Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi Ahmet Avni Konuk ÖNSÖZÜ


Küllü nefsin bimâ kesebet rehînetun



Yüklə 7,33 Mb.
səhifə41/90
tarix02.08.2018
ölçüsü7,33 Mb.
#65852
1   ...   37   38   39   40   41   42   43   44   ...   90

Küllü nefsin bimâ kesebet rehînetun

Bütün nefsler kazandıkları sebebiyle rehinedir.

âyet-i kerîmesi gereğince, bu sûretler amellerin sâhibini kuşatarak hapseder ve onu ulvî âleme yükselmekten meneder.Ve eğer Hak af ve vazgeçme ile muâmele buyurmaz ise, bu kabahâtlerin sûretleri vâsıtasıyla azâb duyucu olur ve Hak ona ukubetle teslimiyet gösterir. Çünkü Ya'kûb Fass’ında beyân edilmiş idi ki, kulun her bir hâlini diğer hâli ta'kîb eder. Ve ikinci hâl ilk hâlin ukubetidir ve onun karşılığıdır. Hal, araz kabîlinden olmakla be­râber, mutlaka bir sûrete bürünür. Nitekim Mesnevi-i Şerîf’de açıkça beyân buyurulur. Mesnevî:

Tercüme: "Gönülde yer tutan her bir hayâl, mahşer gününde bir sûret olacaktır. Senin vücûdun üzerine gâlib olan bir hâlin sûretlenmesiyle haşr edilmen kaçınılmazdır. Mahşer gününde her arazın bir sûreti vardır. Her bir arazın sûretine nöbet vardır. Ne zaman ki, senin elinden bir mazlûma zahmet erişti, o zahmet bir ağaç oldu; ve ondan zakkum peydâ oldu. Bu senin yılan ve akrep gibi olan sözlerin, yılan ve akrep olup senin kuyruğu­nu tutar."

Bu belâlar, mü'minîne şekâvet sâhiplerinin sohbetinden doğar. Bununla berâber ezelî saâdeti dolayısıyla mü'mine güzel bir son nasîb olacağından, bu azâbda kâfirler gibi ebedî kalmaz. Çünkü onda bu sıfat geçicidir. Kâfirler gibi aslî değildir. Bundan dolayı temzilendikten sonra, bu azâbdan kurtulur ve ni’metler cennetine dâhil olur. Bu hâl vücûduna pislikler bulaşan kimsenin, hamamın gâyet sıcak olan halvetinde temizlenmesine benzer. Temizlendikten sonra devamlı olarak orada kalmasına gerek yoktur. Geçici olarak bazı isimlerin te'sîri altına dâhil oluş esâsı, ezelî şekâvet sâhipleri için de olur. Nitekim, vahiy kâtibinin biri îmân etmiş ve (S.a.v.) Efendimiz'e arkadaş olmuş iken daha sonra dînden dönmüştür. Bu kıssa Mesnevî-i Şerîfin ilk cildinde anlatılmıştır. İşte o kimse Nebiyy-i zîşân'a arkadaş olmakla geçici olarak Cemâli isimlerin te'sîri altına girmiş ve daha sonra ezelî şekâveti hükmünü yerine getirmiştir. Îtibâr, başlangıç ve sona olduğundan, bu gibiler ebedi ateşin içinde olurlar. Bu bahiste çok sözler vardır. Ancak, ârife bu kadar işâret yeterlidir. Mesnevî:

Tercüme: "O Îsâ (a.s)ın kaçışı korkudan değil idi. O emîndedir. Öğretmek için idi. Eğer karakış ufukları doldurur ise, kuvvetle parlayan güneş için ne gam vardır!"

Şerh: Ya’nî Îsâ (a.s.)’ın ahmaktan kaçışını, kendisine ondan zarar gelir korkusuyla oldu zannetme! Büyük nebîler hazarâtı emîn makâmındadır. Onlar hiçbir havâ ile kımıldamayacak şekilde sağlamlık ve kuvvet sâhipleridir. Onun bu kaçışı, ancak her renge bo­yanmak ve her rüzgârın estiği yöne kapılmak isti'dâdına sâhip bulunan kalbinde zaaf olanlara öğretmek için idi. Ve onların veresesi olan Evliyâ-ı kirâm hazaratı dahî:



10/YÛNUS-62



E lâ inne evlîyâ allâhi lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn

Muhakak ki Allah’ın evliyâsına korku yoktur ve onlar mahzûn da olmazlar.

âyet-i kerîmesi gereğince, her türlü korkulardan emîn­dirler. Onlar parlaklık sâhibi olan güneşe benzerler. Eğer kış mevsimin­de soğuk ufukları tutsa, güneşe ne te'sîri olur? Bundan dolayı bu saâdet­lilerin ahmaklara yakın olmalarında, kendileri için hiçbir mahzûr düşünülemez. Fakat noksanların ahmakların sohbetlerinden sakınmaları zorunludur. Çünkü, onlar henüz parlayan güneş olmadıklarından kendilerindeki îmân ateşi küfrün soğuk parçası ile yok olur. Ve geçmiş beyitlerin şerhinde îzâh olunan belâlara tutulurlar.



İlk yazımın bitişi: 29.Aralık.1915 Çarşamba gecesi.

Değiştirerek yazımın bitişi: 3.Kasım.1920 Çarşamba sabâhı.



BİSMİLLAHİR RAHMÂNİR RAHİYM

-9-


YÛSUF KELİMESİNDE MEVCÛT OLAN “NÛRİYYE HİKMETİ”NİN BEYANINDA OLAN FASSTIR.

“Nûriyye hikmeti”nin Yûsuf Kelimesine tahsîs edilmesindeki sebeb budur ki, misâl âlemi, nûr âlemi ve Yûsuf (a.s.)’ın keşfi de "misâlî"dir. Ve Yûsuf (a.s)’a, misâli hayâl sûretlerinin keşfine bağlı olan nûriyye saltanatı zâhir oldu. O da en kâmil yönü üzere "tâbîr ilmi"dir. Yûsuf (a.s)’dan sonra bu ilmi bi­len, o hazretin mertebesinden bilir ve onun rûhâniyyetinden alır.

Ş imdi hakîkî nûr bir nurdur ki, onun vâsıtasıyla eşyâ idrâk olu­nur, fakat kendisi idrâk olunmaz. Çünkü o, bağıntılar ve izâfetlerden soyut oluşu yönünden Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinin zâtının aynıdır. İşte bunun için (s.a.v) Efendimiz'den "Rabb'ini gördün mü!" diye sorulduğunda "Bir nurdur, ben onu nasıl görürüm?" Yânî o soyut nûrdur; onu görmek mümkün değildir, buyurdular. Bundan dolayı zâtın aynı olan hakîkî nûru görünme yerleri ve bağıntılar ve izâfelerden soyut oluşu îtibârıyla görmek ve idrâk etmek mümkün değildir. Ancak, mertebe perdelerinin arkasından görünme yerlerinde idrâk mümkündür. Rubâî:

Tercüme: "Güneş felek üzerine bayrağı diktiği zaman, onun ışığında göz, nurdan kamaşır. Ancak, bulut perdesinden göründüğü zaman, bakan kusursuz olarak tamâmen onu görür."

"Nûr"un zıddı olan "zulmet"e gelince, kendi idrâk olunmadığı gi­bi, kendisiyle de bir şey idrâk olunmaz. Ve hakîkî nûr ile zulmetin arasında bulunan "ışığın" hem kendisi idrâk olunur ve hem de onun­la eşyâ idrâk olunur. Bu üçünden her birinin kendisine özel bir şe­refi vardır:

Hakîkî nûr’un şerefi, öncelik ve asâlet yönündendir. Çünkü o, her örtülü olanın ortaya çıkmasına sebebdir. Ve zulmetin şerefi, hakîkî nûra bitişikliği iledir. Ve bir de hakîkî nûr, zulmet ile idrâk olu­nur; çünkü onun zıddıdır. Ve her şey zıddıyla ortaya çıkar. Ve ışığın şerefi de, ikisinin arasında olması ve nûr ile zulmetin karışık olmasından vücûda gelmekle iki şerefi taşıyıcı bulunmasıdır.

Hakîkî nûr, salt varlık olan Hakk'ın vücûduna aykırı değildir. Ve salt varlık, onun zıddı olan "yokluk" ile akledilebilir. "Varlık" için nûriyyet olduğu gibi "yokluk” için de zulmet vardır. Çünkü zul­met idrâk olunmadığı gibi, yokluk için de aklen bir taayyün mümkün değildir. İşte bunun için âlem dediğimiz mümkün, "zulmet"le vasıflandırılır. Çünkü "mümkün", vücûd nûru ile nûrlanıp zâhir olmuştur. Ve onun zulmeti yokluğu yönüyledir.

İşte (sa.v) Efendimiz hazretlerinin: "Hakîkatte Allah Teâlâ hazretleri, hálkı zul­mette hálk etti. Daha sonra onun üzerine nûru serpti, zâhir oldu" bu­yurmaları buna işârettir. Bundan dolayı "yokluk” dediğimiz şey, "varlık"  karşılığında akledilebilir olur. Ve "yokluk” ile "salt varlığın” ayrı ayrı idrâki mümkün değildir. Bunları idrâk için aralarında bir vâsıta lâzımdır.

Bundan dolayı bunların arasında taayyün etmiş olan şey, "misâl âlem"inin hakîkatidir. Ve ışık dahi bu vâsıtanın zâ­ti sıfatıdır. Ve üstünde isimler ve sıfatlar âlemleri bulunan "rûhlar âlemi"ne yakınlığından dolayı misâl âlemine nûriyyet gâlibdir. Ve nûr âleminden ibâret olan rûhlar âlemi karşılığında olduğu için var olma ve bozulma âlemi sûretlerine de zulmet gâlibdir.

Şimdi iki şey arasında vâsıta olan bir şeyin iki taraftan birisi­ne nisbeti lâzım geldiği zaman, gâlib olan tarafın vasfolunduğu şeyle vasıflandırılması gerekir. İşte bu sebeble Hz. Şeyh (r.a), bu hikmeti "nûriy­yet"le isimlendirdi. Yoksa hakîkatte, salt nûr oluş değil, ışık oluştur. (Nakdü'n-Nüsûs ve Ya'kub Han Şerhinden özet tercü­me ve bâzı ilâveler ile)

Bu, "nûriyye hikmeti"dir. Onun nûrunun yayılması hayâl hazreti üzerinedir. Ve hayâl hazreti de inâyet ehli hakkın­da vahyin başlangıcının ilkidir (1).

Bilinsin ki, âlemler çokluğuyla berâber beşe ayrılmıştır. Ve ona "hazarât-ı hamse yânî beş hazret" derler. Bu beş hazret, Hakk'ın zuhûru ve açığa çıkmasıdır.



Birincisi -Zât hazretidir. Ve ona "mutlak gayb" derler. Çünkü hiç bir kimse ondan hikâye edemez ve oraya isim ve resim sığmaz.

İkincisi -İsimler hazretidir ki, Hakk'ın onda açığa çıkması "uluhiyyet" iledir.

Üçüncüsü –Fiiller hazretidir. Yânî rûhlar âlemidir ki, Hakk'ın on­da açığa çıkması "rubûbiyyet" iledir.

Dördüncüsü -Misâl ve hayâl hazretidir ki, Hakk'ın muh­telif sûretler ile açığa çıkmasının mahallidir.

Beşincisi -His ve şehâdet hazretidir ki, Hakk'ın var olup taayyün etmiş sûretler ile açığa çıkmasının mahallidir.

Bu sûrette üst hazret "mutlak gayb"; ve alt hazret "mutlak şehâdet" olmuş olur. Ve sen şimdi içinde bulunduğun hazretlerin altı olan şehâdet hazretinden aniden geri dönme yoluyla geriye dönersen görürsün ki, âlemde duyumsanabilir olan her şey, misâl âleminde mevcûd olan her bir şeyin bir misâl ve sûretidir. Sûret ve misâl ise rubûbiyyet hazretinin işlerinden bir iştir. Ve Allah'ın isimlerinden bir ismin sûretidir. Ve her isim de bir sıfatın sûreti ve her sıfat da yüce zâtın bir vechidir ki, var olanlardan bir var olanda o vech ile açığa çıkar.

"Hayâl âlemi" de iki kısımdır: Birisi yukarıda bahsedilen dördün­cü hazrettir ki, ona "misâl âlemi" denildiği gibi "mutlak hayâl"de derler. Diğeri bu misâl âlemine bitişik olup onun cetveli hük­münde olan ve insanın vücûdunda bulunan hayâldir ki, buna da "kayıtlı hayâl âlemi" derler. Bu şehâdet hazretindeki övülmüş ahlâk ve sâlih amellerin mutlak hayâl âlemindeki örneği bağlar, bos­tanlar ve çiçekler ve meyveler ve nehirler ve fenâ ahlâk ve günâh amellerin örneği de akrepler, yılanlar ve karanlıklar olur.

Ve dünyâda insana hangi sıfat galip ise berzâh âleminde, o sıfata uygun bir sûret peydâ olur. Meselâ kibir gâlib olursa kaplan ve gazab ve ha­sed gâlip ise kurt ve şehvet ve utanmazlık, yânî kendi mahre­mi olan kadınların nâ-mahremlerle karışıp görüşmesine göz yummak sı­fatı gâlip ise eşek ve domuz ve hırs ve emel gâlib ise fâre ve karın­ca sûretleri peydâ olur. Mesnevi

Tercüme:

"Gönülde yer tutan her bir hayâl, mahşer gününde bir sû­ret olacaktır."

"Senin vücûdun üzerine gâlip olan bir sîretin sûretlenmesiyle haşr edilmen zorunludur."

"Mahşer gününde her arazın bir sûreti vardır; her bir arazın sûretine nöbet vardır."

"Ne zamanki senin elinden bir mazlû­ma zahmet erişti, o zahmet bir ağaç oldu ve ondan zakkum peydâ oldu."

"Bu senin yılan ve akrep gibi olan sözlerin, yılan ve akrep olup se­nin kuyruğunu tutar."

Bu bahsedilen sıfatlardan kurtulmuş olanlar ancak nefs tezkiyesi ve kalb saflaştırması yapmış olan kerem sâhibi zâtlardır.

"Kayıtlı hayâl"e, yânî insânî hayâle gelince, onun bir tarafı misâl âlemine ve bir tarafı da insanın kendi nefsine ve bedenine bitişiktir. Mizâc bozukluğu ve­yâ uyku sebebiyle, süflî âlemin sûretlerinden bir sûret, insan hayâlinde basılı ve resimlenmiş olduğu zaman, bilmelidir ki, bu sûretler ancak bozuk hayâller veyâhut karışık rü’yâlardır ve aslâ hakîkati yoktur. Örneğin bir kimse hasta olmakla kendisine birtakım hayâller gelir, sayıklar. Ve aynı şekilde bir kadına muhabbet edip onun düşüncesiyle kendisine şehvet üstün gelir. Uyuduğu zaman onun hayâli ortaya çıkarak buluşmasıyla ihtilâm olur. Veyâhut çok tuzlu yemek yer, uykusunda susuzluk üstün gelir. Rü'yâsında birtakım akar sular ve çeşmeler görür.

Fakat kalp aynası türlü riyâzât ve mücâhedeler ile saflaşmış ve fik­ri gayrılardan ve şehvetlerden hâlî olan bir ârifin hayâl aynasında görülen sûretler, misâl âleminden yansımış ise, ister uyku hâlinde ve ister uyanıklık hâlinde olsun, hak ve sâbittir. Çünkü "misâl âlemi" Hakk’ın ilim hazînesidir, ondan hatâ çıkmaz. Bundan dolayı hayâl tasvirleri iki kısım olmuş olur:

Birincisi: Duyumsanabilir sûretlere uygunluğu olan hayâli sûretlerdir ki, buna "soyut keşif" ve "gaybi sûretlere vâkıf olma" denilir. Ve bu kısım, te'vîle ve tâbîre muhtâç değildir. Nitekim, Resûlul­lah (s.a.v) Efendimiz, Hudeybiye'ye çıkmazdan önce, rü'yâlarında ken­dilerini ashâbıyla berâber, başlarını traş ettirmiş oldukları halde, emîn bir şekilde Mescid-i Harâm'a dâhil olmuş gördüler. Hicretten altı sene sonra bu rü'yâ aynıyla gerçekleşti.

İkincisi: Duyumsanabilir sûretlere uygunluğu olmayan hayâli sûretlerdir ki, buna "hayâli keşif" derler. Ve bu kısım tâbire muhtâc olur. Ve bu tâbîr de görülen hayâli sûretlere uygun olan duyumsanabilir sûretler ile te'vîl sûretiyle gerçekleşir. Nitekim, (S.a.v) Efendimiz'e rü'yâsında bir kâse süt verildi. İçip bir yudumunu Hz. Ömer (r.a.)’e verdi. Bu rü'yâyı ashâb-ı kirâm hazarâtına bildirdiğinde: "Yâ Resûlallah, bunu ne ile te'vil buyurdunuz?" dediler. "İlim ile te'vîl ettim" buyurdular. Uygunluk yönü budur ki, "süt" be­dene gıdâdır. "İlim” de rûha gıdâdır. Ve rü'yâ tâbirinde bir kaide ve kânûn yoktur. Bundan dolayı hayâli sûretlerin keşfine bağlı olan nûrâni ilim, bir kimseye lütfedilmez ise görülen sûretle­rin hakîkatini anlayamaz.

Şimdi "hayâl hazreti" hakkındaki bu îzâhlar anlaşıldıktan sonra, bilinsin ki, bu "nûriyye hikmeti" nûrunun yayılması hayâl hazreti üzerinedir. Yânî mutlak misâlin zâti sıfatı olan nûr, rü’yâ hazreti olan hayâl hazreti üzere yayılmıştır. Ve bu nûrun hayâl hazreti üzerine yayılması da, inâyet ehli olan nebîler (aleyhimü's-selâm) hakkında vahyin başlangıcının evvelidir. Yânî rü'yâ mevtını olan "hayâl hazreti" nûrun yayılma mahalli olması îtibârıyla ilâhî vahyin kaynağı olur.

Âişe (r. anhâ) der ki: "Resûlullah (s.a.v.)’a vahyin ilk başlangıcı, sâdık rü’yâ idi. Şimdi o hazretin hâli bu idi ki, gördüğü her rü’yâ, mutlaka gün doğumu gibi apaçık gerçekleşir idi.” Hz. Âişe (r. anhâ) "Onda gizlilik yok idi" diyor (2).

Yânî (s.a.v.) Efendimiz için ilâhî vahyin başlangıcı "sâdık rü’yâ" oldu. Ve rü'yâ, ancak uyku hâlinde olur. Ve nübüvvetin başlangıcı zamânında gördüğü rü'yâ, his ve şehâdet âleminde her gün gerçekleşen gün doğumu vakti gibi açık bir sûrette olur idi. Buna binâen Hz. Âişe (r. an­hâ) “gün doğumu gibi” sözünü “onda gizlilik yok idi” sözüyle tefsîr buyurdu. Ve bu tefsir ile Fahr-i âlem (s.a.v.) Efendimiz'in gördüğü hayâli sûretlerin tâbîre muhtaç olmayıp, "soyut keşif" olduğunu ve bundan dolayı o sûretin şehâdet hazretinde aynen gerçekleştiğini îzâh etti.

Ve Hz. Âişe (r. anhâ)’nın ilmi buraya kadar erişti, baş­ka değil (3).

Yânî Hz, Âişe (r.anhâ) "hayâl hazreti" ile "şehâdet hazretini" ayırdı. Ve ilmi, rü'yâda görülen şeyin başka ve his âleminde gerçekleşen şeyin başka olacağına kadar ulaştı. Onu geçmedi ve buyurdu ki:

"Ve onun müddeti bunda altı ay oldu. Sonra ona melek geldi" (4).

Yânî bu rü'yâda, (s.a.v.)’in müddeti altı ay oldu. Daha sonra şehâdet hazretinde ilâhî vahiy ile melek indi. Bundan dolayı Hz. Âişe (r.an­hâ) şehâdet hazretini, hayâle katmadı. Onu başka, bunu da baş­ka saydı.

Ve bilmedi ki, Resûlullah (S.a.v.) buyurdu: "Muhakkak insanlar uykudadırlar, öldükleri zaman uyanırlar" (5).

Yânî mü'minlerin annesi Hz. Âişe (r. anhâ), Fahr-i âlem Efendimiz’in "İnsanlar uykudadırlar, öldükleri zaman uyanırlar" buyurmasıyla, şehâdet hazretini hayâl hazretine ve hayâl hazretini şehâdet hazretine dâhil ettiğini ve bununla, gerçekte hissi hayâtı ile hayy olup uyanık olan insanların bâzısı uykudadırlar ve uyku ise hayâl hazretidir ve öldükle­ri zaman bu uykudan uyanırlar, demeyi kast ettiğini bilmedi. Oysa â’ref-i enbiyâ Efendimiz bu hadîs-i şeriflerinde hálk edilmişler âleminde geçerli olan her bir şeyin, gaybi ma’nâlardan bir ma’nânın sûreti ve ilmi hakîkâtlerden bir hakîkâtin "misâl"i olduğuna işâret buyur­muşlardır. Lâkin insanlar gaflet uykusu ve tabîat perdeleri ile perdelenmeleri se­bebiyle var olmuş sûretlerin aynalarında bu hakîkâtleri göremezler. Yânî his âleminden misâl âlemine, misâl âleminden rûhlar âlemine ve rûhlardan aynlar âlemine ve aynlardan isimlere ve zâti işlere geçemezler. Hz. Emîr Kudsi’den beyit:

Tercüme: "Cehâlet uykusu beni harem yakınlığından uzak düşürdü. Yoksa bir kimse cânândan daha yakın olarak hiçbir şeyi görmedi."

Ancak irâdi ölüm zevkini tadıp bâkî vechin müşâhedesinde helâk olan kimse, bu fenâdan sonra bakâ bulup uyanır. Ve bu şekilde de ma’nânın sûrette tecellî edici olduğunu ve hálk edilmiş sûretlerin, hakîki ma’şûkun güzelliğine ayna olduğunu mânevî keşif ile bilir. Beyt:

Nazmen tercüme:

Mahbûbumuzun güzelliğine ayna bu âlem

Her zerrede o vechini gösterdi dem-â-dem

İşte mü'min lerin annesi Hz. Âişe (r.a.)’ın ilmi, (s.a.v) Efendimiz'in



2/BAKARA-115



fe eynemâ tuvellû fe semme vechullâh

Ne tarafa dönerseniz Allah’ın vechi oradadır.

ve

34/SEBE-47





ve hüve alâ kulli şeyin şehîd

Ve O herşeye şahîttir.

âyet-i kerimesi hükmünce, bütün ulvi ve süfli mertebelerde Hakk'ın hüviyetini hâzır ve bütün eşyâda Hakk'ın vechini zâ­hir olarak müşâhede buyurduğunu anlayamadı. Çünkü cenâb-ı Fahr-i âlem Efendimiz bir an Hakk’ın müşâhedesinden ayrılmaz idi.

Ve her ne kadar halleri muhtelif ise de, (S.a.v)’in, uyanıklık hâlinde gördüğü her şey, bu türdendir. Şimdi Hz Âişe (r.an­hâ)’ın dediği altı ay geçti. Belki (S.a.v.) Efendimiz'in dünyâ­da bütün ömrü bu mesâbede idi (6).

Yânî her ne kadar rü’yâ görene göre uyanıklıkta görülen sûretlerin halleri ile uykuda görülen sûretlerin halleri muhtelif ise de, hayâl âleminde görülen sûretlerin her birisinin his âleminde görülen sûretlerin misâli olduğunu dikkate alırsak, haller arasında uyumsuzluk olmadığından (S.a.v.) Efendimiz'in uyanıklık hallerinde gördüğü her bir hâl ve fiil ve sûret, uykularında gördüğü hayâli sûretlerin türündendir. Çünkü fahr-i âlem Efen­dimiz uyanıklık hâlini uyku hâline dâhil etti. Bundan dolayı ­mü'minlerin annesi Hz. Âişe (r. anhâ)’ın "Vahyin altı ay kadarı rü'yâ ile idi" dediği hükümsüz kaldı ve bâtıl oldu. Belki onun ömrünün hepsi dün­yâda rü'yâ mesâbesinde idi. Çünkü uyanıklık hâlinde, his âleminde gördü­ğü sûretlerden her birisinin ma’nâsına bakıp o sûretleri, o baktığı ma’nâlar ile tâbîr buyurur idi. Nitekim rü'yâda görülen sûretler de öylece tâbir olunur. Bundan dolayı uyanıklık hâli, uyku hâli türündendir. Şimdi Hz Âişe (r.an­hâ)’ın dediği altı ay geçti” sözüyle cenâb-ı Şeyh (r.a), bu şehâdet hazretinde cenâb-ı Âişe'nin söyledikleri "altı ay" sözünün ve aynı şekilde risâlet-penâhînin ömrünün bu Fusûsu'l-Hikem'in ya­zıldığı zaman geçmiş bulunduğuna; ve bundan dolayı o zamânın bu za­mâna göre hayâl olduğuna işâret buyururlar.

O, ancak rü’yâ içinde rü’yâdır. Ve bu türden olarak gelen her şey "hayâl âlemi" ile isimlendirilir (7).

Yânî fahr-i âlem Efendimiz uyanıklık hâlini “insanlar uykudadır” sözüyle uykuya dâhil ettiğinden Hz. Âişe (r. anhâ)nın dediği "altı ay rü'yâ" uyku içinde uykudur. Ve uykuda görülen şey türünden olarak gelen her şey, hayâl âlemindendir. Bundan dolayı Peygamber Efendimiz'e gelen ilâhî vahiy, ister uykuda sâdık rü’yâ ile olsun, ister his âleminde veyâ histen ayrı olarak kalbine meleğin indirmesi ile olsun, hep­si hayâl âlemindendir. Ve meleğin ona görünmesi de aynı şekilde hayâl âlemindendir.

Ve bunun için, kendi nefsinde bir sûret üzere olup ondan ayrı bir sûrette zâhir olan husûs, tâbîr olunur. Böyle olun­ca tâbir edici, eğer isâbet ederse, uyuyanın uykusunda gördüğü sû­retten, o husûs ne şey üzerine ise, o şeyin sûretine geçer. İlmin "süt" sûretinde görünmesi gibi (8)

Yânî uykuda görülen şey türünden olarak gelen her şeye "hayâl âlemi" denildiği için, kendi nefsinde bulunduğu bir sûreten başka bir sûrette zâhir olan husûs, tâbîre muhtâç olur. Çünkü sûretler başka başka şeylerdir. Fakat ma’nâ îtibârıyla bir olduklarından, aralarındaki bağlantı bulunup tâbîr etmek ve bu iki sûretin ma’nâsı birleştirilmek lâzımdır. Bundan dolayı tâbîr eden kimse, eğer tâbîrinde isâbet ederse, uyuyanın uykusunda gördüğü hayâli sûretin, ilâhi ilimde taayyün etmiş olduğu sûretine geçer. Ve bu şekilde rü'yâda görülen sûret ile o sûretin işâret ettiği diğer sûret, ma’nâ îtibârıyla birlenmiş olur. Nitekim "ilim", rü'yâda "süt" sû­retinde görünmüştür. Oysa bunlar sûret îtibârıyla başka başka şeylerdir. Fakat ma’nâ îtibârıyla aralarındaki bağlantı bulunup birleştirilir.

Şimdi te'vîlde süt sûretinden ilim sûretine geçti. Bundan dolayı te'vîl etti. Yânî bu süt ile âlakalı sûretin mânası ilim sûretinedir, buyurdu (9).

Ya’nî (S.a.v) Efedimiz rü'yâsında gördüğü "süt"ü kendi sûreti üzeri­ne terk etmeyip, o sûretten "ilim" sûretine geçti. Ve onu te'vîl edip, bu "süt" sûretinin ma’nâsı "ilim" sûretinedir, buyurdu. Çünkü "ilim" ile "süt" gıdâ oluşta bir manâ üzerinedirler. "Süt" bedenin ve "ilim" rû­hun gıdâsıdır. Ancak sûretleri başka başkadır. Nitekim bu birlik ve ayrılık sûrî gıdâlarda da vardır. Örneğin ekmek ile et gıdâ olmak husûsunda bir ma’nâdadırlar, fakat sûretleri ayrıdır.

Ondan sonra (s.a.v)in hâli bu idi ki, ona vahy olunduğu zaman kendisine özel bir yoldan alırdı. Şimdi yanında hâ­zır olanlardan örtülür ve kaybolur idi. Ve örtü ondan kaldırılınca geri dönerdi. Bundan dolayı vahyi ancak hayâl hazretinde idrâk etti. Şu kadar ki ona uykuda denilmez (10).

Yânî (S.a.v) Efendimiz'e vahy olunduğu zaman, kendilerine özel bir yoldan aldıkları için saâdetli huzurlarında bulunanlardan misâli örtüler ile örtülüp gayb âlemine dâhil olarak kaybolurlar idi. Bu gayb örtüsü kaldırılıp açıldığında, şehâdet hazretine geri dönerler idi. Böyle olunca tabî olarak vahyi ancak hayâl hazretinde idrâk etti. Fakat böyle olmakla berâber, onlara uyku isnâd olunup uykuda olan olarak isimlendirilmez. Çünkü uykunun sebebi dimâga bulaşan mizâcî bir iştir. Bunun sebebi ise kalbe dolan rûhânî husûstur ki, o haz­reti şehâdet âleminden alır. Bu ma’nâ ise, his âleminden ­küllî olana kaybolmaksızın olur. Nitekim (S.a.v)’in bu işin sonundaki hâli uyku hâline ters idi. Bu hal de "sine"ye, yânî uykunun başında hafif bir sûrette kendinden geçmeye benzetilebilir.

Ve aynı şekilde melek ona bir adam sûretinde sûretlendiği zaman, o da hayâl hazretindendir; Çünkü o bir adam değildir; o ancak me­lektir ki insan sûretine girdi. Şimdi ona bakan ârif, geçiş yapıp tâ onun hakîkî sûretine ulaştı. Böyle olunca "Bu Cebrâil'dir, size geldi; tâ ki dininizi size öğretmeye" dedi. Oysa, onlara bundan önce "O adamı bana gönderin" demiş idi. Şimdi onlara gözüktüğü sûret yönünden ona "adam" dedi. Sonra da "Bu Cebrâîl'dir" dedi. Bundan dolayı şu sûreti dikkate aldı ki, bu hayâli adamın ma’nâsı o sûretedir. Böyle olunca iki sözde de o sâdıktır: His gözünde olan "ayn"ından dolayı sâdık oldu; ve "Bu Cebrâîl'dir" sözünde sâdık oldu. Çünkü o, hiç şüphe yok ki Cebrâîl'dir (11).

Yânî Resûlullah (a.s.v) Efendimiz'e adam sûretinde sûretlenen melek dahi, hayâl âlemindendir. Çünkü meleğin aslî bir sûreti var­dır. Onu bıraktı, başka sûrette sûretlendi, yânî "adam" sûretinde göründü. Yoksa, o işin aslında beşer değil idi. Hakîkatte melek idi. İşte bu sebebten dolayı o "adam" sûretine bakan ârif, yânî (S.a.v) Efendimiz, adam sûretinden geçiş yapıp onun aslî ve hakî­ki sûretine ulaştı da "Bu Cibrîl'dir. Size dîninizi öğretmek için geldi" buyurdu. Oysa bu sözden önce, Hz. Cibrîl, (S.a.v.) Efendi­miz'in huzûruna girmek istediği zaman, ashâb-ı kirâmın bâzısı onu girmekten engelleyince, Fahr-i âlem Efendimiz, onlara "O adamı ba­na gönderin, yânî huzûruma girmekten men' etmeyin" buyurmuş idi. Yânî başta "adam" dediği halde sonra "Cibrîl" dedi. Ve ona "adam" demeleri Hz. Cibril'in beşer sûretinde görünmesinden dolayı idi. Ve "Cebrâîl" demesi de misâl âleminden olan bu hayâli adamın ma’nâsının onun hakîki sûretine olmasından dolayıdır. Bundan dolayı bu sözlerin ikisi de doğrudur. Şöyle ki his gözünde görülen "ayn'ından dolayı, yâni görünen sûretine bakarak "adam” denilmesi doğrudur. Ve aynı şekilde hayâli adamın ha­kîk, sûreti îtibârıyla ona "Bu Cebrâîl'dir" demek dahi doğrudur.

Şimdi Hz. Şeyh (r.a.) bu, dünyâ dediğimiz his âleminde mevcûd olan hálkın uykuda olduğunu ve his âleminin de rü’yâ âlemi olduğunu beyân buyurduktan sonra Yûsuf (a.s.)ın hallerini anlatmaya başlıyor:

Ve Yûsuf (a.s.) babasına dedi: "Gerçekten ben on bir yıldızı ve güneşi ve ayı gördüm. Onları bana secde edici halde gördüm.” Şimdi kardeşlerini yıldızlar sûretinde ve babasını ve teyzesini güneş ve ay sûretinde gördü (12).

Yâni Yûsuf (a.s.) babasına: "Babacığım, ben rü'yâda on bir yıldızı ve güneşi ve ayı bana secde eder oldukları halde gördüm" (Yûsuf, 12/4) dedi. Bu sûretler "hayâli keşif" kısmından olup tâ’bîre muh­tâc idi. Ve bu hayâli sûretlere bağlantısı bulunan hissi sûretler bu idi ki, babası apaçık bir nebî ve nübüvvet feleğinde doğan güneş idi. Ve teyzesi de onun nübüvvet sırlarına mahrem olmakla, ay gibi onun nûruna ayna idi. Ve kardeşleri de gökyüzündeki yıl­dızlar gibi babasının vücûd nûrlarında ışık saçan ve doğan yıldızlar idiler.

Bu idrâk, Yûsuf (a.s.)’ın hayâli yönündendir. Ve eğer görülenler yönünden olsa idi, kardeşlerinin yıldızlar sûretinde görünmesi ve babası ile teyzesinin güneş ve ay sûretinde görünmesi onların murâdı olur idi. Şimdi ne zamanki Yûsuf (a.s.)ın gördü­ğü şeye onların ilmi olmadı, idrâk, onun hayâli hazînesinde Yûsuf (a.s)’dan oldu. Yûsuf (a.s.) ona söylediği anda Ya'kûb (a.s) bunu bildi (13).

Yânî Yûsuf (a.s)’ın, kendi kardeşlerini yıldızlar ve babasıyla teyze­sini güneş ve ay sûretinde görmesi, ancak kendi hayâli yönündendir.Yoksa görülenler olan kardeşleri ve babası ve teyzesi yönlerinden değildir. Ve eğer onlar yönünden olsaydı, bu sûretlerde görünmelerini kendilerince tasavvur edip murâd edinirler idi. Ancak böyle yıldız­lar ve güneş ve ay sûretlerinde olarak Yûsuf (a.s.)’ın rüyâsında gö­rünmeyi murâd etmediler. Eğer bunu murâd etseydiler, Hz. Yûsuf’a bu sûretlerle rü’yâ âleminde görünüp secde ettiklerini ha­yâl âleminde idrâk edip şehâdet âleminde de bilirler idi. Çünkü bâzen hayâl hazînesinden olan şeyi hem gören ve hem de görülen berâber idrâk eder. Nitekim, bâzı mürşidler müridlerini terbiye etmek için onların rü'yâ­larında münâsib sûretlerde görünürler. Ve bu görünme onların murâd­ları yönüyle gerçekleştiğinden şehâdet âleminde hem mürîd ve hem de mürşidin bilineni olur. Yûsuf (a.s.)’’ın kardeşleriyle babasının ve teyzesinin görünmesi bu türden değil idi. Bundan dolayı Yûsuf (a.s.)’ın rü’yâ âleminde gördüğü şeye onların ilmi yetmedi. Ve bu görme, ancak Yûsuf (a.s.) rü'yâsını söylediği zaman, babası olan Ya’kub (a.s.)’ın bilineni oldu. Ve Ya'kub (a.s), bu rü'yâya Hz. Yûsuf’un kardeşlerinin de vâkıf olmadığını bundan anladı.

Böyle olunca, "Ey oğulcuğum rü'yânı kardeşlerine anlatma; bir hile ile sana hile yaparlar " (Yûsuf, 12/5) dedi. On­dan sonra oğullarını o hîleden berâat ettirdi; ve onu şeytana bağladı. Oysa ancak o hîlenin aynıdır. Şimdi Ya'kûb (a.s) dedi: "Gerçekten şeytan insan için açık düşmandır" (Yûsuf, 12/5) yâni düşmanlığı açıktır (14).

Yânî Ya'kub (a.s), Yusuf (a.s)’ın rü'yâsına kardeşlerinin vâkıf olmadığını anlayınca, bu rü'yâyı onlara anlatmamasını tenbih etti. Ve üstünlüğünü ve fazîletini bilip seni helâk etmek için bir hîle düzenlerler, dedi. Bununla berâber bunu söyledikten sonra, kardeşlerini hîleden berâat ettirip hîle ve tuzağı şeytana isnâd etti. Oysa Yâ’kûb'un bu hilesinde iki yönden bahsederler: Birisi, tuzağı kardeşlerine isnâd edince,Hz. Yûsuf’un kalbinde onlara karşı düşmanlık olur düşüncesi idi. Diğeri, cenâb-ı Ya'kûb, Hz. Yûsuf’a "Rü'yâyı kardeşlerine söyleme, sana hîle yaparlar" dediği zaman, Hz. Yusûf onların kendisine düşmanlıkları olduğunu bildi ve kalbinde onlara karşı kötü zan peydâ oldu. Oysa nebîlik için gönül selâmeti ve kalb saflığı ve bâtın temizliği lâzım idi. Bundan dolayı Hz. Ya'kûb cenâb-ı Yûsuf’un bu kötü zannını gidermek için, kardeşlerini hîleden berâat ettirip, onu şeytana isnâd etti ve amacı cenâb-ı Yûsuf’un kalbinde kardeşlerinin muhabbetini is­bat etmekle berâber onu hîlelerinden de korumak idi.

Daha sonra Yusuf (a.s.) bundan sonra işin sonunda dedi: "Bun­dan önce olan rü'yânın te'vîli budur. Gerçekten Rabb'im onu hak kıldı. (Yûsuf, 12/100)” Yâni hayâl sûretinde olduk­tan sonra, onu histe açığa çıkardı. Şimdi Nebiyy-i mükerrem (s.a.v) o husûstan dolayı "İnsanlar uykudadır" buyurdu. Böyle olunca Yusuf (a.s)’ın "Rabbim onu hak kıldı" sözü uyku­su içinde gördüğü rü'yâdan uyandığını görüp, ondan son­ra onu tâbîr eden kimsenin sözü gibi oldu. Oysa o kimse uykunun aynında olduğunu ve aslâ uykusundan uyanmadığını bilmedi. Bundan dolayı o kimse uyandığı zaman: Ben böyle gördüm ve gûyâ uyandım; onu böyle te'vil ettim, der (15).”

Yâni işin sonunda kardeşleriyle babası ve teyzesi Mısır'da kendi­sine karşı hürmet secdesi yaptıktan sonra Yûsuf (a.s): "İşte bu, önceki rü'yânın te'vîlidir. Benim Rabb’im onu hak kıldı.” (Yûsuf, 12/100). Yânî rü'yâ hayâl sûretinde sûretlendikten sonra Hak Teâlâ o rü'yâyı his âleminde değiştirmeyerek açığa çıkardı, dedi. Bundan an­laşılır ki, cenâb-ı Yûsuf sûretlenmiş olan hayâli sûretlerin kimler olduğunu bilir idi. Cenâb-ı Yûsuf bu sözü ile hayâli sûretler ile hissi sûretleri birbirinden ayırmış oldu. İşte bu husûstan, yânî ha­yâl ile hissin ayrılmış olmasından dolayı (S.a.v.) Efendimiz "İnsanlar uykudadır" buyurdu. Ve belki hakîkâtte "hiss"in hayâlin aynı ve "ha­yâl"in de hissin aynı olduğunu beyân etti. Bu şekilde Yûsuf (a.s) ın "Rabbim o rü'yâyı hak kıldı" sözü, rü'yâ içinde rü'yâ görüp, yine rü'yâsında te'vîl eden kimsenin sözü gibi oldu. Nitekim bir kimse rü'yâ içinde rü'yâ görüp, bu rü'yâsını yine rü'yâsında tâbir eder ve bu hâl içinde henüz uykuda olduğunu bilmez. Ve uyan­dığında, yânî hayâl âleminden his âlemine geldiğinde, yanında olan kim­selere "Ben uyudum, şöyle bir rü'yâ gördüm ve rü'yâmın içinde gû­yâ uyanmışım ve o gördüğüm rü'yâyı yine rü'yâmın içinde böyle tev'îl ettim, der. İşte (S.a.v.) Efendimiz'in yüce idrâklerine göre cenâb-ı Yû­suf’un sözü rü'yâ içinde rü"yâyı tâbîr etmekten ibârettir. Şimdi his âlemi birinci hayâl; ve rü’yâ âlemi ise ikinci hayâl; ve rü’yâ içinde rü’yâ da üçüncü hayâldir. Ve bunların üçünde de hakîkat, haktır

Şimdi bak ki, Muhammed (s.a.v)’ın idrâkiyle Yûsuf (a.s.)’ın işin sonundaki idrâki arasında ne kadar fark vardır! "İşte bu önceki rü'yânın te'vîlidir. Rabbim onu hak kıldı" (Yûsuf, 12/100) dediğinde onun ma’nâsı histir, yânî hissedilendir. Oysa rü'yâda görülmüş olan şey hissedilenin dışında bir şey değil idi. Çünkü hayâl, ebeden hissedilenin dışında bir şeyi vermez. Ha­yâl için bundan başkası yoktur (16).

Yânî kardeşleri ve babası ve teyzesi, Mısır'da Yûsuf (a.s.)a hürmet secdesi yaptıkları zaman, Yûsuf (a.s.) "İşte bu önceki rü'yânın te’vîlidir, Rabbim onu hak kıldı" (Yûsuf, 12/100) yânî Rabbim hayâl sûretinden çıkarıp o rü'yâyı hissedilebilir etti, dedi. Bundan dolayı hayâli sûretler ile hissi sûretler arasını ayırdı. (S.a.v.) Efendimiz ise hayâli sûretleri hissi sûretlere ve hissi sûretleri de hayâli sûretlere dâhil etti. Her ikisinin idrâki arasındaki farka bak! Ve Fahr-i âlem Efendimiz'in idrâkinin kapasitesini müşâhede et! Çünkü rü'yâda görülen sûretler dahi hissedilendir ve hayâlin verdiği şey de hissedilendir. Çünkü hayâl âleminde hayâl edilmiş olan şey hissedilir olma­saydı, onun idrâki mümkün olmaz idi. Bundan dolayı hayâl mertebesin­de olan sûretler de hissedilenden başka bir şey değildir. Osya Yû­suf (a.s.) rü'yâsında gördüğü sûretleri hissedilenin dışında bildi. Ve bu hayâli sûretlerin sonradan hissedilir olduğunu beyân etti.

Şimdi Muhammedî (s.a.v) zevk, gaflet uykusundan ibâret olan bu hayat içinde hayâli hissi sûretlerde tecellî edici Hakk'ı hayâle getirme yolu ile müşâhede etmek ve bu uykudan fenâ-fillâh ile uya­nıp bakâ-billâh sabâhının doğması zamanında, bu var olan sûretler ve hissi cisimlerde açığa çıkanın Hak olduğunu, vahdet gözü ile seyredip onunla tâbîr etmektir. Bu zevk ile zevklenmiş olanlar, ancak (s.a.v) Efendimiz'in vârisleridir. Onun için Hz. Şeyh (r.a.) buyurur:

Şimdi sen bak ki, Muhammed (s.a.v) vârislerinin ilmi ne ka­dar şereflidir! Ve ben az sonra bu hazret hakkındaki sözü Muhammedî Yûsuf lisânıyla açarım. Cenâb-ı Hakk’ın murâdı olursa sen ona vâkıf olursun (17).

Yânî insâf bakışı ile bak ki, (s.a.v.) Efendimizin vârisleri, bu gibi derin sırları nasıl biliyorlar! Ne güzel mirâs bırakıcı, ne güzel mirâs ve ne güzel vâris! Çünkü fahr-i âlem Efendimiz, ilim ve irfanda hálkın en âlimi ve en ârifi olduğu gibi, söz ile merâmını ifâde ve beyân etmede de, bütün insanların en iyi beyân edicisi ve en fasihidir. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'de “Ona vahyolunan vahiydir” (Necm, 53/4) yüce âyetiyle beyân buyrulduğu üzere bu ilim ve irfânın öğreticisi Hak'tır. Beyit:

Tercüme: "Bir kimsenin ki üstâdı Hâlık ola, bak gör ki irfândan onun lâyıkı ve nasîbi ne olur! Eğer ona hálkın en âlimi ve irfân ehlinin en ârifi der isem revâ ve münâsiptir."

O nebîyy-i zî-şânın vârisleri de tamâmen bu hâl ile vasıflanmıştır. Açtıkları ve beyân buyurdukları hakîkâtler ve mârifetler, vehim ve fikri hayâller ve nefsâni hevâlar türünden değildir. Nitekim Mevlâ­nâ Câmî (k.s.) Lüccetü'l-Esrâr'da buyurur: Beyit:

Tercüme: "Yunânîlerin felsefesi nefs ve hevâ haberleridir. İmânîlerin hikmeti ise Peygamber'in ilim ve irfânıdır."

Şimdi cenâb-ı Şeyh (ra.) hayâl hazretini, cenâb-ı Yûsuf’un rü'yâsını beyân buyurduğu sırada özet olarak anlatmış idi. Şimdi de bu bahiste Muhammedî Yûsuf lisânıyla ayrıntılar vereceğini vaad etmiş­lerdir. "Muhammedî Yûsuf" tâbîrinin îzâhı budur ki: Bütün nebîler ve evliyâ’da olan velâyetlerin tümü, muhammedi velâyette toplu haldedir. İşte bu Muhammedîyyeye hâs velâyette kaim olan kâmil vâris, görünme yeri olduğu hakîkat-i muhammediyye îtibârıyla, bütün nebîlerin lisanlarıyla konuşur. Bundan dolayı böyle kâmil bir vâris, Yûsuf (a.s)’ın meşrebinde, onun lisânıyla konuştuğunda, hayâl hazretinde görülmüş olan hayâli sûretleri, o sûretle­ri gören kimsenin muhtelif halleri dolayısıyla, muhtelif ma’nâlar ile tâbîr eder.Ve Muhammed (aleyhi's-salâtü ve's-selâm) Efendimiz’in meşrebine göre de “İnsanlar uykudadırlar, öldükleri zaman uyanırlar” ifâdesinin yönü ile "hiss”in hayâlin aynı ve "hayâl"in de hissin aynı olduğunu beyân edip bu âlemdeki sûretleri rü'yâda görülen sûretler gibi ilâhî târifler ve rabbânî oluşumlar bilir; ve onları Hakk'ın muhtelif sıfatları ve zâti işleri olmalarıyla tâbîr eder. Şimdi Hz. Şeyh (r.a.) Muhammedîyye hâs velâyette kâim olması dolayısıyla, Muhammedî Yûsuf lisâ­nıyla hayâliyye hazreti hakkında ayrıntılar vermeye başlayıp buyu­rurlar ki:

Şimdi biz deriz: Bilesin ki, Hakk’ın gayrı veyâhut âlem olarak isimlendirilen şey, Hakk'a nisbetle, şahsın gölgesi gibidir. Böyle olunca o Allâh'ın gölgesidir. Şimdi o da vücûdun âleme nisbetinin aynıdır. Çünkü gölge şüphesiz histe mevcûttur (18).

Yânî Hakk'ın gayrı dediğimiz ve âlem olarak isimlendirdiğimiz bu kesîf sûretlerin tamamı, Hakk'a göre bir adamın gölgesine ben­zer. Oysa adamın gölgesinin bağımsız bir vücûdu yoktur. Onun vücûdu, adamın vücûduna muhtaçtır. İşte tıpkı âlem de böyledir. Bağımsız bir vücûdu olmayıp, ancak Hakk'ın vücûdu ile kâimdir. Ve gölgenin hareketi ve durması nasıl ki şahsa tâbi' ise, âlemin hareket ve duruşu da öylece Hakk'ın vücûduna tâbi'dir. Beyit:



Bunca tedbîr perde gerisinde üstâdındır

Kendi tercihleri mi sanırsın hareketleri sûretlerin

Çünkü âlem, Hakk'ın isimlerinin sûretleri ve sıfatlarının görünme yeridir. Ve şahsın gölgesi bir îtibâra göre o şahsın aynı ve diğer îtibâra göre de nasıl ki gayrı ise, âlem de bir yön ile Hakk’ın aynı ve bir yön ile de Hakk’ın gayrıdır. Ve tabîîdir ki, şahsın gölgesi, kendinin aynı ola­maz. O ancak şahsın vücûduna bağlı olan bir îtibârî vücûddur. Ve maksat, bütün âlemin hayâl olduğunu isbât etmektir.

Nitekim, Hz. Şeyh yukarıda "hayâl hazreti" hakkında ayrıntılar vereceğini vaad etmiş idi. Bundan dolayı Hakk'ın gayrı denilen âlem, Allâh'ın gölgesidir. Burada gölgenin "Allah" ismine bağlı kılınması bütün ilâhî isimleri toplayıcı olmasındadır. Çünkü mevcûtlardan her biri­si, "Allah" toplayıcı isminde dâhil olan bir ismin görünme yeridir ve o is­min gölgesidir. Bundan dolayı bütün âlem de "Allah" toplayıcı isminin gölgesi olmuş olur. Ve âlemin "Allah’ın gölgesi" olması, izâfi vücûdun âleme nisbetinin aynıdır. Çünkü gölge kâim olmak için bir mahalle ve tahak­kuk etmek için yüksek bir şahsa muhtaçtır. Ve bu vücûd gölgesi de üzerinde uzaması için imkân dâhilindeki aynlara ve tahakkuk et­mek için de Hakk'a muhtaçtır. Ve kevnî vücûdun âleme nisbeti, gölgenin kendisiyle kâim olduğu şeye nisbetidir. Ve aynı şekilde Hakk'a nis­beti de, kendisiyle tahakkuk ettiği şahsa nisbetidir. Demek ki gölge olan âlem mevcûttur. Çünkü şahsın gölgesi şüphesiz histe mevcûttur. Fa­kat gölgenin vücûdu, şahsın vücûduyla kâimdir. Bunun gibi Hakk'ın gölgesi olan âlem de Hakk'ın vücûdu ile kaim olur. Ve gölgenin vücûdu hakîkat yönünden Hakk'ın vücûdunun aynıdır. Fakat âlemin taayyünü­ne nisbeti yönünden Hakk'ın gayrıdır.


Yüklə 7,33 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   37   38   39   40   41   42   43   44   ...   90




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin