve hem de Hakk'ı görürler.

  4. Bağıntılar ve izâfetler ile çoğalmış olan sûretleri bir hakîkat olarak mü­şâhede eden, yânî zât ile, isimlerin ahad oluşu ile küll yânî bütünsellik müşâhede eden kimse, Allâh'ı hakkıyla tanıyan ehlullahdandır.

  5. Halkı görmeksizin Hakk'ı müşâhede eden kimse, fe­nâ makâmı olan "cem" makâmında hâl sâhibidir.

  6. Hakk'ı hálkta ve hálkı Hak'ta müşâhede eden kimse, fenâdan sonra hâsıl olan bakâ ve "cem"'den sonra hâsıl olan "fark" ma­kâmında kâmil müşâhede sâhibidir. Ve bu makâmın sâhibi diğer makâm sâhiplerinden daha âlimdir. (Kâşâni Şerhi'nden alınmıştır)

Şimdi Hak, algılanan gölgeye oranla, küçük ve büyük ve sâf ve daha sâftır. Camda bakanın perdelenmesine nisbetle nur gibidir ki, onun rengiyle renklenir. Oysa işin aslında onun rengi yoktur. Ancak sen onu, Rabb'in ile hakîkatine verilmiş örnek olarak görürsün (29).

Gölgenin görme hissinde mevcûd olması için üç şartın lâzım olduğu daha önce anlatılmış idi. Bunlardan birisi "gölgenin göründüğü mahal", ikincisi "nûr", üçüncüsü "gölge sâhibi" idi. Gölgenin düştüğü mahal girintili çıkıntılı ise gölge de girintili çıkıntılı olup mahalle göre görülür. Bundan dolayı bu imkân dâhilindeki aynlar Hakk'ın gölgesinin düştüğü mahal olduğun­dan, bahsedilen hüküm, imkân dâhilindeki aynlarda da aynı şekilde geçerli olur. Şu halde Hak, küçük aynlara göre küçük ve büyüğe göre bü­yük ve örneğin soyutlanmış nefslere göre sâf ve soyutlanmış akıllara göre daha sâf olarak zâhir olur. Ve o nûra benzer. Eğer camın rengi kırmızı ise kırmızı ve yeşil ise yeşil görünür. Oysa onun rengi yoktur. Eğer cam renksiz ise nûr da renksiz görünür. Camın rengi, bakanın bakışında o nûrun sâflığına perde olur. Ve her ne kadar nûrun aslında rengi yok ise de, camın rengiyle renklenen nûru, sen Rabb'in ile hakîkatine verilmiş örnek olarak görür­sün. Yânî sen görürsün ki, Hak senin hakîkatinin aynasında, onun özelliğine göre renklenendir. Nitekim "Suyun rengi kabının rengidir" derler. Sonuç olarak Hak, aynlarda, o aynların hallerinin sûretleriyle tecellî edicidir. O nûr ve senin hakîkâtin de cam gibidir. Eğer hakî­katin bulanık ise bulanık ve eğer sâflaşmış ise sâflaşmış olarak görünür.

Ve eğer sen camın yeşilliğinden dolayı "nûr yeşildir" der­sen, doğrudur ve şâhidin duyulardır. Ve eğer nûr, "yeşil değil­dir ve renkli de değildir" dersen, nitekim onu sana delîl verdi, doğrusun. Ve senin şâhidin, geçerli olan aklî bakışındır. Şimdi bu, gölgeden uzayan nûrdur. O da camın aynıdır. Böyle olunca, onun sâfi olmasından dolayı, o nûrlu gölgedir (30).

Yânî yeşil renkli camdan geçen güneşin nûru, yeşil olarak ak­settiği için "nûr yeşildir" dersen, doğru söylemiş olursun. Çünkü göz­ün onu yeşil görmüştür. Böyle olduğuna duyuların şâhitlik ediyor. Ve eğer duyularından geçip aklî bakışını kullanarak, "güne­şin nûru aslında renkli değildir; bu yeşillik ancak camdan geçtiği için olmuştur" dersen, yine sözünde doğrusun. Şâhidin de geçerli olduğuna şüphe olmayan aklî bakışındır.Ve cam ile renklenmiş olan bu nûr, camdan uzayan bir nûrlu gölgedir. Ve sâf ve şeffaf olan camın aynıdır. Çünkü o camı kaldırmış olsak, o yeşil renkte görünen nûrlu gölge kaybolur.

Şimdi cenâb-ı Şeyh (r.a)’in bu örnekteki yüksek maksatları, şe­hâdet mertebesindeki şeyle, gayb mertebesindeki şeye delîl getirmektir. Bundan dolayı bu nûr, hâricî vücûda işârettir. Yânî bu vücüd nûru, a'yân-ı sâbitenin isti'dâd ve kâbiliyyetlerine göre hâriçte uzamıştır. Ve bu aynlar da, nûru kabûl eden camın aynıdır. Ve bu a'yân-ı sâbi­te, nûru, isti'dâdlarının gerektirdiği renk ile renklendirmiştir. Bundan dolayı varlıksal vücûd, a'yân-ı sâbitenin sâfiliğinden ve şeffâflığından dolayı, onun rengine boyanmış bir nûrlu gölgedir.

Ve bu şekilde bizden Hak ile tahakkuk eden bâzımızda, onun sâfiliğinden dolayı, diğerlerinde açığa çıkan sûretten da­ha çok, onda Hakk’ın sûreti açığa çıkar. Ve bizden bâzı kimse vardır ki, Hak'tan haberler veren Efendimizin (s.a.v) verdiği işâretler ile, Hak, onun işiteni ve göreni ve bütün kuvvetleri ve uzuvları olur. Bununla berâber gölgenin aynı mevcûddur. Çünkü “onun işiteni” ifâdesindeki zâmir ona âit olur. Ve kullardan onun dışındakiler böyle de­ğildir. Şimdi bu kulun Hakk'ın vücûduna nisbeti, kullardan bu­nun dışındakilerin nisbetinden daha yakındır (31).

Yâni nûr, cam ve gölge örneğinde olduğu gibi, bizden Hak ile tahakkuk eden bâzı ehlullah vardır ki, sâfiliğinden ve nûrluluğundan dolayı, Hakk'ın sûreti ondan, onun mertebesinde olmayan bâzı eh­lullahdan daha çok açığa çıktı. Çünkü ehlullah sâfilik ve nûrlulukta birbirinden farklıdır. Mesnevî:

Tercüme:


Kim ki aynaya çok verse cilâ

Sâfiyâne görünür sûret ona

Biz ehlullah sınıfından bâzı kimsemiz vardır ki, Hak onun işiteni ve göreni ve bütün kuvvetleri ve uzuvları olur. Ve Hakk’ın kulun işiteni ve göreni olması da sâdık haberci (s.a.v.) Efendimiz'in Hak'tan haber verdiği "Kulum Bana nâfilelerle yaklaşır. Tâ ki Ben onu severim. Ben onu sevince de onun görmesi, işitmesi, yürümesi, tutması Ben olurum. Kul, Benimle görür, Benimle işitir, Benimle yürür, Benimle tutar." hadîs-i şerîfi ile sâbittir. Ve Hak, kulun bütün kuvvetleri ve a'zâsı olmakla berâber, kulda olan gölgenin aynı mevcûddur. Çünkü bahsedilen hadîs-i kudsîde “onun işiteni” ifâdesindeki zamîr, kula dönüktür. Ve Hak, bu kulun dışında olup Hakk’ın sıfatlarında kendi sıfâtından fânî olmayan kimsenin kuvvetleri ve uzuvları değildir. Bundan dolayı ku­vvetleri ve uzuvları Hak olan kulun Hakk'ın vücûduna nisbeti, kendisinin dışında olan kimsenin Hakk'ın vücûduna olan nisbetinden daha yakındır.

Cenâb-ı Şeyh (r.a.) burada, Hak'la tahakkuk eden ehlullâhın iki kısım olduğuna işâret buyururlar:

Birisi, Hakk'ın sıfâtında kendi sıfâtından fânî olur. Ve Hak onun sıfâtı makâmında kâim bulunur. Nitekim demir ateşte kıpkırmı­zı bir hâle gelince ateşin sıfâtıyla vasıflanır ve kendisinin demir­lik sıfâtı kalmaz. İşte bu yakınlığa "nâfilelerle yaklaşma" derler. Bu hâl ile vasıflanan kul, kendi sıfatlarıyla fâil olup o sıfatların perdesi içinde kalan diğer kullardan Hakk'a daha yakındır.

İkincisi, Hakk'ın zâtında fânî olur. Ve Hak, onun zâtı makâmında kâim bulunur. Örneğin bir kâse içindeki suya bir buz parçası atıl­sa, buzun zâtı suyun zâtında fânî olur. Artık buzun zâtiyyeti kal­maz. İşte bu yakınlığa da "farzlar ile yaklaşma" derler ki, Hakk'a önceki yakınlıktan daha yakındır. Çünkü bu yakınlığın sâhibi, zâtıyla fânî ve Hak'­la bâkidir. O, Hakk'ın işitmesi ve görmesidir. Ve Hak onunla işitir ve görür. Ve belki bu saâdet sofrası zât Hakk'ın sûretidir. O da mevcûtların özü olan (Sa.v.) Efendimiz ile onların vârisleri olan yüce zâtlardır. Bu Peygamber vârisleri hakkında Hz. Mevlânâ (ra.) buyururlar:

Tercüme:



Her kim ki kapılmıştır Elest'e

Tâ Elest ahdinden o mesttir

Bağlanmış ayağı derd evinde

Cân vermek için açılmış eldir

Kendinden o fâni, dost ile bâki

Hayret ki o yoktur ve vardır

Bu zümredir ancak tevhîd ehli

Gerisi cihanda kendini sevendir

Bilinsin ki, bütün eşyâ ayn-ı sâbitelerinin; ve a'yân-ı sâbite de ilâhi isimlerin gölgeleridir. Ve isimler ise Hakk'ın zâtının aynı­dır. Bundan dolayı ne kadar işitmeler ve görmeler var ise, hepsi Hakk'ın işitmesi ve görmesidir. Perdeli olanlar, görmenin ve işitmenin kendilerinin olduğunu zannederler. Bu, ancak onların vehmidir. Bundan dolayı eh­lullâh ile perdeliler arasındaki fark, vehmin varlığından ibârettir.

İş, bizim sana iyi bir şekilde ifâde ettiğimiz yönde olunca, bil ki, sen hayâlsin. Bütün idrâk edip hakkında "başka", yânî "gayr", "ben değilim" dediğin hayâldir. Şimdi vücûdun tamamı, hayâl içinde hayâldir (32).

Yânî iyi bir şekilde ifâde edilen hakîkâtleri anladıktan sonra bil ki, âlemin vü­cûdu nasıl vehmi ise, sen de öylece vehmi olan bir ha­yâlsin. Ve idrâk edip hakkında "Hakk'ın ayrı ve gayrıdır ve o be­nim vücûdum değildir" dediğin bütün idrâk edilebilen eşyâ, hep hayâldir. Senin bağımsız vücûd düşündüğün eşyânın hepsi hayâl içinde hayâldir. Çünkü a'yân-ı sâbitenin gölgesidir. Şu halde bizim vücû­dumuz gölgenin gölgesidir. Oysa gölgenin bağımsız bir vücûdu olmayıp gölge sâhibi ile kâim idi. Biz ise, vücûdumuzun ve âlemin ilâve iş ve kendi nefsiyle kaim ve Hak'tan hâriç olduğunu hayâl ederiz. Bu, an­cak hayâl bir ma’nâdır. Bundan dolayı gölge, aslında hayâldir. Hakîkî vücûda bitişiklik nisbetinden başka onun vücûdu yok­tur.

Şimdi, idrâk edilebilen şeyler gölgenin gölgesi olunca, hayâl içinde hayâl olur. Örneğin gece insanın gölgesi duvara düşer. O gölge aynı zamanda oda­daki ayna içinde akseden duvar üzerinde de görünür. İşte bu gölge, hayâl içinde hayâl olur. Çünkü duvara düşen gölge hayâl idi; aynaya akseden sûretler de hayâldir. Bundan dolayı aynadaki gölge ha­yâl içinde hayâl olur.

Tercüme: "Var olanda olan her bir şey ya vehim veyâ hayâldir. Yâhut aynalarda olan akisler veyâ gölgelerdir. Hüdâ güneşi, gayrı gölgesinde parladı, şaşkınlık sahrasında hayrân olup kalma! Âdem kimdir? Zâil olmayanın nûrunun yansımasıdır. Âlem nedir? Zeval bulmaz deryâsının dalgasıdır.

Ve ortada olan vücûd, onun zâtı ve aynı yönüyle, ancak sâdece Allâh'ın vücûdudur. Ve ahadiyyet zâtıyla isimlenmiş olan Hakk'ın hakîkati, taayyünsüzlük ve taayyün şartı olmak­sızın bir vücûd olduğu yönden, salt vücûdun gayrı değildir. Ve O, o yönden, sıfatlardan ve isimlerden mu­kaddestir. Ve O'nun için sıfat ve isim ve resim yoktur. Ve onda olan çokluğa vecihlerden bir vecih ile îtibâr yoktur. Bu da isimler yönünden değildir. Çünkü O'nun isimleri için iki delîl oluş vardır: Delîl oluşun birisi isimlenenin aynıdır. Ve delîl oluşun diğeri de ismin onun üzerine delîl olduğu şey­dir ki, isim onunla bu isimlerin diğerlerinden ayrılır ve farklı olur (33).

Yânî kendi zâtında sâbit olan "vücût", ancak sâdece Allâh'ın vücûdudur. Bunun böyle olması, onun "zât"ı ve "ayn"ı yönünden­dir; isimleri yönünden değildir. Ve ahadiyyet zâtı denilen Hakk'ın hakîkati, taayyünsüzlük ve taayyün şartı olmaksızın bir vücûddur. Yânî onun vücûdunun, vücûd olması için bu şartlar lâzım değildir. Ve salt vücûd olması yönünden sıfatlardan, isimlerden münezzehdir. Bundan dolayı zâti ahadiyyeti dolayısıyla âlemlerden ganîdir. Ve kendinde olan çokluğa, vecihlerden bir vecih ile îtibâr yoktur. Fakat isimler ile isimlenen olması yönüyle çokluğa îtibâr vardır. Çün­kü Hakk’ın vücûdu, isimleri yönüyle zâtın aynı değildir. Çünkü Al­lâh'ın isimleri için iki delîl oluş vardır ki, birisi "zât", diğeri "sıfat"­tır. Zât ise ismin aynıdır. Ve isim bu îtibâra göre isimlenenin ay­nıdır. Ve ikinci delîl oluş da ismin işâret ettiği sıfattır ki, isim bu sıfatla diğer isimlerden ayrılır. Çünkü ne kadar isim var ise, hepsi ahadiyyet zâtında helâk oluşta birliktedir. Ve bu birliktelik dolayısıyla birbirinin aynıdır. Ancak ahadiyyet zâtı dediğimiz mutlak vücûd, vâhidiyyet mertebesine tenezzül ettiğinde, isimlerin her birisi kendi sıfa­tıyla taayyün edici olur. Ve bu taayyün sebebiyle de birbirinden ayrı­lır. Ve bu sûrette her bir isim isimlerin hepsiyle vasıflanmış olan Zâ­t'ın gayrı olur.

Şimdi Gafûr, Zâhir ve Bâtın'dan nerede ve Evvel Âhir'den nerede? Böyle olunca her bir ismin, ne ile diğer ismin aynı; ve bir ismin ne ile diğer ismin gayrı olduğu sana belli oldu. Şimdi o isim, diğer ismin aynı olması îtibârıyla o, Hak'­tır. Ve o isim, diğer ismin gayrı olması îtibârıyla bahsediyor olduğumuz hayâl edilen Hakk’tır. Böyle olunca kendi üzerine kendisinden başka delîl olmayan mutlak Hakk’ı tenzîh ederim. Ve onun vücûdu, ancak onun aynı ile sâbit oldu. Şimdi varlıkta ahadiyyete işâret eden şeyin gayrı yoktur. Ve hayâlde dahi ancak onun üzerine çokluk işâret eden şey vardır (34).

Yânî isimlerin her birisi kendi sıfatıyla taayyün edici olup biribirin­den ayrılınca, dikkat et et ki, Gafûr ismiyle Zâhir ve Bâtın isimleri ara­sında ne kadar fark olur ve Evvel ismiyle Âhir ismi arasındaki ay­rılık ne oranda bulunur? Bundan dolayı sen anladın ki, ilâhi isimlerden her biri ne îtibâr ile diğerinin aynıdır. Yânî bildin ki, isimler Hakk'ın zâtının aynıdır. Çünkü zâtı dolayısıyla hepsi birliktedir. Ve Gafûr, Zâhir, Bâtın, Evvel ve Âhir isimleri Hakk'ın zâtına delîl olmaları îtibârıyla bir dîğerinin aynıdır. Fakat isimlerden her birisinin bir sıfata işâret etmesi ve o sıfatla bir dîğerinden ayrılması îtibârıyla biribirinin gayrıdır. İşte bu aynı oluş ve gayrı oluş sana belli oldu.

Şu halde bir isim diğer ismin aynı olması îtibârıyla o isim, mutlak Hakk olur. Çünkü ahadiyyet mertebesinde her bir isim, bütün isimlerin aynı olan "zât"ın aynıdır. Ve bir ismin diğer ismin gayrı ol­ması îtibârıyla o isim, bahsediyor olduğumuz hayâl edilen Hakk olur. Ve Hz. Şeyh'in "hayâl edilen Hakk" ile yüksek maksatları, isimler ve a'yân-ı sâbite ve onların hâriçte mevcûd olan görünme yerleridir. Çünkü hepsi, ilâhi zâtın gölgeleridir. Gölge ise hayâldir; ve Hakk'­ın vücûdunun aynı olması yönünden, hayâl edilen sûretlerde açığa çıkan Hak'­tır. O sûretler ister ilmî ve rûhânî olsun, ister misâlî ve hissî olsun farketmez. Ve hepsi de hayâldir.

"Bahsediyor olduğumuz" ifâdesinde iki yön hâtıra gelir: Bi­risi, "Muhammedî Yûsuf lisânıyla hayâlin ayrıntısından bahsediyoruz" de­mektir. Diğeri de "Biz şimdi şehâdet hazretindeyiz ve gölge vücûd ile taayyün etmişiz. Bundan dolayı şu an hayâl edilen Hakk’ız" demek olur. Bosnevî nüshasında “sadedinde bulunduğumuz” yerine “sûretlerinde bulunduğumuz” diye yazılmıştır ki, ma’nâ: "Sûretlerinde bulunduğumuz hayâl edilen Hakk’tır" demek olup bu ma’nâ da ikinci yönü ifâde eder.

Hz. Şeyh bu ayrıntılardan sonra buyururlar ki: "Ben kendi kendinden başka ona delîl olmayan mutlak Hakk’ı tenzîh ederim." Çünkü âlemin hüviyyeti, ona işâret eden Hakk'ın gölgesidir. Ve gölge de, gölge sâhibi­nin aynıdır. Bundan dolayı Hakk'ın kendi kendinden başka ona delîl yok­tur. Mesnevî:

Tercüme: "Güneşe delîl yine güneş oldu. Eğer sana delîl lâzım ise ondan yüz çevirme!

Ve Hakk'ın vücûdu ancak kendi zâtıyla sâbit oldu. Çünkü zâhir ve bâtında olan vücûd, Hakk'ın gayrı olan bir vücûd değildir; izâfi ve îtibârîdir. Örneğin buzun vücûdu suyun vücûdudur; buzun bağımsız vücûdu yoktur. Ve aynı şekilde bir şahsın bâtınında ve zihninde olan sûret­ler ancak o şahsın vücûdudur. O sûretlerin bağımsız vücûdları yok­tur. Ancak o şahsın vücûduna bağlıdır. Böyle olunca vücûdda mev­cûd olan şeyler, ancak ahadiyyetin delîli olan şeylerdir. Ahadiy­yetin delîli olan mevcûd da Hakk’ın vücûdudur. Ve hayâlde dahi, ancak üzerine çokluk delîl olan şey vardır ki, o da, varlıklar için hayâli sûretleri zâhir kılan isimlerin çokluğudur. O çokluk dai ha­yâlde olan şey üzerine delîldir. Ve hayâlde olan şey ise, çoğalan sûretlerden teşekkül olan izâfî vücûddur. Yânî ilâhî ilimde zâ­hir olan a'yân-ı sâbite isimlerin gölgesi olduğu için hayâldir. Bundan dolayı bu hayâlî olan sûretleri zâhir kılan isimlerin çoğalması ve çok­luğudur. Hârici olan aynlar ise a'yân-ı sâbitenin gölgeleridir. Bu çoğalan şeylere baktığımızda, bunların hayâlde, yânî ilâhî ilimde olan şey üzerine delîl olduğunu anlarız. Ve bu hayâlde olan şey zâtın vü­cûduna bağlı olan vücûddur, çünkü gölgedir. Ve gölgenin bağımsız vücûdu olmayıp gölge sâhibinin vücûduna bağlı olan bir vücûddur.

Şimdi çoklukla vâkıf olan kimse, âlem ile ve ilâhi isimler ile ve âlemin isimleriyle olur. Ve ahadiyyet ile vâkıf olan kimse, Hakk'ın sûreti yönüyle değil, âlemlerden ganî olan zâtı yönüyle Hak'la olur. Ve âlemlerden ganî ol­duğunda dahi, onun âlemlerden ganî oluşu, isimlerin ona nisbe­tinden onun ganî oluşunun aynı olur. Çünkü onun için olan isimler, ona delîl olduğu gibi, bu eseri tahakkuk etmiş olan diğer isimlenenlere de delîl olur (35).

Yânî bu gördüğümüz çok olan şeyler karşısında duran ve Hakk'ın birliğine tâlib olmayan kimse, âlem ile ve ilâhi isimler ile ve âlemin isimleriyle meşgûl olup bu çokluk ile Hak'tan perdelenir. Fakat zâti ahadiyyeti indinde duran ve zâti ahadiyyeti mü­şâhede eden kimse, Hakk'ın âlemlerden ganî olan zâtı yönüyle, ebeden Hak ile olur. Fakat Hakk'ın sûreti, yânî sıfâtı yönüyle, onun aynı olmaz. Çünkü sıfat, akletme mertebesinde olan birta­kım çokluklardan ibâret olup ahadiyyet zâtında helâktedir. Bundan dolayı zâti ahadiyyeti müşâhede eden kimse, ganî olan zâtın görünme yerinde olur; çokluğu gerektiren isimlere âit sûretler görünme yerinde olmaz, yânî zâtî olur, sıfâtî olmaz. Ve çoklukta vâkıf oluş, hálk edilmişlerden ibâret olan âlem ile Hak'tan perdeli olanların şânı olduğu gibi, aha­diyyetle vâkıf oluş da, hálk edilmişlerden perdeli olan tevhîd ehlinin şânıdır.

Bu iki makâmdan daha a'lâ olan makâm, isterse eşyânın en ha­kîri olsun, bütün görünme yerlerinde Hakk'ı müşâhede eden müşâhede edicilerin en kâmilinin makâmıdır. Çünkü onlar, hálk ile berâber Hakk'ı ve çokluk ile berâber birliği ve aynı şekilde bunun aksi olarak Hak'la berâber hálkı ve birlik ile berâber çokluğu görürler. Onların görüşünde biri diğerine perde olmaz. Ve Hakk’ın zâtı âlemlerden ganî olduğunda dahi, onun bu ganî oluşu, isimden ganî oluşunun aynıdır. Çünkü isimler bir yön ile onun aynı ise de, bir yön ile de gayrıdır. Nitekim, bu aynı oluş ve gayrı oluş daha önce îzâh edildi. Yânî isimler zâta delîl olduğu gibi, o isim sebebiyle bâzısı bâzısından ayrı olan kavramlara da delil olur. Ve bu kavramlar, o isimlerin eseri olarak tahakkuk eder. O eser ise, isimlerin görünme yerlerinden çıkan fiillerdir. Sen ve ben, isimlerin sûretlerinden başka bir şey değiliz. Ve bizim fiillerimiz, görünme yeri olduğumuz isimlerin eseridir.

Yâ Muhammed! "Sen de! Allah", aynı yönünden, "ahaddır" (İhlâs, 112/1) Bizim ona dayanıyor olmamız yönünden "Allah kendisine ihtiyaç duyulandır." (İhlas, 112/2) Kendi hüviy­yeti ve bizim hüviyyetimiz yönüyle, "doğurmadı"; ve yine böylece "doğmadı". Ve aynı şekilde "bir kimse ona benzer ve denk olmadı". (İhlas, 112/3-4) İşte bu, Hakk'ın nitelikleridir. Şimdi kendi zâtını "Allâhü Ahad" sözü ile ayırdı. Ve çokluk, Hakk'ın bilinen nitelikleriyle, bizim indimizde zâhir oldu. Böyle olunca biz doğururuz ve doğarız; ve Hakk'a dayanan oluruz. Ve biz bâzımız bâzımıza benzer oluruz. Ve bu Vâhid bu niteliklerden münezzehdir. Şimdi O bizden ganî olduğu gibi, bu niteliklerden ganîdir. Ve Hak için, İhlâs sûre­si olan bu sûreden başka bir sıfat yoktur. Ve bunun hak­kında indirildi (36).

Yânî Hakk'ın vücûdu, kendisinin zâtı yönüyle, Ahad'dır. Allah gayrıdan ganîdir. Allah Samed'dir, yânî Allah ihtiyaçlarda istenilendir. Vücûdumuzda ve sıfâtımızda bizim ona dayanıyor olmamız yönüyle kendisine ihtiyaç duyulandır. Ve isim îtibârıyla Hakk’ın vücûdu Vâhid'dir ve isimlerden ganî değildir. Çünkü "Samed"in ma’nâsı, kendisine ihtiyaç duyulandır; ve kendisine ihtiyaç duyulan, ihtiyaç duyanın vücûdu ile tahakkuk eder. Bundan dolayı Hakk’ın vücûdu ahadiyyeti yönüyle gayrıdan ganî ol­makla berâber, sıfat ve isimler yönüyle ganî değildir. Nitekim Hâce Hâfız buyurur. Beyit:

Tercüme: "Ma'şûkun gölgesi eğer âşıkın üzerine düştü ise ne oldu? Biz vücûdda ona muhtâc idik; o da bize iştiyaklı idi."

Ve Hak "doğurmadı", yânî zorunlu olan "hüviyyet"i, bizim imkân dâhilinde olan hüviyyetlerimize yakınlaşarak çocuk makâmında olarak üçün­cü bir vücûd doğmadı ki, Hak onun doğurtanı olsun. Bu imkân dâhilindeki vücûd, ancak onun vücûduna bağlı olan bir îtibârî vücûttur. Yoksa iki vücûdun birbirine yakınlaşmasından peydâ olan bir netîce değildir. Ve Hak bir kimseden "doğmadı", yânî iki vücûd yok idi ki, onlar birbirine yakın olmakla Hak onların netîcesi olsun. Ve Hakk'ın vücûduna "benzer" ve mukâbil ve misil ve muâdil olarak diğer bir vücûd yoktur ki, kendisine arkadaş olsun. Belki bütün me­rtebelerde "vücûd" ancak kendisinindir. Örneğin buhâr kesîfleşip bulut ve su ve buz olur. Bu üç mertebede gözüken sûretler, hep bu­hârın vücûdudur. Bulutun ve suyun ve buzun vücûdları, buhârın vü­cûduna bağlı olan îtibâri vücûtlardır. İşte bu ahadiyyet, zâtı dolayısıyla Hakk'ın niteliğidir. Bundan dolayı Hak Teâlâ "Allâhü Ahad" sözüyle zâtının ferd olup çokluktan münezzeh olduğunu beyân etti. Bu münezzeh oluş, Hakk'ın ahadiyyet niteliği dolayısıyladır.

Ancak, Hak'tan kaldırıp, bizim vasıflandığımız, bilinen nitelikler dolayısıyla, bizim indimizde çokluk ortaya çıktı. Çünkü, biz doğu­ruruz ve doğarız ve vücûdumuzda ve sıfâtımızda Hakk'a dayanırız ve birbirimize benzer ve muâdil oluruz. İşte Hak'tan kaldırdığımız bu nitelikler ile bizler vasıflanmış oluruz. Ve bu sebeble de bizim in­dimizde çokluk ortaya çıkar. Ve bir olan Hakk, ahadiyyet zâtı ve bir olan aynı îtibârıyla, bunlardan münezzehdir ve ganîdir ve nitekim bizlerden dahi ganîdir. Çünkü, bizler bu nitelikler ile vasıflananız. Bundan dolayı Hak, zâtıyla bizden ganîdir. Ve zâtıyla ganî oluşu îtibârıyla bu İhlâs sûresinden başka Hakk'ın bir sıfatı yoktur. Çünkü bu mübârek sûre, ahadiyyet zâtından çokluğun ve hükümlerinin ve niteliklerinin kaldırılmasına mahsustur. Ve ahadiyyet çokluğun kalkmasıdır. İşte İhlâs’ın ma’nâsı budur. Onun için İmâm-ı Alî (k.a.v.) Efendimiz hazretleri "O'nun için ihlâsın kemâli, O'ndan sıfatın kalkmasıdır" buyurdular. Ve bu İhlâs sûresi, Hakk'ın nesebi (nû­n harfinin üstün ile okunuşuyla), yânî niteliği olan ahadiyyetin vasfında indi. Fakat bu ahadiyyet, zâti ahadiyyettir; isimlere âit ahadiyyet değildir. Nitekim Hz. Şeyh (r.a.) aşağıda buyurur:

Şimdi Allâh'ın ahadiyyeti, bize tâlib olan isimler yönünden, çokluk ahadiyyetidir. Ve bizden ve isimlerden ganî oluşu yönünden, Allâh'ın ahadiyyeti, "ayn" ahadiyyetidir. Oysa her ikisine de, ahadiyyet genellenir. İşte bunu bil! (37).

Yânî ilâhi ahadiyyet ikidir: Birisi eserlerini bizde açığa çıkarmak için bize tâlib olan isimleri yönünden olan ahadiyyettir ki, "çokluk ahadiyyeti" derler. Çünkü birçok isimler ile isimlenen şey, ancak bir zâttır. Ve bu çokluk, ancak akıl mertebesinde olan bağıntısal çokluktur. Örneğin, insan kavramı, ahad bir zât olduğu halde, gülen, ağlayan, okuyan, yazan, döven, seven vb. gibi birtakım bağıntıları vardır. Bunların çoğalması ile zâtının çoğalması gerekmez. Bu çokluk akıl mertebesindedir. İşte bu isimler yönünden olan in­san kavramının ahadiyyeti çokluk ahadiyyetidir.

İkincisi: Allâh'ın isimlerinin eserleri olan bizlerden ve isimlerinden ganî oluşu yönünden olan ahadiyyetidir. Buna da "ayn ahadiyyeti", yânî "zâti ahadiyyet” derler. Çünkü zât, zât olmak için mutlaka isim­lerine ve onun eserlerine muhtâç değildir. İsimleri olsa da olmasa da yine zâttır. Örneğin insanın isimlerinden soyut olarak bir ahadiy­yeti vardır ki, zâtı yönündendir. Bundan dolayı okuyucu, yazıcı, dövü­cü, sevici olmasa da, insan yine insandır. Ve bu bağıntılardan ganîdir. İnsanın zâtının bunlara ihtiyâcı yoktur.

İşte bu iki ahadiyyete de "Ahad" ismi verilir. Fakat zâta nisbet edilen ahadiyyet başka, isimlere nisbet edilen ahadiyyet başkadır. Bundan dolayı bunları mahallerinde kullanmak için farklarını bil!

Şimdi Hak, ancak senin için, senin üzerine ve O'nun üzeri­ne delîller olarak gölgeleri îcâd etti. Ve onu soldan sağdan dönücü olduğu halde secde eder kıldı. Tâ ki ârif olasın ki, sen kimsin ve senin Hakk'a nisbetin nedir ve Hakk'ın sana nisbeti ne­dir? Tâ ki bilesin ki Allâh’ın mâsivâsı denilenler nereden ve hangi ilâhi hakîkâtten Allâh'a küllî fakr ile ve bâzısının bâzısına muhtaç oluşu sebebiyle, ona nisbî fakr ile vasıflanmış ol­du (38).

Hz. Şeyh (ra.) Nahl Sûresinde olan,

16/NAHL-48





Yüklə 7,33 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   38   39   40   41   42   43   44   45   ...   90




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin