Tercüme ve îzâh: Hz. Yezdân Nebiyy-i zî-şâna sözün sevk mahallinde, nifâk ehlinden pek kolay bir nişân beyân buyurdu. Şöyle ki: Eğer münâfık, sûrette geniş ve ince ve uzun olsa da, sen onu elbette sözündeki îmadan anlar ve onun sözünün üslûbundan nasıl bir adam olduğunu tanırsın. Sen topraktan îmâl edilmiş bardağı satın aldığın zaman, ey müşteri, onu tecrübe edersin. O bardağın üzerine bir el vurursun, niçin? Çatlak mıdır, değil midir anlamak için. Çünkü çatlak olan bardağın sesi başka türlü olur. Ses, onun önde giden çavuşunun sesidir. Yânî bu ses padişâhın teşrîfini haber vererek önde giden vekîlin sesine benzer. Çünkü müşteri çanak çömlek türünden alışveriş edeceği şeye ilk önce, tın tın eliyle vurur. Ve o ses, önde giden çavuşun sesi gibidir. İşte bunun gibi bâtını bozuk olan kimseden de ses gelir ki, o kimseyi târîf eder. Bu hâl, kendisini fiil olarak çeken mastara benzer; yânî ses fiil gibidir. Fiil mastarı nasıl ki geçmiş zaman, geniş zaman, gelecek zaman, fâil, mef’ûl ve diğer kiplerle çekilirse, ses de çatlakla çatlak olmayanı öylece çeker. Ve kelime bilgisi ilminde bildirilir ki, eğer fiil; “kâim [قَآئِم]” fâil ismi gibi, illetli (kelime bilgisi ilminde, ortasında vav, yâ veyâ elif gibi “illet” harflerinden biri olan kelime) olursa onun mastarını da “kıyâmen [قِيَامًا]” şeklinde illetli ederler. Ve eğer fiil illetli değilse, mastarda da illetlilik olmaz. “Kâveme ve kıvâmen” gibi. Bundan dolayı fiilin mastarını çektiği görülür.
Bitiş: 17 Nisan 1916, Pazartesi gecesi, sâat 02:30.
BİSMİLLAHİR RAHMÂNİR RAHİYM
-8-
BU FASS YA’KÛB KELİMESİNDE MEVCÛT OLAN
RÛHİYYE HİKMETİNİN BEYANINDADIR
Bu "rûhiyye hikmeti"nin Ya'kûb kelimesine tahsîsinde iki yön mümkündür.
Birincisi budur ki; Ya'kûb (a.s)’ın (oğullarına vasiyetini bildiren) ;
2/BAKARA-132
“innallâhestafâ lekumud dîne fe lâ temûtunne illâ ve entum muslimûn”
“Ey oğullarım! Muhakkak ki Allah, bu dîni sizin için seçti. Artık siz, Allah'a teslim olmadan ölmeyin.” diye (vasiyet etti)..
âyet-i kerîmesine göre, rûhiyye", "râ"nın zammı yâni “ru” okunması iledir. Bundan dolayı Ya'kûb kelimesi, "dîni rûhiyye hikmeti" ile isimlendirildi. Ve "rûh" ile "dîn" arasında tedbîr bulunduğu için bu fassın esâsını "dîn" ve hükümlerine dâir olan hakîkatler teşkîl etti. Çünkü şehâdet âlemindeki insâni oluşum ile ba's sonrası olan insâni oluşum, "ruh" ile "dîn"in tedbîrini içine almıştır.
"Rûh"un tedbîri iki kısım üzerinedir. Biri "aklî tedbîr"dir ki, ilâhi ahlâk ile ahlâklanmayı ve ilâhi sıfatlar ile vasıflanmayı ve diğer rabbâni kemâlât ile kemâle ermeyi gerektirir.
Diğeri, rûhun bedeni tedbîr etmesi ve işlerine ilmî bakışıdır. Ve bu tedbîr de rûhî ve tabiî tebdîri toplamıştır. Çünkü onun bu tedbîrinden bedenin daha sâlih oluş üzere devâmlılığı ümît edilir.
"Dîn"in tedbîri de iki yön üzeredir. Bir yönü "siyâset"tir ki, âlemin düzeni onunla korunur. Diğer yönü nefsi korumadır ki, âhiret işlerine ve işlerin sonuna onunla bakılır.
Şimdi insâni oluşumda "din" ile "rûh"un tedbîrde münâsebeti olduğuna göre dîn, rûh mesâbesinde bulunduğundan Ya'kûb Kelimesi dîni ve hükümlerini barındıran "rûhiyye hikmeti" ile vasıflandırılmış oldu. Çünkü Ya'kûb (a.s) üzerine dîn emri gâlip olup, dîni evlâdına tavsiye etmişti.
"Rûhiyye hikmeti"nin Ya'kûb kelimesine tahsîsindeki ikinci yönüne gelince:
Ya'kûb (a.s.)ın lisânından beyân olunan
12/YÛSUF-87
ve lâ te’yesû min revhillâhi, innehu lâ ye’yesu min revhillâhi illel kavmul kâfirûn
Allah'ın vereceği ferahlıktan umut kesmeyin. Muhakkak ki; kâfirler kavminden başkası, Allah'ın vereceği ferahlıktan umut kesmez.
âyet-i kerîmesine göre "ravhiyye", "râ"nın fethi ile yânî “ra” okunması ile olur. Her Nebînin hikmetinde, Kur'ân-ı Kerîm'de onun hakkında gelmiş olan şeyin anlatıldığı düşünüldüğünde, bu ma’nâ mütâlaasıyla bu yön dahi mümkündür.
Ma’nânın mütâalasındaki ayrıntı ve îzâh budur ki: Bu hikmette "dîn"in "inkıyâd yâni teslim ve boyun eğme" olduğu beyân buyruluyor. "İnkıyâd" ile hakîki ve dâimi rahatlık hâsıl olur.Çünkü herkes, Hakk'ın emirlerine boyun eğip yasaklardan sakınmış olsa ve kendisini Allah Teâlâ Hazretleri'ne teslîm etse, pek yüce dereceye ve son derece ferâha ve râhata nâil olur. Nitekim âyet-i kerîmede:
39/ZUMER-54
Ve enîbû ilâ rabbikum ve eslimû lehu min kabli en ye’tiyekumul azâbu
"Size azâb gelmeden önce Rabb'inize dönünüz ve ona teslim olunuz!"
buyruluyor.
Demek ki, kişi Rabb'ine dönüp O'na boyun eğmezse, azâbın inmesi bu teslim olmayışının tabîi netîcesidir. Azâb ise râhatın zıddı olan elem ve ıztırâbı doğurur. İşte bu îtibâra göre de, bu hikmet, "râ"nın fethi ile olmak üzere, "ravhıyye yânî ferâhlık ve rahatlık hikmeti" vasfı ile vasıflandırıldı.
Din ikidir: Birisi Allâh'ın indinde ve Hakk'ın bildirdiği kimsenin indinde ve Hakk'ın bildirdiği kimsenin bildirdiği kimse indinde olan dindir. Diğeri hálk indinde olan dindir. Ve Allah Teâlâ onu mu'teber kıldı (1).
"Dîn" sözlükte, "inkıyâd yânî boyun eğme" ve "cezâ" ve "âdet" ma’nâlarınadır. Bu üç ma’nâ da "şeriât"a nakledilebilir. Çünkü insan ilâhi hükümlere bâtınen ve zâhiren boyun eğmez ve ilâhi emirleri yerine getirmez ve yasaklardan sakınmayı alışkanlık edinmezse,onun bu hâline cezâ gerekir. Aksi de böyledir. Şimdi âyet-i kerimede;
3/ÂLİ İMRÂN-19
İnned dîne indâllâhil islâm
Muhakkak ki Allah'ın indinde dîn, İslâm'dır
buyurulduğu yön ile, bütün gönderilen nebîlere Hakk'ın bildirdiği ve onların kendi ümmetlerine bildirdikleri din, "İslâm dîni"dir. Bu da Allah'ın indinde olan dindir. Ve "İslâm" boyun eğmeden ibârettir. Bilindiği gibi kulun vücûdunda iki îtibar vardır: Birisi "bâtın"ıdır ki o, onun fikridir. Nitekim Mesnevî-i Şerîf’de buyrulur:
Tercüme: "Ey birâder, sen ancak bir düşüncesin. Geri kalan kemik ve liftir."
Diğeri "zâhir"idir ki, o da onun kesîf sûreti ve a'zâsı ve organlarıdır. Kulun "bâtın"ı ile "boyun eğiş"i, Hakk'ın gönderdiği peygamberleri ve onların haberlerini aslâ tereddüt ve şüphe etmeksizin tasdîk ile îmân etmesidir. Ve "zâhir"i ile "boyun eğiş"i, Allah Teâlâ Hazretlerinin Resûl lisânı ile Kitâb'ında yerine getirilmesini emrettiği şeyleri a'zâ ve organları ile fiile getirmesidir. Örneğin kul, Hakk'ın emrettiği oruç ve namaz ve hac ve zekât gibi emirleri yerine getirirse zâhiren boyun eğmededir. Kul, bâtını ve zâhiri ile boyun eğici olmadıkça boyun eğişi ve itâatı kâmil olmaz.
"Halk indinde" olup Hakk'ın mu'teber saydığı "din" de iki çeşit üzerinedir:
Birisi fetret zamanında akıllarına olan özel tecellî sebebiyle, Hakk'ın vücûdunu idrâk eden akıl ehli ve filozoflar tarafından konulmasına lüzûm görülen övgüye değer kanunlardır. Eflâtun ve Sokrat gibi filozofların nefsin temizlenmesi için kendi milletlerine gösterdikleri yol gibi.
Diğeri, nebîlerin (a.s.) getirdikleri şeriâtlara boyun eğmekle berâber, nefsin temizlenmesi için bu şeriâtlara aykırı olmayacak şekilde, mü'minlerin kâmilleri tarafından konulan mücâhede ve riyâzât yolları gibi zâhmetli işlerdir. Kerem sâhibi tasavvuf ehli hazarâtının şeriât hükümleri üzerine fazlalık olarak, fakat şerîatın amacına uygun olarak koydukları âdâb ve usûl gibi. Muhammedî şeriâtın konulmasından önce, Îsevi âlimler tarafından konulmuş olan ruhbâniyyet de bu zümredendir.Akıl ehli ve filozoflar tarafından konulan övgüye değer kanunların Hakk indinde mu'teber olması, ancak fetret zamanına mahsûstur. Yeni bir şerîat ile bir peygamber geldiği zaman, hükmü kaldırılmış olup Hakk indinde kadr ve kıymeti kalmaz.
Şimdi "Allah indinde" olan dîn, Allah'ın seçerek hálk dîni üzere yüksek rütbeler verdiği dîndir. Bundan dolayı, Hak Teâlâ buyurdu ki: "İbrâhim ve Ya'kûb, oğullarına vasiyet etti ki, ey oğullarım! Muhakkak Allah sizin için "din" seçti. Şimdi siz muslimîn, yânî ona boyun eğici olduğunuz halde ölünüz!" (Bakara 2/132) (2).
Yânî "Allah indinde olan dîn"in mertebesi, akıl ehli ve filozoflar tarafından konulmuş olan dînin mertebesinden yüksektir. Çünkü bu dîni, Hak seçti. Bu sebeple İbrâhim ve Ya'kûb (a.s.) oğullarına vasiyet eyledi ki: "Ey oğullarım! Allah Teâlâ sizin için "dîn" seçti. Artık hálkın koyduğu hükümler ile kâidelerin hükmü kalmadı. Onlara tâbi olmaktan vaz geçiniz de, siz ancak müslimlerden, yânî zâhiren ve bâtınen bu dîne boyun eğici olanlardan olduğunuz halde ölünüz!" (Bakara, 2/132).
Ve "dîn" ta’rif harfi olan, "elif ve lâm" ile yânî “ed dîn” olarak geldi. Bundan dolayı o, ma'lûm ve ma'rûf olan dîndir ve o, Hak Teâlâ'nın (Âl-i İmrân, 3/19), yânî "Muhakkak Allah indinde olan dîn, İslâm’dır" sözüdür. O da teslimiyettir. Böyle olunca "dîn", senin teslim oluşundan ibârettir. Ve "Allâh indinden olan dîn", senin ona teslimiyet gösterdiğin hükümlerdir. Şimdi "dîn", teslimiyettir. Ve "nâmûs yânî kânûn", Allah Teâlâ'nın koyduğu hükümlerdir. Bundan dolayı, Allah Teâlâ'nın, kendisi için koyduğu hükümlere teslimiyet ile vasıflanan kimse "dîn" ile kâim olan ve onu ikâme eden, yânî onu inşâ eden kimse oldu. Nitekim, namazı ikâme eder. Böyle olunca kul, "dîn"i inşâ etmiştir. Hak ise, şer'i hükümleri koyucudur. Şu hâlde "teslimiyet" senin fiilinin aynıdır. Demek ki, "dîn" senin fiilindendir. Bundan dolayı sen, ancak senden olan şeyle mes'ûd oldun. Şimdi senin sâadetini, nasıl ki senin fiilin olan şey isbât etti ise, ilâhi isimleri de ancak Allah'ın fiilleri isbât etti. Ve o, sensin; o da sonradan olandır. Böyle olunca o, eserleri ile "ilâh" olarak isimlendirildi ve sen de eserlerin ile "saîd" olarak isimlendirildin. Şimdi sen "dîn"i ikame ve Allâh'ın sana hüküm olarak koyduğu şeye teslimiyet gösterdiğin zaman, Allah Teâlâ seni, kendi nefsi menzilesine inzâl etti (3).
Yânî
3/ÂLİ İMRÂN-19
İnned dîne indâllâhil islâm
Muhakkak ki Allah'ın indinde dîn, İslâm'dır
âyet-i kerîmesindeki "dîn" kelimesi, ta'rîf ve ahd için olan "elif ve lâm" ile geldi. Ta'rif harfi olmadan belirsiz olarak gelmedi. Ve "dîn", Allah indinde "İslâm" olduğuna ve "İslâm" ise, "teslimiyet" ma’nâsına geldiğine göre, "dîn" senin teslimiyetinden ibâret olur.
Şimdi "dîn", kul tarafından teslimiyet, ve "nâmûs", yânî kânûn, Allah Teâlâ'nın koyduğu "şerîat"tır.Bundan dolayı, Allah Teâlâ'nın kullarına mahsûs olarak koyduğu kânûna teslimiyet ile vasıflanan kimse, din ile kâim olan ve dîni ikâme eden, yânî dîni inşâ eden kimse olur. Nitekim Hak Teâlâ namazı koydu ve namaz kulun a'zâ ve organları ile ikâme olunur. Kul taayyün etmiş kesîf vücûdu ile namazı ikâme edince, dîni inşâ etmiş olur. Ve Hak ise şer’i hükümleri koymuş olur. Şu halde "teslimiyet", senin fiilinin aynıdır. Çünkü namaz ancak senin fiilindir ve sen bu fiilin ile dîni inşâ ettin; ve dîn, teslimiyettedir. Bundan dolayı senin fiilin teslimiyetin aynıdır. Demek ki dîn, senin fiilinden hâsıl oldu. Böyle olunca sen, ancak senden çıkan fiil sebebiyle mes'ûd oldun. Çünkü saâdet, senin sıfatındır. Ve senin sıfatın ancak senin fiilinden hâsıl olur. Bundan dolayı senin saâdetin yine senin fiilindendir. Çünkü her bir tercih edilen fiil mutlaka fâilin nefsinde bir eser vücûda getirir. Sen Hakk'ın emirlerine "teslimiyet" gösterince ona itâat etmiş olursun. Ve sen ona itâat edince, o da sana itâat eder ve senin kemâlini sana verir. Nitekim hadîs-i kudsîde buyurur. "Beni zikredenin arkadaşı ve şükredenin ünsiyet edicisiyim ve bana itâat edene itâat ederim". Şimdi senin saâdetini, nasıl ki senin fiilin olan şey isbât etti ise, ilâhi isimleri de, ancak Allâh'ın fiilleri isbât etti. Ve o fiiller, sensin ve O’nun fiilleri sonradan olandırlar. Sonuç olarak Allah Teâlâ eserleri ile "İlâh" olarak isimlendirildi; ve sen de eserlerin ile "saîd" olarak isimlendin.
Bilinmelidir ki, vücûdda birisi "bâtın", diğeri "zâhir" olmak üzere iki îtibâr vardır. Vücûdun bâtını "te’sir edici" ve zâhiri "te’siri kabûl eden"dir. Ve vücûdun bâtınında sonsuz işler, yânî sıfat mevcüttur. Ma'nevi ve idrâk edilebilir işlerden ibâret olarak vücûdun bâtınında gizli olan bu işlere, vücûdun zâhirinde "fiiller" ismi verilir. Ve fiiller, "te’siri kabûl edici" olan vücûdun zâhirinde sonradan açığa çıktığı için, tabî ki sonradan olandır. Bundan dolayı bu fiiller, muhdesât yânî sonradan olandırlar. Ve vücûd sâhibinin eserleri ve fiilleri, açığa çıkmadıkça,onun bir isim ile isimlendirilmesi mümkün değildir. Şimdi bu gördüğümüz vücûdi aynlardan her biri, Hakk'ın latîf zâtının işlerinden birer işin görünme yerleridir. Ve her bir işin kemâli, fiilen bir görünme yerinde göründüğü zaman, Allah Teâlâ o isim ile isimlendirilen olur. İşte bu hakîkate binâen senin bu taayyün etmiş kesîf vücûdun Allah'ın fiilidir. Ve O'nun fiili olan bu vücûdun, sonradan olanlardandır. Ve Allâh'a, onun eserleri ve fiilleri olan bu sonradan olanlar sebebiyle "İlâh" ismi verildi. Ve bu sonradan olanlar me'lûh yânî ilâhı olan ve merbûb yânî rabb’i olan ve mahlûk yâni hálk edilmiştir. Allah Teâlâ bunlarda Ulûhiyyet ve Rubûbiyyet ve Hâlikıyyet sıfatıyla açığa çıktığından "İlâh" ve "Rabb" ve "Hâlık" olarak isimlendirilir.
Şimdi “Allah Âdemi kendi sûreti üzere hálk etti” hadîs-i şerîfi gereğince, senin vücûdunun dahî, "bâtın"ı ve zâhir"i vardır. Ve senin bâtınında sonsuz işler mevcûd olup, onlar a'zâ ve organların vâsıtasıyla, senin zâhirinde fiil elbisesine bürünerek açığa çıkmadıkça, sen bunlar ile isimlendirilmiş olmazsın. Meselâ bâtınında namaz kılmak duygusu hâsıl olsa, namaza özel fiiller ve bilinen şartları senden açığa çıkmadıkça, sana "namaz kılan" denilmez. Eğer bâtınındaki bu niyeti vücûdun zâhirinde fiilen gerçekleştirirsen, bu eser ve fiilin sebebiyle, sana "saîd kul" ismi verilir. Böyle olunca sen "dîn"i ikâme ve Allâh'ın sana hüküm olarak koyduğu şeye "teslimiyet" gösterdiğin zaman, Allah Teâlâ seni kendi nefsi menzilesine inzâl etti.
Yânî yukarıda izâh edildiği üzere, sen Allah'ın fiilisin. Allah Teâlâ seni inşâ etmekle, nasıl onun İlâh ve Rabb ve Hâlık isimleri açığa çıkar ise, senin fiilinden ibâret olan "dîn"i, sen de ikâme etmekle, öylece bir isim kazanmış olursun. Bu ise Allah Teâlâ'nın seni, sûrette kendi nefsi menzilesine inzâli demek olur. Sûrette iştirâk olduğu gibi, "teslimiyet" husûsunda da Allah ile kul arasında iştirâk vardır. Sen dîni inşâ etmekle itâat edici olduğun gibi, Allah da taleb ettiğin şeyi vermekle sana itâat edici olur. Nitekim hadîs-i kudsîde: "Bana itâat edene itâat ediciyim" buyrulmuştur.
Ve Allah Teâlâ'nın mu'teber saydığı "hálk indinde olan dîn"i beyândan sonra, bunun hakkında fâydası olacak şeyi, inşâllah anlaşılacak gibi açarım. Şimdi, dînin hepsi Allah'a mahsûstur. Ve onun hepsi sendendir; Allah'dan değildir. Ancak asâleten Allah'dandır (4).
Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a) yukarıda "dîn"in iki tarzda olduğu ve birisinin "Allah indinde" ve diğerinin "hálk indinde" bulunduğunu beyân buyurmuş ve dînin ne demek olduğunu ve teslimiyetin sonuçlarını îzâh etmiş idi. Bu ibârede dînin ikinci türü olan "hálk indinde dîn"i beyandan sonra, dînin sırları hakkında fâydası bulunan ayrıntıları beyân buyuracaklarını vaad ederler.Ve dînin her iki türünü de birleştirip buyururlar ki: Gerek Allah indinde ve gerek hálk indinde olan din, asâleten Allah'a mahsûstur. Çünkü fiilin aslı ve feyzlendirilmesi,
37/SÂFFÂT-96
Vallâhu halakakum ve mâ ta’melûn.
Ve sizi de, yaptığınız şeyleri de Allah hálk etti.
âyet-i kerîmesi gereğince Hakk'tandır; görünme yerlerinden değildir. Ancak görünme yerleri, o fiilleri ve amelleri a'yân-ı sâbitelerinin husûsi isti'dâdlarıyla, Hak'tan taleb ettikleri için, kendilerinden açığa çıkar. Bu hüküm, Zât'a ve "asl"a göre böyledir. Fakat senin izâfi vücûdundan ibâret olan fer’a yâni ikinci derece sayılanlara ve taayyün etmiş isimlere göre, her iki tür dîn de sendendir; Allah'dan değildir. Çünkü dîn, teslimiyettir. Ve teslimiyet senin fiilindir. Ve fiilin çıkış mahalli senin kesîf vücûdundur. Ve senin bu maddesel vücûdun ölüm dediğimiz hâlin gerçekleşmesiyle dağılınca, "teslimiyet" denilen sıfat ve bağıntı da gider. İşte bu îtibâra göre "dîn"in hepsi sendendir.
Allah Teâlâ “ve rahbâniyyeten ibtedeûhâ” (Hadîd, 57/27) buyurdu. Ve o, öyle hikmetli kurallardır ki, hálkın bildiği resûl, örfde bilinen özel yol ile onları Allah indinden getirmedi. Ne zaman ki onlarda olan hikmet ve görülen faydalı işler, meşrû' olarak konulan ile amaçta ilâhî hükme uygun oldu, "Allah Teâlâ onları, onların üzerine farz etmediği hâlde", kendi tarafından hüküm olarak koyduğu şeye îtibâr buyurduğu gibi, îtibâr etti. Ne zaman ki Allah Teâlâ, kendi ile onların kalpleri arasında, inâyet ve rahmet kapısını açtı; şuûrları olmadığı bir yönden, onların kalplerinde hüküm olarak koydukları şeye hürmeti koydu ki, onlar onunla, ilâhî ta’rif ile ma'ruf olan nebevi yolun dışında bir yol üzere, Allâh'ın rızâsını taleb ederler. Şimdi onlar kendilerine hüküm koyan ve kendileri için hüküm konulan kimseler, "ancak Allâh'ın rızâsını talebden dolayı, onun riâyet hakkı ile onlara riâyet ettiler." Ve bunun için inandılar. "Bundan dolayı onlardan, onlara îmân edenlere ecirlerini verdik ve onlardan bir çoğu fâsikûndur." (Hadîd, 57/27) Yânî onlara teslimiyetten ve onların hakkıyla kıyâmından hâricdirler. Ve kim ki onlara teslimiyet göstermez ise, onun hüküm koyucusu, onu râzı edecek şeyle ona itâat edici olmaz (5).
Bilinmelidir ki, Cenâb-ı Şeyh (r.a.) hálkın dînini Hadîd sûresinin son sayfasında geçen şu:
57/HADÎD-27
ve kaffeynâ bi’îsebni meryeme ve âteynâhul incîle ve cealnâ fî kulûbillezînet tebeûhu re’feten ve rahmeten, ve rahbâniyyeten ibtedeûhâ mâ ketebnâhâ aleyhim illebtigâe rıdvânillâhi fe mâ reavhâ hakka riâyetihâ, fe âteynellezîne âmenû minhum ecrehum, ve kesîrun minhum fâsikûn.
Biz Meryemoğlu İsâ'yı geçmiş nebîlere halef kıldık; ona İncil'i verdik. Ve ona tâbî olanların kalplerinde re’fet (şefkat) ve rahmeti ve (onların üzerine farz etmediğimiz halde, ilâhi rızâyı talepten dolayı kendi kendilerine çıkardıkları) ruhbâniyyeti hálk ettik. Şimdi onlar, onlara hakkıyla riâyet etmediler. Böyle olunca onlardan, îmân edenlere ecirlerini verdik ve onlardan çoğu fâsıklardır.
Cenâb-ı Şeyh-i Ekber, bu âyet-i kerîmeyi ma’nâ îtibârıyla tefsîre başlayıp buyururlar ki: “ve rahbâniyyeten ibtedeûhâ” mübârek sözü ile filozoflar ve akıl ehlinin kendilerince icâd ettikleri beyân buyrulan ruhbâniyyet ve nefis tezkiye usûlleri, öyle bir hikmetli kurallardır ki, mûcize ve nübüvvet dâvâsı ile ortaya çıkan ve bütün hálk indinde tanınmış olan bir resûl, o hikmetli kuralları, örfde bilinen özel yol ile, yânî nübüvvet ve vahiy yolu ile, Allah Teâlâ tarafından getirmedi. Belki Îsâ dînine mensûb olan âlimlerin ve Muhammedî dîne tâbi' bulunan sâlihlerin veyâhut bir peygamberin dîni hükümlerinin geçerli olmadığı kavimler arasında, bu fetret zamanında yaşayan akıl ehli ve filozofların kalblerine Allâh indinden olan ilhâm ve ilkâ ile o hikmetli kurallar karar buldu.
Şimdi ilâhî şeriâtten, kasıt olan ilâhî hükmün noksan nefislerin tamamlanması olması ve bir peygamberin dînine tâbi' olan âlimler ve sâlihler ile fetret zamanındaki akıl ehli ve filozofların koydukları usûl ve kânûnlarda gözüken hikmet ve faydalı işlerde dahi, aynı şekilde noksan nefislerin tamamlanması bulunduğu yönüyle, bu kerem sâhibi zâtların kasıtları, ilâhî şeriâtten kasıt olan ilâhî hükümlere uygun geldi. Bunun için Allah Teâlâ bu hikmetli kânûnları o zâtlar üzerine farz etmediği hâlde, kendi tarafından inzâl buyurduğu şeriâta îtibâr ettiği gibi mu'teber saydı. Ne zaman ki Allah Teâlâ kendisiyle bu zâtların kalbleri arasında inâyet ve rahmet kapısını açtı; onların vâkıf oluşları bulunmadığı halde, kalblerine bu koydukları kanûnlara hürmet ve riâyet hissini koydu. Ve bu kerem sâhibi zâtlar ile onlara tâbi' olanlar, bu kânûnlara hürmet ve hükümlerini yerine getirmeye riâyet netîcesinde, ilâhî târif ile ma'rûf olan nebevi yolun dışında bir yol üzere, Allâh'ın rızâsını taleb ederler. Çünkü nübüvvet yolu ile gelen şerîatta, bu şerîat ile amel edenlere ne gibi mükâfât verileceği Hakk tarafından açık olarak vaad buyrulmuştur. Oysa bu zâtların koydukları kânûnlara hürmet ve hükümlerine riâyet netîcesinde ne gibi bir mükâfat verileceği belli değildir. Ancak dîn ehli olan akıl ehli düşündüler ki, insan hayvanın bir türüdür. Fakat onda bir özellik vardır ki, diğer hayvanlarda yoktur. Cenâb-ı Hak'tan inmiş olan olan şeriâtler, insanın hayvânlığın üzerine gâlip oluşunu gidermek ve bâtını olan konuşan nefsini saflaştırmak içindir. Bundan dolayı bu amaca sür'atle ulaşmak için yemeğin ve uykunun azaltılması ile riyâzat ve zikr ile meşgûliyet gibi nebevî yol ve şeriât hükümleri üzerine fazladan olarak birtakım usûl koydular. Bu usûl, ilâhî şeriâtten kasıt olan ilâhî hükme uygun geldiği için, güzel sünnettir, kötü âdetlerden değildir.
Fetret zamânında olan filozoflara gelince, bunlar da aynı şekilde aklen düşündüler ki, kâinâtın tamamını yerli yerinde îcâd ve tedbîr eden bir Sâni'-i Hakîm vardır ve eşyâdan her bir şey, kemâle yöneliktir. Ve bu eşyâ içinde en mükemmel olan mahlûk, insandır. Çünkü, idrâkli ve tefekkür sâhibidir. Bununla berâber o da hayvânâtın bir türüdür. Oysa onun kemâli, idrâk ve tefekkürü'nde olduğu için, bu yönünü ihmâl etmesi ve hayvânlık tarafına yönelerek onun îcâblarına ve gereklerine dalması, noksanını îcâb ettirir. Bu hâl ise, hilkat edilme kastına aykırıdır. Bundan dolayı bu mahlûku kendi kemâline yönlendirmek için hayvâniyyetine bir yular takmak lâzımdır. İşte bu gâyeye ulaşmayı te'min için, sözü edilen filozoflar da birtakım usûl ve kâideler koydular ve Sâni'nin birliğine ve insanın bâtınını aydınlatmaya dâir birtakım eserler yazdılar ve bu usûl ve kâideler, onlara ilhâm yolu ile geldi. Yûnân filozoflarından bâzılarına olan ilhâmlar gibi. Fakat Çin'de tenâsuh düşüncesini yayan Konfüçyüs; ve Hind'de putperestliği koyan Buda; ve Mecûsîliği çıkaran Zerdüşt ve benzerleri bu zümreden değildirler. Ve onlara olan ilkâ, şeytânî ilkâdır. Çünkü âlemin tamamı fiili Kur'ân’dır. Lafzî Kur'ân nasıl ki ;
2/BAKARA-26
yudıllu bihî kesîran ve yehdî bihî kesîrâ
onunla birçoğunu dalâlette bırakır, çoğunu da onunla hîdâyete erdirir
vasfını taşıyor ise, fiili Kur'ân da öylece bu vasfı taşımaktadır. Çünkü ilâhi isimler karşılıklıdır. Ve âlem ise ilâhi isimlerin görünme yeridir. Dâimâ hak karşılığında bâtıl ve bâtıl karşılığında da hak görülür.
Şimdi bu kânunları kendi nefislerine hüküm olarak koyan âlimler ve filozoflar ve onlara tabî olmaya teşvîk edilen bunların kavimlerinin fertleri, ancak Allâh'ın rızâsını taleb için, o kurallara ve kânûnlara hakkıyla riâyet ettiler. Ve bu usûl ve kânûnların hakîkatine, bu ilâhî rızâ için inandılar.
“fe âteynellezîne âmenû minhum ecrehum” yânî "Bundan dolayı onlara imân edenlere biz ecirlerini verdik."
“Ve kesîrun minhum” yânî kendileri için âlimler ve filozoflar tarafından bu hükümler konulan " birçok kimseler," “fâsikûn” yânî "fâsıkdırlar." Yânî bu kânûnlara teslimiyetten ve bunların hakkı ile kâim olmaktan hâriçtirler.
Ve bu ibâdete teslimiyet göstermeyen kimselere, asâleten o hükümlerin koyucusu olan Hak, o kimseleri râzı kılıcılık ile itâat edici olmaz. Yânî sözü geçen hükümler bir peygamber tarafından tebliğ edilmediğinden, bunlar ile amel zorunlu değil ise de, onlar salt ilâhî rızâyı tahsîl için, bu hükümler ile ameli, kendi nefislerine zorunlu kıldıklarından, hakkıyla bunlara riâyet edenlerden Allah’ın râzı olacağına inandıklarından, Cenâb-ı Hak dahî, bunlara kudsi nûrlar ve nefsi kemâlât ve cennet ve hayır ve sevâb gibi kendilerini râzı edecek şeyleri ecir olarak verdi. Bu kânûnlar, âlimlere ve filozoflara Allah tarafından ilhâm yoluyla geldiğinden, onun hüküm koyucusu asâleten Hak olmuş olur. Ve bunlara teslimiyet göstermek, Allâh'a teslimiyet göstermektir. Allâh'a teslimiyet gösterenlere, Allah dahî bir şey vermek sûretiyle itâat edici olur.Bu hükümlere riâyet etmeyen fâsıklar ise Hakk'a teslimiyet göstermemiş olduklarından, Hak dahî onlara birşey vermemek sûretiyle muâmele eder ve o fâsıklara itâat edici olmaz.
Lâkin iş, teslimiyeti gerektirir. Ve onun beyânı budur ki: Muhakkak mükellef, ya uymak ile itâat edicidir; veyâ muhâliftir. Şimdi açıkça görüldüğü için, itâat edip uyan hakkında söz yoktur. Muhâlife gelince o, kendi üzerine hâkim olan karşı çıkışı sebebiyle, Allah'dan iki husûsun birini taleb eder. Ya vazgeçme ve affı veyâ karşı çıkışının karşılığını; ve onlardan birisi lâzımdır. Çünkü iş, nefsinde haktır. Şimdi her halûkârda, kulun fiillerinden ve üzerinde bulunduğu hâlden dolayı, onun kula teslimiyeti geçerli oldu. Bundan dolayı, kulun hâli te’sir edicidir. Böyle olunca bu makâmdan dîn, "karşılık” oldu. Yânî hoş ve nâhoş şeyle bedel oldu. Hoş olan şeyle bedel “radıyallahu anhüm ve radu anhû” yânî “Allah onlardan razı olmuştur, onlar da O'ndan razı” (Mâide, 5/119) dır. İşte bu, mutlu edecek şeyle "karşılıktır”dır. “Ve men yazlim minküm nüzıkhu azâben kebiyra” yânî “Sizden kim zulmederse, ona büyük bir azab tattırırız” (Furkan, 25/19) Bu da mutlu olunmayacak şeyle "karşılık"dır. “Ve netecavezü an seyyiatihim” yânî “kötülüklerinden vazgeçeriz” (Ahkaf, 46/16) Bu da "karşılık"dır. Şimdi dînin "karşılık" olduğu sâbit oldu. Ve işte bu, bu bölümde zâhir lisânıdır (6).
Cenâb-ı Şeyh (r.a) yukarıda "hálk indindeki dîn"i beyandan sonra, gerek "Hakk dîni", gerek "hálk dîni" hakkında genel olarak bâzı faydalar açıklayacaklarını beyân buyurmuşlardı. Bundan sonraki bahislerde bu yüksek vaadlerini yerine getirerek derler ki:
Ulûhiyyet işi ve rubûbiyyet şânı, Hak tarafından teslimiyeti ve kul ister itâatkâr olsun ve ister muhâlif olsun, onun talebi üzerine verişi gerektirir. Ve bu hakîkât düstûrunun ayrıntısı budur ki: Şer'i hükümler ile mükellef olan kul, ya bu hükümleri yerine getirmek sûretiyle Hakk'a teslimiyet gösterir, veyâhut emirlere muhâlefet eder ve yasaklanan şeyler ile meşgûl olur. İtâatkâr kulun hâli açıkça belli olduğu için, onun hakkında söz söylemeye lüzûm yoktur. Fakat muhâlif kul, Gafûr isminin kemâlinin ve hükmünün kendisinde açığa çıkması için, ya affı taleb eder; veyâhut Müntakım ve Kahhâr isimlerinin hükmünün ve kemâlinin kendinde açığa çıkması için, bu muhâlefeti sebebiyle azarlanmayı taleb eder. Bu iki işin biri kulun fiillerinden ve üzerinde bulunduğu hâlinden dolayı olur.Ve bu iki iş, kulun ayn-ı sâbitesine ve onun ezelî isti'dâdına bağlı olduğundan bu mes'ele kader sırrına âittir. Ve kader sırrı gaybların gaybıdır. Bu konudaki ayrıntılar "Uzeyr Fass"ında mevcûttur. Rubâî:
Tercüme: "Ey her neyi gizledim ise sana âşikâr olan ecell ü a'lâ Zât! Bütün isyânı, senin Gaffâr mübârek isminden ümmîd-vâr olarak işledim. Farz edeyim ki, senin fermânına birçok muhâlefetlerde bulundum. Sonuçta, sen her neyi diledin ise, ben onu yapmadım mı?"
İşte Hak tarafından verme işi, kulun hakedişi üzerine cereyân eder.Ve kulun hâli neyi gerektirirse, Hak tarafından o verilir. Çünkü teslimiyette te’sir edici olan kulun hâlidir. Eğer kul Hakk'a itâatkâr ise, Hakk da, uygun "karşılık" ile ona itâatkâr olur. Ve eğer muhâlif ise ve kulun hâli de affı gerektiriyorsa, Hak ona affı ve mağfireti ile itâatkâr olur.Ve o kula, muhâlefeti sebebiyle taleb ettiği Afüvv ve Gafûr ve Gaffâr isimleriyle tecellî ederek ona itâatkâr olur. Bundan dolayı kulun bu muhâlefeti onun mazharında, kemâlin fazlasıyla zuhûruna sebeb olur. Ve eğer muhâlif kulun ayn-ı sâbitesinin isti'dâdı, azarlanmayı taleb ederse, Hak ona kahır ve intikâm ile itâatkâr olup ona Kahhâr ve Müntakım isimleriyle tecellî eder. Sonuç olarak Hakk tarafından özel hükmü çekmek için kulun hâli te’sir edicidir. Ve kulun Hakk'a teslimiyeti, itâat ile Hakk'a uymasından ibâret olduğu gibi, Hakk'ın kula teslimiyeti de, kulun hâli "karşılıktan”dan neyi gerektiriyorsa, Hakk'ın kula o şey ile uymasından ibârettir. İşte bu bakış açısına göre dîn, "cezâ yânî karşılık" demek olur. Yânî dîn, kulun fiillerinden olması makâmından "karşılık"dır. Dîğer bir tâbir ile dîn, kulun mutlu olacağı ve olmayacağı şeyle, onun hâli gereğince, bedeldir.
Kulun hoşuna gidecek ve tabîatına uygun gelecek şeyle bedeli Cenâb-ı Hak:
5/MÂİDE-119
radiyallâhu anhum ve radû anh
Allah onlardan râzı olmuş, onlar da Allah'tan râzı olmuşlardır.
sözüyle beyân buyurdu. Çünkü Allah Teâlâ bir kimseden râzı olacak olursa, o kimseye lütuf ve iltifat ile muâmele eder ve tabîat, lütuf ve iltifattan memnûn olur. Ve Cenâb-ı Hak, hoşa gitmeyecek ve tabîata uygun gelmeyecek şeyle bedeli,
25/FURKÂN-19
ve men yazlım minkum nuzıkhu azâben kebîrâ
Sizden zulm eden kimseye biz büyük azâbı tattırırız.
Sözüyle beyân etti. Çünkü bu Hakk'ın kuluna kahrıyla muâmelesidir. Ve kahır kulu elemlendirir. Elemlenmek ve azâblanmak ise, elbette hoşa gitmez ve tabîata uygun gelmez.
Ve aynı şekilde Hak Teâlâ
Dostları ilə paylaş: |