Soru: Eyyûb (a.s.) bir nebîyy-i zîşan idi. Bundan dolayı Hakk'ın ezelî inâyeti dolayısıyla muhlisler zümresine dâhil Allah’ın kullarından idi. Ve şeytan ise “İllâ ibâdeke minhümül muhlasîn” (Hicr, 15/40) “Ancak onlardan muhlis olan kulların müstesnâ” deyip bu zatlara Mûsâllat olamayacağını beyân etmiş ve Hak Teâlâ hazretleri de şeytana “İnne ibâdî leyse leke aleyhim sultânun” (Hicr; 15/42) ya'nî "Benim kullarım vardır ki, senin için onların üzerine tasarruf kuvveti yoktur" diye hitâp etmiştir. Hal böyle iken şeytanın Eyyûb (a.s.)a zahmet vermesi ve azâb etmesi nasıl olur?
Cevap: Bilinsin ki, tabîat denilen esfel-i sâfilîne ya’nî aşağıların aşağısına uzaklaştırılan insan Hak’tan uzak ve “İnnel insâne le fî husr” (Asr, 103/2) ya'nî "İnsan elbette hüsrân içindedir" âyet-i kerîmesi gereğince, bu uzaklık dolayısıyla, genel bakış içerisinde mutlakâ hüsrandadır. Çünkü taayyün etmiş vücûtları şeytanın mekânı olan tabîat âleminde açığa çıkmıştır. Bunun için (S.a.v.) Efendimiz, "Benim de şeytanım var idi, elimde müslüman oldu" buyurmuşlardır. Çünkü (S.a.v.) Efendimiz'in madde beden vücûtları da bu tabîat âleminden mahlûk idi; bundan dolayı şeytanın bulunduğu mekân üzerinde olmuş idi. Büyük nebî hazretlerinin hepsi de tabi'ki bu hükümde dâhildir. Şu kadar ki sâbit ayn’larında bulunan hakîkatlerin bu tabîat âleminde açığa çıkan taayyün etmiş vücûtlarında îcâb ettirdiği hikmetlerin gereği olarak seyr ü sülûk ile an be an yükselerek bu hüsrandan kurtulurlar. Ve onların ümmetlerinin üst sınıfları da, bu saâdetlilerin izinden ayrılmadıkları için bunlar da: “İllellezîne âmenû ve amilûs sâlihâti ve tevâsav bil hakkı ve tevâsav bis sabr” ya’nî “Ama îmân edenler ve sâlih ameller işleyenler ve Hakk'ı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler hariç” (Asr, 103/3) âyet-i kerîmesinde beyan buyrulan istisnâ sebebiyle hüsrandan kurtulan zümreye dâhil bulunurlar. İşte bundan anlaşıldığı üzere şeytan ayırım yapmaksızın insan türü üzerine Mûsâllat olur. Fakat nebîler ile onların ümmetlerinin üst sınıfı üzerinde tasarruf kuvveti yoktur. Ya'nî onların üzerinde şeytanın Mûsâllat olması bir eser meydana getirmez. Nitekim cenâb-ı Şeyh (r.a.) Fütühât-ı Mekkiyye'lerinde buyururlar ki; "Evliyâullahdan birisi, ilâhî bir velîden naklen dedi ki: Şeytanı rü'yamda gördüm; ona tevhîdde ve tevekkülde imâm olan Şeyh Ebu'l-Medyen (r.a.) ile hâlin nedir? diye sordum. Benim onunla hâlim ve onun hatırına bir şey nakletmem şuna benzer ki, bir kimse denizin içine idrarını bırakır. Ona: Niçin idrarını oraya bıraktın? diye sorarlar. O da der ki: Temizlensinler, diye okyanusu kirletmek için idrarımı oraya bıraktım. Hiç bundan daha câhil bir kimse olur mu? İşte onun kalbine karşı benim hâlim böyledir diye cevap verdi."
İşte Eyyûb (a.s.)a, şeytanın zahmet ve azâb ile temâs etmesi de bu türdendir. Şeytan zarar ve âzab ile temâs etmek sûretiyle Mûsâllat oldu. Fakat sabrını ihlâl etmek sûretiyle bir te'sîr veremedi. Şu kadar vardır ki, cenâb-ı Eyyûb mübârek vücûdunda çıkan illetle meşgûl oldu ve o illetin çıkması ise, idrâk ile yakınlık mahallinde olacağı hakîkatleri, olduğu hal üzere idrâk etmesine perde oldu ki, bu da uzaklık idi.
Ve muhakkak sen bildin ki, yakınlık ile uzaklık, iki göreceli husûstur ve uzak ve yakında ikisinin de hükümleri sâbitlik bulmakla berâber, her ikisi de varlıksal "ayn"da vücûtları olmayan bağıntılardır (12).
Ya'nî her görülen şeyin, mesâfe i'tibâriyle her ne kadar uzak olsa da, göze yakın olmasından dolayı sen yakınlık ile uzaklığın iki göreceli husûstan ibâret olduğunu bildin. Yakınlık ile uzaklık, hakîkatte vücûtları olmayan iki bağıntıdır. Bununla berâber uzak ve yakın dediğimiz mesâfelerde her ikisinin de hükümleri sâbittir. Eğer "uzak" denilen şeyin hakîkatte vücûdu olsaydı, uzak bir mesâfede olan görülen bir şeyin, gözüyle gören arasında yakın olmaması gerekirdi.
Ve aynı şekilde her bir yakın olan şey karanlığın örtmesi sebebiyle görülmez. Bundan dolayı o şey, yakın olduğu halde karanlığın örtmesi sebebiyle uzak olur. Ve aynı şekilde bir cisim göze aşırı yaklaştırılınca görülmez. Şu halde onun yakınlığının şiddeti uzaklığın aynı olur. İşte bu îzâhlardan anlaşılır ki, yakınlık ile uzaklığın hakîkatte bağımsız bir vücûtları olmayıp, iki göreceli husûstan ibârettir ve uzak ve yakın hükümleri sâbit olan iki bağıntıdır. Yakın, uzak ve uzak dahi yakın olduğu için, Eyyûb (a.s.) "Uzaklık bana temâs etti" buyurdu. Çünkü temâs, ya'nî sıvama ve dokunma fiili, bir şey bir şeye yaklaşmayınca olmaz. Bundan dolayı uzaklık, temâs fiili ile, cenâb-ı Eyyûb'a yakın olmuştur.
Bilesin ki hakîkatte Allah Teâlâ'nın Eyyûb'deki sırrı ki, Hak onu bize ibret ve hâl ile yazılmış bir kitâp kıldı; onda olan şeyi bilmek için, bu ümmet-i Muhammedîyye onu okurlar. Böyle olunca onun sâhibine ulaşırlar; işte bu iş ona ulaşanları şereflendirmektir (13).
Ya'nî Allah Teâlâ hazretlerinin Eyyûb (a.s.)a verdiği belâlara tutulma sırrı, bizlere ibret olması ve harfler ve zarflarla ile yazılmış bir kitâp değil, hâlen yazılmış bir kitâp olarak zuhûr etmesi içindir. Çünkü Hak Teâlâ Eyyûb (a.s.)’ı ilk önce belâya tuttu ve sonra da onun bu belâya sabır etmesine karşı kurtuluş verdi. Bundan dolayı Eyyûb (a.s.)’ın saâdetli vücûdu bir kitâp oldu ki, onun yazıları, uğradığı belâların halleri ve sabır ve tahammülünün hükümleridir. Bunlar ise hallerden ibârettir. Şu halde hazretin vücûdu hâl ile yazılmış bir kitâp olmuş olur.
Ve o kitâbın içeriğine vâkıf olmak için, bu ümmet-i Muhammedîyye, onu hâlen okurlar. Ya'nî cenâb-ı Eyyûb gibi belâlara düşüp sabrederler ve bu sabırları karşılığında kurtuluş bulurlar ve netîcede de sabır ve rızâda ve mükâfatta Eyyûb (a.s.)’ın makâmına ulaşırlar. İşte sâdece ümmet-i Muhammedîyyeye ibret olması için Hak Teâlâ hazretlerinin bir nebîyy-i zî-şânını belâya düşürmesi şüphesiz ümmet-i Muhammedîyyeyi şereflendirmesi ve ikrâmıdır.
Mesnevî:
Tercüme: "O beyânda sâdık olan Hakk'ın resûlü, bize bu yüzden "rahmet edilmiş ümmet" buyurdu." Ya'nî bu rahmet edilmiş ümmet ta'bîri, kendilerinden önce gelen nebîler (a.s.) ile, onların ümmetlerinin hallerinin onlara ibret olduğunu belirtmek için kullanılmıştır.
Şimdi Allah Teâlâ, onun üzerine, ya'nî kendisinden sıkıntının kaldırılması hakkında gerçekleşen duâsıyla berâber, Eyyûb üzerine sabır ile övdü. Böyle olunca biz bildik ki, muhakkak bir kul, kendisindeki sıkıntının ferahlatılması hakkında, Allah Teâlâ'ya duâ ettiğinde, bu duâsı sabrına eksiklik vermez. Ve muhakkak "o, sabredicidir" ve muhakkak “o, ne güzel kuldur”. Nitekim "o dönücüdür" ya'nî sebeplere değil, Allah'a dönücüdür, dedi. Ve oysa bunun indinde sebeple işi Hak işler, çünkü kul ona dayanmaktadır. Çünkü, işlerden bir işi giderecek olan sebepler çoktur ve sebepleri ortaya getiren ise tek bir ayndır. Bundan dolayı kulun, bu elemi sebep ile gideren bir olan ayn’a dönmesi, çok kere ilâhî ilimde sâbit olan şeye uygun olmayan özel sebebe dönmesinden daha iyidir. Şimdi "Muhakkak Allah Teâlâ benim duâma îcâbet etmedi" der. Oysa o duâ etmedi, ancak zamânı ve vakti gelmemiş olan özel bir sebebe meyletti (14).
Ya'nî Eyyûb (a.s) “Rabbehû ennî messeniyed durru ve ente erhamur râhimîn” ya’nî “Rabb’ine muhakkak ki, bana bir sıkıntı isabet etti. Ve Sen, rahmet edenlerin en çok rahmet edenisin.” (Enbiyâ, 21/83) deyip, bedenindeki illetin ve hastalığın giderilmesini istediği halde, Hak Teâlâ hazretleri onu sabır ile methetti. İşte biz bundan bildik ki, bir kul başına gelen belânın kaldırılması için Allâh'a duâ etse, o sabırsızlık sayılmaz; o yine sâbırdır; ve Hak Teâlâ'nın Eyyûb (a.s.) hakkında buyurduğu “ni’mel abd” (Sâd, 38/44) ya'nî "Ne güzel kuldur!" övgüsü altına dâhil olur; ve cenâb-ı Eyyûb gibi o da övülmüş kullar zümresine girer. Ve nitekim Hak Teâlâ Eyyûb (a.s.) hakkında “innehû evvâb” (Sâd, 38/44) buyurdu, ya'nî "Kulum Eyyûb sebeplere değil, mübâlağa ile Allâh'a dönücüdür" dedi..
Soru: Yukarıda denilmiş idi ki:"Hak Teâlâ'nın vücûdu, âlemin açığa çıkması ile açığa çıktı.Biz Hakk'ın görünen sûretleriyiz ve Hakk'ın hüviyyeti bu görünen sûretin rûhudur ki, onun tedbîr edicisidir. Bundan dolayı tedbîr ancak O'ndan olduğu gibi, ancak O'nda oldu. O ma'nâ ile Evvel'dir, sûret ile Âhir'dir ve hükümlerin ve hallerin değişimi ile Zâhir'dir ve tedbîr ile Bâtın'dır." Oysa sebepler de âlem sûretlerinden birer sûrettir ve onlar da Hakk'ın görünen sûretidir ve Hakk'ın hüviyyeti bu görünen sebeplerin rûhudur ki, onların tedbîr edicisidir. Bundan dolayı sebeplerden geçmek, Hak'tan geçmek değil midir?
Cevap: Cenâb-ı Şeyh. (r.a.) bu soruya cevâben buyururlar ki: Kul, sebep ile Hakk'a dönmüş olsa dahi, o sebep perdesi arkasından fâil olan Hak'tır. Ve bütün âlem sûretleri nasıl ki Hakk'a dayanmakta ise, âlem sûretlerinden bir sûret olan kul dahi öylece Hakk'a dayanmaktadır. Kendisi gibi âlemin bir sûreti olan sebebe dayalı değildir. Ve âlem sûretleri çok olduğu gibi, işlerden herhangi bir işin giderilmesinde etkili olan sebep sûretleri de pek çoktur ve sebepleri ortaya getiren ise bir ayn’dır. Eğer kul, başına gelen bir belâyı sebeplerden bir sebebe teşebbüs ederek uzaklaştırmaya kalkışırsa, mümkündür ki, o sebebin o belâyı uzaklaştırması, veyâhut teşebbüs edilen vakitte etkili olabilmesi, ilâhî ilimde sâbit olmamış bulunur ve bu halde de o sebep, o belânın uzaklaştırılmasına asla te'sîr edici olamaz. O belânın ne zaman ve vakitte hangi sebep ile uzaklaştırılacağını, ancak tek bir ayn olan bütün sebeplerin sâhibi hakîki sebepleri ortaya getirici bilir. Bundan dolayı kul ilâhi ilimde sâbit olmayan şeye uygun olmayan özel bir sebebe döneceği yerde, bu belâyı herhangi bir sebep ile gideren tek bir ayn olan sebepleri ortaya getirene dönerse, elbet daha iyi olur. Oysa kul genellikle böyle yapmayıp, ilâhî ilimde sâbit olan şeye uygun olmayan kendisine özel sebebe döner ve onun bu sebebe teşebbüsle berâber, Hakk'a duâ etmesinin etkili olmadığını görüp "Hak Teâlâ benim duâmı kabûl etmedi" der. Oysa o, hakîkatte duâ etmedi. Belki ilâhî ilimde sâbitlik bulan sâbit ayn’ının, isti'dâd lisânı ile Hak'tan talep etmiş olduğu şeye aykırı bir şeyi istedi. Yâ'nî içi başka, dışı başka talepte bulundu. Veyâhut istediği şey isti'dâdına uygundur; fakat henüz ortaya çıkma zamânı ve zâhir olma vakti gelmemiştir ki, bu varlık âleminde zâhir olabilsin. Bu halde kul ancak ne zamânın ve ne de vaktin gerektirmediği özel sebebe meyletmiş bulunur ve sonra da “duâ ettim de Hak kabûl etmedi” der. Duâ bahsi Şit Fassı'nda ve kazâ ve kader hakkındaki ayrıntılar da Üzeyr Fassı'nda beyân olunmuştur. Oraya mürâcaat buyrulsun.
Şimdi Eyyûb Allâh'ın hikmeti ile amel etti, çünkü nebî idi. Çünkü bilindi ki, hakîkatte sabır, ba’zı kişilere göre, şikâyetten nefsi hapsetmektir. Oysa bu, bizim indimizde sabır için tanım değildir. ve ancak onun tanımı, Allâh'a değil Allâh'ın gayrına şikâyetten nefsi hapsetmektir. Şimdi muhakkak şikâyet edenin şikâyet etmesinin kazâya rızâ göstermesine eksiklik vermesi düşüncesi ba’zı insanları perdeledi. Oysa böyle değildir. Çünkü kazâya rızâda Allah Teâlâ'ya ve O'nun gayrına şikâyet eksiklik vermez ve ancak gerçekleşen kazâya rızâda eksiklik verir ve oysa bize gerçekleşen kazâya rızâ hakkında bir şey söylenmedi. Ve sıkıntı ise gerçekleşen kazâdır; o, kazânın aynı değildir (15).
Ya'nî Eyyûb (a.s.) bir nebîyy-yi zî-şan olduğu için, işin hakîkâtini bilip, ilâhi hikmetin gereği üzere, belâ vaktinde sabretti ve belirli olan vakti gelince de, illetin def’ edilmesi için duâ etti. Ve sıkıntının ferahlatılması hakkında Hakk'a duâ etmek sabıra eksiklik verir, denilmesi, zâhir âlimleri ve tahkîk makâmına ulaşamayan seyr-i sülûk ehli denilen ba’zı kişilere göre, sabrın şikâyet etmekten nefsi hapsetmek olduğu şeklinde bilindiği içindir. Oysa bizim indimize, ya'nî tahkîk ehli indinde, sabrın ta'rîfi böyle değildir. Bizim indimizde sabrın ta'rifi "Allâh'a değil, Allah'ın gayrına şikâyetten nefsi hapsetmektir." Ya'nî bir kul bir belâya tutulduğunda, onun eleminden Hakk'a şikayet ederse sabrına zarar vermez. Ancak Hakk'ın gayrına şikâyet etmeyip, nefsini zaptetmelidir. Eğer o kimse tutulmuş olduğu belâdan kendi gibi âciz bir kula şikâyet ederse, ona sabredici denilmez. Allâh'a şikâyet sabra zarar verir diyen ba’zı kimseleri perdeleyen şey budur ki, onların bakışında şikâyet eden şikâyet etmekle ilâhî kazâya râzı olmamış olur. Ya'nî onlar şikâyet eden kimseye, şikâyet ettiği vakit, ilâhî kazâya râzı olmamış gözüyle bakarlar ve onların bu bakışları kendilerini işin hakîkatinden perdeler. Oysa işin hakîkatı böyle değildir. Çünkü gerek Allâh'a ve gerek Hakk'ın gayrına olan şikâyet, şikâyet edenin kazâya râzı olmasına eksiklik vermez. Belki şikâyet eden kimse, bu şikâyeti ile kazâya değil, gerçekleşmiş olan kazâya râzı olmamış bulunur. Oysa bize gerçekleşen kazâya râzı olun diye söylenmedi ve tutulduğumuz sıkıntı ise gerçekleşmiş kazâdır. Bu da kazânın aynı değildir. Kazâ başka, makzî ya’nî gerçekleşen kazâ başkadır.
Bilinsin ki: Kazâ, Üzeyr Fassı'nda îzâh edildiği üzere, Allâh'ın eşyâda hükmüdür ve Allâh'ın eşyâda hükmü, Allâh'ın eşyâya ve eşyâda olan ilminin miktârı üzerinedir ve Allâh'ın eşyâda ilmi de bilinmiş olan nefislerinde ne hal üzere sâbit idiyseler, o bilnenlerin Hakk'a verdikleri şeyin miktârı üzerinedir. Ve Hz. Şeyh (r.a.) Fütûhât-ı Mekkiyye'lerinde buyururlar ki: "Kazâ makzînin ya’nî gerçekleşen kazânın gayrıdır; ve kazâ sâbit ayn’ların isti'dâdına dönük olan kadere uygun îcâd hükümlerinden ibârettir. Bundan dolayı kazâ, Hakk’ın fiili sıfatlarındandır ve ona rızâ farzdır ve niçin şöyle böyle kazâ etti diye Hak'tan şikâyet etmek haramdır. Fakat makzîye ya’nî gerçekleşen kazâya râzı olmak mutlaka farz değildir; belki küfür ve diğer günâhlar gibi, kazâ eserlerinin kendisinden çıkışından dolayı, mükellefin râzı olmayıp şikâyet etmesi zarûrî ve vâciptir. Mesnevî:
Tercüme: "Kazâ olması cihetinden küfre râzıyım; bu rızâ, bizim çekişmemiz ve fenâlığımız yönünden değildir."
Bu izâhlardan anlaşıldığı üzere, bir belâya tutulan kimse "Yâ Rabb, bu belâyı def' et!" diye duâ edebilir ve bu duâ Allah'a şikâyettir. Onun bu şikâyeti sabrına mâni' olmadığı gibi, Hakk'ın kazâsına râzı olmaması da demek değildir. Şikâyetçi ancak gerçekleşmiş kazâ olan belâya râzı olmamış olur ve biz gerçekleşen kazâya râzı olmakla emrolunmadığımızdan, bu râzı olmamak ayıp olmaz.
Örnek: Doktor bir hastaya fenâ kokulu bir ilâç içirmek istese, hasta doktorun bu hükmü ile ezâ duyar. Fakat onun bu hükmünün hikmet gereği olup, kendisindeki hastalığı gidereceğini bilir. Hasta bunu bilmekle berâber: "Aman doktor bey, bu ilâç pek fenâ kokuyor, benim ona tahammülüm yoktur. Ricâ ederim hastalığın giderilmesi için bu ilâçın yerine bana kullanımı daha kolay bir ilâç ver!" diye şikâyet etse, bu şikâyet doktorun hükmünden ve kazâsından değildir. Belki hasta gerçekleşmiş kazâ olan ilâca râzı olmamış olur.
Ve Eyyûb (a.s.) bildi ki, sıkıntının kaldırılması hakkında muhakkak Allah Teâlâ'ya şikâyet etmekten nefsin engellenmesinde ilâhî kahıra mukâvemet vardır ve o da şahsı ile olan cehâlettir ki, Allah Teâlâ onu, nefsinin ondan elem duyduğu bir şeye düşürdüğünde, bu çektiği elemin giderilmesi husûsunda Allah Teâlâ'ya duâ etmez; belki ona yakışan, tahkîk ehli indinde yakarmak ve kendisinden bunun giderilmesinde Allah'tan istemektir. Çünkü keşf sâhibi olan ârif indinde bu, Cenâb-ı İlâhî'den olan gidermedir. Çünkü Allah Teâlâ, muhakkak nefsini ezâ olunmakla vasfetti. Bundan dolayı “İnnellezîne yu’zûnallâhe ve resûlehu” ya’nî “O kimseler ki Allah’a ve Resûl’üne eziyet ederler” (Ahzâb, 33/57) dedi. Ve bundan daha büyük hangi ezâ vardır ki, Allah Teâlâ seni, ondan veyâhut bilmediğin bir ilâhî makâmdan gafletin ânında, bir belâya tutar, tâ ki sen O'na dönesin. Bundan dolayı O da senden onu kaldırsın da, senin hakîkatin olan muhtaçlığın geçerli ola. Netîcede de, senden onun kaldırılması hakkında, O'na talebin sebebiyle, Hak'tan ezâ kalmış ola. Çünkü sen O'nun görünen sûretisin. Oysa sen bu belânın giderilmesinde O'na dönücü değilsin* (16).
* “Oysa sen bu belânın giderilmesinde O'na dönücü değilsin” cümlesi, Dâvûd Kayserî, Bâlî, Te’vî’lü’l-Muhkem nüshalarında mevcût değildir. (A.Avni Konuk)
Ya'nî Eyyûb (a.s.) kendisine gelen hastalığın kaldırılması hakkında Allah Teâlâ hazretlerine şikâyetten nefsini tutma husûsunda, Allâh'ın kahrına karşı koymak ve mukâvemet etmek olduğunu bildiğinden, hastalığın giderilmesi hakkında Hakk'a duâ etti ve ilâhî kahıra mukâvemet ise, kişinin cehâletinden kaynaklanır ve cehâlet ile vasıflanmış olan bir kişiyi, Allah Teâlâ bir belâya tutup o kimsenin nefsi o belâdan elem duysa, kendisine elem veren bu belânın giderilmesini Hak'tan talep etmez. Çünkü belâya düşmesindeki gâye nedir ve kendisinden belânın kaldırılmasına çalışmak, kimin hakkında çalışmaktır bunu bilmez. Bundan dolayı bu, uygun bir tavır değildir. Belki tahkîk ehli olan kimse indinde o kimseye yakışan şey, yalvarmak ve kendisinden bu belânın giderilmesini Hak'tan talep etmektir. Çünkü keşf sâhibi olan ârif-i billah indinde, kulun o belâyı kendi nefsinden gidermesi, Cenâb-ı İlâhî'den gidermek olur. Çünkü Allah Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'de: “İnnellezîne yu’zûnallâhe ve resûlehu” (Ahzâb, 33/57) âyet-i kerîmesinde "Allâh'a ve Resûl’üne ezâ eden kimseler" diyerek, ilâhî nefsini "ezâ olunmakla" vasfetti ve Hakk'ın "ezâ olunmak" gibi mahlûklara âit sıfatla vasıflanması, sıfatlar ve isimler i'tibârı iledir. Zâtı i'tibârı ile bu gibi hálk edilmişlere âit sıfatlardan münezzehdir ve hattâ ahadiyye zâtı i'tibârı ile kendi sıfatlarından bile tenzîh olunur. Çünkü ahadiyyet mertebesinde bütün sıfatlar ve isimler mahv ve helâktedir; fakat sıfatlar ve isimler mertebesinde böyle değildir ve âlem sûretlerinden herbir sûret, Hakk'ın taayyün etmiş bir ismidir; ya'nî o sûretle taayyün etmiş bir isimdir ve sen o sûretlerden bir sûretsin ve senin hüviyyetin ve bâtının o isimdir ve sen o ismin zâhirisin. Bundan dolayı senin sûretinden ezâ duyucu ve elem duyucu olan Hak'tır ve sen nefsinden belânın giderilmesine çalıştığın vakit, o belâyı Hak'tan gidermeye çalışmış olursun.
Şimdi sen, Hak'tan veyâhut bilmediğin bir ilâhî makâmdan gaflet ettiğin vakit, ona dönmen için Allah Teâlâ seni bir belâya tutar ve senin dönüşün sebebiyle o belâyı senden kaldırsın da, hakîkatin olan muhtaçlığın ve acz ve kulluğun geçerli ola ve netîcede de, o belânın kaldırılması hakkında olan talebin üzerine, yukarıda bahsedildiği ve îzâh olunduğu şekilde, sen onun görünen sûreti olduğun için, Hak'tan ezâ kalkmış ola ve hâl böyle iken sen bu belânın giderilmesinde Hak Teâlâ'ya dönmeyip ben belâya sabredeceğim, diye ilâhî kahıra mukavemette bulunasın; Hakk'a bundan daha büyük hangi ezâ vardır? Bundan dolayı sen, sana gelmiş olan belânın kaldırılması için Hakk'a mürâcaat etmediğin vakit, senin taayyününden ve görünme yerinden o belâ ile elem duyucu olan Hakk'a ezâ etmiş olursun. Bu ise çok büyük bir ezâdır. Böyle olunca belâ ehli Hakk'a yakarmalı ve niyâz etmeli ve kendi sûretinde taayyün etmiş olan Hakk'a ezâdan sakınıp “İnnellezîne yu’zûnallâhe ve resûlehu” ya’nî "Allâh'a ve Resûl’üne ezâ eden kimseler (Ahzâb, 33/57) âyet-i kerîmesi ifâdesi altına dâhil olmamalıdır.
Nitekim âriflerin ba'zısı acıktı, ağladı. Bu ilimden zevki olmayan bir kimse onu azarlayarak bu konu hakkında söyledi. Böyle olunca ârif dedi ki: "Ancak beni ağlamam için acıktırdı. Gûyâ der ki, benden onun kaldırılması hakkında, O'ndan istekte bulunmam için, beni sıkıntıya düşürdü. Ve bu, benim sabredici olmama eksiklik vermez (17).
Ya'nî belâlara düşmekten gâyenin ne olduğunu ve kendisinden belânın kaldırılmasına çalışmanın kimin hakkında çalışmak olduğunu bilen âriflerden ba'zılarının karnı acıktı ve bu açlığın verdiği elemden dolayı ağladı. Ve bu yüksek fassta beyân buyrulan bilgi konusunda zevk sâhibi olmayan ya’nî bizzat yaşayarak hakîkatini idrâk etmemiş bir kimse o ârifi azarlayarak:
"Niçin Hakk'ın belâlarına karşı sabretmiyorsun?" dedi. O ârif de ona cevâben:
“Hak Teâlâ beni ağlamam için acıktırdı. Hak Teâlâ hazretleri gûyâ bana der ki: "Ben seni açlık elemine onun için tuttum ki, o elemin kaldırılması hakkında benden istekte bulunasın. Ve sen benim kulumsun; muhtaçlık ve acz, senin zâtının gereğidir. Bana ihtiyâcını arz et ki, kulluğun sâbit olsun." Bundan dolayı benim O'ndan dilenmem, sabredici olmama eksiklik vermez, dedi.
Şimdi biz bildik ki, muhakkak sabır, nefsi Allâh’ın gayrısına şikâyetten tutmaktır. Ve "gayr" ile kastım, Allah’ın vecihlerinden özel bir vecihtir; ve muhakkak Hak Teâlâ Allah’ın vecihlerinden özel bir vechi ta'yin etti; ve o da "hüviyyetinin vechi" olarak isimlendirilir. Bundan dolayı o, sıkıntının kaldırılması hakkında "sebepler" denilen diğer vecihlerden değil, bu vecihten duâ eder; ve oysa o, kendi nefsinde işin ayrıntılanışı yönünden onun gayrı değildir. Şimdi ârifin, kendinden zararın kaldırılması hakkında Hakk'ın hüviyyetinden istekte bulunması, sebeplerin hepsinin özel yönden onun aynı olmaktan onu perdelemez (18).
Ya'nî bir kimse başına gelen bir belâdan Allâh'a şikâyet ederek kaldırılması için duâ ederse, onun bu şikâyeti sabrına zarar vermez. Fakat Allah'tan gayrısına şikâyet ederse, o kimseye sabredici denmez.
Soru: Bütün mevcûtlar Hakk'ın görünen sûretleridir. Bundan dolayı vücûtta Hakk'ın gayrı bir şey yoktur ki, ona şikâyet olunsun. Şu halde Allâh'ın gayrısına şikâyet nasıl düşünülebilir?
Cevap: Cenâb-ı Şeyh (r.a.) bu soruya cevâben buyururlar ki: Ben "Allâh'ın gayrı" demekle ilâhî vecihlerden özel bir vechi kastederim. Ve bu ta'bîr ile kasıt, ister birimsel ister bütünsel olsun, taayyünler ile kayıtlanmış olan taayyün etmiş hüviyyettir; yoksa mutlak olan hüviyyet değildir.
Ve Hak Teâlâ hazretleri, kulun duâ etmesi için ilâhî vecihlerinden özel bir vechi ta'yîn ve tahsîs etti; ve o özel vecih de "hüviyyetinin vechi" olarak isimlendirilir ki, ilâhî vecihlerin hepsini toplamış olan "mutlak hüviyyet"in vechidir; ve o vech "Allah" ismidir. Bundan dolayı kul, zararın kaldırılması hakkında Hakk'a duâ edeceği vakit "Yâ Allah!" deyip, o özel veche yönelir; yoksa Allah’ın gayrı denilen ilâhî özel vecihlerden birisine yönelmez; ya'nî "sebepler" denilen diğer vecihler ile istekte bulunmaz ve duâ etmez. Ve oysa diğer vecihler denilen sebepler, o özel vechin hüviyyetinden gayrı değildir. Çünkü sebepler kendi nefsinde hüviyyet husûsunun ayrıntılanmışıdır. Ya'nî mutlak hüviyyetin vechi olan "Allah" ismi, bütün vecihlerin, ya'nî bütün isimlerin ayn’ıdır ve bu özel vechin bütün vecihlerde ayrıntılanışı, ya'nî "Allah" isminin bütün isimler ile ayrıntılanışı, kendi nefsinde ayrıntılanmasıdır. Ne kadar isimler varsa hepsi Allah isminin altında bulunmaktadır. Bu ismi, Rezzâk, Raûf, Atûf, Mu'tî, Vehhâb ve diğerleri gibi isimleriyle ayrıntılandırır isen, Allah isminin kendi nefsinde ayrıntılanması olur. Bundan dolayı Allâh'ın gayrısına şikâyetten nefsi tutmak, ilâhî vecihlerden özel bir vecih olan mutlak hüviyyetin vechine meyletmek demek olur. Ya'nî "Allah" toplayıcı ismine meyletmek olur.
İşte bu îzâhlardan anlaşılır ki, ârif, kendi nefsinden zararın kaldırılması hakkında Hakk’ın hüviyyetinden istekte bulunduğu vakit, diğer vecihler denilen sebeplerin hepsinin Hakk'ın aynı olduğunu bilir. Ve bütün vecihlerde, o özel vechi, ya'nî hüviyyetin vechini müşâhede eder; ve diğer vecihleri görmekle hüviyyetin vechinden perdelenmez. Çünkü ârifin bakışında gayrılık yoktur. Fakat ârif olmayan kimsenin bakışında gayrılık mevcûttur. Örneğin kerîm olan zengin bir şahıs, bir fakîre ihsân etse, ârif o şahsı ilâhî isimlerden bir ismin taayyün etmiş sûreti ve ilâhî vecihlerden bir vech bildiği ve o isim, toplayıcı ismin kapsamı altında bulunduğu için, onu Hakk'ın aynı görür; ve o ihsânı Hak'tan bilir. Fakat ârif olmayan, bu bilgiden perdeli oluşuyla, o şahsı Hakk'ın gayrı ve o ihsânı o şahıstan bilir. Sonuç olarak ârif, ayrıntılı oluştan ve toplu oluştan perdeye düşmez.
Ve bu bir sırdır ki, sırların üzere emîn olan Allah’ın kullarından, edeb sâhiplerinden başka kimse, onun yolunun bağlısı olmaz; çünkü Allah için "emînler" vardır ki, Allah'dan başka onları kimse bilmez; ve onların ba'zısı, ba'zısını bilir (19).
Bu bahsedilen hakîkatler, ya'nî bir belâya tutulduğu zaman, o belâ ve zararın kaldırılması hakkında "hüviyyetin vechi'' olarak isimlendirilen özel veche ve toplayıcı isim olan "Allah" ismine yönelerek "Allah’ın gayrı" ve "sebepler" denilen ilâhî özel vecihlerden birisine yönelmekle istekte bulunmamak ve fakat, sebeplerin hepsinin Hakk'ın aynı olduğunu bilmek ve sebepler ismi altında bulunan bu diğer vecihleri görmekle berâber, hüviyyettin vechinden perdelenmemek bir sırdır ki, bu sırrın yolunda ancak ilâhî sırlara vâkıf olan ve "emîn" ve Hak'la bütün hallerinde ve işlerinde edeb üzere bulunan Allah’ın kulları müdâvim ve bağlısıdır. Ve bu sırlara devâmlılık üzere riâyette bulunan onlardır. Ve Allâh'ın bu gibi sırlarını emânet ettiği kullar vardır ki, onları ancak yine kendisi bilir; ve onların ba'zısı, ba'zısını bilir. Ya'nî Hakk'ın bildirmesiyle bu gibi "emînler" birdiğerini de bilirler.
Bir gün üstâd-ı ekremim Mesnevî-han Mehmed Es'ad Dede Efendi (r.a.) hazretlerinin Kasımpaşa Mevlevîhânesi'nde, yatağa esîr oldukları bir sırada, nûr saçarak parlayan huzûrlarında oturuyor idim. Yanlarında ilâç şişeleri dizili idi. Fikrimden şu geçti: "İlâhî, senin gâfil kulların hasta oldukları vakit, başlarının ucuna ilâç şişelerini dizip onlardan şifâ isterler. Görünen sûrette âriflerin de böyle yapıyor; bunları ayırmak ne kadar güç bir iştir!" Bu fikrin gelişi tâkiben Hazret (k.s.) hemen mübârek ellerine ilâç şişelerinden birini alıp fakîre hitâben: "Bunlar örtüdür; şifâ Hak'tandır" buyurdular. Onların bu hitâbları, sebeplerin hepsinin Hakk'ın aynı olduğunu ve sebepleri görmekle hüviyyetin vechinden perdeye düşmemek lâzım geldiğini ihtâr ederek ve ârif ile gâfilin farkını fakîre anlatmak idi.
Ve muhakkak biz sana nasîhat ettik. Şimdi sen onunla amel et ve Allah Sübhânehû ve Teâlâ'dan iste! (20).
Ya'nî biz bu yüksek fassta sabrın ne demek olduğunu ve bir belâya tutulduğun vakit, o zararın kaldırılması hakkında ne yolda hareket etmek lâzım geldiğini ayrıntılı olarak beyân ederek sana nasîhat ettik. Ey edeb yolunda yürümek ve Allâh'ın "emîn" kullarından olmak isteyen ârif, sen bu nasîhatler ile amel et! Ve kendinden zararın kaldırılması hakkında hüviyyet vechinin perdeleri olan sebeplere meyletmeyip bütün ilâhî vecihleri toplamış olan Allah Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinden iste!
Ve ilâhî kahıra mukâvemet gibi bir cehâletten yakanı kurtar! Ve netîcede kulluğun dolayısıyla acz ve muhtaçlığın sâbit olsun. Beyt:
Tercüme: "Her ne kadar ma'rifet nakti, bizim deryâmız ise de, kulluk ve acz ve hayret bizim makâmımızdır."
Dostları ilə paylaş: |