21/ENBİYÂ-104
Yevme natvis semâe ke tayyis sicilli lil kutubi, kemâ bede’nâ evvele hálkın nuîduh
O gün biz gökleri, kitaplar tomar olup büküldüğü gibi düreriz. Onu ilk hálk etmeye başladığımız gibi iâde edeceğiz.
Bilim ile ilgilenenler bilirler ki gökler dediğimiz gök cisimleri var oluşlarının başlarında parlak bulut hâlinde idiler. Bunların fezâda küre hâlinde dönüşlerinde merkezkaç kuvveti sebebiyle, kendilerinden birer küreler koparak onların etrâfında dönmeye başladılar. Uzun dönüşlerin geçmesiyle katılaştılar. Merkezde kalan kütle, büyüklüğü dolayısıyla soğumayıp ve katılaşmayıp ateş buhârı halinde kendi yörüngesinde döndü. Ve kendinden kopan soğuyan ve katılaşan cisimleri ısısıyla ısıttı ve ışığıyla aydınlattı. Yânî bu sistemin güneşi oldu. Fezâda bu gibi sistemler sayısız ve hesapsızdır. Bizim sistemimiz de Merkür, Venüs, Dünyâ, Mars, Jüpiter, Satürn, Uranüs, Neptün gezegenlerinden oluşup Güneş etrafında dönerler. Üzerinde bulunduğumuz Dünyâ’ya göre, Güneş ve yedi gezegen ve Mars ile Jüpiter arasındaki küçük asteroidler bizim göğümüz, yânî ulüvvümüzdür. Ve bu konudaki bâzı îzâhlar Îdrîs Fassı"nda mevcût olduğu gibi, Îsâ Fassı'nda da gelecektir. Ve hilkatin başında gökler ve "yer"in bitişik olduğu halde, bir dîğerinden ayrıldığı âyet-i kerîmede beyân buyurulur:
21/ENBİYÂ-30
E ve lem yerellezîne keferû ennes semâvâti vel arda kânetâ retkan fe fetaknâhuma
Hakîkati örtenler göklerin ve yerin bitişik olduğunu görmediler mi? Sonra Biz ikisini ayırdık.
Bundan anlaşılır ki, en büyük kıyâmette tomar hâlinde yazılmış bir kitâbın sayfaları nasıl dürülüp bükülürse, gökleri oluşturan cisimler de, ölçülerini kaybederek bir diğerleriyle çarpışacak ve bu çarpışmadan çok büyük bir ısı ortaya çıkıp hepsi eriyecek ve kitap sayfalarının dürülmesi gibi birbirine dürülerek yine parlak bulut hâline gelecek; ve fakat bu parlak bulut, güneş sistemimizi oluşturan parlak bulutun aynı değil, onun gibi ve benzeri olacaktır. İşte bu benzerliğe dayanak olarak Hak Teâlâ:
21/ENBİYÂ-104
kemâ bede’nâ evvele hálkın nuîduh
Onu ilk hálk etmeye başladığımız gibi iâde edeceğiz.
âyet-i kerîmesinde "iâde" sözünü kullanmıştır.
Ondan sonra şehâdet âleminin taayyünü, zuhûrlarına müsâid bulunmayan sonsuz ilâhi isimlerin mazharlarını ihtivâ edebilecek olan bir taayyünde, o parlak buluttan,
14/İBRÂHÎM-48
Yevme tubeddelul ardu gayrel ardı
O gün yeryüzü başka bir yeryüzüne döndürülür.
âyet-i kerîmesindeki işâret yönüyle cismâni cennet ve cehennemi içine alan bir âhiret sistemi var olur ki, bu cismâniyyette, şehâdet âlemi gibi, nefsâni oluşum gâlib olmayıp rûhâni oluşum gâlib bulunur. Ve rûhlara verilecek kalıblar da, şehâdet âlemindekilerin aynı olmayıp, aynı şekilde onlar da, rûhâni oluşum gâlib olmak üzere, başka kalıblar verilmek sûretiyle ba's olunurlar. Nitekim âyet-i kerîmede buna işâret buyrulur:
35/FÂTIR-9
fe ahyeynâ bihil arda ba’de mevtihâ, kezâliken nuşûr
Böylece yeryüzünü ölümünden sonra onunla diriltiriz. Yeniden dirilme, işte bunun gibidir.
Çünkü kış mevsiminde meyvesiz ve yapraksız kalarak ölü hâline gelen ağaçların ilkbaharda açan çiçekleri geçmiş senenin aynı değildir. Belki onların benzeridir. Hak Teâlâ Hazretleri "İşte yeniden dirilme de bunun gibidir" buyuruyor. Ve bundan açıkça anlaşılır ki, ba's gününde herkese başka kalıblar verilecektir. Bundan dolayı var edilişte tekrar yoktur. Çünkü tekrârın sebebi darlıktır. Hak Teâlâ ise Vâsi'dir.Ve bu sebeple tecellîlerine bir son yoktur.
Şimdi Cenâb-ı Şeyh (r.a) "âdet" hakkında örnek vermek sûretiyle îzâh vermeye başlayıp buyururlar ki:
Lâkin âdet, idrâk edilebilir hakîkattir; ve benzeşme sûretlerde mevcûddur. Şimdi biz biliriz ki muhakkak Zeyd, insanlıkta Amr'ın aynıdır. Oysa insanlık dönüşmedi. Çünkü dönüşseydi, çoğalırdı. O ise “bir” olan hakîkattir. “Bir” ise, kendi nefsinde çoğalmaz. Yine biz biliriz ki, şahıs oluşta muhakkak Zeyd, Amr'ın aynı değildir. Şimdi ikisinde de şahsiyetin vücûdu, şahsiyyeti sebebiyle tahakkuk etmekle berâber, Zeyd'in şahsı, Amr'ın şahsı değildir. Bundan dolayı biz bu benzerlikten dolayı histe, insâniyyet dönüştü, deriz ve gerçek hükümde dönüşmedi deriz. Böyle olunca onun bir yönüyle "âdet" yoktur ve bir yönüyle âdet vardır. Nitekim bir yön ile "karşılık" vardır ve bir yön ile yoktur. Çünkü "karşılık" aynı şekilde mümkünde, mümkünün hallerinden bir hâldir. Ve bu bir mes'eledir ki, bu hâlin âlimleri, ondan gaflettedirler, yânî lâyık olduğu üzere onun îzâhından gaflettedirler. Yoksa onlar, onu bilmez değildirler. Çünkü o, hálk edilmişler üzerine hâkim olan kader sırrındandır (9).
Yânî vücûdda zâhir olan sûretlerde benzeyiş mevcûd olduğundan âdet ve tekrar yok ise de, bu "âdet" dediğimiz küllî kavram, akıl mertebesinde sâbittir. Çünkü akıl, bir şeyin aynı ile tekrârı ve dönüşü ma’nâsını idrâk ve bu ma’nânın vücûdunu kabûl eder; fakat o idrâk edilebilir hakîkati hâricde ve duyu mertebesinde temsîl eden şahıslar ve fertler zâhir olduğunda, görülür ki o şahıslar bir diğerinin aynı değildir; belki benzeridir. İşte bu sûretlerdeki benzerliği "âdet" ve "tekrar" zannettiler. Yoksa bunlar tekrar değildir.
Meselâ biz biliriz ki, insâniyyet, akıl mertebesinde sâbit “bir” olan hakîkattir. “Bir” ise dâimâ “bir”dir. Kendi nefsinde aslâ çoğalmaz. Bu “bir” olan hakîkati duyu mertebesinde açığa çıkaran Zeyd ile Amr, insâniyyette bir dîğerinin aynıdır. Çünkü her birisi ayrı ayrı insâniyyet ma’nâsını açığa çıkarır. Böyle olmakla berâber insâniyyet tekrar etmez. Eğer tekrar etse idi, çoğalırdı. Diğer taraftan Zeyd ile Amr'da şahsiyyetin varlığı, onlardaki şahsi kesâfet ve görünüşlerindeki husûsiyyet dolayısıyla tahakkuk etmekle berâber, Zeyd'in şahsı, Amr'ın şahsı değildir. Velâkin aralarında benzeyiş vardır. İşte bu benzeyişten dolayı biz duyularımızla, insâniyyet dönüştü deriz. Çünkü “bir” hakîkat olan insâniyyeti açığa çıkaran şahısların ve fertlerin sûretlerinde benzeşme vardır. Bundan dolayı "dönüşüm" ve "tekrar" benzeşme îtibârıyladır. Ve ikinci hâl, duyularda önceki hâlin benzeri olduğu için ona "dönüşüm" genellemesi yapılır. Ve gerçek hükümde ise, insâniyyet dönüşmedi deriz. Çünkü bir olan idrâk edilebilir hakîkât, şahısların çoğalması ile çoğalmaz. Demek ki hakîkat yönünden insâniyyette bir yön ile âdet yoktur. Çünkü o hakîkat, dâimâ kendi mertebesinde, yânî akıl mertebesinde durur ve aslâ oradan ayrılmaz. Velâkin, şahısların benzeşmesi yönünden duyu mertebesinde insâniyyette "âdet" vardır. Şu halde insâniyyette bir yön ile âdet ve tekrar yoktur ve bir yön ile vardır.
Nasıl ki "karşılık" bir yön ile vardır ve bir yön ile de yoktur. Çünkü karşılık mümkünün hallerinden mümkünde bir hâldir. Yânî yukarıda îzâh edildiği üzere, ilk hâl ikinci hâli ta'kib ettiği yön ile bu ikinci hâl, ilk hâlin "karşılığı"dır. Bundan dolayı bu îtibâr ile "karşılık" vardır. Ancak ikinci hâl, mümkünün diğer halleri gibi, mümkünün bir hâlinden ibâret olduğundan ve hâl ise "karşılık" olmadığından, bu îtibâr ile "karşılık" yoktur. Örneğin açlık insanın bir hâlidir. Onu yemek yeme hâli ta'kîb eder. Bundan dolayı açlık hâlinin "ukubet"i ve "karşılığı" yemek yeme hâlidir. Fakat yemek yeme hâli, açlık hâli gibi insanın hallerinden bir hâl olduğundan ve insan hayâtı ise hallerinin tamamından ibâret olup, bu haller ise "karşılık" olmadığından, bu îtibârla yemek yeme hâli "karşılık" değildir. Ve aynı şekilde amel iyi olsun kötü olsun, insanın hallerinden birer hâldir. Ve her bir hâli bir sûretin oluşumu ta'kîb eder. Ve her bir sûret ikinci hâldir. Ve bu ikinci hâl o amelin karşılığıdır. Ancak, o ameli işleyen kimsenin Rabb-ı hâssı olan ilâhî isim, ondan ilk önce bir amelin çıkması hâlini ve ikinci olarak, o amele uygun olan sûretin oluşumu hâlini gerektirdiğinden, bu iki hâl o kimsenin ayn-ı sâbitesinin îcâb ettiği hallerden bir hâl olur. Bundan dolayı iyi amel sâhibinin fiiline karşılık, oluşan güzel sûret ve kötü amel sâhibinin fiiline uygun olarak oluşan çirkin sûret, bu îtibâr ile "karşılık" değildir.
Bunun daha açıkçası budur ki, insan fertleri ilâhi isimlerden birer ismin görünme yeridir. Ve o isimler, onların Rabb-i hâsslarıdır ki, alınlarından tutup onları sırât-ı müstakîmi üzerinde kendi kemâlleri tarafına çekip götürür. Bundan dolayı her bir ismin hazînesinde saklı olan eserler ve hallerin hepsi kendi görünme yerinde mutlaka açığa çıkacaktır. Ve bu haller ve eserlerin devamlı çıkması ve zuhûru elbette karşılık değildir. Belki hallerden birer hâldir. Fakat bir anda zuhûr eden hâli, diğer anda zuhûr eden hâl "ta'kîb" ettiğinden ve ikinci hâl birinci hâlin uygunu olarak zâhir olduğundan, bu ikinci hâle "karşılık" denilmiştir. Demek ki bir yön ile cezâ vardır, bir yön ile de yoktur.
İşte bu îzâh edilen mes'ele, öyle bir mes'eledir ki, bu ilmin âlimleri, onda gaflet ettiler. Yânî lâyık olduğu üzere, o mes'elenin îzâhında gaflet ettiler. Fakat onların bu îzâhlarının olmayışı, bu mes'eleyi bilmediklerinden değil, belki insanlar üzerinde hükümrân olan kader sırrına bağlı olduğu için onun îzâhını bile bile terk ettiler. Bu mes'eleyi cenâb-ı Şeyh (r.a.), Resûlullah (s.a.v)’ın emri ile istifâde edilmesi için ortaya koyduğunu, bu Fusüsu'l-Hikem'de îzâh buyurdular
Şimdi bu bahisden bir soru ortaya çıkar. Şöyle ki: "İnsân fertlerinden her bir ferdin Rabb-i hâssı olan ilâhî ismin hazînesinde saklı olan haller ve eserler ne ise, mutlaka o zuhûra gelecektir.Ve onun tersine bir şeyin ondan çıkması mümkün değildir. Şu hâlde resûllerin gönderilmesinin ne faydası vardır?" Cenâb-ı Şeyhi Ekber (r.a) Efendimiz bu soruya cevap olmak üzere buyurdular ki:
Bilinsin ki, tabîb hakkında, o tabîata hizmet eder, denildiği gibi resûller ve vârisleri hakkında da, hálk ile ilgili olarak, ilâhî emre hizmet ederler, deniliyor. Oysa onlar, işin aslında imkân dâhilinde olanların hallerine hizmet ederler. Ve onların hizmetleri, onların aynlarının sâbitliği hâlinde, üzerinde bulundukları hallerin hepsindendir. Şimdi bak gör ki, bu ne acâib şeydir! (10).
Yânî herkes tabîbi, tabîata hizmet eder ve mizâcı ıslâh için tabîatı takviye maksadıyla tedâvî eder bilir. Oysa tabîbler işin aslında, imkân dâhilindekilerin hâllerine hizmet ederler. Ve tabîbin amacı da hastaların mizâclarını ıslâh olduğu hâlde, bâzı bedenler normal hâlinden uzak olduğundan ve tedâvîye kâbiliyyeti olmadığından, tabîb tedâvî ettikçe hastalığı şiddetlenir. Ve bu şekilde tabîbin hizmeti, hastanın tabîatının iyileşmesine değil, onun bedeninin isti'dâdına olmuş olur. İşte bunun gibi herkes kerem sâhibi resûlleri ve onların vârisleri olan hürmet sâhibi evliyâyı, genel hálk hakkında ilâhî emre hizmet eder bilirler. Oysa onlar, işin aslında, imkân dâhilindekilerin hallerine hizmet ederler. Yânî resûllerin ve vârislerinin maksadları, rûhların ve nefislerin ma'nevi hastalıklarını gidermek olduğu hâlde, bâzı nefislerin, gayr-ı mec'ûl yânî yapılmamış olan isti’dâdları dolayısıyla, hidâyete kâbiliyeti olmadığından, onlar da'vet edip irşâd ettikçe, bunların sapması artar.
Şimdi tabîbler ile resûllerin çalışmaları, bedenler ile nefislerin sıhhat ve hîdâyetleri için olduğu hâlde, sıhhat ve hidâyete kâbiliyeti olmayan kimselerin hastalıkları ve sapkınlıkları artar. Ancak onların çalışmaları, sıhhat ve hidâyete kâbiliyyeti olanlar hakkında faydalı olur. Çünkü onların hizmetleri, hizmet ettikleri kimselerin gayr-ı mec'ûl yânî yapılmamış isti’dâdlarının ortaya çıkmasına sebep olur. Demek ki bunların imkân dâhilindeki aynlara hizmetleri, o aynlar ilâhî ilimde ne hâl üzere sâbit olmuşlar ise, işte o hallere göredir.
Bundan dolayı Hz. Şeyh-i Ekber (r.a), tabîbler ve resûllerin kasdettikleri şeyden başka bir şeye hizmet ettiklerinde şaşırarak bak gör ki, bu ne kadar acâib bir şeydir, buyururlar. Ve hakîkatte insan çalışmasını belirli bir amaca sarfettiği halde, onun altında gizli olan ve kasdettiği şeyin dışında bulunan bir netîcenin hâsıl olması acâib bir şeydir.
Şu kadar ki, burada istenen hizmetkâr, hizmet edilenin halleri indinde, ya hâl ile veyâ söz ile vâkıf olan hizmetkârdır. Çünkü, ancak tabîb hakkında, eğer ona elverişli hüküm ile giderse, tabîata yardımcıdır, denilmesi doğru olur. Çünkü tabîat hastanın bedeninde özel bir mizâc verdi ki, o sebeble "hasta" denildi ve eğer tabîb ona yardım etse idi, böylece hastalığın miktarında, onun sebebiyle artış olurdu. Ve ancak sıhhatini istediği için onu durdurur. Oysa sıhhat dahî, bu mizâca uymayan başka bir mizâcı inşâ etmek sûretiyle, aynı şekilde tabîattandır. Şimdi bu durumda tabîb tabîatın hizmetkârı değildir. Ve o, ancak hasta bedeni tedâvi etmemesi yönünden ona hizmet eder. Ve o mizâcı ancak yine tabîat ile değiştirir. Böyle olunca onun hakkında, genel bir yön ile değil, özel bir yön ile çaba sarfeder. Çünkü bu mes'elede genelleme doğru olmaz. Şimdi tabîb, tabîata hizmet edicidir; hizmet edici değildir. Resûller ve vârisleri de, Hak hizmeti hakkında bunun gibidir (11).
Yânî tabîb, tabîatın ve resûller ile onların vârisleri de emr-i ilâhî’nin hizmetkârıdırlar. Şu kadar var ki, istenen hizmetkâr, hizmet ettiği kimsenin halleri indinde, ya hâl ile veyâ söz ile duran bir hizmetkârdır. Örneğin hizmet edici tabîb ise, isti'dâdı helâke doğru olan bir hastayı ne kadar tedâvîye çalışırsa çalışsın, bu tedâvî hâli ile onun helâkine çalışmış olur. Ve aynı şekilde söz ile ne kadar tıbbi nasîhatlarda bulunursa bulunsun, hastanın helâkine sebeb olan şeyle emreder. Şu hâlde, tabib tabîatın hizmetkârıdır, demek doğru olmaz. Ancak eğer tabîb, tabîatın kendisine yardımı olan bir hüküm ile, tedâvî emrinde yürürse, o zaman tabîatın hizmetkârıdır, denilmesi doğru olur. Çünkü tabîat, hastanın bedeninde özel bir mizâc meydana getirdi. Ve tabîatın doğurduğu bu mizâc sebebiyle hastaya, hasta denildi. Yânî hastalık dahî tabîat gereklerindendir. Eğer tabîb, mutlaka tabîata hizmet etse idi, tabîat sebebiyle oluşan hastalığa yardım eder ve hastalığın miktarını ve hastalığın seyrini çoğaltırdı. Oysa tabîb, sıhhati istemekten dolayı tabîatı hastalıktan men'eder. Bununla birlikte sıhhat dahî, hastalığa sebebiyet veren bu mizâca aykırı olarak başka bir mizâc inşâ etmek sûretiyle, yine tabîattan oluşur. Bu takdirde tabîb mutlaka tabîatın hizmetkârı değildir.
Mes'eleyi özetleyelim: Tabîb bir hizmet edicidir. Fakat onun hizmeti, hastanın sıhhat kazanması amacına yönelik olduğu hâlde, eğer hastanın isti'dâdı helâkini gerektiriyor ise, tedâvî ile hâl olarak ve tıbbi nasîhatlar ile söz olarak gerçekleşen hizmetleri helâke sebeb olur. Demek ki onların hizmeti hastanın isti'dâdına tâbi'dir. Bu şekilde tabib, bedendeki hastalığa sıhhat vermesi yönünden mutlaka tabîata hizmet edicci değildir. Ancak maraz dediğimiz hâl, tabîattan ortaya çıktığından ve tabîb dahî, isti'dâdı helâke meyilli olan hastadaki hastalığın miktarını tedâvî ile arttırdığından, bu yön ile tabîata hizmet edici olur. Ancak bu hizmet, ne onun amacıdır ve ne de kendisinden beklenen bir hizmettir. Belki ondan istenen hizmet, hastanın mizâcını değiştirip ona sıhhat vermek idi. Böyle olunca mizâcın ıslâhı yönüyle tabîb, tabîata hizmet edici olmadı. Demek ki tabîb tabîata hem hizmet edicidir; ve hem de hizmet edici değildir. Şu hâlde, tabib genel olarak tabîatın hizmet edicisidir, demek doğru olmaz.
İşte nebîler ve onların vârisleri olan evliyâ da, Hak hizmetinde tabîblere benzerler. Ümmeti mes’ud ve ıslâh ettiklerine göre ilâhî emre hizmet ederler. Ve isti'dâdsız olan kimselere hidâyet bahşedici olmadıklarına göre de hizmet etmezler. Bu sûrette onlar, da'vet ettikleri kimselerin â’yân-ı sâbiteleri neyi gerektiriyorsa, işin aslında ona hizmet ederler. Yânî saîdin saâdetinin artmasına ve şakînin şekâvetinin artmasına hizmet edicidirler. Cenâb-ı Şeyh (r.a.) resûllerin ve vârislerinin Hak hizmetinde tabîblere benzeyişlerinin ayrıntısına başlayıp buyururlar ki:
Ve Hak, mükellefin halleri hakkında, hükümde iki yön üzeredir. Şimdi kuldan iş, Hakk'ın irâdesinin gerektirdiği şeyin yönü üzere gerçekleşir. Ve Hakk’ın irâdesi de, Hakk'ın ilminin gerektirdiği şeye bağlı olur. Ve Hakk’ın ilimi de ma'lumun yânî bilinenin kendi zâtından Hakk'a verdiği şeye bağlı olur. Bundan dolayı o, ancak kendi sûretiyle zâhir oldu. Böyle olunca resûl ile vâris, irâde ile olan ilâhî emre hizmet edicidirler; irâdeye hizmet edici değildirler.Şimdi o, mükellefin saâdetini talebden dolayı, onun üzerine, onunla gelir. Eğer ilâhi irâdeye hizmet etse idi, nasîhat etmezdi. Oysa ancak bununla, yânî irâde ile nasîhat etti. Şimdi resûl ile vâris, nefisler için âhiret tabîbidir. Onun emri hîninde Allah'ın emrine itâatkârdır. Bundan dolayı Allah Teâlâ'nın emrine bakar; ve onun irâdesine bakar. Yânî Hakk'ı, irâdesine muhâlif şeyle ona emrettiğini görür. Oysa ancak Hakk'ın irâde ettiği şey olur. Ve işte bunun için emr gerçekleşti. Şimdi emri murâd etti, gerçekleşti ve me'mûra emr edip, olmasını murâd etmediği şey de me'mûrdan gerçekleşmedi. Böyle olunca muhâlefet ve itâatsizlik olarak isimlendi. Böyle olunca resûl tebliğ edicidir, başka değil (12).
Yânî Hak Teâlâ Hazretleri mükellefin halleri hakkında iki yön üzere hükmeder: Birisi bâtınî, diğeri zâhirîdir. Bâtınî hüküm kulun, ilâhî ilimde ayn-ı sâbitesinin sâbitliğinde, Hakk'a verdiği ilim neden ibâret ise, ilâhi ilmin bu ilme bağlı olmasıdır. Yânî eğer kulun ayn-ı sâbitesi mü'min olarak ilâhî bilinen olmuş ise, Hak onun îmânına hükmeder. Ve kâfir olarak ilâhî bilinen olmuş ise küfrüne hükmeder. Bundan dolayı kuldan iş, Hakk'ın irâdesinin gerektirdiği şeyin yönü üzere gerçekleşir. Yoksa ilâhî ilimde mü'min olarak sâbit olandan, şehâdet âleminde küfür ve kâfir olarak sâbit olandan da îmân çıkmaz. Ve Hakk'ın ilminin gerektirdiği şey, eğer îmân ise, Hakk’ın irâdesi îmâna ve eğer küfür ise, küfüre bağlanır. Ve Hakk’ın ilmi de, ma'lûm olan kulun ayn-ı sâbitesinin kendi zâtından Hakk'a verdiği şey, îmân ve küfürden hangisi ise ona bağlı olur. Çünkü, yukarıda îzâh edilmiş olduğu üzere, Hakk'ın ilmi, ma'lûm olan kulun ayn-ı sâbitesine ve irâdesi de, ilmine tâbi'dir. Demek ki kul, ancak ma'lum şey olan ayn-ı sâbitesinin sûretiyle zâhir oldu. İşte bu, Hakk'ın kul hakkında bâtınî hükümdür ki, buna "emr-i irâdî" derler. Diğeri Hakk'ın zâhirî hükmüdür ki, resülleri vâsıtasıyla bütün kulları hakkında istisnâ olmaksızın olan hükmüdür. Buna da "emr-i teklîfi" derler.
Şimdi kulun ayn-ı sâbitesi gereğince, ilâhi irâde onun îmânına olur ve resûlün da'veti üzerine de îmân eder. Bu şekilde resûl irâde ile olan "emr-i teklîfi"ye hizmet edici olur. Yâhut kulun ayn-ı sâbitesi gereğince, ilâhi irâde onun küfrüne olur; ve resûlün dâveti üzerine de îmân etmez. Bu şekilde resûl, tebliğ yönünden "emr-i teklîfı"ye hizmet edici olur. Ancak resûl, her iki şekilde de, "ilâhi irâde"ye hizmet edici değildir.
İşte resûl ve vâris, mükellef kulun saâdetini taleb ettiği için, o kul üzerine ilâhî emir, ya’nî "emr-i teklîfi" ile gelir. Çünkü kulun saâdeti "emr-i teklîfî"ye itâatkâr olmasındadır. Bundan dolayı mükellef kuldan kabahâtli fiil çıktığında, resûl ve vâris onun saâdetini istedikleri yön ile, ilâhî emirden ibâret olan şerîatla reddederler. Eğer mutlaka "ilâhi irâde"ye hizmet etse idiler, o kabahâtli fiili reddetmezlerdi. Çünkü hayır ve şer Hakk’ın irâdesi ile açığa çıkar. Oysa resûl ve vâris, ancak irâde ile nasîhat ettiler. Yânî ilâhî ilimde sâbit oldu ki, resûller, kulların ezelî isti'dâdları ne hâli gerektirirse gerektirsin, onları genel bir şekilde şerîata da'vet edeceklerdir. Bu da'vet üzerine onlar ister îmân etsinler, ister etmesinler, tebliğ açısından eşittir. Ve ilâhi irâde’de bu sâbit olan ilme bağlanmıştır. Bundan dolayı resûlün dâ'veti ve nasîhati, ancak ilâhi irâde ile olmuş olur.
Şimdi resûl ile vâris, insanlardaki ahlâki ve ma'nevi hastalıkları tedâvîye çalıştıkları yön ile âhiret tabîbidir. Cenâb-ı Hak, "Kullarımı da'vet et!" diye emrettiği zaman, Hakk'ın bu emrine boyun eğerek hálkı da'vet eder. Fakat bir, Allâh'ın zâhirî ve teklîfi emrine, bir de bâtınîsi ve irâdî emrine bakar ve görür ki; Hak kendisine ilâhi irâdesine muhâlif bir şeyle emretmiştir. Oysa işin aslında ancak Hakk'ın irâde ettiği şey açığa çıkar. Onun irâde etmediği şeyin olması mümkün değildir. Ve olan şeylerin hepsi, onun irâdesi olduğundan dolayı olmuştur. Bundan dolayı resûl ve vâris, zâhirde da'vet ettiği zaman, olmasına ilâhi irâde bağlanmış olan iş olur.Ve eğer Hakk'ın resûl lisânı ile me'mûr kula emrettiği şeyin olmasına ilâhi irâdesi bağlanmamış ise, o işler me'mûr kuldan açığa çıkmaz. İşin me'mûr kuldan gerçekleşmemesine "muhâlefet" ve "itâatsizlik" adı verilir. Velâkin bu isimlendirme, zâhirî ve teklîfi emre göredir. Yoksa ilâhi irâdeye göre itâatsizlik ve muhâlefet olarak isimlendirilmez. Çünkü kulun alnından çekip götüren hâs ismi ondan râzıdır ve kendisinden râzı olunan ise saîddir ve ilâhi irâde de bu husûsa bağlanmıştır. Nitekim İsmâîl Fassı’nda beyân olundu ve diğer ayrıntılar da Hûd Fassı'nda gelecektir. Mesnevî:
Tercüme ve îzâh: "Kazâ olması yönünden küfre râzıyım. Bu rızâ, bizim çekişmemiz ve kötülüğümüz olması yönünden değildir. Küfür, kazâ yönünden muhakkak küfür değildir. Eğer küfür der isen, Hakk'a kâfir demek lâzım gelir. Bundan dolayı sen Hakk'a kâfir deme ve burada durma!" Bu beyt-i şerîfin ayrıntıları Uzeyr Fassı’nın sonlarında mevcûttur. Ve aynı şekilde Hz. Hayyâm buyurur:
Tercüme: "Hak Teâlâ benim istediğim şeyi murâd etti. Benim istemiş olduğum şey ne vakit savâb olur? O'nun istemiş olduğu şey, bütünüyle savâb ise, benim istediğim şey de hep hatâdır."
Yânî ayn-ı sâbitem ne taleb etmiş ise, Hak Teâlâ onun zuhûrunu murâd etmiştir. Ve onun murâdı vücûd feyzi vermektir. Bundan dolayı, onun murâdı hep savâbdır. Ve benim murâdım ise hep hatâ olduğundan soru bana yönelir, Hakk'a değil!
21/ENBİYÂ-23
Lâ yus’elu ammâ yef’alu ve hum yus’elûne
O yaptığı şeylerden mes’ul değildir. Ve onlar mes’uldür.
Şimdi "emr-i irâdî" kulların her biri hakkında neden ibâret olursa olsun, resûl ve vâris onların hepsine, aynı seviyeden "emr-i teklîfî"yi teblîğ eder. Onların vazîfesi ancak budur. Başka bir şey değildir.
Soru: Mâdemki ezelde kulun ayn-ı sâbitesi, isti'dâd lisânı ile Hak'tan neyi taleb etmiş ise, Hak onu irâde etmiştir. Ve Hakk'ın irâdesine aykırı olarak bu dünyada bir şeyin olması mümkün değildir ve etkili olan "emr-i irâdî"dir; şu hâlde resûllerin gönderilmesi ile kulları aynı seviye üzere "emr-i teklîfi"ye da'vetten ne fayda oluşur?
Cevâb: Faydası çoktur. İlk olarak tabîi kirler ile kirlenmiş olan nefislerin temizlenme sebebidir. Beşer fertlerinin nebîlere tâbî oluşları oranında, ezelî isti’dâdlarının mertebeleri ortaya çıkar. Örneğin işin aslında Hâdî küllî isminin altında birçok ilâhi isimler vardır ki, birbirleri arasında üstünlük ve farklılık mevcûddur. Bunların görünme yerleri olan kullar, tabîi kirlilikler ve bunun îcâblarından olarak hayvâni hükümler ile vasıflanmış bulundukça bilinemez. Nitekim, çamur ile kaplanmış olan kıymetli mâden ve taş parçaları, su ile temizlenmedikçe bir dîğerinden fark edilemez. Ve kıymetçe mertebelerini anlamak mümkün olmaz. Eğer su ile temizlenirse altın ve gümüş ve platin veyâ elmas ve pırlanta ve la'l ve yâkût parçaları kendilerini gösterirler.
İkinci olarak, resûllerin dâveti bir mihenktir. Sûret îtibârıyla bir dîğerinin aynı gibi görünen sahte ile gerçek, ancak bu dâvet ile ortaya çıkar. Çünkü ilâhi isimler, Hâdî ve Mudill ve Dârr ve Nâfi' gibi cemâlî ve celâlî olarak bir dîğerine karşılıklıdır. Sûrette bir dîğerine benzeyen insan fertlerinden bâzıları Hâdî ve bâzıları da Mudill isminin görünme yeridirler. Dâvet olmasa, bunlar bir dîğeriyle eşitlik da'vâsında bulunurlar. Ancak, resûllerin dâveti olduğunda Sıddîk, Ebû Cehil'den ayrılır. Ve bu mihenk vâsıtasıyla, aralarında çok büyük bir fark olduğu ortaya çıkar.
Üçüncü olarak bu da'vet, ilâhi isimler arasındaki üstünlüğü ve farkı, fiilen açığa çıkardığından, Allah için hüccet-i bâliğa yânî apaçık delîl sâbit olur. Nitekim daha önce ayrıntılı olarak anlatılmış idi.
İşte bunun için Resûl (a.s.) “Festekım kema ümirte” yânî ”Emr olunduğun gibi istikamet üzere ol” (Hûd, 11/112) sözünün, içinde barındırdığı şeyden dolayı, "Hûd sûresi ve benzerleri beni ihtiyârlattı" buyurdu. Şimdi onu "Kemâ ümirte yânî emrolunduğun gibi ol" ihtiyarlattı. Çünkü o bilmez ki, irâdeye uygun olan şeyle mi emr olundu? Tâ ki o şey olsun; veyâhut irâdeye muhâlif olan şeyle mi me'mûr oldu? Tâ ki olmasın. Ve hiçbir kimse, irâde hükmünü bilmez. Ancak murâdın gerçekleşmesinden sonra bilir. Allah'ın basiret gözünü açtığı kimse istisnâdır. Şimdi imkân dâhilindeki aynlar sâbit oldukları hâlde, oldukları hâl üzere idrâk eder. Böyle olunca bunun üzerine gördüğü şeyle hükmeder (13).
Yânî "emr-i irâdî" başka ve "emr-i teklîfî" başka olduğu ve resûl ise her birerleri hakkındaki emr-i irâdî neden ibâret olursa olsun, kulların hepsine eşit olarak "emr-i teklîfi"yi tebliğe me'mûr bulunduğu için, Resûl (a.s), tebliğte özeni barındırmış olan,
Dostları ilə paylaş: |