Ve kâlû li culûdihim lime şehidtum aleynâ, kâlû entakanallâhullezî entaka külle şey’in
Ve kendi ciltlerine: “Niçin bizim aleyhimize şahitlik ettiniz?” dediler. (Onlar da) dediler ki: “Bizi, herşeyi söyleten Allah söyletti.”
36/YÂSÎN-65
El yevme nahtimu alâ efvâhihim ve tukellimunâ eydîhim ve teşhedu erculuhum bimâ kânû yeksibûn.
Bugün onların ağızlarını mühürleriz. Kazanmış olduklarını Bize, onların elleri anlatır, ayakları şahitlik eder.
Ve a'zânın konuşması hakkında benzeri Kur'ân âyetleri ve hâdîs-i şerîfler vardır.
Bilinsin ki, rûh iki çeşittir: Biri "cüz'î"dir ki, her zerrenin sûretinde tecellî edicidir. Ve ikincisi "küllî"dir ki, onun tecellîsi zerrelerin icmal oluşuna âittir. Nitekim, insanda özel karışımından sonra sûret verici olur. Özel mizâc sûretinde sûretlenmiş olan o rûhun üzerine bindiği beden ölümden sonra harâb olduğundan, o rûh alâkasını keser. Artık onun zerrelerinin cüz’i hayâtı kalır. Bu bahsi biraz daha îzâh edelim.
Bilinmektedir ki, kimyâ ehli indinde bugün îtibarıyla keşfedilen basît unsurlar yetmişi geçmiş olup bunlara azot, karbon, hidrojen, oksijen, klor, sodyum, potasyum, bakır, altın, gümüş, kalay ve diğerleri gibi isimler verilmiştir. Birleşik unsurlar bâzı haller ve şartlar altında bunların muhtelif zerrelerinin karışarak birleşmesinden oluşur. İşte bu basît unsurların zerrelerinin her birisi, kendilerine mahsûs olan bir hayât ile canlıdırlar. Ancak rûhları bâtındadır. Onu keşif ehli olanlardan başkası idrâk edemez. Ne zamanki bu zerreler birtakım haller ve şartlar altında birleşip "bitki" peydâ olur; bunda büyüyüp gelişme özelliği daha âşikâr olduğundan bu bâtınî hayat, onda daha çok hissedilebilir olur. Ve "hayvan" mertebesinde ise hem büyüyüp gelişme ve hem de hareket ve ses meydana çıkmakla, bu tabîi hayât onda açıktan açığa görülür. Ve bu basît unsurların zerrelerinin birleşmişlik esâsı, insanda, bu tabîi hayat eserlerinin kemâliyle açığa çıkmasını îcâb ettirecek şartlar ve haller içerisinde gerçekleştiğinden, mevcûdlardan hiçbirisinin tesviye edilmiş cismi, insan bedenine muâdil değildir. Onun cismi "küllî rûh"un tecellîsine müsâittir. Düşünür, konuşur ve kendisinden diğer sıfatlar açığa çıkar.
Şimdi, biri diğerinden kesîf olmak üzere bahsedilen basît unsurların üç mertebesi vardır ki, bu mertebelerin her birerlerine, gaz, sıvı ve katı denilir. Tahkîk ehli hazarâtının terimlerinde bunlara "havâ”, "su", ve "toprak" denilip her birisi bir "unsur" ve "rükûn" sayılmıştır. Her ne kadar yeni nesil kimyâ âlimleri bunlara "unsur" demenin doğru olmadığını beyân ile i'tiraz etmiş iseler de, bu doğru değildir. Çünkü bunlar terimdir ve terimlere i'tirâz doğru değildir. İşte kesîf uzuv cisimleri bu üç mertebede bulunan basît unsurların birleşmesinden oluşmuş ve gıdâ şeklinde meydana gelen yine bu unsurlar, bunların vücûduna dâhil olup bir yanışın gerçekleşmesiyle, bu tabîi hayâtın dördüncü "rükûn"u olan "bedenin normal ısısı" meydana gelmiştir. Tahkîk ehli buna "ateş unsuru" derler. Şu halde insan bedeni bu dört rükûnun birleşmesiyle oluşmuş olur. İşte "Ben ben" diye saraylara ve hattâ dünyâlara sığamayan ve şuna buna "Mülkümdür" iddiâsında bulunan insan sûreti budur. Ne zamanki ölüm kendisini yakalar, onda tecellî edici olan "küllî rûh" kesilir, Hakk'ın ilâhi sıfatlarıyla olan tecellîsi gider ve bu sıfatlar aslına döner. Görmesi, işitmesi, söylemesi zâhir oluştan bâtın oluşa gider. Mesnevî:
Tercüme:
"Halk derler, ölmüş o miskin falân
Sen de dersin zindeyim ey gâfilân"
Bundan dolayı bütün eşyâ, zâhir hayât veyâ bâtın hayât ile diridir.
Şu kadar var ki, Allah Teâlâ, kendi nefsini "gayrılık" ile vasfetti. Ve gayrılıktan fevâhişi haram kıldı. Oysa "fuhş”; açığa çıkan şeyden gayrı değildir. Ancak bâtın olan fuhş, indinde fuhş zâhir olan vücûd içindir (30).
"Fuhş" sözlükte "zuhûr yânî açıkta oluş"tan ibârettir. Ve cenâb-ı Şeyh (r.a.) ibârede "fuhş"u kullanıp "fâhiş''i amaçladı. Nitekim "racül-i âdil yânî âdil adam" yerine "racül-i adl" denir. Yânî mevcûtlardan her bir mevcûd, Hakk'ın bir isminin sûretidir. Ve o isim, o sûretin rûhudur. Ve her bir sûret mutlak vücûdun tenezzülünden husûle gelmiş birer vücûddur. Ve Hak, hepsinin aynıdır. Bu sûrette de onların hepsi hayât sâhibi ve konuşandır. Ve belki onlardaki, Hakk'ın hayâtı ve konuşmasıdır. Bundan dolayı Hak Teâlâ hazretleri, zâhir ve bâtında, kendi vücûdundan gayrı bir vücûd olmaması için, "gayrılığından”, ilk olarak kendi nefsini eşyânın "ayn"ı kıldı. Ve daha sonra eşyânın "ayn"ı olduğunun perde ehli indinde açığa çıkmaması için de, nefsini "gayrılık" ile vasfetti. Ve "gayrılığından” fevâhişi, yânî kendisi eşyânın "ayn"ı olması sırrının açığa çıkarılmasını, yine kendinin "ayn"ı olan eşyâya harâm etti. Çünkü Hak, her şeyde "Ben Hakk’ım, Ben Allâh'ım" diyerek nefsini açığa çıkarsa, vahdet sırrı açıklanmış olur. İşte bunun için “ve in min şey’in illâ yusebbihu bi hamdihî ve lâkin lâ tefkahûne tesbîhahum” yânî “O'nu hamd ile tesbih etmeyen bir şey yoktur. Ve fakat onların tesbihlerini siz fıkıh edemezsiniz (anlayamazsınız, idrak edemezsiniz).” (İsrâ, 17/44) âyet-i kerîmesinde işâret buyrulduğu üzere eşyânın konuşması bâtındadır. Hak, keşif ehlinden gayrısına bu sırrın açığa çıkmasını ve açığa çıkarılmasını harâm kıldı. Ancak, bâtın olan "fâhiş”, yânî şer'an ve aklen örtülmesi zorunlu olan şey, indinde zâhir olmuş olan kimse içindir, Yânî Hak içindir ve Hakk'ın açığa çıkardığı ârifler içindir. Çünkü Hakk'a ve âriflere göre bâtın, zâhirdir.
Şimdi ne zamanki Hak Teâlâ, fevâhişi harâm etti, yânî bahsettiğimiz şeyin hakîkatini bilmekten men' etti, o bahsettiğimiz şey de Hak eşyânın aynı olmasıdır; bundan dolayı Hak, o hakîkati "gayrılık" ile örttü. O "gayrılık" da, gayrıdan sensin. Şimdi gayrı gören "İşitme Zeyd'in işitmesidir" der. Ve ârif "Zeyd’in işitmesi, Hakk'ın "ayn"ıdır" der. Diğer kuvvetler ve a'zâ da böyledir (31).
Yâni daha önce Hakk’ın sâlikin ve yolun "ayn"ı ve yolun sonu olduğu anlatılmış idi ki, bu da Hakk'ın, bütün eşyânın "ayn"ı olmasını gerektirir. Fakat Hak Teâlâ “Kul innemâ harreme rabbiyel fevâhişe mâ zahere minhâ” yânî “De ki “Rabb’im açıkta olanda fevâhişi size haram etti” (A'râf, 7/33) âyet-i kerîmesinde Hak, bütün eşyânın kendisinin "ayn"ı olduğunun bilgisinden men' etti. Ve kendinin bir olan hakîkatini, "gayr" ismiyle isimlendirilen muhtelif taayyünler ile örttü. Ve ilâhi hakîkâtleri örten "gayrılık" senin vücûdundur ki, "sen" ta'bîriyle bu kast edilir. Ve taayyün ise, taayyün edenin gayrıdır.
Örneğin "buz" sûretinde taayyün etmiş olan latîf buhâr, buzun taayyününün gayrıdır. Farz edelim muhtelif şekillerde bir yere dizilmiş olan buz kütleleri lisâna gelip bir dîğerine hitâben "ben”; "sen”; "biz”; "siz" ve "o, onlar" deseler, birbirinin gayrı olduklarını göstermiş olurlar. Fakat hepsinin "hüviyyet"i, bir hakîkat olan buhardan ibârettir. Ve bu bir olan hüviyyeti, ancak o buzların vücûdu örtmüştür. İşte bizim taayyün etmiş vücûdumuz da bu örneğe uygun olarak, bir hüviyyet olan Hakk'ı örtmüştür. Bu taayyünlerimizdeki gayrılık ma’nâsını anlatmak için "sen, ben ve biz" deriz. Bundan dolayı bu "gayrılık" makâmını gören, yânî ârif olmayan kimseler, "İşitme Zeyd'in işitmesidir" derler ve işitme, görme, söyleme gibi vasıfların hepsini Zeyd'e tahsîs ederler. Ve işin hakîkatini bilenler ise "Zeyd'in işitmesi ve görmesi ve konuşması ve diğer kuvvetleri ve a'zâsı Hakk'ın "ayn"ıdır" derler. Çünkü onlar "gayrılık" perdesinin arkasında kalmamışlardır. Hâfız’dan beyit:
Tercüme:
“Âşık ile ma'şûk arasında yoktur aslâ fark.
Yolun perdesi vücûdundur ortadan kaldır!"
Her bir kimse Hakk'ı ârif olmadı. Bundan dolayı insanlar, üstünlüğe ve mertebelere ayrıldı. Bu şekilde üstünlük ve daha fazla üstünlük ortaya çıktı (32).
Yânî herkes, yukarıda beyân olunduğu yön ile Hakk'ı bilmediğinden, insanlar ma'rifette birbirlerinden üstün oldu. Ve mertebeler bir dîğerinden ayrıldı. Ve bu hâlin netîcesi olarak üstünlük ve daha fazla üstünlük ortaya çıktı. Yânî insanların kimi sûrette kaldı ve kimisi ma’nâya daldı. Ve ma’nâya dalan kimsenin mertebesi sûrette kalan kimsenin mertebesinden daha üstün oldu. Hz. Hüdâyî ne güzel söylemiştir:
Zâhirde kalan kişi, güç etme kolay işi,
Çıkar dilden karışıklığı, tevhîde gel tevhîde!
Bil ki, Hak Teâlâ, Âdem'den Muhammed (s.a.v.)’e kadar, beşere mensûb olan bütün resûllerin ve nebîlerin aynlarına, beni vâkıf kıldı. 586 senesinde Kurtuba'da ikamet ettiğim bir müşâhedede bana gösterdi. O sınıftan Hûd (a.s)dan başka bana birisi söylemedi (33).
Cenâb-ı Şeyh (r.a.) misâl âleminde rûhlarını müşâhede ettiği resûller ile nebîlerin beşere mensûb olduklarını beyân edip, meleklerin resûllerini ve beşerin dışında olan mahlûkların nebîlerini istisnâ etti. Çünkü “Ve mâ min dâbbetin fîl ardı ve lâ tâirin yatîru bi cenâhayhi illâ umemun emsâlukum” yânî “Yeryüzünde dabbeden ve kanatlarıyla uçan kuşlardan yoktur ki, illâ ümmet olmasın” (En'âm 6/38) âyet-i kerîmesinin işâret ettiği yön ile, mevcûdlardan her bir türün kendi cinsinden, Hak'la aralarında vâsıta olmak üzere, birer kendilerine mahsûs nebîsi vardır. Ve bazıları da "Ârif nezdinde her zâhir olan şeyin, kendi bâtınına nebî olduğunu" söylemişlerdir. Onun için "Eğer nübüvvete imânın varsa, her bir hâtırına gelene hürmetten başka şekilde mukâbele etme!" diyen velî vardır.
"Kurtuba" İspanya'da bulunan bir şehrin adıdır. İspanya, bahsedilen târîhte arapların elinde idi. Hz. Şeyh (r.a.)’in bu müşâhedesi, orada ikâmet ediyorken gerçekleşmiş ve resûllerin ve nebîlerin rûhlarının toplantısında içlerinde pek yüksek zâtına hitâb buyuran ancak Hûd (a.s.) olmuştur.
Şimdi o bana toplanmalarının sebebini haber verdi. Ve ben onu erler içinde, semiz bir adam, sûreti güzel, sohbeti latîf ve keşîf işlerine ârif gördüm. Ve beni onun keşfine delîlim, Hak Teâlâ'nın “mâ min dâbbetin illâ hüve âhızun bi nâsıyetihâ, inne rabbî alâ sırâtın mustekîm” yânî “Hiçbir hayat sâhibi yoktur ki Hak onun alnından tutmuş olmasın. Benim Rabb’ım muhakkak sırât-ı müstakîm üzeredir.” (Hûd, 11/56) sözüdür. Ve hálk için bundan daha büyük ve daha tam hangi müjde vardır? (34).
Resûllerin ve nebîlerin toplanmaları, Hz. Şeyh (r.a) vaktinin kutbü'l- aktâbı ve evliyânın sonuncusu olması dolayısıyla onu tebrîk ve kutlamak içindir. Ve onların içinden Hz. Hûd (a.s.)’ın hitâb buyurması, çokluk görünme yerlerinde ahadiyye rubûbiyyetini müşâhede husûsunda, Hz. Şeyh'in zevkinin, onun zevkine uygun olmasındandır. Ve Hûd (a.s.)’ın iri bir adam olarak görünmesi müşâhededeki kemâline; ve sûretinin güzelliği ve sohbetinin latîf oluşu sûret olarak i’tidâl üzere oluşuna ve mânevi isti'dâdının kemâline işârettir. Ve Hz. Şeyh, onun keşîf işlerine ârif olduğuna bahsedilen âyet-i kerîmeyi delîl olarak sunar.
Çünkü daha önce geçen izâhlardan anlaşıldığı üzere, bu âyet-i kerîmeden anlaşılmıştır ki, Hakk’ın hüviyyeti ile taayyün etmiş olan sonsuz mevcûdlardan her birisini Hak, alnından tutup, hâs Rabb’ının sırât-ı müstakîmi üzerinde yürütür. Ve her bir mevcûdun sülûku, kendisinde taayyün etmiş olan Hak iledir. Çünkü Evvel ve Âhir ve Zâhir ve Bâtın hep Hak'tır. Bundan dolayı Hûd (a.s.)’ın müşâhedesi, zâhir olsun bâtın olsun, bütün taayyün etmişleri kapsar. Taayyün etmiş zâhiri mevcûdlardan hiçbirisi yokturki, hâs Rabb’i onun alnından tutup yürütmesin. Ve bâtıni hakîkâtlerden hiçbirisi yoktur ki, kemâliyle açığa çıkmaya yönelik olmasın. Onun için mevcûdlardan her bir zerre, insana gelmeğe isteklidir. Çünkü, her birisinin açığa çıkma kemâli ondadır. Bizler ise, hâlen insâna elbisesine bürünüp açığa çıktığımız halde, kıymetini takdîr edemeyip mîrâsyedilerin ellerine geçerek, isrâf ettikleri mallar gibi, çok değerli vakitlerimizi faydasız ve boş konuşmalar ile geçiriyoruz. “Ey Allah’ım bize merhâmet et! Çünkü Sen merhâmet edenlerin en merhâmet edicisisin”
Şimdi, mâdemki Hûd.(a.s.)’ın lisânı ile, Hak bütün eşyâ hüviyyetlerinin "ayn"ı olduğunu haber vermiştir ve hepsinin "hüviyet"i de, ilâhi hakîkâtlerden ibârettir; Bundan dolayı hálk için daha büyük ne müjde olur?
Ondan sonra bu makâleyi, Kur'ân'da, ondan bize ulaştırması, Allah Teâlâ'nın bize ihsânındandır (35).
Yânî Hûd (a.s.)ın “mâ min dâbbetin illâ hüve âhızun bi nâsıyetihâ” “yânî “Hiçbir hayat sâhibi yoktur ki Hak onun alnından tutmuş olmasın.” (Hûd, 11/56) sözünü, Kur'ân'da naklen bize beyân buyurması Hakk'ın bize olan fazl ve ihsânıdır.
Daha sonra bütünü toplayıcı olan Muhammed (s.a v ), Hak'tan haber verdiği şeyle onu tamamladı ki, hakîkâtte Hak, kulağın ve gözün ve elin ve ayağın ve dilin "ayn"ıdır, yânî o duyuların "ayn"ıdır. Oysa rûhâni kuvvetler, duyulardan daha yakındır. Böyle olunca sınırları bilinmez olan yakın yerine, sınırları bilinen uzak ile yetindi (36).
Yânî (S.a.v ) Efendimiz'in Hak'tan haber verdiği hadîs-i kudsî de, Hakk’ın duyusal kuvvetlerin "ayn"ı olduğu beyân olunmuştur; ve rûhâni kuvvetlerin Hakk'ın aynı olduğundan bahsedilmemiştir. Oysa rûhâni kuvvetler, Hakk'a, hissi kuvvetlerden daha yakındır. Çünkü onun nûrlu oluşu ve kirlilikten uzaklığı ve maddeden soyut oluşu vardır. Ve emr âleminden olduğu yön ile sınırları belirsizdir. Yânî hálk onun sınırlarını bilmez. Oysa cisim sınırlıdır; ona şu kadar metre diye sınır ta'yîn edip sınırlamak mümkündür; ve rûh’dan çok uzaktır. Çünkü duygular ve cismâni kuvvetler, cisimlerin miktârına göredir ve onların sınırlarıyla sınırlıdır. Nitekim cismi mükemmel olan kimsenin kuvvetleri de mükemmeldir; iyi görür, iyi işitir, iyi söyler ve iyi tutar. Zayıf ve hastalıklı olanların cismâni duyuları da noksan olur. ve aynı şekilde tutmak, elin sınırı kadar olur. Bundan dolayı Resûl (s.a.v.), Hakk'a daha yakın ve sınırı belirsiz olan rûhâni kuvvetleri söylemeyip Hak'tan dah uzak ve sınırlı olan cismâni duyuların, Hakk'ın "ayn"ı olduğunu beyânla yetindi. Daha uzaktaki Hakk'ın aynı olunca, şüphesiz ondan yakın olan da Hakk'ın aynı olur.
Şimdi Hak, bize nebîsi Hûd (a.s.)’dan onun kavmine olan söylemini, müjde için, tercüme etti. Ve Resûlullah (s.a.v.) onun söylemini bize müjde için Allah'dan tercüme etti. Şimdi ilim, ilim verilenlerin gönüllerinde kâmil oldu. "Ve bizim âyetlerimizi kâfirlerin gayrısı inkâr etmez”. (Ankebût, 29/47) Çünkü onlar, onu bilseler dahi, nefislerinde olan hased ve nefâset ve zulümden dolayı, onu örterler (37).
Yânî Hak ve Resûl'ü tarafından olan müjdeler üzerine, Hak Teâlâ’nın eşyânın "ayn"ı ve kuvvetlerin hüviyyeti olduğu, evvelce kendilerine keşif ve tecellî yoluyla bildirilmiş olan kimselerin ilmi, artık kâmil ilim oldu. Bu bilginin, hâkîki bilgi olduğuna şüphe kalmadı. Ve ufuklarda ve nefislerde yayılıp görünmüş olan âyetlerimizi ve alâmetlerimizi, taayyün sûretleriyle örtenlerden başkası inkâr etmez. O kâfirler, yânî Hakk'ın "vech"ini örtenler, Hak, sınır ile sınırlanmış olan eşyânın aynı olunca, sınırlanır, zannederler. Oysa sonsuz olan Hak, zâtı ile bütün eşyâyı ihâta etmiştir. Ve zâti ve sıfâti tecellîleri ile hepsinde açığa çıkar. Onlar bu bilgiye vâkıf olsalar bile, nefislerindeki hased ve nefâset ve zulüm yönünden onu örterler. "Nefâset" "buhl yânî kıskanma" ma’nâsınadır. Ve "nefîs" kıskanılan şeydir. Yânî kitap ehli, kitaplarında gördükleri Hakk'ın âyetlerini örttüler. Ve aynı şekilde sûret ehli olan âlimler de Kur'ân ve Hadîs'in şehâdetiyle sâbit olan hakîkâtleri inkâr ile örterler.
Örneğin Kur'ân'da:“Huvel evvelu vel âhiru vez zâhiru vel bâtın” (Hadîd, 57/3) buyrulmuştur. Eğer onlara deseniz ki, bizim görüşümüzde "zâhir"den kasıt, bu eşyâdır. Bundan dolayı bu âyet-i kerîme, Hakk’ın eşyânın "ayn"ı olduğunu beyân buyurur. Onlar cevâben: "Bu benzetmeler ile anlatımlardandır; bunun ma’nâsını Hak ve ilimde derinleşmiş olan âlimler bilir" derler. Ve baştan başa Kur'ân âyetleri ve hâdis-i şerîflerin özü olan bu Fusûsu'l-Hikem'e dil uzatmaktan çekinmezler. Oysa evliyâullâhın hemen hepsi bu hakîkâtlerden bahsetmişlerdir. Eğer cenâb-ı Şeyh (r.a.) bir derinleşmiş âlim değil ise, onlara göre derinleşmiş âlim olan acabâ kimdir? Ve bu durumda Hakk'ın ve Resûl'ünün, hálka anlayamayacakları sözler ile hitâb ettiklerini kabûl etmek lâzım gelir. Hâşâ sümme hâşâ !.. Bunu, insanların biraz aklı başında olanları bile yapmaz. Çünkü söz bir maksadı muhâtaba anlatmak içindir. Bu maksad olmayınca sözün bir amacı olmaz.
Ve biz Hak Teâlâ'nın, Hak hakkında indirdiği âyetlerde veyâhut Allah Teâlâ'ya dönük olan şey hakkında, bize ulaştırdığı Hak'tan olan haberlerde, tenzîh olsun tenzîhin gayrı olsun, Allâh indinden aslâ sınırlamadan başka bir şey görmedik (38)
Yânî gerek inen âyetler ve gerek Resûl vâsıtasıyla bize ulaşan haberlerde Allah Teâlâ'nın vasfını tenzîh olsun, tenzîhin gayrı olsun, Allah tarafından ancak sınırlama ile gördük. Yânî Allah Teâlâ hakkında Kur'ân'da ve diğer inen kitaplarda ve hâdîs-i şerîflerde ulaşan şeyin hepsi sınırlamadır.
O haberlerin öncesi, "Üstünde hava ve altında hava olmayan "amâ"dır.'' Şimdi Hak, hálkı hálk etmezdan önce o amâda idi (39).
Ashâb-ı kirâmdan Ebû Rezîn el-Ukaylî (r.a.), cenâb-ı Fahr-i âlem (s.a.v.)den; “Mahlûku hálk etmezden önce Rabb'imiz nerede idi?" diye sordu. Onlar da cevâben: "Üstünde ve altında hava olmayan "amâ"da idi" buyurdular. "Amâ" sözlükte "ince bulut" ma’nâsınadır. Ehlullahdan bâzılarının terimlerinde "ahadiyyet hazret"inden ibârettir. Çünkü ahadiyye mertebesini Hakk'ın kendisinden başka kimse bilmez. Ve o mertebe Celâl perdeleridir. Ve bâzılarının terimlerinde, isimlerin ve sıfatların menşeinden ibâret olan "vâhidiyyet hazret"inden ibârettir. Çünkü "amâ"' "ince bulut" ma’nâsınadır. Ve bulut yer ile gök arasına yayılır. Ve bu vâhidiyyet hazreti de, ahadiyyet göğü ile hálk edilmiş çokluk yeri arasına yayılıcı olur. Ve Dâvud-i Kayserî Şerh'inde, ilâhî isimleri toplayıcı oluşu dolayısıyla Hakk'ın ilk taayyününden ibâret olduğu beyân buyrulmuştur. Ve İmâm-ı Şa'rânî hazretleri de: "Hadîs-i şerîfteki “mâ” “üstün-de- ve altın-da-“ ma’nâsı veren "bitişik kelimeye" değil, "olumsuzluğa" yânî “üstü ve altı olmayan” ma’nâsınadır. Bundan dolayı "amâ"' Hak Teâlâ'nın hálk ettiklerinden ayrıldığı ilk mertebedir" buyurur.
Şimdi bu şerhin önsözünde, vücûd tecellîleri bahsinde îzâh edildiği üzere, mutlak vücûddan ibâret olan fezâda, nefes-i rahmânînin gönderilmesinden öbek öbek âlemlerin ilk maddesi var olmuştur. Bilim adamları bu ilk maddeye "parlak bulut" derler. Var oluşlarının başlangıcında gâyet ince ve şeffâf bulutlardan ibâret olduklarından, bunlara sözlüğe göre ancak "amâ" denebîlir. Bu "amâ"lar gittikçe soğuyarak ve yoğunlaşarak dönerler. Ve muhtelif değişimlerden sonra, insanın bineği olurlar. Hava unsurlarından birleşik olduğu ve fezâda ise unsurların bulunmayışı yönüyle, "amâ"' denilen bu ince bulutların ne üstlerindfe ve ne de altlarında tabîdir ki havâ olmaz. Unsurlardan hariç olduğundan fezâya "boşluk” dahi derler.
Şimdi, bizim güneş sistemimizin ilk maddesi de hilkatin başlangıcında böyle bir parlak bulut idi. Ve a’mâ mertebesinde ne gezegenler, ne güneş, ne de ay ve ne de diğer mahlûklardan bir şey mevcûd değil idi. Ve bu hal, yalnız bizim güneş sistemimizde değil, diğer sonsuz âlemlerde de böyledir. Ebû Rezîn el-Ukaylî’nin, yeryüzü sâkinlerinden oluşu yönüyle, sorusunda "Rabb'imiz" demekle gözünün gördüğü mahlûkların Rabb'ini amaçladığı halde, a'ref i Enbiyâ (S.a.v.) Efendimiz, yüce cevâplarında onun gözünün görmediği sonsuz âlemleri de içine alacak şekilde "Üstünde ve altında hava olmayan "amâ"da idi" buyurdular: Yânî "Rabbimiz eşyâ sûretlerinin açığa çıkmasından önce, sûretsiz olan amâ'da idi ki, onun üstü ve altı boşluk olup, oralarda unsurlardan oluşmuş hava yok idi" demek olur. Ve bu cevap ile a’mâ mertebesine tenezzülünden önce mutlak vücûdun rubûbiyetle vasıflanmış olmadığına ve rubûbiyetin, vücûdun ilk taayyünü olan a’mâ mertebesinden bâşladığına işâret buyrulmuş olur.
Yüksekte uçan ey ehl-i hey'et
İrfân-ı Muhammedî'ye hayret!
İşte her bir âlemin ilk maddesi olan bu ince ve şeffâf bulutlar, mutlak vücûdda bir sınır ile sınırlandıklarından, elbette cihet sâhibidirler. Bundan dolayı hem üstleri ve hem de altları vardır. Ve bu "amâ"' latîfin en latîfi zâtın kesîf mertebeye tenezzülünden ibâret olduğundan, bu hadîs-i şerîfte beyân buyrulan üst ve alt, Rabbü'l-âlemîn hakkında sınırlamayı içinde bulundurmaktadır.
Ondan sonra Allah Teâlâ, Arş üzerine istivâ ettiğini söyledi. Bu da önceki gibi sınırlamadır. Ondan sonra her gece Hakk'ın dünyâ semâsına indiğini söyledi. Bu da sınırlamadır. Ondan sonra tahkîkan Hak gökte ve yerde olduğunu söyledi. Ve biz nerede olur isek, muhakkak bizimle berâber olduğunu söyledi; tâ bizim "ayn"ımız olduğunu bize haber verinceye kadar. Oysa biz sınırları olanlarız. Şimdi Hak, kendi nefsini ancak sınır ile vasf etti (40).
Yânî Hak Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'de “Er rahmânu alel arşistevâ” (Tâhâ, 20/5) yânî "Rahmân Arş üzerine istivâ etti" buyurdu. Ve Resûl'ünün lisânıyla da "Allah Teâlâ her gece dünyâ semâsına inip buyurur ki: Tövbe eden var mıdır ki, tövbesini kabûl edeyim ve istiğfâr eden var mıdır ki, onu mağfiret edeyim" dedi. Ve aynı şekilde Kur'ân-ı Kerîm'de “Ve hüvellezî fîs semâi ilâhun ve fîl ardı ilâhun” (Zuhruf, 43/84) Yânî "O öyle Allah'dır ki gökte de Allah'dır; yerde de Allah'dır.” Ve “ve hüve meaküm eyne mâ küntüm” (Hadîd, 57/4) Yânî "Nerede olursanız, O sizinle berâberdir" buyurdu. Şimdi Arş, yer, gök ve bizim bulunduğumuz yerler, hep sınırlı mekânlardan ibâret ve mutlak vücûdun tenezzül ile taayyününden hâsıl olmuş bulunduğundan bunların hepsi sınırlı oluşu içinde barındırır. Bu şekilde Hak, nefsini ancak sınır ile vasfetmiş olur.
Bilinsin ki, Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.) ilk önce "amâ" hakkındaki hadîs-i şerîfi; ve daha sonra Arş; ve daha sonra dünyâ semâsını ve daha sonra göğü ve yeri; daha sonra bizim ile Hakk’ın maiyyetini söylemekle, hilkat tavırlarındaki tertîb yönü ile sınırlanmalara işâret buyururlar. Şöyle ki, Arş'ın bir ma'nâsı da sözlükte "binâ" demektir. "Amâ"' güneş sistemi binâsının temeli mesâfesinde olduğundan, ilk olarak onu zikr ettiler.Ve yoğunlaşan “amâ"nın dönüşünden oluşan merkezkaç kuvveti sebebiyle, astronomi iliminde "ulvî gezegenler" denilen, dünyâdan önceki gezegenler koptuklarından ve bunların her birerleri birer ilâhî binâ olduğundan, daha sonra Arş'ı zikretti. Ve dünyâdan önce onun ulüvvünde, yânî semâsındaki gezegenler var olduğundan, daha sonra dünyâ semâsını zikretti. Ve daha sonra ilk maddeden dünyâ ve sırasıyla "süflî gezegenler" denilen Venüs ve Merkür koptuklarından dünyâyı ve semâyı zikretti. Ve yeryüzündeki mahlûkların dönüşümünden sonra insan ortaya çıktığından, daha sonra bizim ile olan vücûdun maiyyetini beyân buyurdu.
Ve Allah Teâlâ'nın “leyse ke mislihî şey’un” (Şûrâ, 42/11) sözü de eğer "kâf"ı, sıfattan ayrı, kuvvetlendirme olarak alacak olur isek, aynı şekilde sınırlamadır. Ve sınırlı olandan kendini ayıran kimse, o sınırlı olanın aynı olmamakla berâber yine sınırlanmıştır. Şimdi anlayana göre, kayıttan kurtarmak, kayıttır. Ve mutlak dahi mutlaklık ile kayıtlıdır (41).
Yânî "ke-mislihi" yânî “O’nun benzeri gibi”deki "kâf” harfini sıfat ma’nâsına almayıp, kuvvetlendirme olarak saysak "Bir şey O'nun benzeri değildir" demek olur. Bu da sınırlamadır. Çünkü eşyânın sınırları vardır. Bu eşyânın benzeri olmayan şey, onların sınırı dışına çıkmış olur ve böyle sınırlı olandan kendini ayıran kimse de, o sınırlı olanın aynı olmasa bile yine sınırlı olur. Yânî birinin sınırı bitip diğerinin sınırı başlar. Ve Hakk'ı kayıttan kurtarsak, yine kayıtlamış oluruz. Çünkü kayıttan kurtarılan şey, kayıtlı olanın dışına çıkarılmış olacağından bu kurtarma kayıtlama olur. Ve "mutlak" dediğimiz zaman dahi, mutlaklık kaydı ile kayıtlamış oluruz. Çünkü mutlak oluş, isim ve resimden ibârettir. Ve Hakk’ın Zât’ı ise isim ve resimden ganîdir.
Ve eğer biz “kâf”ı sıfat için alacak olursak, şu halde biz Hakk’ı sınırlandırırız (42).
Yânî "O'nun benzeri gibi bir şey yoktur" ma'nâsına alsak, bu şekilde, ilk önce Hakk'a benzer isbât edip daha sonra başka bir şeyin o benzere benzer olmasını kaldırırız. Oysa bu, benzetme olur ve benzetme ise sınırlamadır. Ve bu şekilde "kâf" benzer oluş ma’nâsı için sıfat olarak alınmış olur.
Ve eğer biz “leyse ke mislihî şey’un” (Şûrâ, 42/11) sözünü benzeri kaldırmak üzerine alırsak, anlaşılan ma’nâ ile ve doğru haberler ile Hakk’ın eşyânın "ayn"ı olduğunu hakîkât olarak bildik. Oysa eşyâ her ne kadar sınırları muhtelif ise de, sonuçta sınırlıdır (43).
Yânî biz bu âyeti, "kâf" kuvvetlendirme için olsun veya olmasın, dolaylı anlatım yoluyla mutlaka benzerin kaldırılması ma’nâsına alsak, nitekim "Senin mislin bahîl ve gazûb olmaz" derler. Bunda onun benzeri amaçlanmayıp o kimsenin kendisinden buhl ve gazabın kalkması kasdedilir. Bu da yine sınırlanmayı gerektirmektedir. Çünkü bir şeyden ayrılmış olan şey, o şeyden farklı oluşu ile sınırlanmış olur. Ve bu sınırlama sebebiyle, o şeyden benzerlik kaldırılmış olur. Bu şekilde âyetten anlaşılan şeyle ve doğru haberler olan “Ben onun kulağı ve gözü vb… olurum” hadîs-i şerîfiyle biz, Hakk’ın eşyânın "ayn"ı olduğunu hakîkat üzere bildik. Çünkü onun benzeri bir mahlûk yoktur, dediğimiz zamanda iki sûret sûretlenmiş olur: Biri "eşyânın gayrı" ve diğeri "eşyânın aynı" olmasıdır. Oysa gayrılık "Lâ ilâhe illallah" ve “mâ lekum min ilâhin gayruhu” yânî “Sizin için O’ndan gayrı ilâh yoktur” (A'râf 7/59) gibi muhkem Kur'ân âyetleri ve “Ben onun kulağı ve gözü vb… olurum” gibi hâdîs-i şerîfe göre olmuş değildir. Ve gayrılık olmayınca aynılık sâbit olur.
Şimdi Hak, her sınırlının sınırı ile sınırlıdır. Bundan dolayı bir şey sınırlanmaz illâ ki o şey, Hakk'ın sınırı olur (44).
Yânî Hak, her sınırlı olan şeyde tecellî edicidir ve o şeyin "ayn"ıdır. Bundan dolayı bir şeyin sınırı belirlendiği zaman, o sınır, Hakk’ın sınırı olur. Bu şekilde Hak bütün eşyânın muhtelif sınırlarıyla sınırlanmış olur.
Şimdi Hak, mahlûkat ve mübde'ât olarak isimlendirilende sârîdir. Ve eğer iş böyle olmasaydı, vücûd geçerli olmazdı. Böyle olunca Hak, vücûdun "ayn"ıdır. Bundan dolayı Hak, her şeye zâtıyla muhafaza edicidir. Ve her şeyin muhafazası Hakk'ın üzerine ağır gelmez. Şimdi Hakk'ın, eşyânın hepsini muhafaza etmesi, bir şeyin, kendi sûretinin gayrı olmaktan, kendi sûretini muhafaza etmesidir. Ve bunun dışında bir şey geçerli olmaz. Ve O her şâhidden Şâhid ve müşâhede edilenden Meşhûd'dur. Bundan dolayı âlem, O'nun sûretidir ve O âlemin rûhu olup onu idâre etmektedir. Bu sûrette âlem, insan-ı kebîr yânî büyük insandır (45).
Yânî Hak, zamân ile olmuş olup "mahlûkat" ve "hálk âlemi" ve "şehâdet âlemi" olarak isimlendirilen hakîkâtlerde; ve zamân ile olmuş olmayıp "mübde'ât" ve "emr âlemi" ve "rûhlar âlemi" olarak isimlendirilen hakîkâtlerde, vücûdun sâri oluşu ile sârîdir. Eğer iş böyle olmasaydı, vücûd geçerli ve sâbit olmaz; ve bir şey vücûd bulmaz idi. Çünkü imkân dâhilindekinin, yânî mahlûkât ve mübde'âtın kendilerine âit bağımsız vücûdları yoktur. Yânî eğer mutlak olan Hakk’ın kayıtlı sûretlere sâri oluşu olmasaydı, o kayıtlı olanın vücûdu geçerli ve sâbit olmaz idi. Çünkü bu kesîf olan mevcûdların kaynaklarıi, latîf zâtın vücûdudur. Ve bu kesîf sûretler, o hakîkî vücûdun nişanları ve alâmetleridir. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “Ve min âyâtihî hálkus semâvâti vel ardı vahtilâfu elsinetikum ve elvânikum, inne fî zâlike le âyâtin lil âlimîn” (Rûm; 30/22) Yânî "Göklerin ve yerin hálk edilişi ve lisanlarınızın ve renklerinizin farklı hálk edilişi Hak Teâlâ'nın vücûdunun alâmetlerindendir.Muhakkak bunda düşünen âlimler için delîller ve alâmetler vardır".
Çünkü kesîf bir şeyin latîflik mertebesi mevcûd olmadıkça, o kesîf şeyin açığa çıkması imkânsızdır. Bundan dolayı bir şeyin kesîflik mertebesi, yine o şeyin latîflik mertebesine delîl ve alâmettir. Örneğin buzun vücûdu suyun vücûduna delîl ve alâmettir. Ve Hakk’ın isimleri dolayısıyla, kendi sûreti olan bütün eşyâyı, hiçbir şey kendi sûretinin gayrı olmaması için muhafaza etmesi, kendi sûretini muhafaza etmesidir.Çünkü sûretsiz olan latîf zât, isimleri dolayısıyla türlü türlü sûretler ile açığa çıkar. Ve kesîf sûretlerden herhangi bir sûretin kendi sûretini muhafaza etmesi, Hakk'ın kendi sûretini muhafaza etmesidir. Eğer Hak bu şekilde kendi sûretini muhafaza etmese idi, vücûdda ona benzer ve ortak bulunması gerekirdi. Oysa imkân dâhilindekinin kendi zâtı ile mevcûd olması mümkün olmadığından bu hâlin aksi geçerli ve sâbit olmaz. Bundan dolayı Hak, her şâhid ve zâhir olan şeyden Şâhid ve Zâhir'dir. Ve her müşâhede edilen şeyden Meşhûd'dur. Çünkü vücûdda ondan başka bir şey yoktur. Gören ve görünen ve gösteren hep O'dur. Şu halde âlem, Hakk'ın sûreti ve zâhiridir. Ve Hak dahi âlemin rûhu ve bâtınıdır ve bu âlemin idâre edicisidir. Ve âlem bütün herşeyiyle "insan-ı kebîr yânî büyük insan” olmuş olur.
Şiir:
Şimdi varlık hepsi Hak'tır. Ve O, benim vücûdum onun vücûdu ile ayakta duran Vâhid'dir. Bunun için biz gıdâlanıyoruz, dedim (46).
Yânî varlık dediğimiz çokluk âleminin zâhiri ve bâtını hep Hak'tır. Ve O, bir olan mutlak vücûddur ki, benim kayıtlı vücûdum, onun mutlak vücûdu ile ayaktadır. İşte bunun için biz O'nun vücûdu ile gıdâlanıyoruz ve O bizim gıdâmızdır, dedim.
Dostları ilə paylaş: |