Örnek: Tiyatro yazarları, tiyatro sahnelerinde oynanacak oyunları tertîp ederler. Bunda gösterilen kişilerin her birisine bir rol verilir. Oyun gösterime başlamadan önce provaları yapılır. Varsayalım Zeyd'e adâlet ve Amr'e zulüm ve Ali'ye zâlimi yola getirme ve Hakkı'ya birisini öldürme ve Hind'e fuhuş ve diğerleri gibi rollerin oynanması düşer. Ve bu roller herkesin isti'dâdına göre dağıtılır. Çünkü adâlet rolünü isti'dâdı dolayısıyla mükemmel olarak oynayabilecek olan bir kimseye zulüm rolü verilirse, isti'dâdı müsâit olmadığı için hakkıyla oynayamaz; oyun zevksiz olur. Bu ise yazarın eserinde riâyet etmiş olduğu hikmet kâidesine aykırı olur. Çünkü “hikmet" her şeyi yerli yerine koymaktır. Şimdi oyun gösterime başladığı zaman her bir şahıs isti'dâdı dolayısıyla kendisine verilen rolü oynar. Onun dışına çıkması ihtimâli yoktur. Rubâî:
Tercüme: "Ey her gizlemiş olduğum şey sana zâhir olan zât-ı kerîm! Bütün isyânı örtersin ümidiyle icrâ ettim. Farz edeyim ki şerîat emrine muhâlif birçok amel ettim. Nihâyet sen her ne murâd etmiş isen ben onu yapmadım mı?"
Mâdemki rahmet, öne geçmiş ve önceliklidir, şu halde kul üzerine, "teklîfî emre" muhâlif amelinden dolayı, hükmeden bu amelinin arkasından gelen gazab, kula ulaştığı vakit, bu kul üzerine önceliği olan rahmet hükmeder. Böyle olunca rahmet, kulu kapsar. Çünkü rahmetten başka öne geçmiş olan bir şey yoktur. Bunda dolayı herkesin âkıbetinin "rahmet"e çıktığı sâbit oldu. Çünkü hiçbir kimsenin meşiyyet ya’nî üst irâde emrine muhâlefete kudreti yoktur. İşte bu bahsedilen kelâm “Rahmetim gazabımı geçmiştir” hadîs-i kudsîsinin ma'nâsıdır. "Rahmet"e ulaşmış olan kimse üzerine, o rahmetin hükmetmesi için, Hakk'ın asıl olan rahmeti, geçici olan gazabını geçti. Çünkü rahmet yolun sonunda beklemektedir. Ve hálk edilmişlerin hepsi de gâyeye ulaşmak için yürümektedir. Ve hálk edilmişler mâdemki yürümektedir, elbette yolun sonunda olan rahmete ulaşacaktır ve rahmete ulaşmak ile gazaptan ayrılacaktır. Bundan dolayı rahmete ulaşan her bir kimsenin hâli, onun ne şekilde rahmete ulaşmasını gerektirmiş ise, rahmete ulaşmış olan her bir kimse hakkında, hüküm rahmetindir. Çünkü rahmete ulaşmış olan kimselerin halleri muhteliftir. Bundan dolayı onlar üzerine hâkim olan rahmet dahi muhtelif olur.
Örneğin, ba'zı kimselerin isti'dâdı gazabın gereklerinden lezzet almayı îcâb eder. Şu halde cehennem denilen mahal, onun hakkında cennetin aynı olur. Eğer cennet denilen râhatlık mahalline dâhil edilse, orada rahatsız olur. Ve ba'zı kimselerin isti'dâdı, rızâ gereklerinden zevk almayı îcâb eder. Onun hakkında ni’metlendirme yurdu olan cennet râhat mahalli ve intikâm ve gazab yurdu olan cehennem azâb mahalli olur. Ve ba'zısının hâli başlarda gazabı ve sonlara doğru rızâ ile lezzetlenmeyi gerektir. Ve ba'zısının hâli yüce derecelere ulaşmayı gerektirir.
Sonuç olarak "rahmet" görecelidir: Bir kimseye göre olan rahmet, diğerine göre azâbtır. Bu hallerin benzerleri bu şehâdet âleminde de çoktur. Örneğin pislik içinde bulunmak insan için azabtır. Fakat onunla gıdâlanan pislik böceği ve domuz gibi hayvanlar için ni'met ve râhattır. Ve gül koklandıkça insana râhat verir. Oysa pislik böceği, gül kokusundan ezâ duyup bayılır. Onun için gül kokusu ve gül bahçesi cehennemin aynıdır. İşte böyle binlerce örnek vardır. Diğerleri de buna kıyaslansın. Bu esâs üzerine herkes isti'dâdının gerektirdiği rahmete ulaşır.
Şiir: Şimdi idrâk sâhibi olan kimse bizim dediğimiz şeyi müşâhede eder: Ve eğer idrâki yok ise onu bizden alsın! (13).
Ya'nî birinci mertebe olan şuhûd mertebesinde bulunup da, Cenâb-ı Hak'tan kendisine idrâk ve basîret ihsân olunmuş kimse, "Herkesin âkıbeti rahmete çıkar" dediğimizi, bu şuhûd mertebesinde müşâhede eder. Ve eğer ikinci mertebe olan îmân ve taklîd mertebesinde bulunduğundan dolayı bir kimsede Allah tarafından verilmiş bir idrâk ve basîret yok ise, o şuhûdî ilmi bizden alsın! Çünkü biz hakîkati tam bir açıklık ile beyân ettik.
Bundan dolayı ancak bizim bahsettiğimiz geçerlidir. Sen ona i'timât et; ve onun hakkında hâl ile bizim olduğumuz gibi ol! (14).
Ya'nî vücûdda olan şey, ancak bizim bahsettiğimiz gibi, herkesin âkıbetinin "rahmet"e çıkmasından ibârettir. Bizim bu sözümüz maddî delîller üzerine değil, belki müşâhedeye dayalıdır. Bundan dolayı bizim bu sözümüze i'timâd et! "Hz. Şeyh-i Ekber, bunu, böyle dedi ammâ, hâlin hakîkatinin böyle olduğu nereden bilinmekte? Belki verdiği hükümde hatâ etmiştir" deme! Çünkü müşâhedede hatâ olmaz. Eğer bizim sözümüze i'timât edersen, bizim bunu müşâhede ile tahakkuk edici olduğumuz gibi, bir gün gelir ki, bu hakîkat hakkında sen de müşâhede ile tahakkuk edici olursun.
Size anlattığımız şey, bize O'ndandır. Ve bizden size hibe ettiğimiz şey, bizden sizedir (15).
Ya'nî size beyân ettigimiz hakîkatler bize, Hak'tan ulaşan şeydir. Ve bizim size hibe ettiğimiz bu bilgiler ve hakîkatler, bizim vâsıtamızla size gelen Hak’tan gelendir. Çünkü biz "Allah’ın halîfesi"yiz. Bu gibi bilgiler, halka isti'dâdları dolayısıyla bizim vâsıtamızla dağıtılır.
Ve demirin yumuşamasına gelince, kendilerini korkutma ve tehdit yumuşatan katı kalplerdir. Ateş demiri yumuşatır ve demiri yumuşatmak güç değildir. Ve ancak katılıkta tâştan daha katı olan kalbleri yumuşatmak güçtür. Çünkü ateş, taşı kırar ve onu kireç hâline koyar; ve o kalbleri yumuşatmaz. Ve Hz. Dâvûd'a Hak Teâlâ, bir şeyin kendi nefsinin, ancak kendi nefsiyle korunduğuna, Allah tarafından tenbîh olarak, demiri ancak koruyucu zırh yapması için yumuşak kıldı. Çünkü zırhlar sebebiyle, mızrak ve kılıç ve bıçak ve demirden olan ok ucundan korunur. Bundan dolayı sen demiri, demire siper yaparsın. Böyle olunca muhammedî şerîat "E'uzu bike minke" ya’nî "Senden sana sığınırım" ile geldi. İyi anla! İşte, bu demirin yumuşatılmasının rûhudur. Bundan dolayı Hak, Müntakım'dir ve Rahîm'dir. Ve Allah Teâlâ başarıya ulaştırandır (16).
Ya'nî, Dâvûd (a.s.)’ın mu'cize olarak mübârek eli ile demiri yumuşatmasına gelince: Bu demirin yumuşamasının esâsı korkutma ve tehdit ile yumuşayabilen katı kalpler sûretidir. Ateş, demiri nasıl yumuşatır ise, katı kalpler de mahşerin hallerini ve cehennem korkularını zikrederek korkutulmakla öylece yumuşar. Çünkü demirin tabîatında, ateşin içinde yumuşamak özelliği bulunduğu gibi, bu hayvânî kesîf bedenin gerekleriyle katılaşmış olan mü'minlerin kalblerinde de, vaaz ve nasîhat işitmekle ve evliyâullahdan varlıksal kerâmetler görmekle, öylece yumuşamak özelliği vardır. Fakat demir ma’denler-den olup tasarruf sâhibi olmadığı için, onu bir kimsenin ateşe koyup yumuşatması kolaydır. Çünkü ondan aslâ muhâlefet çıkması ihtimâli yoktur. Ve ateşe konulduğunda da, ateş onu kolaylıkla yumuşatır ve taşı dahi kırar ve kireç hâline koyar. Fakat katı kalpler taştan daha şiddetli ve katı olduğu için değme söz ona te'sîr etmez.
Örneğin nefsinin hevâsına tâbi' bir mü'mine: "Bu yaptığın fiil şerîate aykırıdır. Hak Teâlâ cezâ gününde itâatsizliklere cezâ verecektir. Kendine acımaz mısın?" denilse hiddet edip: "Senin nene lâzım, her koyun kendi bacağından asılır" cevâbıyla karşılık verip yine nefsânî lezzetler ile meşgûl olur. Onun için ârif-i billâh olan kimseler bu katı kalp sâhiplerini türlü aldatmacalar ile avlamaya çalışırlar. Çünkü onlarda nefsânî tasarruflar vardır. Demir gibi tasarrufsuz değildir. Bundan dolayı onları yumuşatmak, demiri yumuşatmaktan daha güçtür. Ve Hak Teâlâ Dâvûd (a.s.)’a bir şeyin kendi nefsinin, ancak kendi nefsiyle muhâfaza olunduğunu tenbîh için, savaş sırasında insanın vücûdunu muhâfaza eden zırhların i'mâlinden dolayı, demiri o hazrete yumuşak kıldı. Çünkü savaş sırasında düşman tarafından insana yöneltilen mızrak ve kılıç ve bıçak ve ok uçlarına karşı vücût zırhlar ile muhâfaza olunur. Oysa zırhlar da demirden ve bu silahlar da demirden i’mâl edilmiştir. Bundan dolayı sen savaş sırasında demiri demire siper edersin. Şimdi sen kendini nasıl ki demire karşı demir ile korursan, öylece nefsini Allâh'a karşı, Allah ile muhâfaza etmen îcâb eder. İşte bu hakîkate dayalı olarak (S.a.v.) Efendimiz "E'ûzü bike minke" ya'nî "Yâ Rabbi Sen'den Sana sığınırım" buyurdu.
Hakk'a karşı Hakk'ı siper edinmek iki yönle özetlenir: Birisi budur ki: Kulun kulluksal vücûdu, Hakkânî vücûdda fânî olur. Bundan dolayı Hakkânî vücûd kulluksal vücûda siper olur. Bu halde kul için korku ve hüzün yoktur. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “E lâ inne evlîyâ allâhi lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn” ya’nî “Muhakkak ki Allah'ın evliyâsına, korku yoktur. Onlar, mahzûn olmazlar, öyle değil mi?” (Yûnus, 10/62) İkincisi: Kulun kulluksal vücûdu devâm etmekle berâber Hakk’ın celâlî isimlerinden Hakk’ın cemâlî isimlerine ilticâ eder. Bundan dolayı kul kendi nefsini Hakk'a karşı yine Hak'la muhâfaza etmiş bulunur. Örneğin "Müntakım" celâlî isminde, "Rahîm" cemâlî ismine kaçar.
İşte Dâvûd (a.s.)’a mu'cize olarak demirin yumuşatılmasının verilmesinin rûhu budur. Ya'nî demir kavramı tek bir kavram olmakla berâber bir i'tibâra göre insanı öldürür ve bir i'tibâra göre de muhâfaza eder. İşte bunun gibi "Allah" da bir olmakla berâber bütün isimlerin kaynağıdır. İsimlerinin çokluğu dolayısıyla kâh kahır ve intikâm ve kâh lütuf ve rahmet ile tecellî eder. Demir kavramında tevhîd olunduğu gibi, Hakk’ın zâtının dahi tevhid olunması îcâb eder. Bu anlaşılması zor hakîkatleri anlamak husûsunda Allah Teâlâ hazretleri kullarına yardım ihsân eder. “Vallâhu raûfun bil ibâd” “Allah kullarına Raûf ya’nî Çok Şefkâtli’dir” (Bakara; 2/207)
Bitişi: 14 Safer 1336 ve 28 Kasım 1917 Çarşamba sabâhı saat 3.45
BİSMİLLAHİR RAHMÂNİR RAHİYM
-18-
BU FASS YÛNUS KELİMESİNDE MEVCÛT OLAN “NEFESİYYE HİKMETİ” BEYÂNINDADIR
Bu hikmet “fâ" harfinin fethi ile "nefesiyye" midir, yoksa "fâ" harfinin sükûnu ile "nefsiyye" midir? Bu konuda bu şekilde tereddütte kalınan iki kelime vardır. Fusûs şerh edicilerinden Müeyyedüddîn Cendî (k.s), cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.)’ın saygıdeğer el yazılarıyla "fâ" harfinin fethi üzere نَفَسْ (nefes) bulunduğunu beyan buyurur. Ve Hz. Şeyh-i Ekber (r.a.)’ın üvey oğlu ve mürîdi olan şeyh-i kebîr Sadreddîn Konevî (k.a.s) da aynı şekilde, Fükûk isimli eserinde bu hikmeti Hz. Şeyh'in "fâ" harfinin fethi ile "nefesiyye hikmeti" olarak beyan buyurduğunu haber verir. Bundan anlaşılıyor ki, bu hikmetin iki şekilde de isimlendirilmesi mümkündür.
“Nefes” olarak isimlendirilmesinin sebebi budur ki: Ayrıntıları tefsîr kitaplarında beyân olunduğu üzere Yûnus (a.s.)’a ehli ve evlâdı ve kavmi tarafından türlü belâlar geldi. Ve Hak Teâlâ onu bütün dertlerden rahmânî nefesiyle, nefeslendirdi. Nitekim Hak Teâla buyurur: “ve necceynâhu minel gamm” (Enbiyâ, 21/88) Ya'nî "Biz ona gamdan kurtuluş verdik". Oysa Dâvûd-i Kayserî hazretleri şerhinde: "Bu hikmetin ifâdelerinde ona işâret eder bir şey yoktur" buyururlar. Ve hakîkatte bu yüksek fassın içeriği incelendiğinde anlaşılacağı üzere, bu insansal oluşumun nizâmının korunmasına dâirdir. Onun için kerem sâhibi şerh ediciler hazarâtı, bu hikmetin "fâ" harfinin sükûnu ile "nefsiyye hikmeti" olması yönüne daha fazla meyil buyurmuşlardır. Fakat Sadreddîn Konevî hazretleri, bu kelimenin telaffuz şeklinmi Cenâb-ı Şeyh-i Ekber efendimizin yüce ağızlarından def’alarca işitmiş olacaklarından bu husûsta onların mübârek sözleri çok açık delîldir. Ve Hz. Şeyh-i Ekber'in saygıdeğer el yazılarıyla "fâ" harfinin fethi ile "nefesiyye" şeklinde bulunması da bir vesîkadır.
Her iki kelimenin uygunluğu bu hakîr fakîrin düşündüğü ma'nâ budur ki: Hak Teâlâ hazretlerinin korunmasını murâd ettiği insansal nefsin devamlılığı "nefes" vâsıtasıyladır. Çünkü alınan her nefes hayâtı uzatır ve verilen her nefes de kişiyi ferahlatır. Ve insan gam ve eleme uğradığı zaman, içinde bir daralma hisseder. Gam sebepleri gidince, “ooh'” diye geniş bir nefes alır. Ve gamın şiddetinden nefesi kesilip hayâtı terk edenler pek çoktur. İşte Yûnus (a.s.) bu hikmette beyan olunan hakîkatlere nübüvvet mertebesi dolayısıyla ârif olduğu için "nefes"in devâmlılığını te'mîn için belâlardan kaçıp bir gemiye bindi. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “İz ebeka ilel fülkil meşhûn” ya’nî “O dolu bir gemiye kaçmıştı.” (Saffât, 37/140) Ve orada başka bir belâya bulaştı. Ve sonuçta bu ardı ardına gelen belâlardan kurtuluş bularak geniş bir nefes aldı. Bundan dolayı bu hikmete "fâ" harfinin fethi ile "nefesiyye hikmeti" denildiği zaman, "nefs"in nizâmına sebep olan şey zikredilmiş olur. İşin hakîkatini en iyi Allah bilir.
Bil ki, muhakkak bu insânî oluşumu, kemâliyle rûhen ve cismen ve nefsen Allah Teâlâ kendi sûreti üzere hálk etti. Bundan dolayı onun sisteminin çözülmesine, onu hálk edenden başkası girişemez. Ya kendi eliyle, oysa bunun dışında bir şey yoktur, yâhut onun emri ile... Ve Allah'ın emri olmaksızın ona girişen kimse, muhakkak kendi nefsine zulmeder ve onun hakkında Allah'ın sınırlarını geçer. Ve Allah Teâla'nın i’mâr edilmesini emrettiği şeyin yıkılmasına çalışır (1).
Ya'nî bu insan sûreti öyle bir sûrettir ki, Hak Teâlâ hazretleri onu kemâliyle rûhen ve cismen ve nefsen kendi sûreti üzerine hálk etti. Çünkü âlemin cismi Hakk'ın zâhiridir; ve Hak âlemin rûhu ve bâtınıdır. Ve hayât, sem', basar, irâde, kudret, kelâm ve tekvîn Hakk'ın sıfatlarıdır. Ve aynı şekilde insanın cismi, insanın zâhiridir. Ve rûhu o cismin bâtınıdır. Ve insan da bu sayılan sıfatlarla vasıflanmıştır. Bundan dolayı bu insânî oluşumun sisteminin çözülmesine ve bozulmasına, o oluşumu hálk edenden başkası girişemez ve onun sisteminin çözülmesine girişen Hâlık, ya kendi kudret eli ile girişir ki, âlemde bundan başkası olmaz. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “Allâhu yeteveffel enfüse hîne mevtihâ” (Zümer, 39/42) ya'nî "Allah Teâlâ nefisleri ölüm anlarında vefât ettirir."
Çünkü öldürme, çeşitli sebeplerle olur. Ve sebeplerin hepsi sebepleri ortaya getirici olan Hakk'ın kudret elindedir. Bundan dolayı bir kimse sebeplerden bir sebeble öldürülse, oluşturulmuş olan beşerî sûretin sistemi, Hâlık'ının kudret eliyle çözülmüş olur. Veyâhut bu insânî oluşumun Hâlık'ı, onun sisteminin çözülmesine, kendisinin emri olan şerîat hükmünün emri ile girişir. Çünkü şerîat hükmünün emri olan kısâs, beşerî sûretin sisteminin bozulmasına emirdir. Ve bu insânî oluşumun ilâhî emir olan şerîat hükmünün emri olmaksızın, sistemini çözmeye girişen ve o Allah’ın binâ ettiğini yıkan kimse, muhakkak kendi nefsine zulmeder. Ve bu oluşum hakkında Allah Teâlâ'nın koyduğu sınırları geçer. Ve Allah Teâlâ hazretlerinin i’mâr edilmesi ile emrettiği binânın yıkılmasına çalışır. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “ve men yeteadde hudûdallâhi fe kad zaleme nefsehu” (Talâk, 65/1). Ya'nî “Allah'ın belirttiği sınırları aşan kimse muhakkak kendi nefsine zulmeder.”
Bil ki Allâh'ın kulları üzerine şefkat etmek, Allah yolunda sınırları aşanlara karşı müdafaa için onları öldürmeye riâyet etmekten daha iyidir. Dâvûd (a.s.), Beyt-i Makdis'i binâ etmeyi diledi. Bundan dolayı onu bir çok defa binâ etti. Her ne vakit inşâsı bitse yıkılır idi. Böyle olunca Allah Teâlâ'ya bunu şikâyet etti. Allah Teâlâ ona vahyetti ki: "Muhakkak benim bu beytim kanlar döken kimsenin iki eli üzerinde binâ olmaz." Şimdî Dâvûd (â.s.) dedi: "Yâ Rab bu senin yolunda olmadı mı?". Hak Teâlâ buyurdu: "Evet, fakat onlar benim kullarım değil midir?" Cenâb-ı Dâvûd dedi: "Yâ Rab, onun binâ edilmesini benden olan kimsenin iki eli üzerine kıl!" Böyle olunca Allah Teâlâ ona vahyetti ki: "Muhakkak senin oğlun Süleyman onu binâ eder". Şimdi bu hikâyeden kasıt, bu insânî oluşumun korunmasıdır ve muhakkak onun yerleşik kılınması yıkılmasından iyidir. Sen din düşmanlarını görmez misin ki, Allah Teâlâ onların hayatta kalmaları için; onlar hakkında cizyeyi ve barışı farz etti. Ve “Ve in cenehû lis selmi fecnah lehâ ve tevekkel alallâhi” (Enfâl, 8/61) Ya'nî "Eğer onlar barışa meylederse, sen de onlar için barışa meylet; ve Allah Teâlâ'ya tevekkül et!" dedi. Sen üzerine kısâs gerekli olan kimseyi görmez misin? Öldürülenin velileri birden fazla olup da birisi diyete râzı olduğu veyâ affettiği ve diğer velileri ancak öldürülmesini istedikleri zaman Hak Sübhânehû affeden kimseye nasıl riâyet eder, ve onu affetmeyen kimselere nasıl tercih eder. Bundan dolayı kısâs için öldürmek olmaz. Görmez misin ki, Resûlullah (a.s.) öldürülene karşılık kısâs isteme yetkisi olan hakkında "Kātil için kısâs istemek öldürülenin öldürülmesi gibidir" buyurur. Sen Allah Teâlâ'yı görmez misin? “Ve cezâu seyyietin, seyyietün mislühâ” (Şûrâ, 42/40) Ya'nî "Kötülüğün karşılığı onun gibi bir kötülüktür" buyurur. Bundan dolayı kısâsı kötü bir şey kıldı. Ya'nî meşrû olmakla berâber bu fiil fenâ olur. Şimdi bir kimse affetse ve barış yapsa, onun mükâfatı Allah üzerinedir. Çünkü onun sûreti üzeredir. Böyle olunca bir kimse ondan affetse ve onu öldürmese, onun mükâfatı, sûreti üzerine olduğu kimse üzerinedir. Çünkü onun için bu daha iyidir. Çünkü onu kendisi için inşâ etti (2).
Ya'nî İslâm ehli aleyhine harbe kalkışan kâfirler ve müşrikler hakkında Hak Teâlâ her ne kadar “Yâ eyyühen nebîyyu harridıl mü'minîne alel kıtâli” (Enfâl, 8/65) ya'nî "Ey Nebî, mü'minleri savaşa teşvîk et!" ve “faktulûl müşrikîne haysu” (Tevbe, 9/5) ya'nî "Müşrikleri nerede bulursanız öldürünüz!" ve “ve kâtilûl müşrikîne kâffeten kemâ yukâtilûnekum kâffeten” (Tevbe, 9/36) ya'nî “Müşrikler nasıl hepiniz ile savaşırlarsa, siz de öylece hepsiyle savaşınız” âyet-i kerîmeleriyle, ve benzeri olan Kur'ân âyetleriyle savaşmak ile emretmekte ise de, sen şunu bilesin ki, Allâh'ın kullarına şefkat etmek, onları Allah yolunda sınırları aşanlara karşı müdafaa için öldürmekten daha çok riâyet edilmeye lâyıktır.
Eğer ilâhî emir apaçık olarak müşriklerin öldürülmesi hakkında olup dururken, onlara şefkat etmeye riâyet etmenin daha iyi olduğuna delîlin nedir? diyecek olursan, cevâbı budur ki: Dâvûd (a.s.) Beyt-i Makdis'î binâ etmek istedi ve binâ etti: Binâ, bitince yıkıldı. Birkaç defa böyle oldu. O hazret bu halden Hakk'a şikâyet etti. İlâhî vahiy geldi ki: “Benim beytim kan döken kimsenin elleriyle binâ olunmaz.” Hz. Dâvûd “Kan dökme senin yolunda olmadı mı?” dedi. Hak Teâlâ "Evet, fakat onlar benim kullarım değil midir?" buyurdu. Nihâyet Dâvûd (a.s)ın talebi üzerine Beyt-i Makdis'in Süleyman (a.s.)’ın eliyle binâ olunacağı vahy olundu. İşte bu hikâyeden kasıt, ilâhî sûret üzerine olan bu insânî oluşuma riâyet lâzım geldiğini beyandır.
Soru: Hak Teâlâ hazretleri bir taraftan "Müşrikleri öldürün!" diye emrediyor. Diğer taraftan da kullarının kanının dökülmesini hoş görmüyor. Bunlar bir diğerine aykırı olan iki hüküm değil midir?
Cevap: Bilesin ki, müşriklerin öldürülmesi Allah yolunda gayretten ya’nî sınırları aşmalarından dolayı müdafa için emrolunmuştur. Ve "gayret" kelimesi "gayriyyet"ten türemiştir. Bundan dolayı bir kimse Hak yolunda gayret etse ya’nî sınırları aşanlara karşı müdafaa için onları öldürse, kendisinin ve muhîtinin Hakk'ın gayrı olduğunu isbât etmiş olur. Oysa Dâvûd Fassı'nın sonlarına doğru îzâh edildiği üzere emir ikidir: Biri "tekvînî ya’nî var etmeye dönük emir", diğeri de "teklîfî ya’nî yapılmasını istemeye dönük emir"dir. Tekvînî emir kulun ezelî isti'dâdı üzerine isâbet eden emirdir. Eğer onun isti'dâdı, teklîfî emir olan şerîat emirlerine muhâlefeti gerektiriyorsa, dünyâ dediğimiz bu kesîf âlemde, muhakkak ondan nebîlere muhâlefet açığa çıkar. Bundan dolayı o kimse küfür ve şirkinde ma'zûrdur. Çünkü ilâhî işlerden bir iş olan onun sâbit ayn’ı isti'dâd lisânı ile Hak'tan bu şekilde açığa çıkmayı istemiştir. Hak da vücûd feyzi vermekle onu o sûretle açığa çıkarmıştır. Şu halde kâfir ve müşrikten çıkan fiil, bir i'tibâra göre ilâhî emre uygun ve bir i'tibâra göre de muhâliftir. İşte birdiğerine aykırı görünen ilâhî hüküm de biribirinin zıddı olan mertebeler dolayısıyla olmuş olur.
Çünkü bir olan vücûdun muhtelif mertebelerde zuhûru, her bir mertebenin kendisine mahsûs olan hallerine göre, muhtelif hükümleri gerektirir. Örneğin buhâr, buhâr mertebesinde iken letâfetinin kemâlinden dolayı görünmez; yoğunlaşıp bulut mertebesine inince göz ile görülür. Daha da yoğunlaşıp su olunca dokunma duyusu vücûdunu hisseder. Bir mertebe daha yoğunlaşıp buz olunca elde durur; ve istenilen şekle sokulur. Buhârın bu mertebeleri, buhârın oluşumuna başka bir şeyin dâhil olmasıyla ortaya çıkmadı; belki onun geçici sıfatları, henüz ortada yok iken mevcûd oldu. İşte görülüyor ki buhâr dediğimiz kavram bir olan vücûd iken, muhtelif mertebelerde açığa çıkışından dolayı çoğalma husûle geldi. Ve her bir mertebenin hükmü başka başka oldu. Su ile temizlik mümkün olduğu halde bulutla temizlik mümkün değildir. Ve yine eriyip su olmadıkça buz, suyun yaptığı işi yapamaz.
Bu örnekte olduğu gibi latîfin en latîfi olan hakîkî bir olan, her bir mertebeye inişinde bir hükmü gerektirir. Çünkü mertebelerin gerekleri muhtelifdir. Ve kesîf şehâdet âlemi şerîatın varlığını gerektirir ve ilâhî kānûnu kaldırmak için mü'minler ile savaşmaya kalkışan kâfirlerin ve müşriklerin öldürülmesini gerektirir. Eğer kâfirler îmân etmeyip de savaşmaya kalkışmazlarsa öldürülmezler. Çünkü ilâhî sûret üzerine mahlûk olan insânî oluşumunun devâm ettirilmesi, onu yıkmaktan daha iyidir. Sen din düşmanlarını görmüyor musun ki Allah Teâlâ onların hayatta kalmaları için cizyeyi ve barışı farz kılıp "Eğer onlar barışa meylederlerse, sen de barışa meylet!" (Tevbe, 9/7) buyurdu.
Ve aynı şekilde adam öldürdüğü için kısâsı gerekli olan kātili görmüyor musun? Öldürülenin velîsinin fidye alması veyâ kâtili affetmesi nasıl meşrû' kılındı? Eğer kātil fidye vermekten kaçınırsa öldürülür. Aynı şekilde görmez misin ki, öldürülenin velîleri birden fazla olup da içlerinden birisi, diyet almaya râzı olsa veyâhut kâtili affetse, Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri o velinin rızâsına veyâ affınâ nasıl riâyet buyuruyor ve onu affetmeyen kimselere karşı nasıl tercîh ediyor? İşte bu şekilde kātil kısâs olarak öldürülmez.
Ve aynı şekilde görmez misin ki, (S.a.v.) Efendimiz, öldürülenin velîsi olup kısâs olarak kātilin öldürülmesi talep edildiğinde, o kısâsı isteyen hakkında, sâdece elinde öldürülenin kısâsını isteme yetkisi bulunduğu için, "Kısâs olarak öldürülmesi talep edilen bu kimsenin öldürülmesi, öldürülenin öldürülmesi gibidir" buyurur.
Ve aynı şekilde görmez misin ki, Allah Teâlâ hazretleri "Fenâlığın karşılığı, onun gibi bir fenâlıktır" (Şûrâ, 42/40) buyuruyor. Bundan dolayı kısâsı fenâlık sayıyor. Yâ'nî kısâs meşrû' olmakla berâber fenâ bir fiil olmuş oluyor.
İşte bu hikmete dayalı olarak Hak Teâlâ hazretleri Kur'ân-ı Kerîm'de:
“fe men afâ ve asleha fe ecruhu alâllâhi” (Şûrâ, 42/40) ya'nî "Bir kimse affetse ve barış yapsa, o af ve barışın mükâfatı Allah üzerinedir"
buyurur. Çünkü kātil ilâhî sûret üzeredir. Bundan dolayı bir kimse kātilin suçunu affetse ve o kâtili öldürmese, o affın mükâfâtı, kātili kendi sûreti üzerine hálk eden Allah Teâlâ üzerinedir. Çünkü Hak, kullarını affetmeye daha lâyıktır. Çünkü kullarını, onlar sebebiyle isimlerini ve sıfatlarını açığa çıkarmak üzere kendi nefsi için inşâ etti ve nitekim hadîs-i kudsîde buyurdu: "Ey âdemoğlu, eşyâyı senin için ve seni de kendim için halk ettim".
Zâhir ismi ile ancak onun vücûduyla zâhir oldu. Bundan dolayı ona riâyet eden kimse, ancak Hakk'a riâyet eder. Ve insan "ayn"ından dolayı zemmedilmez; ancak ondan gerçekleşen fiil zemmedilir. Ve onun fiili ise, onun "ayn"ı değildir. Oysa bizim sözümüz onun "ayn"ı hakkındadır. Fiil ise ancak Allah'ındır. Ve bununla berâber onlardan zemmedilen şey zemmedildi; ve onlardan övülen şey övüldü. Ve zemmetme lisânı gazab yönüyle Allah indinde zemmedilmiştir. Şimdi şerîatın zemmettiği şeyin dışında zemmedilmiş bir şey yoktur. Çünkü şerîatın zemmetmesi hikmetten dolayıdır ki, onu Allah bilir; yâhut Allah'ın bildirdiği kimse bilir. Nitekim kısâs, bir fayda için şerîat hükmü olundu. İnsan türünün hayâtının devâmı ve onun hakkında Allâh’ın sınırlarını aşanlar için geri çekilmelerini sağlamaktır. “Ve leküm fîl kısâsı hayâtün yâ ulîl elbâbi” (Bakara, 2/ 179) Ya'nî "Ey derin düşünen akıl sâhipleri, sizin için kısâsta hayât vardır." Ve onlar şeyin özünün ehlidir ki, ilâhî hükümlerin ve hikmetlerin sırrına vâkıf oldular (3).
Ya'nî Hak Teâlâ'nın Zâhir ismi ile zuhûru,ancak kulun kesîf vücûdu ile gerçekleşti. Bundan dolayı kulun o kesîf vücûduna riâyet edip onu ortadan kaldırmaya çalışmazsa, ancak Hakk'ın Zâhir isminin devamlılığına ve onun hükümlerini icrâ etmesine riâyet etmiş olur.
Dostları ilə paylaş: |