Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi Ahmet Avni Konuk ÖNSÖZÜ


/HÛD-112 Festekim kemâ umirte



Yüklə 7,33 Mb.
səhifə40/90
tarix02.08.2018
ölçüsü7,33 Mb.
#65852
1   ...   36   37   38   39   40   41   42   43   ...   90

11/HÛD-112



Festekim kemâ umirte

Emrolunduğun gibi istikamet üzere ol!

âyet-i kerimesinden ve bunun benzerleri olan



5/MÂİDE-67



bellıg mâ unzile ileyke min rabbike ve in lem tef’al femâ bellagte risâletehu

Rabb’inden sana indirileni tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan O’nun risâletini tebliğ etmemiş olursun.

ve


18/KEHF-6



Fe lealleke bâhiun nefseke alâ âsârihim

Neredeyse onların arkasından kendini helâk edeceksin.

gibi diğer Kur'ân âyetlerinden dolayı; "Hûd sûresi ve benzerleri beni ihtiyârlattı" buyurdu. Çünkü Resûl ancak teblîğe me'mûrdur.Nitekim buyurulur:­



5/MÂİDE-99



Mâ aler resûli illel belâgu

Resûl’ün üzerine tebliğten başka bir şey yoktur.

Oysa "emr-i teklîfi"nin "emr-i irâdî" ile münâsebeti yoktur. Münâsebetin olmayış sebebi bu­dur ki, Hak bir şeyin gerçekleşmeyeceğini bilir. Ve onun gerçekleşmemesini, bu ilmine dayanarak irâde eder. Ve ilim de me'mûr kulun ayn-ı sâbitesindeki hâline ve isti'dâdına tâbi' olur. Yânî onun bu hâli ve isti'dâdı Hakk'a o ilmi verir. Şimdi Hak Teâlâ, Re­sûl lisânı ile kullarına "Namaz kılın, oruç tutun!" diye genel bir şekilde emreder. Bununla birlikte bu kulların içinde bu emre uyacaklar ve uymayacaklar vardır. İşte bu emirde "irâde" yoktur. Eğer olsa idi, kulların hiçbirisi muhâlefet edemez idi. Böyle olunca, me'mûrun ayn-ı sâbitesinde gizli olan muhâlefet ve isyânın açığa çıkıp adâlet gereğince kendisine azâbın yönelmesi; ve isti’dâdlı olanların ve emre uyanların da saâdetinin açığa çıkması, "emr-i teklîfi" irâde olmaksızın Resûl lisânı ile kullara genel ve eşit olarak teblîğ olundu. Eğer böyle olmasa, muhâlif kulun ayn-ı sâbitesinde potansiyel olarak mevcûd olan şekâvet açığa çıkmaz ve şekâvet açığa çıkmayınca, azâb için ilâhi delîl sâbit olmaz idi. Mün'im yânî Nimetlendirici ve Muazzib yânî Azâblandırıcı’nın hükümlerinin açığa çıkması için bu, böyle oldu.

Şimdi Resûl (a.s.) "emr-i teklîfî"yi teblîğe me'mûr olmakla berâber, acabâ "irâde"ye uygun şeyle mi me'mûr oldu ki, o şey gerçekleşecektir. Veyâhut "irâde"ye muhâlif olan şeyle mi me'mûr oldu ki, o şey gerçekleşmeyecektir. Bunu bilmediği yön ile ızdırab duyar. Çünkü Resûl, hálkı da'vetle kayıtlı iken, kulların a'yân-ı sâbitelerindeki isti'dâdlarından ve îcâbet edip etmeyeceklerinden örtülüdür. Eğer da'vete îcâbet etmeme durumu isti’dâdında bulunanlara vâkıf olsa, onu da'vet etmekten yana gevşeklik gelir ve dâ'vet işinde noksan üzere olur ve bu şekilde de, aynlar arasında farklılık olmaması îcâb eder idi. Resûl bu örtüye dayalı olarak, da'vetin "irâde"ye uygun mu, yoksa muhâlif mi olduğunu bilmez. O ancak da'vete me'mûrdur.

"İrâde"ye uygun olan emirden bahse lüzum yoktur. Çünkü bu emir, Resûl'den çıkınca, gerçekleşir. Ancak "irâde"ye muhâlif olan emri teblîğ ettiği zaman, îcâbet olunmadığını görüp ızdırab duyar. Ve "irâde"ye muhalif olduğu için îcâbet olunmadığını anlamaz. Eğer da'vette kendi noksânına yükleyip mübâlâğa etse,



2/BAKARA-286



Lâ yukellifullâhu nefsen illâ vus’ahâ

Allah kimseyi kapasitesinin üstünden mükellef kılmaz.

kerîm sözüne muhâlif ola­rak kapasite ve tâkatten hâriç bir şeyle emretmiş olmasından çekinir. Çünkü Resûl, âlemlere rahmettir. Kapasite ve tâkatten fazla teklîfe me'­mûr değildir. Ve delîlin açığa çıkmasından mübâlâğa etmek ümmetin helâki­ne çalışmaktır. Ve eğer tâkat getirilemeyecek teklîften çekinip da'vette mübâlâğa etmezse, îcâbet edilmediğini görünce, kendisinin da'vette nok­sânına yükler. Bundan dolayı bu sebepler ile ıztırâba düşer. Bu­nun için "Hûd sûresi ve benzerleri beni ihtiyârlattı" buyurmuştur. Çünkü Hüd Sûresinde, emir ve yasakta istikâmet üzere olması emr olunur. "Kemâ ümirte yânî emrolunduğun gibi ol" kaydı, da'vet emri tarafını kapsayınca, Resul'ü da'vet emrine şevklendirir ve bu konuda onu ihmâl ve gevşeklikten korur. Ve korkutma için olursa, da’vet edilen tarafı kapsar ki, bu durumda ona kapasite ve tâkatinden fazlasını teklîf etmemek lâzım gelir. Bundan dolayı Resûl (a.s), "Kemâ ümirte yânî emrolunduğun gibi ol" kaydından anlaşılan iki emr arasında tereddüd edici olur. Böyle olunca da'vet emri, Resûl hakkında ilâhi imtihandır.

Ve irâde hüküm ancak gerçekleştikten sonra bilinir. Örneğin Ebu Ce­hil imân etmedi ve küfür üzere gitti. Ancak bu hâlin gerçekleşmesinden sonra Ebû Cehil'in îmân etmemesi hakkında ilâhi irâdeye bağlı olduğu ve onun ayn-ı sâbitesinin talebinin küfür olduğu anlaşıldı. Ve aynı şekilde Resûl (a.s), amcaları olan Ebû Tâlib'in îmân etmesini son derece arzû buyurduğu ve ona tebliğde mübâlağa ettiği hâlde,

28/KASAS-56



İnneke lâ tehdî men ahbebte ve lâkinnallâhe yehdî men yeşâ’

Muhakkak ki sen, sevdiğin kişiyi hîdâyete erdiremezsin. Fakat Allah, dilediğini hîdâyete erdirir.

ayet-i ke­rîmesi inince hakkındaki "emr-i irâdî"nin onun hidâyete ermemesi olduğu belli oldu. Evvelce onların bu halleri kat’i olarak belli olmuş değil ve îmân etmeleri ümîd edilir idi. Bununla berâber, Hak Teâlâ Hazretleri bir kimsenin basîret gözünü açınca, o kimse irâde hükmünü, mu­râdın gerçekleşmesinden önce bilir. Yânî bir kulun ayn-ı sâbitesindeki hâ­line bakarak, kendisinden saâdet ve şekâvet eseri açığa çıkmadan önce, onun saîd veyâ şakî olduğunu bilir; ve o kul hakkında ona göre hükmeder.

Ve bu, bâzı insanlara, bâzı zamanlarda olur; her zaman olmaz. Hak Teâlâ: “ve mâ edrî mâ yuf’alu bî ve lâ biküm“ (Ahkaf, 46/9) Yânî "Sen de ki: Ben, benim ile ve sizin ile ne işlenir ol­duğunu bilmem" buyurdu. Böyle olunca perdeyi açıkça belirtti. Ve kasıt, ancak özel bir husûsa vâkıf olmaktır, başka değil (14).

Yâni bu, irâdenin hükmünü murâdın gerçekleşmesinden önce bilmek husû­su, bâzı insanlara zaman zaman olur. Bütün zamanın her anında olmaz. Burada "bâzı insanlar"dan kasıt, nebîler (a.s) ile evliyânın kâmilleridir. Çünkü, cenâb-ı Şeyh (r.a.)’in bakışında insan onlardır. Diğer beşer fertleri, her ne kadar sûrette insan iseler de, sîrette hayvan olduklarından, bu gibi ilimler onlardan örtülüdür. Ve insan-ı kâmile olan bu keşif de, devâm üzere olmaz. Onun için "Müşâhedetü'l-ebrâr beyne't-tecellî ve'l-istitâr"; yânî "Ebrâr-ı kirâmın müşâhedesi tecellî ve örtünme arasındadır." buyurulmuştur. Ve bu hâli beyânen cenâb-ı Sa'dî buyurur: Manzûme:

Tercüme: "Biri o oğlunu kaybedenden, yânî Ya'kûb (a.s) dan sor­du ki: Ey parlayan bir mücevher olan akıllılık pîri! Mısır'dan Yûsuf (a.s)’un gömleğinin kokusunu duyardın. Niçin Ken'ân'daki kuyunun için­de onu görmez idin? Cevâben buyurdu ki: Bizim hallerimiz ci­hânın şimşeği gibidir. Bir an zâhir ve diğer an gizlidir. Ba'zan ârem-i a'lâda, yânî semâda otururuz; ba'zan da bastığımız yeri görmeyiz. Eğer dervîş bir hâl üzere kala idi, iki âlem elden giderdi, Yânî dünyâ ve âhiret hükümlerine tâbî oluş mümkün olmaz idi."

İşte bunun için Hak Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'de Habîb-i Ekrem'ine hitâben



49/AHKÂF-9



ve mâ edrî mâ yuf’alu bî ve lâ bikum

Yâ Habîbim sen de ki: Benim ile sizin ile ne işlenir olduğunu bilmem.

buyur­du. Ve bu mübârek hitâb ile perdeyi açıkça belirtti. Yânî bâzı insanların irâde hükmünden perde içinde olduklarını açıktan açığa beyân buyur­du.Ve bu hâli te'yîd eden açık delîllerden biri de budur ki:

Bir seferde (S.a.v) Efendimiz'in "Kusvâ" nâmındaki develeri kaybolmuş ve aranmasını emir buyurmuşlardı. Münâfıklar dedikoduya başlayıp dediler ki: "Bize gâibden haber verdiği hâlde devesinin ne­rede olduğunu bilemiyor!" Hak (celle ve alâ) Hazretleri bu hâli, Nebiyy-i zîşân'ınına bildirdi. Bunun üzerine (S.a.v) Efendimiz insanlara hitâben dediler ki: "Ben de Hak Teâlâ Hazretlerinin kulla­rından bir kulum. Bana bildirdiğini bilir ve bildirmediğini bilemem. Şimdi Hak Teâlâ bana haber verdi ki, devem filân yerde, yu­ları bir ağaca takılmış olduğu hâlde duruyor. Oradan alıp getiriniz!" Bu nebevî ihbâr üzerine deveyi bulup getirdiler.

Şimdi kâmil ârif birliği müşâhede ettiği zaman, çokluktan perdelenir, yânî çokluğu görmez ve çokluğu müşâhede ettiği zaman da, birliği müşâhededen perdelenir, yânî birliği görmez. Bununla berâber bi­zim, "Bu keşif bâzı insanlara ba'zan ve zaman zaman olur" demek­ten kastımız, ilâhi ilimde sâbit olan a'yân-ı sâbitenin hepsinin toplu hallerine vâkıf olmak demek değildir. Belki özel bir husûsa vâkıf olmaktır. Bundan başkası değildir. Çünkü bütün â'yân-ı sâbitenin hallerine ve onlar hakkındaki irâde hükmüne ihâta yolu üzere ilim, ancak Allah Teâla'ya mahsûstur. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de buyurulur:



2/BAKARA-255



ve lâ yuhîtûne bi şey’in min ilmihî illâ bi mâ şâe

O’nun ilminden O’nun dilediğinden başka bir şey ihâta edemezler.

aynı şekilde



65/TALÂK-12



ve ennallâhe kad ehâta bi kulli şey'in ilmâ

Allah’ın herşeyi ilmiyle ihâta ettiğini bilesiniz.

Ve ihâta yolu üzere olan ilim, Hakk'ın kendi nefsine olan ilmidir ki, bu ilim mutlak ilimdir. Ve mutlak ilmin zevki, yine mutlak Zât’a mah­sûstur. "İnsân-ı kâmil" ise, mutlak Zât’ın kayıtlı olarak açığa çıkmasından ibârettir. Ve kayıtlı olanın "Mutlak"ı ihâtası mümkün değildir. İşte bu sırra dayalı olarak, mutlak Zât mutlak ilminden bâzılarına İnsân-ı kâmili vâkıf kılar. Beyit:

Tercüme:

Mey meclisinde bir iki kadehe kanâat et, git!

Dâim olmaz bu vâsıl oluş, etme tama' boş yere!

İlk yazımın bitişi: 25.Aralık.1915 Cumartesi sabâhı;

ilâve sûretiyle tekrâr yazılması: 01.Kasım.1920

Mesnevi:

Büyük enbiyâ hazarâtının isti'dâdsız olan kimselere hidâyet­ bahş olmadıkları bu Ya'kub Fassı'nda beyân buyurulmuş idi. Mesnevi-i Şerîfin üçüncü cildinde bu ma’nâ Hz. Mevlânâ (r.a.) tara­fından ayrıntılı olarak buyurulduğundan, bu bahsin tercüme ve şerh sûretiyle bu yüksek fassa eklenmesi uygun görüldü:

Tercüme: "İsâ (a.s)’nın ahmaklardan dağbaşına firârı ve bir kimse­nin onu ta'kib ederek soru sorması."Mesnevî:

Tercüme: "Îsâ b. Meryem (a.s.) bir dağa kaçar idi. Güyâ arslan onun kanını dökecek idi. Birisi onun arkasından koşup: "Hayrola, arkan­da kimse yoktur. Kuş gibi ne kaçıyorsun?" dedi." Mesnevî:

Tercüme: "O, aceleyle öyle çabuk koşuyordu ki, kendisinin sür'a­tinden o sorana cevâp vermedi."

"Çüft", Farsçada “cîm” harfinin zammı ile "çüst" yânî "çabuk" ma’nâsına gelir. Hind şârihleri bu kelimeyi Farsçanın “cîm”i ile almışlardır. Ankaravî şerhinde Arapçadaki “cîm” harfinin zammı ile "cüft" şeklinde kaydedilmiş ve "şitâbla cüft", yâni "eş olduğu hâlde" ma’nâsı verilmiştir.Mesnevi:

Tercüme: "İsâ (a.s.)’ın arkasından bir iki meydan geçti. Daha sonra ciddiyetinin kemâli ile Îsâ (a.s.)’ı çağırdı. "Allah rızâsı için bir an dur! Çünkü senin kaçışından benim bir müşkilim vardır. Ey kerîm, kim­den bu tarafa kaçıyorsun? Arkanda ne arslan, ne düşman korkusu ve ne de başka korku yoktur!" Mesnevi:

Tercüme: "Git, ahmaktan kaçıyorum. Kendimi kurtarıyorum. Ba­na bağ olma, dedi."

Şerh: "Ahmak"tan murad, âhiret işinde ayırım yapamayan kimseler­dir. Zâhiri ilimler ve bilimlerde kılı kırk yaran ve fakat vücûd muammasının nereden geldiğini ve niçin geldiğini ve nereye gittiğini ve niçin gittiğini anlamak merâkını hissetmeyen kimselerden zekâ­ ve gerçek ayırd edicilik pek uzaktır. Bu ahmaklar zümresi kendilerinin kâinâtın parçası olduğunu îtirâf ederler. Ve kendileri tarafından bir mak­satla îcâd olunan bir makineye, biri çıkıp da: "Bunda hiçbir maksad yoktur ve bu makine bir bilen ve yaşayan ve irâde edenin yapması değildir. Böylece işleyip harâb olur" demiş olsa, cinnetine hükmederler. Bununla berâber kendileri gibi mükemmel bir makinenin bir Hayy-i Alim'in ve bir Mürîd-i Muktedir'in yapımı olmadığına inanırlar. Ve bu durumdan kendileri çüz’ oldukları hâlde, küll olanın daha mükemmel ve kendilerinin sâhip olmadığı vasıflar ile vasıflandığı netîcesi çıkacağını idrâk etmezler. Oysa onlara "Küll, kendi cüz'ünün vâsıflarına sâhip olmaz" denilse gülerler. Bunların zâhiri ilimlerdeki dikkâtlerine bakın, bu hükümlerindeki gafletlerine bakın!

59/HAŞR-2



fa’tabirû yâ ulîl ebsâr

Ey basiret sahipleri, artık ibret alın!

İşte bunun için Hz. Mevlânâ (kuddise sırruhu'l-a'lâ) efendimiz bir beyt-i şerîflerinde:

Yânî "Böyle bir kimse zâhiri ilimlerde mutlak zeki olsa bile mâ­demki onda bu ayırıcılık yoktur, o ahmaktır." buyururlar. Ve (S.a.v.) Efendimiz'in “Akıllı benim dostumdur, ahmak ise düşmanım” hadîs-i şerifinde beyân buyuru­lan ahmak, bu zümreden olan ezelî hamdır. Bunlara nebîlerin nasihatları te'sîr etmez.Mesnevî:

Tercüme: "O kimse dedi: Sonuçta sen o Mesîh değil misin ki, körler ve sağırlar senden doğrulur ve şifâ bulur? Hz. İsâ: Evet, dedi. O kimse: Sen o şâh değil misin ki, gaybın hayret verici mahallisin? Sen o efsûnu bir ölü üzerine okuduğun zaman, av avlamış arslan gibi sıç­rar, dirilir! İsâ (a.s) dedi: Evet, o benim. O kimse cevap verdi ki: Ey güzel yüzlü çamurdan kuşlar yapan sen değil misin!" Mesnevî:

Tercüme: "O kuşa üflersin de hemen cân bulur. Derhâl havada uçar." Bu beyit (Ankaravî nüshasında mevcûd değildir. Hin­d nüshâlarında mevcûttur.) Mesnevi:

Tercüme: "Îsâ (a.s) buyurdu: Evet! O kimse dedi: O halde, ey pâk rûh her ne istersen yaparsın, korku kimdendir? Böyle bir delîl ile cihânda kimdir ki senin kölelerinden olmasın? Îsâ (.a.s) buyur­du ki: Teni îcâd eden ve ezelde cânı hálk eyleyen Hakk'ın pâk zâtına yemin ederim ki ve O Allah'ın zâtının ve sıfâtının hürmeti hakkı için ki, felek onun aşkından yakasını, bağrını yırtmıştır, o efsûn ve ism-i a'zamı ki, ben körler ve sağırlar üzerine okudum; iyi oldu. Taşlı dağ üzerine okudum; yarıldı. Cisim hırkasını kendi vücûdu üzerinde göbeğine ka­dar yırttı. Ölmüş bir ten üzerine okudum; diri oldu. Leşe üzerine okudum; bir şey oldu." Mesnevî:

Tercüme: "Onu, ahmağın kalbi üzerine, muhabbetle yüz bin defa okudum; bir çâre olmadı."

Şerh: "Vüdd" “vâv” harfinin ötreli okunuşu ve “dâl” harfininin şeddeli okunmasıyla "muhabbet" ma’nâ­sınadır. Burada kâfiye için muhaffef olarak kullanılmıştır. Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a), Ya'kûb Fassı'nda buyurmuşlar idi ki:

“İstenen hizmetkâr, hizmet edilenin halleri indinde, ya hâl ile veyâ söz ile vâkıf olan hizmetkârdır." Yânî rûhları ve nefisleri dirilten büyük enbiyâ hazarâtı, hidâyete kâbiliyeti olmayan kimselere, her ne kadar söz ile nasîhat etseler ve hâl ile ümmetlerine numûne olmak üzere, ibâ­detler getirseler, onların azgınlıkları ve şaşkınlıkları artar. Bu sûrette mümkünün "ayn"ı nasıl gerektiriyorsa, enbiyâ da o gereklerin indinde durur. Bundan dolayı nebîlerin vazîfesi, an­cak genele "emr-i teklîfi"yi tebliğten ibâret olup,

28/KASAS-56



İnneke lâ tehdî men ahbebte ve lâkinnallâhe yehdî men yeşâ’

Muhakkak ki sen, sevdiğin kişiyi hîdâyete erdiremezsin. Fakat Allah, dilediğini hîdâyete erdirir.

âyet-i kerîmesi gereğince, hidâyet ehli olmayan ahmakların kalplerini îmân nûru ile aydınlatmaya hizmet edici olmazlar. İşte Hz. İsâ (a.s)ın sözü, bu hakikâti be­yân eder ve bu sırrı açığa çıkartır. Mesnevi:

Tercüme: "O ahmak katı taş oldu; ve o huydan dönmedi; kum ol­du ki ondan hiç ekin bitmez."

Şerh: Hakk Teâlâ hazretleri şekâvet ehlinin kalplerini,



2/BAKARA-74



Sümme kaset kulûbukum min ba’di zâlike fe hiye kel hıcâreti ev eşeddu kasveten, ve inne minel hıcâreti lemâ yetefecceru minhul enhâr

Daha sonra sizin kalpleriniz taş gibi, belki taştan daha katı oldu. Ve gerçekten taşın bâzısından ırmaklar akar”

âyet-i kerîmesiyle vasıflandırdı. Yânî şekâvet ehlinin kalb­leri, taştan daha aşağı bir mertebededir. Çünkü taştan hálkın faydalanmasını gerektiren haller gözükür. Fakat bu ahmakların kalplerinden fayda gözükmesi şöyle dursun, belki hálka zararı dokunacak şeyler peydâ olur. Onun için (S.a.v) Efendimiz, hadîs-i şe­rîfleri ile ahmakların sohbetini terki emir buyurdu ve akıllılardan ayrı kalmayı yasakladı.

Tercüme: "O kimse dedi: Hikmet nedir ki, o mahalde Hak ismi ona fayda etti de, burada etmedi? O da hastalıktır, bu da hastalıktır. Niçin Hak ismi ona devâ oldu da, buna olmadı? Dedi: Ahmaklık hastalığı Allah'ın kahrıdır. Körlük hastalığı ise kahır değil, belki beladır. Bela bir hastalıktır ki, merhameti çeker. Ahmaklık bir hastalıktır ki, zahmet getirir. Ahmaklık zahmeti zahmet doğurur. O şakînin çâre arayıcılığı merhamet değildir."

Şerh: Nebîlerinin çâre bulamadığı ahmaklık ve şekâvetin ilâhî kahır olduğu beyân buyuruluyor. Acabâ bu zümrenin çâresiz olan ahmaklık ve şe­kâveti kendilerine nereden bulaşmıştır?

Bu sorunun cevâbı Ya'kûb Fass’nda geçmiştir. Cenâb-ı Şeyh (r.a.) buyurmuş idi ki; "Kula hayrı kendi zâtının gayrı vermedi. Ve ona hayrın zıddını ken­disinden başkası vermedi. Belki kul zâtını Mün'im ve Muazzib’dir. O ancak kendi nefsini kötülesin! Ve ancak kendi nefsine övgüde bulunsun! Şu halde, Hakk'ın onlara ilminde, Allah için hüccet-i bâliga yânî apaçık delîl sâbittir.Çünkü ilim, ma'lûma tâbi'dir."

Şimdi kulun ayn-ı sâbitesindeki hâl neyi gerektiriyorsa, Hakk'ın o hâl üzere bilinenidir ve Hakk'ın irâdesi ise ilmine tâbi'dir. Nite­kim ilâhi sûret üzere mahlûk olan insan dahî, bilinmeyen bir şeyi murâd etmez. Eğer kulun ayn-ı sâbitesindeki hâli şekâvetini gerektiriyor ise, şekâvetle Hakk'ın bilineni olur. Ve şekâveti hakkında da ilâhi irâde bağlanır.

Şekâvetin ilâhi kahır olmasına ge­lince, â’yân-ı sâbite ilâhi isimlerin gölgeleridir. İlâhî kahıra görünme yeri olan kulun ayn-ı sâbitesi, kahri isimlerden birinin gölgesi olur. İlâhi isimler de Hakk'ın gölgeleridir. Bundan anlaşılır ki, bütün mev­cûtların vücûdu, gölgeden başka bir şey değildir. Vücûd, ancak gölge sâhibi olan Hakk'ındır. Zıtlık ve çekişme, ancak bir dîğerine karşılık olan ilâhi isimlerin çekişmesi ve zıtlığıdır.

Ey hakîkat tâlibi, bu mâ’rifet bâdesini içip, neşesiyle zevklere gark oldun ise, rahat olur ve rahatın kemâliyle ilâ­hi saltanatı seyreder ve nâ-mahremler hakkında da cenâb-ı Hâfız'ın bu beytini okursun: Beyit:

Tercüme:

"İddiacı istedi ki sırları seyrede

Gayb eli geldi de nâ-mahremi çekti geriye"

Mesnevî:

Tercüme: "O ahmağın dâğı olan şeyi o mühürlemiştir. O mührün üzerine çâre etmeğe el kâdir değildir."

Şerh: Geçmiş beyitlerin şerhinde beyân olunduğu üzere, mâdemki Hakk'ın irâdesi, o kimsenin şekâvetine bağlanmıştır ve onlar hakkında da,

2/BAKARA-7



Hatemallâhu alâ kulûbihim ve alâ sem’ıhim, ve alâ ebsârihim gışâveh

Allah onların kalplerinin ve kulaklarının üzerini mühürledi ve gözlerinin üzerine perde çekti.

buyurulmuştur; artık nebîlerin ve onların vârisleri olan evliyâ­nın nasihatları onlara te'sir etmez. Çünkü resul ve vâris "emr-i teklîfi’ye hizmet edici olup genel bir şekilde, Hakk'ın emrini teblîğ ederler; yoksa onlar, "emr-i irâdi"ye hizmet edici değildirler. Mesnevî:

Tercüme: "Ahmaklardan kaç; çünkü Îsâ (a.s) kaçtı. Ahmağın soh­beti çok kanlar döktü. Hava suyu azar azar çalar. İşte ahmak da sizden böyle çalar. O ahmak ısıyı çalar ve soğukluk verir. Al­tına bir taş koyan kimse gibi."

Şerh: (S.a.v.) Efendimiz, ahmağın sohbetinden yasakladığı ve İsâ (a.s) da kaçtığı için, sen de ahmaklardan kaç! Çünkü seni mâ’nen öldürür. Hava, buharlaşan suyu nasıl ki yavaş yavaş ve azar azar çalarsa, ahmak şakî de sendeki imân nûrunu öylece yavaş yavaş çalar. Ve aynı şekilde, altına taş koyup oturan kimsenin ısısını o taş nasıl çalıp kendi soğukluğunu verirse, ahmak da sendeki ilâhî aşk ısısını ve imânı öylece çalar. Ve küfrün ve inkârın soğukluğunu verir.

Nitekim her gün bu hâlin binlerce örneğini görüyoruz. Ebeveyni sâlihlerden olup, onların terbiyelerini alan nice zeki evlâdlar, birkaç sene Avrupa'da hayat geçirmekle onların küfür ve inkâr zulmetlerine bürünüp gelmişlerdir. Ve bunlarla sohbet eden birçok îmân sâhiblerinin kalplerinde günlerin geçmesiyle onların küfür ve inkârları yavaş yavaş yerleşmiştir. Akıl gözleri kör, ve muhâkeme kuvvetleri sağlıksız ve ayırt etme duyuları bâtıl olup, ma’nâsına ve belâga­t derecesine aslâ vâkıf olamadıkları Kur'ân-ı Mecîd'e "Zekî bir arabın uydurmasıdır" demekten çekinmemişlerdir. O Kur'ân-ı Mecîd ise bunla­rı muhâkemeye da'vet ediyor. Kulakları işitmediğinden:
7/A’RÂF-179



ve lehüm âzânun lâ yesmeûne bihâ

Onların kulakları vardır, onunla işitemezler.
buyuruyor. Tefekkür etmeye da'vet edip,
47/MUHAMMED-24



E fe lâ yetedebberûnel kur’âne em alâ kulûbin akfâluhâ

Hâlâ Kur'ân'ı tefekkür etmezler mi. Yoksa kalpleri üzerinde kilitleri mi var.
buyuruyor: Onlar tefekkür etmeye yaklaşmıyorlar:
7/A’RÂF-179



lehüm kulûbun lâ yefkahûne bihâ

Onların kalpleri vardır, onunla idrâk etmezler.

buyuruyor. Ve nihâyet onların hayvanlardan daha şaşkın bir halde bulunduklarını haber vererek,


7/A’RÂF-179



ulâike kel en’âmi bel hum edallu

Onlar hayvanlar gibidirler, hatta daha da delâlettedirler.

hük­münü veriyor.


Soru: Nebîler ve evliyâ, "ilâhi irâde"ye hizmet edici olmadıklarından, şakî olan ahmağa hidâyet bahşedici değildirler denilmiş idi. Nebîlerin bun­lara te'sîri olmadığı halde, şâkilerin ezelî hidâyet ile hidâyete ermiş olan mü'minîne ne te'sîri olur ki, onların sohbetlerinden sakınılması tav­siye edilir? Bakılırsa nebîler ezelî şâkilere hidâyet etmedikleri gibi, şâkilerin de, ezelî hidâyet sâhiplerini saptıramaması lâzımdır.

Cevap: Şüphe yoktur ki, ezelî şekâvet sâhipleri, ezelî saâdet sâhiplerini bu saâdet dâiresinden dışarı çıkaramazlar. Fakat bir mü’min bu gibi kâfirler ve fâcirlerin sohbetiyle zamanını geçirirse on­ların rengine boyanıp, geçici olarak bâzı celâli isimlerin te'sîri altına girer. İşte bu vakit ondan inkâr ve itâatsizlik türleri gözükür. Oysa kabahatli fiillerden her birisinin birer kabahat sûreti pey­dâ olup,

74/MÜDDESÎR-38



Yüklə 7,33 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   36   37   38   39   40   41   42   43   ...   90




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin