E ve lem yerev ilâ mâ halakallâhu min şey’in yetefeyyeu zilâluhu anil yemîni veş şemâili succeden lillâhi ve hum dâhırûn
Onlar görmezler mi ki, Allah Teâlâ’nın hálk ettiği kaim cismin gölgesi, güneşin doğuşu ve batışı sırasında sağına ve soluna dönüp uzanarak ve kısalarak Allah Teâlâ’ya secde etmektedir.
âyet-i kerîmesine işâret buyururlar.
Yânî Hak, gölgeleri senin vücûduna ve O'nun vücûduna delîl olmak için îcâd etti. Ve o gölgeleri güneşin doğuşu vaktinde sağdan sola ve batışı zamânında da soldan sağa meyilli olarak secde edici, yânî yeryüzü üzerine yayılan kıldı. Ve sen kimsin ve senin Hakk'a nisbetin nedir ve Hakk'ın sana nisbeti nedir? İşte bunları bilesin diye gölgelerin vücûdlarını ve vücûdların gölgelerini sana delîller olmak üzere îcâd etti. Eğer sen dikkât edersen bilirsin ki, bu taayyün etmiş olan vücûdlar, hayâlî gölgelerdir. Ve sen o taayyün etmiş olan vücûdlardan birisisin; ve senin Hakk'a nisbetin gölgenin şahsa nisbeti gibidir. Çünkü senin kayıtlı ve taayyün etmiş olan vücûdun mutlak vücûddan uzamıştır; ve sen onunla kâimsin.Ve Hakk'ın sana nisbeti de, şahsın gölgeye nisbeti gibidir. Ve şahıs gölgesinden bilindiği gibi Hak dahi kendisinin gölgesi olan âlemden bilinir. Ve gölgenin hareketleri ve duruşları, gölge sâhibinin hareketleri ve duruşlarına tâbi' olup, gölgenin başlıbaşına bağımsız vücûdu yoktur. Ve kâim olan şahıs olmayınca gölgenin de vücûdu olmaz. Ve aynı şekilde sen bilirsin ki, Hakk’ın gayrı dediğimiz bu kesîf sûretler, ne mertebeden ve hangi ilâhi hakîkâtten Hakk'ın vücûduna tam bir ihtiyâç ile ve onların birbirine ihtiyâcı sebebiyle, Hakk'ın vücûduna nisbî ihtiyâç ile vasıflandı.
Bilinsin ki, iftikâr ve ihtiyâç, iki şekilde olur: Birisi budur ki, Hakk’ın mâsivâsı dediğimiz taayyün etmiş vücûdlar, Hakk'ın gölgesidir. Bundan dolayı bunlar vücûdda Mûcid, Mukavvim, Rab ve Nûr olan ve Allah ismiyle isimlenmiş olan zâta muhtaçtırlar. Nitekim şahsın gölgesi de, vücûd bulabilmek için mutlaka o şahsa muhtaçtır. Ve bizim gölge olan vücûdumuz, İlâh'ın melûhu yânî İlâh edineni olup kendi kendinde bağımsız değildir. İşte bizim vücûdumuzun Hakk'a bu sûretle ihtiyâcı, küllî fakrdır.
İkincisi, fakîrin zengine ve çocuğun annesine ve zayıfın güçlüye olan ihtiyâcı gibi bir diğerimize olan ihtiyâcımızdır. Bu ihtiyâç, gölge oluştan dolayı olan ihtiyâç türünden değildir. Belki görünme yerlerinde Hakk'ın rubûbiyyetle yânî Rabb oluş ile açığa çıkmasıdan dolayıdır. İşte buna da, nisbî fakr derler. Bununla birlikte âlem, rubûbiyyet yönünden gölge değildir, Hakk'ın aynıdır. Bundan dolayı fakr, hakîkatte Allah'dan başka hiçbir kimseye değildir.
Ve tâ ki bilesin ki, nereden ve hangi ilâhi hakîkâtten, Hak insanlardan ganî oluş ile ve âlemlerden ganî oluş ile vasıflandı. Ve âlem de ganî oluş ile vasıflandı. Yâni insanlardan bâzısı bâzısından şu yön ile ganî oluş ile vasıflandı ki, o yön onunla bâzısının diğerine muhtaç olduğu yönün aynıdır. Ve Hak için ilâhi isimlerden başka, âlemin ona muhtaç olduğu bir sebebiyyet yoktur. Ve kendisine muhtaç olunan isim, muhtâcın benzeri olarak âlemden olsun veyâhut Hakk'ın aynından olsun, ilâhi isimler âlemin ona muhtâç olduğu her bir isimdir. O da Allah'dır, gayrı değildir. Bunun için Allah Teâlâ buyurdu: "Ey insanlar, siz Allâh'a muhtaçsınız; ve Allah ganî ve hamîddir" (Fâtır, 35/15) (39).
Yânî sen imân ile baktığın zaman daha önce bahsedilen hakîkâtleri bildiğin gibi, bunu da bilirsin ki: Hak, ne mertebeden ve hangi ilâhi hakîkât ile insanlardan ve âlemlerden ganî oluş ile vasıflandı. Ve bu ganî oluş ile vasıflanma âlemde de oldu. Yânî âlemin bir parçası bir husûsta diğer paçasından ganî oldu. Ve aynı şekilde bir parça bir husûsta diğer bir parçaya muhtaç oldu. Örneğin bir şahsın gölgesi vücûdda o şahsa muhtaçtır. Fakat yine o gölge, kendisinin sâhibi olmayan diğer bir şahıstan ganîdir. Ve aynı şekilde su, donmak için güneşe muhtaç değildir ve ondan ganîdir. Fakat erimek için güneşin ısısına muhtaçtır. Bundan dolayı su, güneşten bir yön ile ganîdir ve bir yön ile ona muhtaçtır. Ve bu muhtaç oluş ve gâni oluş, birbirinin aynıdır. Çünkü görünme yerlerinde Hakk'ın rubûbiyyetle yânî Rabb oluş ile açığa çıkmasından dolayıdır. Ve âlem ise, rubûbiyyet yönünden Hakk'ın aynıdır. Ve âlem aslî vücûdu olmayıp yokluk üzere bulunduğundan, şüphesiz zâtî muhtaçlığı ile sebeplere muhtaçtır. Sebep olmayınca onun vücûdu olamaz. Ve âlemin muhtaç olduğu en büyük sebep dahi, Hakk'ın sebebiyyetidir. Bundan dolayı bizim vücûdumuz, zâtî muhtaçlık ile Hakk'a muhtâç olup, kendi zâtı ile kâim olan mutlak zâtın tecellîsi ve isimleriyle kâimdir
Âlemin muhtâç olduğu Hakk'ın sebebiyyeti de, ilâhi isimlerden başka bir şey değildir. Yânî Rabb’i olan ve hálk edilmiş olan âlem, Rabb'e ve Hâlık'a muhtaçtır. Bununla berâber bu muhtaç oluş rızık ve hálk ediliştedir. Yoksa, hakîkâtlerin zâtları, zâtın taayyünlerinin sûretleridir ve Hakk'ın işleridir. Bundan dolayı zât yönünden muhtaç oluş yoktur. Bu muhtaç oluş ancak bağıntılardan ibâret olan isimler arasındadır. Ve biz de işte o isimlerin sûretleriyiz. Ve ilâhi isimler, âlemin muhtâç olduğu her bir isimdir ki, kendisine muhtâç olunan isim, gerek çocuğun vücûdda babasına ihtiyâcı gibi, âlemin parçalarından muhtâç olanın kendisine benzeyen bir parça olsun; ve gerek çocuğun sûrette ve hálk edilişte Mûsâvvir ve Hâlık olan Hakk'a ihtiyâcı gibi Hakk'ın aynından olsun. Yânî Zâhir isminin ihâtası altında olan varlıksal görünme yerleri ve hálk edilmiş âlemlerden her birisi iki îtibâr ile "ilâhî isim"dir.
Birisi budur ki; mevcûd olan her bir şey, Hakk'ın vücûduna ve onun vahdetine delâlet ettiği için "ism-i İlâhî" olmuş olur.
İkincisi budur ki, mevcûd olan her bir şey, ilâhi isimlerden bir ismin görünme yeri ve aynasıdır. Bundan dolayı her bir isim, rubûbiyyetini kendisine mahsûs olan görünme yerinde açığa çıkardığı ve açığa çıkan ile görünme yeri bir görüldüğü için, her şey "ilâhî isim" olur. Ve Bâtın isminin ihâtası altında olan ilmî sûretlere gelince onların ilâhi isimler olduğuna şüphe yoktur.
Şimdi kendisine muhtaç olunan isim, Allah'dır; rubûbiyyet yönüyle onun gayrı değildir. Babanın çocuğun vücûduna sebeb olması husûsunda, kabiliyetten ve görünme yeri oluştan başka bir şey yoktur. Babanın görünme yerinde açığa çıkan fiil, Hakk'ın fiilidir ve görünme yerinin vücûdunda açığa çıkan Hakk'ın aynıdır. Bunun için Hak Teâlâ buyurdu ki "Siz Allah Teâlâ'ya muhtaçsınız" (Fâtır, 35/15). Yânî fakr, sizin zâti sıfatınızdır. Bundan dolayı aslında sizin ganî oluşunuz olmayıp, bütün işlerde küllî fakr ile Hak Teâlâ'ya muhtaçsınız. "Ve Allah Teâlâ kendi zâtı ile gayrdan ganîdir. Ve kendi zâtı ile yine kendi zâtını hamîddir."
Ve bâzımızdan bâzımıza bizim için muhtaç oluş sâbit olduğu ma'lûmdur. Böyle olunca bizim isimlerimiz Allah’ın isimleridir. Çünkü muhtaç oluş, hiç şüphesiz O'nadır. Ve bizim aynlarımız ise, işin aslında O'nun gölgesidir, O'nun gayrı değildir. Şimdi O, bizim "hüviyyet"imizdir; "hüviyyet"imiz değildir. İşte biz sana yolu genişlettik, dikkat et! (40).
Yânî Hakk'ın bize tecellî ettiği isimler ile bâzımızın bâzımıza muhtaç oluşu sâbit olur. Ve varlıksal isimler, tenezzülü ve varlıksal sıfatlar ile vasıflanması îtibârıyla Allâh'ın isimleridir. Örneğin letâfet mertebesinde buharın adı buhardır. Fakat tenezzülleri îtibârıyla her mertebede bir isim alır. Bir mertebede adı bulut ve bir mertebede yağmur ve su ve bir mertebede kar ve bir mertebede de buzdur. Bu isimlerin hepsi buhârın isimleridir. Şu halde bizler ki, varlıksal aynlarız, bizim isimlerimiz Allâh'ın isimleridir. Ve bizler ancak isimlerin sûretleriyiz. Bizim bir dîğerimize muhtâç oluşumuz dahi, Hakk'a olan ihtiyâçtır. Ve hiç şüphe yoktur ki, muhtaç oluş ancak Allah Teâlâ'yadır. Ve a'yân-ı sâbitemiz ile mevcûd aynlarımız işin aslında Hakk'ın gölgesidir. Ve bir şeyin gölgesi ise o şeyin aynıdır. İşte bu îtibâr ile Hak bizim "hüviyyet"imizdir. Ve bir şeyin gölgesi o şeyden ayrı olduğundan bu îtibâr ile de, Hak bizim "hüviyyet"imiz değildir. Örneğin buhar, hakîkat ve vücûd îtibârıyla, buzun hüviyyetidir. Ve taayyün ve kayıt ve izâfet îtibârıyla buzun hüviyyeti değildir.
İşte ey okuyucu, biz sana Hakk'a ulaştıran gâyet geniş bir yol açtık. Sen basîret gözü ile bakıp ahadiyyet cemâlini, âlemin bütün görünme yerlerinde ve bu sûretlerde müşâhede et! Ve âlemin çokluk sûretleri gözüne perde olmasın! Rubâî:
Tercüme: "Ma'şûkun apaçık olduğunu şimdi bildim. Arada benim ile berâber olduğunu şimdi bildim. Taleb ve araştırma ile bir makâma ulaşırım demiş idim. Oysa onun ayrılık olduğunu şimdi bildim."
17.Temmuz.1916 Pazartesi günü, ezâni sâat 03:00
Mesnevî:
Tercüme: "Vehim ve hayâl ve tama' ve korku âlemi, yolcu için çok büyük bir bağdır."
Şerh: Yânî Hakk yoluna sâik olan bir kimse, eğer kendisinin ve âlemin tamamının vehmî vücûdlarından geçmez ve onların ilâhi isimlerin gölgeleri olup bir hayâlden ibâret bulunduğunu bilmezse, kendi vehmî vücûduna gelecek mükâfâta tama' eder ve cezâlardan da korkar. Ve ameli ancak mükâfâta nâil olmak ve cezâlardan kurtulmak için yapar. Bu ise ikilik olup Hak yolunda çok büyük bir bağdır. Çünkü sâlikin maksâdı vahdettir. Bu vehmî çokluk ve hayâl ile vahdet bulunmaz. Mesnevî:
Tercüme: "Bu nakış bağlayıcı olan hayâlin nakışları, dağ gibi olan Halîl gibi bir zâta zarar oldu."
Şerh: "Nakış bağlayıcı hayâl"den kasıt ilâhî ilimde olan eşyânın sûretleridir. Bu hayâlin nakışları ise şehâdet hazretinde açığa çıkmış olan sûretlerdir ki, a'yân-ı sâbitenin gölgeleridir. Bundan dolayı bu âlem, hayâlin hayâli olmuş olur. Bunun ayrıntısı Yûsuf Fassı’nda anlatılmıştır. İşte bu hayâli nakışlar dağ gibi sağlam olan, İbrâhîm Halîlullah gibi bir zâta zarar verdi.
Tercüme: "Cömertkâr olan cenâb-ı İbrâhim, işte Rabbim budur, dedi. Çünkü vehim âlemine düştü. Yıldızın zikrine böyle te'vîl söyledi. Onun gibi bir kimse te'vîl cevherini deldi."
Şerh: Yânî cömert olan cenâb-ı İbrâhîm, ilk olarak parlak bir yıldız gördü. İşte Rabb’im budur, dedi. O yıldız kaybolunca, ben batanları sevmem, deyip bu vehîmden vazgeçti. Bu olayın ayrıntısı En'âm sûresinde “Fe lemmâ cenne aleyhil leylu reâ kevkebâ, kâle hâzâ rabbî, fe lemmâ efele kâle lâ uhıbbul âfilîn” (En'âm, 6/76) âyet-i kerîmesinden başlayarak Kur'ân-ı Kerîm'de beyân buyrulmuştur. Daha sonra ayı daha büyük görüp “işte Rabb”im budur” dedi. Kaybolunca ondan da yüz çevirdi. Güneşi daha büyük ve daha parlak gördü. İşte Rabb’im budur, dedi. O da kaybolunca bu vehimden de vazgeçip yeri göğü hálk eden Sâni'-i Hakîm'e ve âlemlerin Rabb'ine yöneldi. İşte cenâb-ı İbrâhîm gibi bir zâtı, âlem sûretleri te'vîl tarafına sevk etti. Bununla berâber akıl nûru, bu sûretlerin birer kaybolup giden hayâl olduğuna hükmetti. Mesnevî:
Tercüme: "Göz bağlayıcı olan vehim ve hayâl âlemi, öyle dağı yerinden kopardı. Hattâ onun sözü “Bu benim Rabb’im” geldi. Ahmağın ve eşeğin hâli ne olur?"
Şerh: Basîret gözünü, vahdet cemâline bakmaktan bağlayan bu vehim ve hayâl âlemi ve gölgeler, bu mâsivâ nakışlarına kapılmamak husûsunda dağ gibi sağlam olan bir nebîyy-i zî-şânı yerinden kopardı. Artık, sen âlemin sûretlerinin hakîkâtlerini idrâkten mahrûm olan ahmağın ve şehvet düşkünü olan eşeklerin hâlini kıyâs et! İbrâhîm (a.s) bu hayâller içinde Rabb’ini aradı. Ve bu arama Hakk’ın vücûdu ile hálkın vücûdu arasındaki bağlantıya ve münâsebete uzandı. Oysa ahmak ve eşek tabîatında olan kimseler, bu hayâli sûretlere, bir şekilde fayda sağlama kasdıyla dört el ile yapışıp kalmışlar ve Rab'lerini tamemen unutmuşlar ve hattâ bâzıları inkâr bile etmişlerdir.Mesnevî:
Tercüme: "Dağlar gibi olan akıllar, vehim deryâlarında ve hayâl girdâbında boğulmuştur. Bu tûfanda dağlara alçaklık vardır. Nûh'un gemisinde olandan başka bir eminlik nerede? Bu yakîn yolunun yol kesicisi olan hayâlden, dîn ehli yetmiş iki millet oldu. Yakîn ehli, o vehim ve hayâlden kurtuldu; kaş kılına hilâl demez! O kimseye ki Hz. Ömer'in nûru senet olmaya, kaşının bir eğri kılı onun yolunu vurur."
Şerh: Yânî dağlar gibi güçlü ve sağlam olan birçok akıllar, bu âlem sûretlerini bağımsız birer vücûd zannedip vehim deryâlarında ve hayâl girdâbında boğulmuşlardır. Çünkü onlar hayâli hakîkat zannetmişler ve onun üzerine hüküm binâ etmişlerdir. Bu öyle bir tûfandır ki, dağlar gibi akıllara bu tûfandan rezil rüsvâlık vardır. Bundan kurtuluş, ancak gemi mesâbesinde olan Peygamberin sünnetlerine ve onun vârislerinin gösterecekleri yola tabî olmak ve seyri sülûk ile olur. Nitekim (s.a.v) Efendimiz "Dünyâ uyuyan kimsenin rü'yâsı mesâbesindedir" buyurmuşlardır. Rü'ya ise hayâldir. Ve hayâl yakîn yolunun yol kesenidir. İşte bu hayâl sebebiyle dîn ehli, yetmiş iki millet oldu. Çünkü bunlardan her birisi Resûlullâh'ın (s.a.v) sünnetine değil, akıllarına dayandılar ve îtimâd ettiler. Ve yakın cennetinden uzaklık ateşine düştüler. Evhâm ve hayâller onların yollarını vurdu. Nitekim hadîs-i şerîfte buyrulur "Benim ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Onların hepsi ateştedir. Birisi müstesnâdır." Ve müstesnâ olan fırka ise sünnete tabî olanlardır. Çünkü bunlar akıllarını Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz'in karşısında kurbân edip yakîn ehlinden oldular. Artık onlar, kaş kılına hilâl demezler.
Bu beyân ile cenâb-ı Ömer (r.a) zamânında olan bir olaya işâret buyrulur: Birisi, hilâli görüyorum, diye hazreti Ömer'in huzuruna gelmiş idi. Halbuki bu zât gâyet yaşlı olup gözünün üzerine sarkmış olan kaşının kılını hilâl zannetmiş idi. Hz. Ömer farkına varıp kaşının kılını düzeltmiş ve ondan sonra yine hilâli görüp görmediğini sormuş. Ve netîcede o görüşün hayâl ve vehimden ibâret olduğu anlaşılmış idi. İşte böyle Hz. Ömer'in nûrunu senet edinmiş olan kimsenin yolunu kaşının bir eğri kılı vurmaz. Âlem ehli de, tıpkı hilâli görüyorum iddiâsıyla zannına tâbi' olmuş kimselere benzer. Hz. Ömer gibi olan kâmil mürşidin huzûruna gidince onu zannından kurtulup yakîn mertebesine ulaşır. Mesnevi:
Tercüme: "Yüz binlerce korku ve dehşet ile vasıflanmış olan gemi, vehim deryâsında tahta tahta olmuştur. Onların en alçağı, aklı açık ve filozof olan Firavun'dur. Onun ayı, vehim burcunda tutulmuştur. Fâhişe kadının kim olduğunu kimse bilmez. Ancak kendince şüphesi olmayan kimse bilir. Mâdemki seni vehmin sersem tutar, neden dolayı o diğer vehim etrâfında dolaşırsın. Ben, kendi benliğimden âcizim, benim önümde pür-benlik niçin oturdun?"
Şerh: Yânî bir çok tehlikeler ile vasıflanmış ve gemi gibi olan cüz'î aklı, evhâm ve hayâller deryâsında parça parça olmuştur. Onların bir tânesi de, vehme tabî oluşta aklı açık ve filozof olan Firavun'dur. Onun ay gibi olan akıl nûru vehme mensûb olan burçda tutulmuştur. Çünkü o kendisini bağımsız bir vücûd zannedip “ene rabbukumul a’lâ” yânî “Ben sizin a’lâ Rabb’inizim” (Nâziat, 79/24) dedi. Kendisinin ve mülkünün hayâli taayyünlerini bilemedi. Bu âlemin taayyünleri hakîkati örtmüştür. Örneğin örtülü olan kadınlar içinde hangisinin fâhişe olduğunu kimse bilmez. Bunların arasında bulunan fâhişe kadını ancak onunla münâsebette bulunmuş olan kimse bilir. Bu husûsta o kimse aslâ şüphe etmez.
Ey vehminin mağlûbu olmuş olan kimse, hakîkati bulacağım diye niçin kendin gibi bir vehme mağlûb olmuşun etrâfında dolaşıp durursun? Sen ne kendinin ve ne de âlemin hakikâtini anlamamış olduğun halde, cehâlette seninle aynı hâlde olan filozofların, vehmî felsefeleri etrâfında dolaşmak ne fayda verir? Örneğin ben kendi vücûdumu bağımsız varsayıp bu vehimden bir türlü kurtulamıyorum ve kendi başımın çâresini bulmaktan âcizim. Sen aynı âcizlik ile vasıflanmış iken benlik ile dolu olarak benim önüme gelip oturduğun halde benden ne istifâde edersin? İki âcizin birbirine ne yardımı olabilir? Hz. Pîr-i dest-gîr bu sözü tenezzül ile filozofların makâmından söylemişlerdir. Yoksa kendilerinin kendiliği kalmamıştır. Mesnevî:
Tercüme: "Ben canla "men" ve "mâ"sız arıyorum, tâ ki o hoş çevgânın topu olayım. Her kim "ben"siz oldu, bütün "ben"ler ondadır. Mâdemki kendisine dost değildir, hepsinin yâri oldu. Ayna nakışsız olunca değer bulur. Çünkü bütün nakışlardan hikâye edicidir."
Şerh: Ben, cânı gönülden, kendi varlığından ve benliğinden kurtulmuş bir kimse arıyorum. Çevgân, topu nasıl çeler ve onda istediği gibi tasarruf ederse, o kendisinden kurtulup “ölmeden önce ölünüz” sırrına tasdîk edici olmuş olan kâmil mürşid dahi, bende öylece tasarruf etsin. Her kim benlikten kurtuldu ise bütün "ben"ler ondadır. Çünkü "ben" tâbîri mutlak vücûtta taayyün etmiş olan kayıtlı vücûda âit bir sözdür. Ve mutlaka geçici olarak verilen kayıtlı oluş kalkınca, o kayıtlı mutlak’ın aynı olur. Bundan dolayı ne kadar kayıtlılar var ise, artık o mutlak ayn olan kayıtlının içindedir. Nitekim, aynanın üzerinde nakış bulunmazsa, güzel ve kıymetli olur. Çünkü nakışsız olan aynaya bütün şeylerin sûretleri akseder.
26.Temmuz.1916, Çarşamba, sâat 03:00
BİSMİLLAHİR RAHMÂNİR RAHİYM
-10-
HÛD KELİMESİNDE MEVCÛT OLAN “AHADİYYE HİKMETİ”NİN BEYANINDA OLAN FASSTIR.
Bu Hûd Kelimesinde "ahadiyye hikmeti" kuvvetlidir. Yönü budur ki: Hûd (a.s.) çok olan merbûblar yânî Rabb’i olanlar görünme yerlerinde Vâhid'in rubûbiyyetini yâni Rabb oluşunu müşâhede eder idi. Yânî her bir mahlûku terbiye eden, onun tâbi' olduğu bir hâs ismidir. İlâhî isimler sayısız ve hesapsız olduğundan onların terbiyeleri altında bulunan görünme yerlerinin de öylece sayılması mümkün değildir. Bundan dolayı her bir "isim" bir Rab'dır. Bu şekilde merbûb yânî Rabb’i olan da çok olur. İşte Hûd (a.s.) bu Rabb’i olanların görünme yerlerinde çok olan Rabb’ları ber-taraf edip bir rubûbiyyet yânî Rabb oluş müşâhede etmiş idi. Nitekim Hak Teâlâ, Kur'ân-ı Kerîm'de ondan naklen beyân buyurur:
11/HÛD-56
mâ min dâbbetin illâ hüve âhızun bi nâsıyetihâ, inne rabbî alâ sırâtın mustekîm
Hiçbir hayat sâhibi yoktur ki Hak onun alnından tutmuş olmasın. Benim Rabb’ım muhakkak sırât-ı müstakîm üzeredir.
Şimdi "ahadiyyet" üç mertebe üzerinedir:
Birincisi: "Zâti ahadiyyet"tir. Bunda aslâ çokluk îtibârı yoktur. “Kul huvallâhu ahad” (İhlâs, 112/1) bu mertebeyi beyân eder. Ve bu zâti ahadiyyet, mutlak oluşu dolayısıyla, Vâhid için hiç bir vasfı ve niteliği kabûl etmez; belki bu ahadiyyet Vâhid'in aynıdır.İşte bu tevhîde "tevhîd-i zât" derler.
İkincisi: İsimler ve sıfatların ahadiyyet mertebesidir. Ne kadar ilâhi isimler ve sıfatlar varsa, sonsuz çokluğu ile, zât ile birdir. Ve isimlerin çokluğu akıl etme ve bağıntı îtibârıyla sâbittir. Yoksa Hakk’tı mutlaklığı dolayısıyla bu gibi bağıntılar ve aklî îtibârlardan münezzehdir. Bu îtibâra göre Allah Vâhid'dir. Ve “huvallâhul vâhıdul kahhâr” (Zümer, 39/4) bu mertebeyi beyân eder. Çünkü kahrolan olmayınca Kahhâr oluş açığa çıkmaz. Ve kahrolanın vücûdu ise nisbî ve îtibârîdir. Ve bu mertebede "vahdet'' Vâhid'in niteliğidir, "zât"ı değildir.
Üçüncüsü: "Fiillerin ahadiyyeti", te'sîrler ve te’sir edilenler ahadiyyetidir. Ve bu mertebede yüce Zât bütün fiillerin kaynağıdır ve te’sir edilenlerin hepsinde te’sir edicidir. Ve bu ahadiyyet "rubûbiyyet ahadiyyeti"dir. İşte Hûd (a.s.)’ın hikmeti, bu "rubûbiyyet ahadiyyeti"ne dayanmaktadır.
Cenâbı-ı Şeyh-i Ekber (r.a.), bundan önce olan Yûsuf Fass’nın sonlarında "zâti ahadiyyet" ile "ilâhi isimlerin ahadiyyeti"ni anlatmış olduğundan, şimdi de "rubûbiyyet ahadiyyeti"ni içine alan "Hûd’a âit hikmet"i beyân buyurur:
Şiir:
Allâh'a mahsûs sırât-ı müstakîm vardır ki, herşeyde âşikârdır; gizli değildir (1)
Yânî Allâh'a mahsûs olan doğru yol, bütün varlıksal aynlarda ve ilâhi isimlerde âşikârdır; gizli bir şey değildir. Bilinsin ki, "sırât-ı müstakîm" birlik yoludur ve Allah Teâlâ Hazretleri bir olduğundan, bu birlik yolu, Hakk'a çıkan yolların en yakınıdır. Şöyle ki, her bir "isim" için bir "kul" vardır; ve o "isim", o kulun, hâs Rabb’dir. Ve o kul da, o "ism"in kulu olmakla berâber, onun görünme yeridir. Bundan dolayı kul zâhirdir, cisimdir; Rabb ise bâtındır, rûhdur. Böyle olunca, mahlûkların nefesleri sayısınca Hakk'a yol vardır. Ve her bir mahlûk tâbi' olduğu kendisine hâs ismin gerekleri üzerine hareket edip o ismin yolunda yürür. O yol da, o "ism"in, o Rabb'in "sırât-ı müstakîm"idir.
Örneğin mü'min “Hâdî” ve kâfir “Mudill” ve zehir “Dârr” ve bal “Nâfi’” isimlerinin görünme yerleridir. Bunların her birisi, terbiyesi altında bulundukları ismin gereklerine tâbi'dirler. Bundan dolayı hepsi, hâs isimlerine göre sırât-ı müstakîm üstünde yürürler. Fakat bu isimlerin, yolları bir dîğerine göre sırât-ı müstakîm değildir. Örneğin Dârr isminin yolu,Nafî’ isminin yoluna göre doğru olmaz.
Ve mü'min kâfiri, kâfir de mü'mini, eğri yolda görür. Şimdi ne kadar ilâhi isimler varsa, isimlenenin ahadiyyeti îtibârıyla hepsi Allâh ismiyle isimlenene ulaşır. Bu sûrette bütün isimlerin yollarını toplayıcı olan sırât-ı müstakîm, "Allah" ismiyle isimlenmiş olan ulûhiyyet zâtına mahsûstur. Ve yolların hepsini toplamış olan tevhîd yolu üzere, ancak ulûhiyyet görünme yeri olana, Muhammedî görünme yeri sülûk eder. Ve bütün nebîler ve evliyâ’nın kâmilleri o yol üzeredir. Ve diğer muhtelif yollar, bu yoldan dallanıp budaklanmıştır.
Büyükte ve küçükte ve işleri bilende bilmeyende Allâh'ın "ayn"ı zâhirdir (2).
Yânî bu "hálk" dediğimiz eşyânın ister büyüğü olsun, ister küçüğü; ister işlere vâkıf olanı olsun, ister olmayanı; hepsinde, Allah'ın "ayn"ı zâhir ve zâtı ve "hüviyyet"i hâzırdır. Ve nefes-i rahmânîsi ve ilâhî tecellîsi ile açığa çıkışı eşit seviyededir; çünkü Rahmân'ın hálk edişinde uygunsuzluk yoktur. Ve her bir zerre, ancak onun zâtıyla mevcûddur ve Hakk’ın zâtı onların her birerlerinde birer isim ile tecellî edicidir ve o isimler, o görünme yerlerinin rûhları ve tedbir edicileri ve bu görünme yerleri de o isimlerin sûretleridir. Bundan dolayı her bir zerre, tâbi' olduğu ismin sırât-ı müstakîmi üzerinde yürür.
Bunun için Allah'ın rahmeti, en küçükten en büyüğe her şeye kapsam oldu (3).
Rahmet iki kısımdır: Birisi "zâti rahmet", diğeri "sıfâti rahmet"tir. Ve bunların her birisi de iki kısımdır: Birisi "genel rahmet", diğeri "özel rahmet"tir. Şu halde rahmet, bu dört asıl üzerine kurulmuş olur. Burada her şeye kapsam olduğu beyân buyurulan rahmet, genel zâti rahmettir. Bu rahmete nâil olmak, amel ile değildir. Çünkü bu aynlara Hak Teâlâ Hazretleri, rahmâni rahmeti ile vücûd verdi. Oysa bunların bu vücûda nâil olmaları, evvelce kendilerinden çıkmış beğenilen bir amel karşılığında değildir. Belki imtinân yânî nâil olma yolu üzeredir. Şimdi bu aynların vücûdu, mutlak vücûdun tenezzüllerinden husûle geldiği ve Hakk’ın vücûdu bütün eşyâya sirâyet ettiği için, bu rahmetten kasıt dahî taayyünlerin kaynağı olan mutlak vücûddur.
“mâ min dâbbetin illâ hüve âhızun bi nâsıyetihâ, inne rabbî alâ sırâtın mustekîm” (Hûd, 11/56): "Hiçbir hayât sâhibi yoktur; illâ Hak onun perçemini tutucudur; benim Rabb'im muhakkak sırât-ı mûstakîm üzeredir.” (4)
Hûd (a.s.)ın hikmeti, bu âyet-i kerîmeye dayanmaktadır. Yânî mevcûtlardan hiçbir şey yoktur; illâ ki Allah Teâlâ, zâti hüviyyeti ile onun perçeminden tutucudur ve isimleri dolayısıyla onda tasarruf edicidir. Muhakkak benim Rabb'im sırât-ı müstakîm üzeredir. Çünkü her bir ismin kendisine mahsûs yolu vardır. Ve bu kendisine mahsûs yol da onun sırât-ı müstakîmidir. Ve bu âyet-i kerîmede "dâbbe"nin, her "mevcûd şey" ile tefsîr edilişi “ve in min şey’in illâ yusebbihu bi hamdihî” yânî “O'nu hamd ile tesbih etmeyen bir şey yoktur” (İsrâ, 17/44) âyet-i kerimesine dayanmaktadır; çünkü tesbîh ve hamd etme, hayâta bağlıdır. Ve mâdenler ile bitkiler dahî kendilerine mahsûs olan bir hayat ile canlıdırlar; Şu kadar ki, insana varıncaya kadar olan hayât mertebeleri, kemâl dolayısıyla, dereceler üzerinedir. Bundan dolayı bitkilerin hayatı, mâdenlerin hayâtına ve hayvanların hayatı, bitkilerin hayâtına ve insan hayâtı hayvanların hayatına kemâl olarak önde ve üstündür. Sonuç olarak bütün eşyâ, zevk ve müşâhede sâhipleri indinde hayat sâhibidir ve onun rûhu hâs Rabb’i olan ilâhî isimdir.
Dostları ilə paylaş: |