Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi Ahmet Avni Konuk ÖNSÖZÜ



Yüklə 7,33 Mb.
səhifə65/90
tarix02.08.2018
ölçüsü7,33 Mb.
#65852
1   ...   61   62   63   64   65   66   67   68   ...   90

Soru: Benim sûretim doğduğum zaman böyle değil idi. Sonra saçım sakalım çıktı. İhtiyarladım yüzüm buruştu, eski tâzeliğim gitti. Bundan dolayı vücûdumun değişimiyle sûretim de değişmiş oldu?

Cevap: İlk olarak, seni yedi sene evvel tanıyan kimse, yedi sene sonra gördüğü zaman yine tanır. Bu, senin esas sûretinin değişmediğine delildir. İkinci olarak, senin bu şehâdet âleminde kaç sene ömür süreceğin ve her yaşında ne sûrette bulunacağın ilâhî ilimde sâbittir. Bundan dolayı vücûdun her bölünmemiş anda yok ve tâkiben mevcût olduğu halde, sûretin sâbittir.

Örnek: Bir ressam bir tablo yapar. O hâriçte yaptığı tablo mahvolsa, o sûret mâdemki ressamın hayâlinde sâbittir, ona yine vücûd verir. Bu ikinci levha vücûd i'tibâriyle ilkinin aynı değildir. Fakat sûret i'tibâriyle aynıdır, gayrı değildir.

Daha sonra köşkün beyânında yaptığı uyarı, Süleymân'ın ilminin kemâlindedir. "Şimdi ona köşke gir, denildi." Ve köşk billurdan olup pek beyaz ve şeffaf idi. "Ve ne zamanki onu gördü, lücce, ya'nî su zannetti ve elbisesine su değmemesi için, bacaklarını açtı" (Neml, 27/44). Böyle olunca, gördüğü tahtının da bu türden olduğuna, bununla uyarıda bulundu. Ve işte bu insâfın sonucudur. Çünkü muhakkak bu uyarı ile, onun “ke ennehu hüve” ya’nî “Sanki odur” (Neml, 27/42) sözündeki isâbetini ona belirtti (25).

Ya'nî taht mes'elesinden sonra, köşkün beyânında Süleyman (a.s.) tarafından Belkîs'e olan uyarı, cenâb-ı Süleymân'ın ilminin kemâlindendir. Ma'lûmdur ki Süleyman (a.s.), gâyet beyaz ve şeffaf billûrdan bir köşk yaptırmış idi ki, altında su ve suyun içinde de balıklar var idi. Belkîs'e “bu köşke gir” denildi. O da köşkün zemininin şeffâflığının kemâlinden sudan geçilecek zannıyla, elbisesinin uçlarının ıslanmaması için, sıvadı ve bacaklarını açtı. Yürümeye başlayınca, su olmayıp, bastığı mahallin billûr olduğunu anladı.

Süleyman (a.s.)’ın Belkîs'i köşke sokması, tahtının da bu türden olduğuna, ya'nî tahtının vücûdunun, Sebâ şehrindeki tahtının vücûdunun aynı olmayıp onun benzeri ve fakat sûret i'tibâriyle, onun aynı olduğuna uyardı. Nitekim, Belkîs'in paçalarını sıvayıp bastığı yer, sûret i'tibâriyle suyun aynıdır. Çünkü billûrun sûreti, şeffâflığı dolayısıyla görülmez. Fakat vûcûd i'tibâriyle alıgılanır ve suyun aynı değildir. Bundan dolayı bu köşk mes'elesi, vücûdun benzeyişine ve sûretin aynı oluşuna uyarıdır. Ve bu uyarı da Süleyman (a.s.) tarafından Belkîs hakkında son derece insaftır. Çünkü cenâb-ı Süleyman bu uyarısı ile, Belkîs'in kendi tahtı hakkında "Sanki odur" demesindeki isâbeti, ona idrak ettirmiş ve bildirmiş oldu. Çünkü tahtın vücûdu, Belkîs'in mekânındaki tahtın benzeri olduğundan; Belkîs'in "Ona benzer" demesi doğru olur.

Şimdi bunun indinde: "Yâ Rab muhakkak ben nefsime zulmettim ve Süleyman ile, ya'nî Süleyman’ın teslîmiyeti ile âlemlerin Rabb’i olan Allâh'a teslîm oldum ve boyun eğdim" (Neml, 27/44) dedi. Böyle olunca Süleymân'a boyun eğici olmadı, belki âlemlerin Rabb’ine boyun eğdi. Ve Süleyman ise âlemindendir. Bundan dolayı Allah Teâlâ hakkındaki inanışlarında resûller kayıtla-madıkları gibi, Belkîs de teslimiyetinde kayıtlamadı, Firavun'dan farklı olarak. Çünkü Firavun "Mûsâ ve Hârun'un Rabb'ine" (A'râf, 7/122) dedi. Gerçi bu teslimiyet ile bir yönden Belkîs'in teslimiyetine katılır. Fakat onun kuvveti kadar kuvvetli olmaz. Böyle olunca Belkîs, Allâh'a teslimiyette, Firavun'dan daha zekî idi (26).

Ya'nî Belkîs, Süleyman (a.s.)’ın yukarıda îzâh olunan insâfını gördüğü vakit, Kur'ân-ı Kerîm'de beyan buyrulduğu üzere: “rabbi innî zalemtü nefsî ve eslemtü mea süleymâne lillâhi rabbil âlemîn” (Neml, 27/44) ya'nî "Ya Rab, muhakkak ben nefsime küfür ve şirk ile veyâhut geç îmân etmekle zulmettim. Ve bunun böyle olduğunu şimdi anladığım için, Süleyman nasıl âlemlerin Rabb’ine teslim olmuş ise, ben de öylece teslîm oldum ve boyun eğdim" dedi. Belkîs, Süleymân'a boyun eğdim, demedi; belki âlemlerin Rabb’ine boyun eğdim, dedi. Ve cenâb-ı Süleyman ise, âlemler kavramının içine dâhildir. Bundan dolayı Belkîs, mutlaklık sûretinde boyun eğmiş oldu ve boyun eğişini kayıtlamadı. Nitekim resûllerin de Allah Teâlâ hakkındaki inanışları kayıtlı olmayıp, mutlaktır. Ve Belkîs'in bu teslimiyeti, Firavun'un teslimiyetinden farklı oldu. Çünkü Firavun "Ben Mûsâ ve Hârun'un Rabb'ine îmân ettim" dedi. Ve "Mûsâ ve Hârûn" sözüyle îmânını kayıtladı. Gerçi Firavun’un bu kayıtlı olan teslimiyeti, Belkîs’in mutlak olan teslimiyetine bir yönden katılır. Çünkü nebîlerin îmânları mutlaktır; ve onlara tâbi’ olanların îmânları da bu mutlaklığa dâhil olur. Fakat teslimiyet tarzında kayıt olduğundan, Belkîs'in teslimiyetinin kuvveti kadar kuvvetli değildir.



Soru: Kur'an-ı Kerîm'de Firavun'un kayıtlaması “âmentü ennehu lâ ilâhe illellezî âmenet bihî benû isrâîle” (Yûnus, 10/90) ya'nî "Beni İsrâîl'in îmân ettiğine îmân ettim" tarzında olmuştur. Ve Firavun "Mûsâ ve Hârun'un Rabb'ine" dememiştir.

Cevap: Sihirbazlar îmân ettikleri vakit “Rabbi mûsâ ve hârûn” "Mûsâ ve Hârun'un Rabb'ine" (A'râf 7/122) demişler idi. Ve bu sihirbazlar, Benî İsrâîl'den idi. Ve diğer taraftan "Mûsâ ve Hârûn" (aleyhime's-selâm) da Benî İsrâîl'den idiler. Bundan dolayı Firavun bu sözüyle "Benî İsrâîl'in îmân ettikleri Mûsâ ve Hârûn'un, veyâhut Benî İsrâîl'den olan Mûsâ ve Hârûn'un Rabb'ine îmân ettim" demiş oldu. Ve cenâb-ı Şeyh (r.a.) de, kayıtlamada bu esâsı beyan buyurdu.

Şu halde Belkîs, âlemlerin Rabb'ine teslim olduğu için ve âlemlerin Rabb'i ise, mutlak Rabb ve Rabb’ların Rabb’ı olduğu için, teslimiyet husûsunda Firavun'dan daha zeki ve daha bilgili oldu. Çünkü Firavun'un teslimiyeti Mûsâ ve Hârûn'un hâs Rabb’larına oldu. Bundan dolayı Firavun'un îmânı daha zayıf idi.

Ve Firavun, "Benî İsrâîl'in îmân ettikleri şeye îmân ettim" (Yûnus, 10/90) dediğinde, vaktin hükmü altında idi. Bundan dolayı tahsîs etti. Ve ancak sihirbazların Allâh'a îmanlarında "Mûsâ ve Hârûn" dediklerini gördüğü için tahsîs etti. Şimdi Belkîs'in teslimiyeti, "Süleyman ile" dediği için, Süleyman’ın teslimiyeti oldu. Böyle olunca ona tâbi' oldu. Bundan dolayı Belkîs, ancak inançtan Süleymân'ın yanından geçtiği şeyin yanından geçti. Nitekim biz, Rab Teâlâ'nın üzerinde bulunduğu sırât-ı müstakîm üzerindeyiz. Çünkü bizim alınlarımız onun elindedir. Ve bizim ondan ayrılığımız imkânsızdır. Böyle olunca biz O'nunla zımnen ve O bizimle açıklık iledir. Çünkü muhakkak O “ve hüve meaküm eyne mâ küntüm” ya’nî “Ve siz nerede iseniz O, sizinledir” (Hadîd, 57/4) dedi. Ve Hak bizim alınlarımızı tutmakla, biz Hak ile berâberiz. Şimdi Hak Teâlâ, sırât-ı müstakîminden bizim ile yürüyücü oluşu yönüyle, kendi nefsiyledir. Böyle olunca âlemden hiçbir kimse yoktur, illâ ki sırât-ı müstakîm üzeredir. O da Rab Teâlâ'nın sırâtıdır. Ve Belkîs Süleyman'dan da böyle bildi, “lillâhi rabbil âlemîn” ya’nî “Âlemlerin Rabb’i olan Allah’a” (Neml, 27/44) dedi; ve âlemlerden bir âlemi tahsîs etmedi (27).

Ya'nî Firavun, Benî İsrâîl'in boğulmaktan kurtulması ve kendi üzerine gâlip gelmeleri vaktinde, "Benî İsrâîl'in îmân ettikleri şeye îmân ettim" (Yûnus, 10/90) dedi. Ve onun îmânı vaktin hükmüne tâbi’ iken oldu. Bundan dolayı Beni İsrâîl'den olan sihirbazların Allah Teâlâ'ya îmânlarında "Mûsâ ve Hârûn’un Rabb’ine" (A'râf, 7/122) deyip îmanlarını tahsîs ettiklerini ve bu tahsîs ettikleri îmân sebebiyle boğulmaktan kurtulduklarını gördüğü için, Firavun da, onların bu îmân ile nâil oldukları kurtuluşa nâil olacağını ümît ederek, îmânını Beni İsrâîl'in îmânıyla tahsîs etti. Oysa bu kıyâsında iki yönle hatâ etti. Çünkü sihirbazlar “âmennâ bi rabbil âlemîn” ya’nî “Âlemlerin Rabb’ine îmân ettik” (A'râf, 7/121) demek sûretiyle îmanlarını önce mutlaklaştırıp ve genelleyip ve daha sonra “Rabbi mûsâ ve hârûn” ya’nî “Mûsâ ve Hârûn’un Rabb’ine” (A'râf, 7/122) diyerek nebîlerinin îmânı ile tahsîs etmiş idiler. Firavun bunun farkına varmadı. İkincisi Firavun, îmânını sihirbazların îmânı gibi, nebîlerinin îmânı ile de kayıtlayamayıp Benî İsrâîl'in îmânı ile tahsîs etti. Fakat Belkîs, "Süleymân’ın teslimiyeti ile Âlemlerin Rabb’i olan Allâh'a teslîm oldum ve boyun eğdim" (Neml, 27/44) dediği için, onun teslimiyeti, Süleyman (a.s.)’ın teslimiyeti oldu. Bundan dolayı Belkîs teslîm işinde ve boyun eğmede tamâmı ile Süleyman (a.s.)’a tâbi' olmuş oldu. Ve bu tâbi’ oluşu sebebiyle, Süleyman (a.s.) inanıştan nasıl bir inanışın yanından geçti ise, Belkîs dahi o inanışın yanından geçti. Çünkü yol bilmeyen bir kimse, yol bilen bir rehbere tâbi' olup onunla berâber gittiği vakit, tamâmı ile rehberin geçtiği yollardan geçer ve aslâ ondan ayrılmaz. Ve tâbi' olan Belkîs'in, tâbi’ olunan Süleyman (a.s.)’a tâbi’ oluşu şuna benzer ki, bizim rûhumuz ve idâre edicimiz olan hâs Rabb’lerimiz, her birerlerimizin alınlarından tutup, bizi kendi sırât-ı müstakîmi üzerinde çeker, götürür. Bizim ondan ayrılmamız mümkün değildir; çünkü biz ona tâbi'iz, o bizim tâbi’ olunanımızdır. Ve bizim alınlarımız o hâs ismin elindedir.

Şu halde hâs Rabb bizim bâtınımız olduğu için biz zımnen O'nunla berâberiz. Ve biz O'nun zâhiri olduğumuz için, O açıklık ile bizimle berâberdir. Ve bu, zımnen bizim O'nunla ve açıklık ile O'nun bizimle berâber olduğumuzun delîli, Hak Teâlâ hazretlerinin “ve hüve meaküm eyne mâ küntüm” (Hadîd, 57/4) ya'nî "Siz nerede iseniz o sizinledir" mübârek sözüdür. Çünkü nerede olursak olalım, O'nun bizimle berâber olması, O’nun bizim bâtınımız, bizim O'nun zâhiri olmamıza bağlıdır. Bundan dolayı Hak, isimleri eliyle bizim alınlarımızı tuttuğu için biz Hak ile berâberiz. Ve bizim taayyün etmiş vücûtlarımız, Hakk’ın mutlak vücûdunun bu isimleri dolayısıyla taayyünü ve kayıtlanmasından ibâret olup, O'nun vücûdunun gayrı olmadığından, her bir ismin sırât-ı müstakîminde bizimle berâber yürüyen Hak'tır. Bundan dolayı Hak, kendi nefsiyle berâberdir. Ve mâdemki âlem sûretlerinden her birisi bir ismin görünme yeridir ve o isim kendi görünme yerini alnından tutup kendi sırât-ı müstakîmi üzerinde götürür, şu halde âlem fertlerinden, sırât-ı müstakîm üzerinde olmayan hiçbir ferd yoktur ve bu sırât dahi mutlak olan Rabb’in isimlerine mahsûs olan sırâttır. Ve Belkîs, cenâb-ı Süleyman'ın zımnen ve tâbi’ oluş ile Allah ile olduğunu bildi; “lillâhi rabbil âlemîn” ya’nî “Âlemlerin Rabb’i olan Allah’a” (Neml, 27/44) dedi. Ve Allah bütün âlemlerin terbiye edicisi olduğu için, âlemden birini tahsîs etmedi. Çünkü cenâb-ı Süleyman, insan-ı kâmildir. Ve insan-ı kâmil Allah toplayıcı isminin görünme yeridir. Bundan dolayı Süleyman (a.s.)’a tâbi’ olmak, farklı farklı Rabb’ları toplamış olan mutlak Rabb’in sırât-ı müstakîmi üzerinde yürümeyi gerektirir. Nitekim, Hak Teâlâ buyurur: “e erbâbun müteferrikûne hayrun emillâhul vâhidül kahhâr” (Yûsuf, 12/39) ya'nî "Farklı farklı Rabb’lar mı hayırlıdır, yoksa Vâhid Kahhâr olan Allah mı hayırlıdır?" Bundan dolayı Belkîs, îmânında genelleştirdi, tahsîs etmedi.

Ve Süleyman (a.s.)’ın kendisine mahsûs kılınan ve onun sebebiyle kendinin dışındakilere üstün olduğu ve Allah Teâlâ'nın onun için, ondan sonra bir kimseye lâyık olmayan mülkten kıldığı teshîr ya’nî itaât ettirmeye gelince; o, onun "emr"inde olmadır. Bundan dolayı Hak Teâlâ “Fe sehharnâ lehur rîha tecrî bi emrihî” (Sâd, 38/36) ya'nî "Biz ona rüzgârı itaât ettirdik; onun emriyle eser" dedi. Çünkü Allah Teâlâ, bizim hepimizin hakkında ayırım yapmaksızın “Ve sahhare leküm mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ardı cemîan minh” (Câsiye, 45/13) ya'nî "Allah Teâlâ göklerde ve yerde olan şeylerin hepsini size itaâtkâr kıldı" der. Ve rüzgârın ve yıldızların ve bunun dışındakilerin itaâtini zikretti. Fakat bizim emrimizden değil, belki Allâh'ın emrindendir. Şimdi eğer anladın ise, cenâb-ı Süleyman ancak konsantrasyonsuz ve himmetsiz emre, belki sâdece emre mahsûs kılındı. İşte biz ancak bunu dedik. Çünkü biz biliriz ki, nefisler, konsantrasyon makâmında ikâme olunduğunda, muhakkak âlemin cisimleri, onların himmetleriyle etkilenici olur. Ve muhakkak biz bunu, bu yolda muâyene ettik. Şimdi itaâtini istediği kimse için, Süleyman'dan himmetsiz ve konsantrasyonsuz olarak sâdece “emr" ile telaffuz gerçekleşti (28).

Ya'nî şu itaât ettirme ki, Süleyman (a.s.)’a mahsûs kılındı ve cenâb-ı Süleyman o itaât ettirme sebebiyle, âlem fertlerinden kendisinin dışındakiler üzerine üstün oldu ve Hak Teâlâ bu itaât ettirmeyi, Süleyman (a.s.)’a mahsûs bir mülkten kıldı ki, ondan sonra hiçbir kimse için bu mülk ile gözükmek lâyık olmaz. İşte bu itaât ettirmenin cenâb-ı Süleymân'a tahsis edilmesi, onun bir şeyde "himmet" ve "kalb konsantrasyonu" ve "vehmin Mûsâllat oluşu" ile tasarruf etmesi değil, belki bu itaât ettirmenin sâdece onun "emr"i ile olmasıdır. Böyle olunca Hak Teâlâ "Biz ona rüzgârı itaât ettirdik, onun emri ile eser " (Sâd, 38/36) dedi. Ve rüzgârın esmesini cenâb-ı Süleymân'ın emrine tâbi' kıldığını beyan buyurdu. Şu halde onun tahsis edilmesi, itaât ettirmede değil, belki bu itaât ettirmenin onun "emr"iyle olmasındadır. Eğer itaât ettirmede tahsis edilmişlik sâhibi idi denilir ise, bu doğru olmaz. Çünkü Hak Teâlâ bizim hepimiz hakkında tahsîs olmaksızın "Allah Teâlâ göklerde ve yerde olan şeylerin hepsini size itaâtkâr kıldı" (Câsiye, 45/13) buyurmuş ve rüzgârın ve yıldızların ve bunların dışındakilerin itaâtini zikretmiştir. Fakat cenâb-ı Süleyman hakkında beyan buyurduğu gibi, bunların bizim "emr"imizle itaâtkâr olduğunu beyân etmemiştir. Belki onların bize itaât etmeleri Hakk'ın emriyledir.

Şu halde, eğer sen bu bahsi anladın ise bildin ki, cenâb-ı Süleymân'ın tahsis kılınmışlığı, ancak kuvvetlerini toplamaksızın ve himmetini sarf etmeksizin, "emr"e ve belki sâdece "emr"edir. Çünkü himmetle taasarruf, seyr-i sülûk yolunun ortasında olanların şânıdır ve tasarrufta ikilik vardır. Ve kâmiller ise ulûhiyyete ters düşmek istemez; meğer ki Hakk’ın emri ulaşmış ola. O vakit kalb konsantrasyonu ve himmet ile tasarrufa girişir. Fakat Süleyman (a.s.) itaât ettirmedeki tahsis edilmişliği dolayısıyla böyle tasarruf etmedi. Ya'nî onda kalb konsantrasyonu ve himmet hâsıl olmadı. Yalnız "emr"etti; işte o kadar!

Cenâb-ı Şeyh (r.a.), biz ancak bunu dedik; ya'nî cenâb-ı Süleyman itaât ettirmeye, kalb konsantras-yonu ve himmet ile ve felekî rûhların yardımıyla ve tabîi işlerin husûsiyetleri ile ve ilâhi isimler ve diğer benzerleri ile değil, sâdece emr ile mahsûs kılındı dedik, buyurur. Çünkü, itaât ettirmede iki şekil vardır: Birisi böyle sâdece "emr" ile, diğeri de "himmetin Mûsâllat edilmesi" iledir. Çünkü âlemin cisimleri kâmillerin nefislerinin himmetlerinden etkilenir. Fakat âlem cisimlerininin bu te’sir alışı ve etkilenişi kâmillerin nefisleri konsantrasyon makâmında ikâmet olunduğu vakitte olur. Çünkü konsantrasyon makâmında i'tibârî gayrılıklar kalkar. Bundan dolayı bu makâmda, kulun fiili Hakk’ın fiili olur. Ve Hak Teâlâ ise her şeye kādirdir. İşte ancak kırk kişinin yerine koyabildiği Hayber Kalesi kapısının İmâm-ı Alî (kerremallâhü vecheh ve r.a.) Efendimiz tarafından tek başına koparılması bu türdendir. Nitekim, cenâb-ı Îmâm kapının yerine konulmasında o kırk kişinin içinde idi. Kendisine dediler ki: "Bu kapıyı yalnız başına koparan sen değil miydin? Şimdi neden zorlanıyorsun?" Cevâben buyurdular ki "Vallâhi Hayber kapısını koparan ben değilim."

Ve cenâb-ı Şeyh (r.a.) bu hâli te'yîd olarak "Muhakkak biz bu Hak yolunda âlem cisimlerinin kâmillerin nefislerinin himmetleriyle etkilenici ve te’sir alıcı olduğunu gördük" buyururlar. İşte sâdece tahsis edilmişlik dolayısıyla, cenâb-ı Süleyman'dan sâdece "emr" ile telaffuz gerçekleşti. Ya'nî itaât etmesini istediği kimse için, kalbinde konsantrasyon ve himmet mevcût olmaksızın yalnız, "Bu böyle olsun!" diye "emr" ile telaffuz gerçekleşti. Şu halde, cenâb-ı Süleyman ile kâmillerin nefislerinin itaât ettirmeleri arasındaki fark birinin himmetsiz "emr" lafı ile ve diğerinin himmet ve kalb konsantrasyonu ile olmasından ibârettir. Bundan dolayı cenâb-ı Süleymân'ın itaât ettirmenin aslında, kâmil nefsilerden fazla bir meziyyeti yoktur. Onun tahsis kılınmışlığı ancak sâdece "emr" iledir.

Ma'lûmun olsun ki, Allah Teâlâ, kendi tarafından rûh ve yardım ile bizi ve seni desteklesin! Muhakkak böyle bir lütuf, hangi kul olursa olsun, bir kul için hâsıl olduğu vakit, o lütuf, o kulun âhiret mülkünden eksiltmez ve onun üzerine hesâp olunmaz. Bununla berâber cenâb-ı Süleyman onu Rabb'inden talep etti. Şimdi yolun zevki gerektirir ki, onun dışındakiler için âhirete saklanan lütuf, cenâb-ı Süleyman için öne alınmış olundu. Onu murâd ettiği vakit, âhirette onunla muhâsebe olunsun. Böyle olunca Allah Teâlâ onun için "Bu bizim lütfumuzdur" (Sâd, 38/39) dedi. Oysa “senin için ve senin dışındakiler için" demedi. Şimdi ihsân et, ya'nî onu ver! Yahût hesapsızca kendine sakla! (29).

Ya'nî Süleyman (a.s.)a ni’metlendirme yoluyla verilmiş olan mülk ve tasar­ruf gibi bir lütuf, her hangi bir kula verilirse, o lütuf o kula âhirette verilecek olan mülkten hiç bir şey eksiltmez. Ya'nî o kula, “işte sana dünyâda şu ni'met verildiği için, burada verilen ni'metlerin noksan olmuştur” denilmez. Ve dünyâda verilen bu ni'metin mahsûbu, âhiret ni'metinden yapılmaz. Bununla berâber Süleyman (a.s.) “rabbiğfir lî veheb lî mülken” ya’nî "Rabbim, beni mağfiret et. Bana, benden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir mülk bağışla” (Sâd 38/35) diye bu mülk ve tasarrufu Rabb'inden talep etmiş idi. Onun bu talebine göre Hakk yolunun zevki bunu gerektirir ki, Süleyman(a.s.)’ın dışındakiler için âhirete saklanan lütuf, onun için öne geçirilişi yönüyle, cenâb-ı Süleyman onu istediği zaman âhirette bu lütuf ile muhâsebe olunsun. Çünkü yolun zevki, istek kulun kendi nefsinden gerçekleştiği zaman, bu isteği üzerine kendisine ulaşan lütuflardan dolayı âhirette muhâsebe olunmasını gerektirir. Fakat cenâb-ı Süleyman'ın isteği üzerine gerçekleşen lütfun öne çekilmesi bu türden değildir. Çünkü Allah Teâlâ Süleyman (a.s.)a "Bu, bizim lütfumuzdur" (Sâd, 38/39) dedi. "Senin için ve senin dışındakiler için" demedi. Bundan dolayı sen ister ihsân et, ya'nî ver ve ister kendine sakla! Bundan dolayı âhirette senin üzerine hesâp yoktur, buyurdu.

Şimdi biz yolun zevkinden ya’nî bizzat hakîkatinin yaşanarak idrâk edilmesinden bildik ki, onun bunu istemesi, Rabb'inin emrinden oldu. Ve talep ilâhî emirden olduğu zaman, talep eden için talebi üzerine tam ecir hâsıl olur. Ve Bârî Teâlâ, dilerse, kendisinden talep ettiği şeyde, onun ihtiyacını yerine getirir ve dilerse erteler. Çünkü kul, Allah Teâlâ'nın, hakkında Rabb'inden talepte bulunduğu şeyde emre uymasından dolayı, onun üzerine zorunlu kıldığı emri yerine getirdi. Şimdi eğer bunu, Rabb'i emretmeden, kendi nefsinden isterse, Rabb'i onu bunun sebebiyle elbette hesaba çeker (30).

Ya'nî biz, sırât-ı müstakîm olan Hakk yolunun zevkinden bildik ki, Süleyman (a.s.)’ın kendisinden sonra hiçbir kimseye lâyık olmayan bir mülkü talep etmesi, Rabb'inin emriyle oldu. Ve bu talebini Rabb'inin emriyle yerine getirdi. Ve talep ilâhî emir ile olduğunda, talep edenin talebi üzerine tam ecir hâsıl olur. Çünkü Hak Teâlâ “ud’ûnî estecib lekum” ya’nî “Bana duâ ediniz ki size îcâbet edeyim” (Mü'min, 40/60) buyurdu. Ve efendilik makâmı, lütûf ve ihsânı ve kulluk makâmı ise istemede alçalmayı gerektirir. Bundan dolayı kul, efendisine karşı vazîfesini yerine getirmekle ecir almaya hak kazanır. Ve Bârî Teâlâ hazretleri dilerse, kulun kendisinden talep ettiği şeyi ihsân ederek, onun ihtiyâcını yerine getirir. Ve dilerse, lebbeyk ile îcâbet edip, lütfunu o an vermez ve daha sonra vermek üzere erteler. Lütufların türleri ile kul tarafından olan istekler hakkındaki ayrıntılar ve îzâhlar Şît Fassı'nda geçmiştir, oraya mürâcat olunsun. İlâhî emir ile olan istekte, Hak ister kulun isteğini versin, ister o an vermesin ve ertelesin, kul ecir kazanıcıdır. Çünkü o talepte Rabb'inin emrine uymuştur. Ve onun üzerine zorunlu kıldığı emri yerine getirmiştir. Fakat kul, bu lütufları, Rabb'i emretmeksizin, kendi başına talep eder ve onun bu talebi üzerine Rabb'i de istediği lütufları verirse, elbette bu lütuflar sebebiyle onu hesaba çeker. Bu hâlin hálk arasında dahi böyle olduğu aşağıdaki örnek ile daha net anlaşılır:



Örnek: Bir âdil pâdişâh, hükûmet görevlilerinden birinin isti'dâdını, bir vilâyette rızâsına uygun bir şekilde, vâlîlik edebilecek bir halde görür. Bu me'mûriyeti, devlet usûlleri içerisinde resmen talep etmesini emreder. O da pâdişâhın emrine uyarak o me'mûriyyeti talep eder. Pâdişâh o kimseye, ister bu me'mûriyeti ihsân etsin ve ister bir engelin araya girmesiyle onun bu talebini yerine getirmesin, pâdişâhın gözünde o kimse kendisinden râzı olunandır. Çünkü emre uydu ve bu lütfu kendi başına talep etmedi. Fakat bir kimse pâdişâha, onun böyle, bir emri olmaksızın, kendi başına bir isteknâme takdîm ederek: "Bana şu me'mûriyeti ihsân edin; şâhâne rızânıza uygun hizmetler ederim, şöyle yaparım, böyle yaparım" diye talepte bulunsa ve pâdişâh da onun bu talebini, "Bakalım bu adam dediklerini yapabilecek mi?" diyerek yerine getirse, elbette onu teftiş altında tutar. Ve daha sonra onun o me'mûriyyetteki fiillerini hesaba çeker. Ve vaadini yerine getirmemiş ise azarlar.

Ve bu, Allah Teâlâ'nın kendisinden istenen her şeyde geçerlidir. Nitekim Nebî'si Muhammed (s.a.v.)’e “ve kul rabbi zidnî ilmâ” ya’nî “Rabb’im ilmimi arttır, de” (Tâhâ, 20/114) dedi. Bundan dolayı Rabb'inin emrine uyup ilimden artışı talep eder oldu. Hattâ öyle oldu ki, ona süt verildiği vakit, rü'yâsını te'vîl ettiği gibi, onu "ilim" ile te'vîl ederdi. Ne zamanki uykusunda ona bir kadeh süt verildiğini gördü, onu içti ve onun artanını Ömer ibn el-Hattâb (r.a.)’e verdi. "Onu ne ile te'vîl ettin?" dediler. "İlim ile" dedi. Ve aynı şekilde isrâ olunduğu vakit ya’nî Mi’rac gecesinde, melek ona bir kap getirdi ki, içinde süt var idi ve bir kap getirdi ki, içinde şarap var idi. Sütü içti. Şimdi melek ona; “Fıtratı isâbet ettin; Allah Teâlâ ümmetini sana isâbet etsin” dedi. Bundan dolayı "süt", ne zaman rü'yâda görülse, o "ilm"in sûretidir. O, "süt" sûretinde temsîl olunan "ilim"dir. Cebrâîl'in Meryem'e bir beşer sûretinde sûretlendiği gibi (31)

Ya'nî yukarıda bahsedilen hüküm, Hak Teâlâ'dan talep edilen her şeyde geçerlidir. Nitekim, Nebiyy-i edîbi, Muhammed (s.a.v.)’e “ve kul rabbi zidnî ilmâ” (Tâhâ, 20/114) ya'nî "Ya Rabbî, bana ilmi arttır, de!" buyurdu. Buna dayanarak (s.a.v.) Efendimiz Rabb'inin emrine uyup ilimde artışı talep eder oldu. Hattâ kendilerine his âleminde “süt” verilse, his âlemini, hayâle kattıkları için, rü'yâsını te'vîl ettiği gibi, o "süt"ü "ilim" ile te'vîl ederdi. Ve rü'yâsında te'vîli budur ki: ne zamanki uykusunda, ona bir kadeh süt verildiğini gördü; o sütü içip artanını Hz. Ömer (r.a.)’e verdi. Bu rü'yâlarını ashâb-ı kirâm karşısında beyan buyurduklarında onlar: "Yâ Resûlullâh sütü ne ile te'vîl ettin?" dediler: Cevâben: "İlim ile te'vîl ettim "buyurdular. "Süt" ile "ilim" arasındaki münâsebet budur ki, süt, küçük çocukların bedenlerini terbiye edip kemâle getirir. İlim de eksik rûhları terbiye edip kemâl mertebesine ulaştırır. Ve aynı şekilde Mi'râc gecesinde (s.a.v.) Efendimiz isrâ olundukları vakit, bir melek onlara iki kap takdîm etti ki, birinin içinde süt, diğerinin içinde şarap var idi. Fahr-i âlem Efendimiz sütü tercih edip içti. Melek ona: "Yâ Resûlallah islâm fıtratını isâbet ettin. Allah Teâlâ ümmetini sana eriştirsin" dedi. Çünkü bir nebînin ümmeti kendisine ulaşmakla dinde onun geçtiği şeyin yanından geçer. Bundan dolayı "süt", her ne zaman rü'yâda görülse, o sûret "ilm"in sûretidir. Ve görünen şey, süt sûretinde temsîl olunan ilimdir. Cebrâîl (a.s.); Meryem (aleyhe's-selâm)’a nasıl ki bir beşer sûretinde sûretlendi ise, "ilim" de rü’yâ görene uykusunda öylece "süt" sûretinde sûretlendi.

Aleyhi's-selâm “En-nâsü niyâmün ve izâ mâtû, intebehû” ya’nî “İnsanlar uykudadır öldükleri zaman uyanırlar” buyurduğundan, insanın dünyâ hayâtında gördüğü her şey, uyuyan kimsenin rü'yâsı gibidir, hayâldir. Böyle olunca onun te'vîli lâzımdır (32).

Ya'nî (S.a.v.) Efendimiz, hadîs-i şerîflerinde "İnsanlar uykudadır, öldükleri zaman uyanırlar" buyurmakla; bu his ve şehâdet âleminde gördüğümüz sûretlerin, rü'yâlarımızda gördüğümüz sûretler gibi, "hayâl"den ibâret olduğunu bize açıkladılar ve bizi îkâz ettiler. Bundan dolayı rü'yâda gördüğümüz hayâlî sûretlerin münâsip ma’nâlarını araştırıp onları nasıl te'vîl edersek, dünyâda gördüğümüz algılanan sûretleri de öylece te'vîl etmemiz lâzım gelir. İşte, (S.a.v.) Efendimiz, his âlemini, hayâl âlemine kattıkları için kendilerine her ne vakit "süt" verilse, rü'yâlarını te'vîl buyurdukları gibi, o sütü "ilim" ile te'vîl ederler idi. Çünkü her bir sûret, ma'nâya şahsiyyet verir. Ma'nâ latîf olup görünmez iken, kesîf bir sûrete bağlanınca görülebilir ve algılanabilir olur. Ve Hakk'ın zâtî işleri ve halleri latîf ma’nâlardan ibâret olduğundan algılanabilir ve görülebilir olması için kesîf sûretler ister. Bundan dolayı kesîf ve elementsel cisimlerden olan bu dünyânın sûretlerinden ve şekillerinden her birisi, ilâhî bir işi temsîl ve teşhîs eder.

İşte ârif insan bu âlemde bir sûret gördüğünde onu te'vîl edip ma'nâsına geçer. Câhil insan ise her bir sûreti, hayvanın ot ve saman görmesi gibi görür; ya'nî te'vîl edip ma'nâsına geçmez. Belki hayvâniyyetine uyumlu ve nefsânî hazzlarına uygun gelen sûretler ile lezzetlenir ve gelmeyen ile kederlenir. Eğer ârif gibi ma'nâsına geçseydi, pür-ezvâk ya’nî bütün hayâtı bu hakîkatleri bizzât yaşayıp idrâk etmek olurdu. Bu bahsin detayı çoktur, belki tek başına bir kitap olur. Ârife bu kadar işâret yeterlidir. Beyt:

Tercüme: "Bizim o varlık sahasına koyduğumuz o her bir nakış ve sûreti, sen yakışıklı gör ki, biz onu yakışıklı olarak koyduk."

Şimdi nebîlerin en ârifi (s.a.v.) Efendimiz, mâdemki bu his ve şehâdet âlemini, rü'yâ menzilesine koyup hayâl âlemine kattı, görülen her bir sûreti te'vîl etmek lâzımdır. Ve onun özet te'vîli ve ayrıntılı te'vîli vardır.

Özet te'vîli budur ki: Bu âlem sûretlerinin her biri Hakk'ın bir işinin sûretidir ve Hakk’ın bir olan vücûdu, bu işleri dolayısıyla, birdiğerine zıt olan muhtelif sûretlerde zâhir olmuştur. Ve Hakk'ın işleri sıfatları ve isimleridir ve sıfatlar onlarla vasıflananın ve isimler onlarla isimlendirilenin aynıdır. Ve sûret zâhir olunca, ma'nâ, ya'nî Hakk’ın işi bâtın olur. Bundan dolayı bu gördüğümüz sûretlerin zâhiri ve bâtını Hak'tır. Nitekim buyurur: “Huvel evvelu vel âhiru vez zâhiru vel bâtın” ya’nî “O, Evvel’dir ve Âhir’dir ve Zâhir’dir ve Bâtın’dır” (Hadîd, 57/3).

Ayrıntılı te'vîle gelince: Âlem sûretlerinden her birisi bir ilâhî ismin görünme yeri olup, o ismin sırât-ı müstakîmi üzerinde yürür. Ve her bir görünme yerinde devamlı olarak hâs Rabb’inin hazînesinde saklı olan hükümler gözükür. Bundan dolayı ârif, bu âlemde her anda kendisinden açığa çıkan hükümlere bakıp, o gözüken ve algılanan hükümlerin ma'nâlarına geçer. Ve bundan kendi isti'dâdını ârif olduğu gibi bu usûl üzere diğerlerinin isti'dâdına da vâkıf olur

Şiir: Muhakkak var edilmişler hayâldir; o da hakîkatte Hak'tır. Ve bunu anlayan kimse yolun sırlarına hâizdir (33).

Ya'nî bu âlemin, basit unsurların muntazam şekiller içerisinde toplanmasından oluşan cismânî nakışları ve algılanan sûretleri ancak hayâlden ibârettir. Çünkü her ne kadar onların vücûdları, gölgelerin vücûdları gibi, his âleminde mevcût ise de, o şekiller bozulup kaybolur. Ve gölgenin vücûdu gibi zâil olur. Beyt-i Câmî (k.s.):

Tercüme: Evet âlem, bütün hayâldir. Fakat onda dâimâ bir hakîkat kendini göstermektedir.

Ve o kendini gösterici hakîkat dahi, Hakk’ın bir olan vücûdudur. Nitekim, bir kimse bir ayna karşısında dursa, onun sûreti aynada gözükür. Aynadaki sûret hakîkatte yok ise de his âleminde mevcûttur; çünkü his gözü onu görür. Ancak o bir hayâlden ibârettir. Onun hakîkati karşısında duran şahsın sûretidir. Aynanın karşısında duran şahsın bu durup kendisini göstermesi zâil olunca o gölge ve hayâl de zâil olur. Bundan dolayı o hayâlî vücûdun kayyû­mu, o karşısında duran şahıstır. İşte bunun gibi âlem sûretlerinden her bir sûret Hakk'ın isimlerinden bir ismin aynası olup, onda o ismin hükümlerinin sûretleri kendini göstermektedir. Ve Hakk'ın latîf olan mutlak vücûdu, her bir ismin gereklerine göre, o kesîf sûrette belirmiş ve kayıtlanmıştır. Latîf olan buharın yoğunlaşıp, farz edelim küp şeklinde ve diğer şekillerde dondurulması gibi. Buzun vücûdu algıda mevcût ve görülebilir ise de, latîf buharın o şekilde kayıtlanma-sından ve belirmesinden oluşmuş izâfî bir vücûttur. O belirginlik ve kayıtlanma zâil olunca, mutlaklığa döner. Bundan dolayı buzun vücûdu bir hayâl olup, onda kendini göstermekte olan hakîkat latîf olan buharın mutlak vücûdudur. İşte bu örnekler ile de açıkça görüldüğü şekilde bu var edilmişler âleminin hayâl olduğunu ve hakîkat yönünden Hak olduğunu zevkan ya’nî bizzat hakîkatini yaşayıp idrâk ederek anlayan kimse, yolun sırlarına hâiz ve hâlinb hakîkatine vâkıf olur. Ve Allâh yolunda gitmeye muvaffak olur.

Şimdi Sallallâhü aleyhi ve sellem'in hâli bu idi ki, ona "süt" ikrâm edildiğinde: "İlâhî, bizim için onda bereket kıl ve ondan artış eyle!" der idi. Çünkü, muhakkak onu "ilim" sûretinde görür oldu. Ve oysa "ilim"den artış talebi ile emrolundu. Ve ona sütten başka bir şey ikrâm edildiğinde: "İlâhî, bizim için onda bereket kıl ve bizi ondan hayırlısıyla ni’metlendir!" der idi. Şimdi Allah Teâlâ, bir kimseye verdiği şeyi, ilâhî emir ile istenmesi sebebiyle verse, muhakkak Allah Teâlâ onu âhiret yurdunda muhâsebe etmez. Ve Allah Teâlâ, bir kimseye verdiği şeyi, ilâhî emir olmaksızın istenmesi sebebiyle verse, onun hakkında hesap sorma husûsu, Allah Teâlâ'ya dönüktür. Dilerse onun hesâbını sorar ve dilerse onun hesâbını sormaz. Ve ben Allah'tan özellikle ilim ricâ ederim ki, onu onunla hesâba çekmez. Çünkü Nebî'si (a.s.)a, "ilim"den artışı talep etmesini söylemesi ile olan emri, onun ümmetinin emrinin aynıdır. Çünkü Allah Teâlâ "Elbette sizin için Resûlullah'da güzel örnekler vardır" (Ahzâb, 33/21) der. Ve anlayışı Allah'tan olan kimse için, bu bildirilen örnek alıştan başka hangi örnek vardır? (34).

Cenâb-ı Şeyh (r.a.), Sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz'in his âlemini hayâl âlemine katıp algılanan sûretleri te'vîl buyurduklarını diğer bir delîl ile te'yîd ederek derler ki: Fahr-i âlem Efendimiz'e "süt" ikrâm edildiği zaman "İlâhî, bizim için onda bereket kıl ve ondan artış eyle!" derler idi. Çünkü sütün sûretini "ilim" ile te'vîl ettikleri için, artışını talep ederler idi. Çünkü ilim artışı talebine me'mûr olmuş idi. Fakat sütten başka bir şey ikrâm edildiğinde ondan hayırlısını talep ederlerdi. Ve ondan hayırlısı, ilim ma'nâsına işâret olan "süt" idi.

Şimdi yukarıda îzâh edildiği üzere, Allah Teâlâ bir kimseye bir şeyi ilâhî emri ile olan talebi üzere verse, o ihsânının hesâbını sormaz. Fakat ilâhî emri olmaksızın kulun kişisel olan talebi üzerine verdiği şeyin hesâbını dilerse sorar, dilemezse sormaz. Bunun için Şeyh (r. a.) buyurur ki: "Ben Allah'dan özellikle ilim ricâ ederim ki, onu o ilim ile hesâba çekmez." Çünkü Allah Teâlâ Peygamber'ine ilimden artışı taleble emretmiştir. Onun bu emri, Peygamber'in ümmetine olan emrinin aynıdır. Çünkü Allah Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'inde "Elbette sizin için Resûlullah'da güzel ve makbûl yol ve örnek almaklık vardır" (Ahzâb, 33/21) buyurur. Biz Peygamberimiz'in hasletlerine uyduğumuzda ve onu örnek aldığımızda, tabi'ki ilâhî emre tâbi' olmuş oluruz. Şu halde Peygamber ilimde artışı Hakk'ın emri ile talep etmiş idi. İlimden artışı talep ettiğimiz vakit, biz de Hakk'ın emriyle talep etmiş bulunuruz. Bundan dolayı bu talebimiz üzerine Hak Teâlâ bize ilim ihsân etse onunla hesaba çekilmeyiz. Şimdi ilmin artışı talebinde Hz. Peygamber'e olan emrin bize olan emir olduğunu, Allah Teâlâ'nın anlayış buyurduğu kimse için, bu tâbi’ oluş ve örnek alıştan daha güzel ve daha azîm hangi örnek ve yol vardır?

Ve eğer biz, Süleymânî makâma tamâmı üzere tenbîh ede idik, sen bir husûsu görürdün ki, onun üzerine vâkıf olmak, sana dehşet verirdi. Çünkü bu yolun âlimlerinin çoğu, Süleyman (a.s.)ın hâlet ve mekânetini bilemediler. Oysa bu husûs, onların zannettikleri gibi değildir (35).

Ya'nî biz bu yüksek fassda Süleyman (a.s.)’ın hâlet ve mekânetinden bir nebze bahsettik. Eğer o hazretin makâmını tamâmı ile îzâh edeydik, vâkıf olduğun bu husûs, sana dehşet verir idi. Çünkü zâhir âlimleri şöyle dursun, bu sûfî yolunun âlimlerinin pek çoğu Süleyman (a.s.)’ın hâletini ve mekânetini bilemediler de, onun Rabb'i hakkındaki bilgisine uygun olmayan sözleri söylediler. Ya'nî cenâb-ı Süleymân'ın Belkîs'e gönderdiği mektûbun başında ilk olarak kendi ismini ve daha sonra Allah ismini zikrettiğini ve "Yâ Rabbi bana bir mülk ver ki benden sonra kimseye lâyık olmasın!" (Sâd, 38/35) diye duâ etmesiyle de, dünyâ mülkünü, âhiret mülkü üzerine öne geçirdiğini zannettiler. Oysa cenâb-ı Süleyman, toplayıcı isim olan Rahmân isminin görünme yeri olarak yeryüzünde Allah’ın halîfesiydi. Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz:


Yüklə 7,33 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   61   62   63   64   65   66   67   68   ...   90




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin