Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi Ahmet Avni Konuk ÖNSÖZÜ



Yüklə 7,33 Mb.
səhifə79/90
tarix02.08.2018
ölçüsü7,33 Mb.
#65852
1   ...   75   76   77   78   79   80   81   82   ...   90

Örnek: Buz işin aslında suyun donmasından ibârettir. Suyun yapısına bir şeyin dâhil olmasıyla buz oluşmadı. Belki donma suyun geçici sıfatıdır. Şimdi bir kimse su ile buzun vücûdunu ayrı bilip her birinin ayrılığı ile hükmetse, o kimse suyun vücûduna yine suyun vücûdunu ortak kılmış olur. Bu ise tabi'ki câhilce bir hükümdür. Burada suyun zâtına perde olan şey, ancak suyun sıfatıdır.

Ve Hakk'ın "ayn"ını, O'na ortak etmenin sebebi budur ki: İşin ne hal üzere olduğunu ve şeyin hakîkatini ârif olmayan şahıs, bir olan ayn’da açığa çıkan muhtelif sûretleri gördüğü zaman, bu ihtilâfın o bir olan ayn içinde olduğunu ve ondan hâriç bir sûretin mevcût olmadığını bilmez ve o bir olan ayn makâmında bir sûreti, diğer sûrete ortak kılar. Bundan dolayı her bir sûret için bu makâmdan bir parça oluşturur, ya’nî o bir olan ayn’ı sûretlere göre parçalara ve kısımlara taksîm eder.

Ve ortaklıkta, bilinmektedir ki, muhakkak kendisinde ortaklık olan şeyden ona mahsûs bulunan husûs, ona ortak olmuş olan diğer ortağın husûsunun aynı değildir. Çünkü o diğeri içindir. Böyle olunca vücûtta hakîkat üzere ortak yoktur. Çünkü hakkında, muhakkak ikisinin arasında onda ortaklık vardır, denilen makâmdan her bir ahad ya’nî kimse kendi payı üzeredir ve bunun sebebi, ortaklar arasında birlikte kullanıldığı halde hisselere ayrılmamış olan ortaklıktır. Ve her ne kadar hisselere ayrılmamış olan ortaklık ise de, muhakkak ikisinin birisinde tasarrufu ayrımsız ortaklığı kaldırır. “Kulid’ullâhe evid’ur rahmân” ya’nî “Allah diye çağırın veya Rahmân diye çağırın” (İsrâ, 17/110) İşte bu mes'elenin rûhudur (17).

Ya’nî "Bir şeyde iki kimse ortaktır" denildiği zaman, bilinmektedir ki, o ortaklık olan şeyde her bir ortağa mahsûs birer husûs vardır ki, bu husûslar birdiğerinin aynı değildir. Ya'nî ortaklık olan bir şey üzerinde iki ortaktan birine âit olan husûs başka, diğerine âit olan husûs yine başkadır; birbirinin aynı değildir. Bundan dolayı hâlin hakîkatine bakılırsa, vücûtta ortak yoktur. Çünkü her hisse sâhibi, ortaklık olan bir şeyde, kendisine âit olan husûsa bağımsız olarak sâhiptir. Ve bir şey hakkında "İki ortak arasında ortaklık vardır" denilince, o ortaklık olan şeyden her bir ortak kendi hissesi üzeredir. Birinin hissesinden, diğeri hissedâr değildir. Bundan dolayı âlemde açığa çıkan sûretlere göre, hakîkatte ortak yoktur.

Bilinsin ki, ulûhiyyet ya’nî ilâhlık mertebesi bütün isimleri toplamış olan bir olan ayn’dır. Bir çok yerde îzâh edildiği üzere, bu çokluk sûretleri o bir olan ayn’ın isimlerinin sûretlerinden ibârettir. Her bir isim, o bir olan ayn’a delîl olması i'tibâriyle müşterektir. Fakat her bir ismin o bir olan ayn’dan bir payı vardır ki, diğer isimde o pay yoktur. Örneğin Hâdî ismindeki pay, Mudill isminde ve Fâtih ismindeki pay da Dârr isminde yoktur. Ve "Ortaklığın vücûdu vardır" denilmesinin sebebi ortaklar arasında birlikte kullanıldığı halde hisselere ayrılmamış olan ortaklıktır. Ya'nî taksîm edilmesi mümkün olmayan o bir olan ayn’da isimlerin ortaklığıdır. Çünkü herhangi bir isim alınsa, taksîm edilmesi mümkün olmayan o bir olan ayn’a işâret eder. Bununla berâber bir olan ayn, isimler arasında hisselere ayrılmamış ortaklık olmakla berâber o bir olan ayn’ın, kendi isimlerinden herhangi birisinde tasarrufu bu hisselere ayrılmamışlığı kaldırır. Ve Hak Teâlâ âlemde mutlak tasarruf sâhibidir. Bundan dolayı bir olan ayn olan ulûhiyet ya’nî ilâhlık mertebesinde hisselere ayrılmamış ortaklık, ya'nî isimlerin görünme yerlerinden ibâret olan âlem sûretlerinden her birinin kendisine âit bir hissesi yoktur ve hisselere ayrılmamış ortaklık olmayınca, ne zâhirde ve ne de hâkî­katte o bir olan ayn’da ortak yoktur.

Kulid’ullâhe evid’ur rahmân” ya’nî “Allah diye çağırın veya Rahmân diye çağırın” (İsrâ, 17/110) âyet-i kerîmesi, bu ortaklık meselesinin ve onun hakîkatinin rûhudur. Çünkü bir şey ancak kendisini terbiye eden rûhu ile tahakkuk edici olur. Ve şirk koşanların, bir olan ayn’ı sûretlere göre parçalara ve kısımlara taksîm etmek sûretiyle ispât ettikleri ortaklık ise vehimsel bir iştir. İşin aslında onun hakîkati ve rûhu yoktur. Bundan dolayı da'vâlarındaki yalancılıklarından dolayı, bu şirk koşanlar mağfiret olunmaz. Ya'nî onların vehmî olarak kendilerine âit var zannetikleri vücûtları hakkânî vücût ile örtülmez. Ve "Allah" ismi ile "Rahmân" ismi arasındaki ortaklık ise, onlardan her birisinin zâta delîl oluşundan dolayı hakîkî iştir ve o ancak bu âyetten anlaşılır. Bunu söyleyenler doğru da'vâ ile ortak ispât ettikleri için, iddiâlarının doğruluğundan dolayı, bu hakîkî müşriklerin kulluksal vücûtları, hakkânî vücût ile örtülür. Hüvallâhüllezî lâ ilâhe illâ Hû!..



Bitişi: 3 Ocak 1918, Perşembe gecesi, Saat: 04.30.



BİSMİLLAHİR RAHMÂNİR RAHİYM

-24-

BU FASS HÂRÛN KELİMESİNDE MEVCÛT OLAN “İMÂMİYYE HİKMETİ” BEYÂNINDADIR

Bilinsin ki: Dâvûd Fassı'nda da izâh edildiği üzere her bir halîfe "imâm"dır; fakat her bir "imâm" halîfe değil, belki ba'zı imâmlar halîfedir. Bundan dolayı "imâmlık" ve "halîfeliği" toplamış olan bir kimseye "halîfe" denildiği zaman, imâmlık, halîfeliğin bir ismi olmuş olur. Nitekim, buradaki imâmlık da, böylece halîfeliğin bir ismidir.İmâmlık Hak tarafından ya vâsıtasız veyâhut vâsıtalı verilir. Hârûn (a.s.)’da bu iki kısım imâmlığın her ikisi de sâbit oldu. Çünkü, Mûsâ ve Hârûn (a.s.) müşterek olarak kılıç ile zâhiri güç ile gönderildiler. Ve kılıç ile gönderilen her bir resûl Hakk'ın halîfelerinden bir halîfedir ve ülü'l-azmdendir. Diğer taraftan Hârûn (a.s.)’ın imâmlığı, Mûsâ (a.s.) tarafından kendisine verilen halîfeliği de kendisinde bulundurmuştur. İşte Hârûn (a.s.) vâsıtasız ve vâsıtalı olan iki kısım imâmlığı taşıdığı için, "imâmiyye hikmeti" Hârûn Kelimesine ilişik kılındı. Müşâhede etmek ve ihsân mertebesine ulaşılmayınca imâmlık mertebesine nâil olunmayacağı yönüyle, bu "imâmiyye hikmeti", "ihsâniyye hikmeti"ni tâkiben beyân edildi.

Bilinsin ki, muhakkak Hârûn (a.s.)’ın vücûdu, “Biz ona (ya’nî Mûsâ’ya) rahmetimizden birâderi Hârûn’u nebî olarak hibe ettik" (Meryem, 19/53) sözüyle, çok çok rahmetli hazretten idi. Bundan dolayı, onun nebîliği çok çok rahmetli hazretten oldu. Şimdi muhakkak o yaşça Mûsâ'dan dah büyük ve Mûsâ da nebîlikte ondan dah büyük idi. Ne zamanki Hârûn'un nebîliği rahmetten oldu, bunun için kardeşi Mûsâ (a.s.)’a "yâ ibn-i ümm ya’nî ey anamın oğlu" dedi. Bundan dolayı ona baba ile değil anne ile seslendi. Çünkü rahmet, baba için değil, anne için hükümde daha çoktur ve eğer bu rahmet olmaya idi, terbiye etmeye sabretmez idi. Daha sonra “lâ te’huz bi lıhyetî ve lâ bi re’sî” ya’nî “Sakalımı ve saçımı çekme” (Tâhâ, 20/94) ve ”fe lâ tuşmit biyel a’dâe” ya’nî “düşmanlarımın yüzlerini güldürme” (A'râf, 7/150) dedi. Şimdi bunun hepsi rahmetin nefeslerinden bir nefestir (1)

Ya'nî Hârûn (a.s.)’ın vücûdu, “Ve vehebnâ lehü min rahmetinâ ehâhu hârûne nebîyyâ” (Meryem, 19/53) ya'nî "Biz rahmetimizden Mûsâ'ya; kardeşi Hârûn’ı nebî olarak hibe ettik" âyet-i kerîmesi gereğince, rahamût ya’nî çok çok rahmetli hazretten idi ve "rahamût" rahmetin mübâlağasıdır. Nitekim, melekler âlemine "melekût" ve mücerredler âlemine de “ceberût” denilir. Ve Hz. Hârûn'un nebîliği ancak rahmetten doğmuş idi. Çünkü Mûsâ (a.s.) karakter olarak haşîn ve dîn yönünden aşırı katı idi. Konuşması da çok açık ve anlaşılır değildi. Hz. Hârûn ise, güzel ve sâkin bir ahlâk ve açık ve anlaşılır bir lisân sahibi olduğundan, karakteri ve açık ve anlaşılır konuşması ile da'vet işinde kendisine yardımcı olması ve da’vetin daha iyi anlaşılabilmesi için, Mûsâ (a.s.) kardeşi Hârûn (a.s.)’ın da'vette iştirâkini Hak'tan talep etti. Nitekim, Kur'ân-ı Kerîm'de cenâb-ı Mûsâ'dan naklen beyân buyuruluyor:

(Tâhâ, 20/25-35)

“Kâle rabbişrah lî sadrî. Ve yessir lî emrî. Vahlül ukdeten min lisânî. Yefkahû kavlî. Vec’al lî vezîren min ehlî. Hârûne ahî. Uşdud bihî ezrî. Ve eşrikhu fî emrî. Key nusebbihake kesîrâ. Ve nezkureke kesîrâ. İnneke künte binâ basîrâ.”

“Rabbim benim göğsümü genişlet.” dedi. Ve bana işimi kolaylaştır. Ve dilimden düğümü çöz. Sözlerimi idrâk etsinler. Ve âilemden bana bir yardımcı kıl. Kardeşim Hârûn. Onunla, gücümü artır. Ve onu, işimde bana ortak kıl. Seni, çok tesbîh etmemiz için. Ve Seni, çok zikredelim. Muhakkak ki Sen, bizi görensin.”

Bundan dolayı Hz. Hârûn'un da'vet işinde ve nebîlikte iştirâki Hz. Mûsâ'ya Hak'tan rahmet oldu. Ve Hz. Hârûn cenâb-ı Mûsâ'dan yaşça büyük idi. Fakat nebîlik i'tibârı ile Hz. Mûsâ, ondan büyük idi. Çünkü onun nebîliği asâleten ve Hz. Hârûn'un nebîliği ise iştirâken idi. Bundan dolayı Hz. Hârûn, küçük kardeşi olan cenâb-ı Mûsâ'ya kardeşlik rahmeti kâidesince, nebîlikle iştirâk etmesinde önce de rahîm idi. Fakat nebîliğinin olmayışı dolayısıyla davette yardımcı değil idi. Onun için Mûsâ (a.s.) “Ve eşrikhu fî emrî” (Tâhâ, 20/32) ya'nî "Onu benim da'vet işimde ortak kıl!" münâcâtıyle Hak'tan da'vet işinde de onun kendisine yardımcılığını talep etti. Bundan dolayı Hârûn (a.s.)’ın vücûdu hem hálk ediliş olarak hem de da’vet olarak Hz. Mûsâ'ya rahmet oldu. Ve cenâb-ı Hârûn'un nebîliği, rahmet hazretinden gerçekleştiğinde, kardeşi Mûsa (a.s.)’a "Yâ ibn-i ümm" ya'nî “Ey anamın oğlu” diyerek annesinin aracılığı ile hitâp etti. Ana ve baba bir kardeş oldukları halde Hz. Hârûn'un babası vâsıtasıyla seslenmeyip de bu şekilde hitâp etmesi, kendi vücûdunun rahmet hazretinden olmasından dolayıdır. Çünkü tabîî rahmetlerin en mükemmeli, annelik rahmetidir. Ve çünkü rahmet hükümde baba için değil, ana için daha çoktur. Ve eğer o tabîî rahmet, anada mevcût olmasaydı, çocuğunu terbiye etmek gibi, gâyet ağır bir vazîfenin yerine getirilmesine sabretmezdi. Çünkü gece uykularını fedâ etmek ve onun vakitli vakitsiz kirlerini temizlemek ve türlü eziyetlerine tahammül etmek, ancak merhametin üste çıkmasıyla olur. Bu tabîî merhamet olmasa, annenin bu azâba tahammül etmesi imkânsızdır. İşte Hârûn (a.s.) zâtî ve tabîî rahmet ile kendisine ülfet etmiş olan annesinin ismiyle Hz. Mûsâ'ya hitâp ettikten sonra: "Sakalımı ve saçımı tutma!" (Tâhâ, 20/94) ve "Düşmanlarımı güldürme!" (A'râf, 7/150) dedi. Çünkü Mûsâ (a.s.) Tûr'a gidip kavmin içinde bulunmadığı zaman, Tâhâ sûre-i şerîfesinde beyân buyurulduğu üzere, Benî İsrâil, Sâmirî'nin i'mâlâtı olan buzağıya tapmaya başlamışlar ve Hârûn (a.s.) Benî İsrâil arasına nifak düşeceği korkusuyla onları buzağıya tapmaktan men' etme konusunda aşırı bir şekilde üstelememiş ve Hz. Mûsâ'nın dönüşünü beklemiş idi. Mûsâ (a.s.) Tûr'dan döndüğü zaman, Benî İsrâîl'i bu halde görünce gazab edip: "Bunları bu halden niçin men' etmedin? "diye kendisinden yaş olarak büyük olan cenâb-ı Hârûn'un saçını ve sakalını tutup çekmiş idi. Bundan dolayı cenâb-ı Hârûn, Hz. Mûsâ"nın gazabına karşı, rahmetin gereklerinden olan ma’nâlar ile hitâp etti. Şu halde onun bu sözü Mûsâ (a.s.) için, rahmânî rahmet nefeslerinden bir nefes oldu.

Ve bunun sebebi, levhâlardan, onun iki elinde olan şeye bakmakta sebât etmeyişidir ki, ellerinden onları attı. Eğer onlara sâbit bir bakış ile baksaydı, onlarda hüdâ ve rahmeti bulur idi. Şimdi hüdâ, bu gerçekleşen olaydaki husûsun beyânı idi ki, Hârûn'un kusurunun olmadığı bir şeyden dolayı Mûsâ'yı öfkelendirdi. Ve rahmet, kardeşine idi. Şimdi büyüklüğü ve ondan daha yaşlı olması ile berâber, kavminin önünde onun sakalını tutmaz idi. Bundan dolayı bu, Hârûn’dan Mûsâ (a.s.)’a şefkat oldu; çünkü Hârûn’un nebîliği Allah'ın rahmetindendir. Böyle olunca ondan ancak bunun benzeri çıkar (2).

Burada gerek A'râf sûresinde ve gerek Tâhâ sûresinde haber verilen olayın özet olarak beyânı gerekti. Bilinsin ki, Mûsâ (a.s.) Tûr'a gittiği zaman, onun ümmetinin fertlerinden biri olan Sâmirî, keşf yolu üzere, ata binmiş olduğu halde Cebrâîl (a.s.)’ın cisimlenmiş sûretini müşâhede etmiş ve onun atının bastığı yerden bir avuç toprak almış idi. Sâmirî, Sâmire kabîlesine mensûp Mûsâ b. Zafer isminde bir şahıstır. Daha sonra bu şahıs, Hz. Mûsâ tarafından vekîl olarak bırakılan Hârûn (a.s.)’a mürâcaatla "Beni İsrâîl, Mısır'dan çıkışlarından önce, kıbtîlerden düğün ve bayram için ödünç aldıkları küpe, gerdanlık ve bilezik v.s. benzeri değerli eşyâları aralarında alıp satıyorlar. Bu hal ödünç alınmış mallarda tasarruf demek olup bu şekilde devâm etmesi uygun değildir. Bunların hepsini toplayıp yakalım" dedi. Hârûn (a.s.) bu meşrû' teklîfi uygun buldu. Bu değerli eşyâların hepsini toplayıp Sâmirî eritti ve kendisinin kuyumculukta ustalığının da olmasıyla bu ma'denden bir buzağı şekli i'mâl etti. Ve eritme işlemi esnâsında aldığı bir avuç toprağı o eriyiğe karıştırdı. O buzağıdan ses çıktı. Çünkü Sâmirî Hz. Cibrîl'in hayât sıfatının mazharı olduğuna keşf yoluyla vâkıf olmuş olduğundan, onun atının bastığı yerde de bu hayât sırrının sirâyet etmesini idrâk etmiş idi. Benî İsrâîl'in senelerden beri ünsiyyet alışmış oldukları putperestlik meylinden istifâde ederek Beni İsrâil'e "İşte bu sizin ve Mûsâ'nın ilâhıdır" diye onları dalâlete düşürdü ve ayarttı ve onlar da bu buzağıya tapmaya başladılar. Hârûn (a.s.) her ne kadar onlara "Ey insanlar, bu buzağı sebebiyle fitneye düştünüz; buna tapmayın, sizin Rabb'iniz Râhmân'dır. Bana tâbi' olun; ve benim emrime itâat edin!" dedi ise de onlar: "Biz Mûsâ dönünceye kadar, mutlaka buzağıya tapmaya devâm edeceğiz" diye cevap verdiler.

Mûsâ (a.s.) Tûr'da iken Hak Teâlâ hazretleri ona: “fe innâ kad fetennâ kavmeke min ba’dike ve edallehümüs sâmiriyy” (Tâhâ, 20/85) ya'nî "Senden sonra biz kavmine fitne ilkâ ettik ve Sâmirî onları dalâlete düşürdü" buyurdu. Mûsâ (a.s.), gazab ve hüzün ile kavmine dönüp olanları gördüğünde: "Benden sonra ne fenâ amel ettiniz" deyip Tûr'dan getirdiği Tevrât levhâlarını hiddetle elinden yere attı. Ve cenâb-ı Hârûn'un saçından ve sakalından tutup çekti. Hârûn (a.s.) da yukarıda anlatıldığı şekilde Mûsâ (a.s.)’ın gazabına karşı rahmetin gereklerinden olan ma’nâlar ile hitâp edip cevâp verdi. Rivâyet edilir ki Tevrât levhaları parçalara ayrılmış olarak yedi parça idi. Cenâb-ı Mûsâ'nın hiddetle elinden atmasından sonra altı parçasını yerden kaldırdı ve bir parçası yerde kaldı. “Ve lemmâ sekete an mûsel gadabu ehazel elvâha, ve fî nushatihâ hüden ve rahmetün lillezîne hüm li rabbihim yerhebûn” ya’nî “Ve Mûsâ’nın öfkesi yatışınca levhaları aldı. Onun (bir) nüshasında hüdâ ve rahmet vardır. Ve o, Rab'lerinden korkan kimseler içindir” (A'râf, 7/154) âyet-i kerîmesinde beyân buyrulduğu şekilde, Hz. Mûsâ'nın gazabı geçtiğinde, yere attığı levhaları yine eline aldı. Ve bu kalan levhalarda hüdâ ve rahmet yazılı idi.

Şimdi Hz. Mûsâ'nın kardeşi cenâb-ı Hârûn'a karşı olan gazabının gözükmesinin sebebi, elinde olup yere attığı levhaların içeriğine dikkâtli bir bakışla bakmaması oldu. Çünkü fikri, ilâhi haberler üzerine kavminin dalâlet hâli ile meşgûl idi. Ve fikir bir şeyle meşgûl olduğu zaman, göz gördüğü şeye tamâmıyla konsantre olmaz. Bundan dolayı Mûsâ (a.s.) eğer levhalara dikkâtli bir bakış ile baksa idi, levhalarda yazılı olan hüdâ ve rahmeti görür ve Hârûn (a.s.) üzerine gazab sıfatıyla gözükmezdi. Çünkü levhalarda yazılı olan hüdâ Hz. Mûsâ'yı gazablandıran gerçekleşen olaydaki husûsun beyânı idi. Ve gerçekleşen olaydaki husûs ise Hz. Hârûn'un Benî İsrâîl'i dalâlete düşürmekten yana suçsuz olması idi. Çünkü kavminin Sâmirî tarafından dalâlete düşürüldüğü Hak tarafından kendisine haber verilmiş ve şu halde, cenâb-ı Hârûn'un bu husûsta aslâ bir katkısı olmamış ve hüdâ yolu ise hakedenlerin cezâlandırılmasını gerektirmiş iken, Mûsâ (a.s.)’ın levhalara dikkatle bakmayıp hüdâyı görmemesi gazab göstermesine sebep oldu. Ve aynı şekilde levhalarda yazılı olan rahmet dahi kardeşine olan rahmet idi. Eğer levhalara dikkâtle baksaydı, kavminin huzûrunda kendinden daha yaşlı olan cenâb-ı Hârûn'un büyüklüğü ile berâber sakalından tutmaz idi. Bundan dolayı bu "Ey anamın oğlu, benim sakalımı ve saçımı tutma!" (Tâhâ, 20/94) ve "Benim düşmânlarımı güldürme!" (A'râf, 7/150) sözü cenâb-ı Hârûn'dan Mûsâ (a.s.)’a şefkat oldu. Çünkü Hz. Mûsâ'nın bu tutup çekmesi sebebiyle onun düşmanlarının cenâb-ı Mûsâ'ya ileri geri konuşmaları muhtemel idi. Cenâb-ı Hârûn, Mûsâ (a.s.)’ın düşmanlarının kendi yüzünden gülmelerini istemedi. Bu, Hz. Mûsâ'ya onun şefkâtidir. Ve Hârûn'un nebîliği Allâh'ın rahmetinden olduğu için, Hz. Mûsâ'ya levhalarda olan rahmet ile konuştu ki, ondan ancak rahmet ve şefkate bağlı bir söz çıkar.

Daha sonra cenâb-ı Hârûn, Hz. Mûsâ’ya: “haşîtu en tekûle ferrakte beyne benî isrâîle” (Tâhâ, 20/94) ya’nî "Ben senin Benî İsrâîl arasına nîfak düşürdün demenden korktum ki, sen beni onların nîfakına sebep kılarsın" dedi. Çünkü buzağıya tapmak onların arasına ayrılık düşürdü. Sâmirî'ye tâbi’ olarak ve ona taklît ederek, onlardan buzağıya tapanlar oldu. Ve bunun hakkında kendisine sorulmak üzere, Hz. Mûsâ'nın onlara dönüşüne kadar, buzağıya ibâdet etmekte tereddütte olanlar oldu. Bundan dolayı Hârûn (a.s.), onların arasındaki ayrılık kendisine bağlanır diye korktu (3).

Ya'nî Hz. Mûsâ, cenâb-ı Hârûn'a “yâ hârûnu mâ meneake iz reeytehum dallû. Ellâ tettebiani, e fe asayte emrî” (Tâhâ 20/92-93) ya'nî "Ey Hârûn, mâdem ki sen onların dalâlete düştüklerini gördün; bana tâbî olmaktan seni engelleyen ne idi? Yoksa bana âsi mi oldun?" dediğinde, Hârûn (a.s.) "yebneumme lâ te’huz bi lihyetî ve lâ bi re’sî” (Tâhâ, 20/94) ya'nî "Ey anamın oğlu, benim sakalımı ve saçımı tutma!" dedikten sonra “innî haşîtu en tekûle ferrakte beyne benî isrâîle” (Tâhâ, 20/94) ya’nî “Gerçekten ben, senin, “İsrâiloğulları arasında fırkalar oluşturdun” demenden korktum” dedi. “Sen beni onların nîfakına sebep kılarsın" sözü, Kur'ân-ı Kerîm'de cenâb-ı Hârûn'dan nakledilen sözlerden biri değildir; Fusûs'un ibâresidir.Hz.Şeyh (r.a.) “ferrakte beyne benî isrâîle” ya’nî “İsrâiloğulları arasında fırkalar oluşturdun” sözünü îzâh için söylemiştir. Çünkü Sâmirî buzağıyı i'mâl ettiği zaman Beni İsrâîl’e: “hâzâ ilâhuküm ve ilâhu mûsâ” (Tâhâ, 20/88) ya'nî "İşte bu sizin ve Mûsâ'nın ilâhıdır" demiş ve Benî İsrâîl fikren iki fırkaya ayrılarak, bir fırkası ânında Sâmirî'ye tâbi' olup onu taklîd ederek buzağıya tapmaya başlamış ve bir fırkası da Hz. Hârûn'un engellemesi üzerine “Kâlû len nebreha aleyhi âkifîne hattâ yercia ileynâ mûsâ” (Tâhâ, 20/91) ya'nî "Biz Mûsâ bize dönünceye kadar her halükârda ona tapmaya devâm edeceğiz" deyip buzağının hakikâten kendilerinin ve Mûsâ'nın ilâhı olup olmadığını, Hz. Mûsâ'nın dönünce kendisinden sormak şartıyla buzağıya ibâdette duraklamışlar ve tereddüt etmiş idi. Ya'nî bir kısmı şeksiz şüphesiz ve bir kısmı da şüphe ile o yapılan ilâha taptılar. Bu ise, kavgayı ve hattâ kan akmasını gerektirebilecek bir fırkalaşma idi. Hârûn (a.s.)’ın nebîliği Allâh'ın rahmetinden olduğu için “innemâ futintüm bihî ve inne rabbekümür rahmânu fettebiûnî ve etîû emrî” (Tâhâ, 20/90) ya'nî "Bu buzağı sebebiyle fitneye düştünüz; oysa sizin muhakkak Rabb'iniz Rahmân'dır. Bana tâbi' olun ve benim emrime itâat edin!" demekle yetinip aralarında kavga çıkmasından ve kan akmasından ve bu şekilde çok büyük ayrımların olmasından korktuğundan dolayı engellemesinde aşırıya gitmedi ve onlara olan bu hitâbı da rahmeti barındırmaktadır. Çünkü “inne rabbekümullah” ya’nî “Rabb'iniz Allah'tır” demedi, “rabbekümür rahmânu” ya’nî “Rabb'iniz Rahmân'dır” dedi. Çünkü “Allah” bütün isimleri toplamış olduğundan kahır ile de tecellî edici olur ve “Rahmân” ise, rahmetle tecellî edicidir.

Ve Mûsâ (a.s.) işi, Hârûn'dan daha iyi bilirdi. Çünkü muhakkak Allah Teâlâ'nın kendisinden gayrı bir şeye ibâdet olunmamasını kazâ eylediğini bildiğinden dolayı, buzağıya tapanların ne şeye ibâdet ettiklerini bildi. Ve Allah Teâlâ bir şeye hükmetmiş olmasın ki, illâ o şey gerçekleşmiştir. Böyle olunca Mûsâ'nın, kardeşi Hârûn’a öfkesi, onun inkârında ve daha geniş düşünmemesindeki husûstan dolayı oldu. Çünkü ârif, Hakk'ı her şeyde müşâhede eden, belki onu her şeyin “ayn”ı gören kimsedir. Şimdi Mûsâ, her ne kadar yaşça ondan küçük idiyse de, Hârûn'u ilim terbiyesi ile terbiye ederdi (4).

Ya'nî Mûsâ (a.s.) “yâ hârûnu mâ meneake iz reeytehum dallû” ya’nî "Ey Hârûn, mâdem ki sen onların dalâlete düştüklerini gördün” (Tâhâ, 20/92) hitâbıyla Hârûn (a.s.)’ın saçını ve sakalını tuttu ve onun gazabı görünüşte buzağının ilâh olmasını inkâr yoluyla oldu.Ve nitekim Hârûn (a.s.) da, Hz. Mûsâ'nın gıyâbında buzağının ilâh olmasını inkâr etmiş idi. Ve zâhir ilmine göre onun ilâh olmasını inkâr etmek pek normal bir haldir. Fakat Mûsâ (a.s.)’ın, işin hakikâtini Hz. Hârûn'dan daha fazla bilişi yönüyle, cenâb-ı Hârûn'un buzağıya ibâdeti inkâr ettiğini gördüğü ve bu ise hakîkât ilmine aykırı olduğu için, gazabının bâtınî sebebi bu idi. Çünkü Hz. Mûsâ, Allah Teâlâ'nın kendisinden gayrı bir şeye ibâdet olunmamasına hükmettiğini bildi. Bundan dolayı buzağıya tapanların ne şeye taptıklarını bildi. Ve Allah Teâlâ neye hükmetmiş ise o şey muhakkak olur. Onun hükmünün tersinin ortaya çıkması ihtimâli yoktur. Oysa Allah Teâlâ “Ve kadâ rabbüke ellâ ta’budû illâ iyyâhu” ya’nî “Rabb’in kendisinden başkasına ibâdet edilmemesine hükmetti” (İsrâ, 17/23) âyet-i kerîmesinde beyân buyurduğu üzere, kendisinden başka bir şeye ibâdet olunma­masına hükmetti.

Soru: Denildi ki: "Allah Teâlâ kendisinden başkasına ibâdet olunmamasına hükmetti ve onun hükmettiği şey muhakkak olur." Oysa mecûsîler ateşe ve putperestler taştan ve tahtadan i'mâl ettikleri birtakım süretlere ve diğer kavimler de hayâl ettikleri sûretlere taparlar. Bu hal ilâhî hükmün gerçekleşmesinin tersine değil midir?

Cevâp: Nûh Fassı'nda îzâh edildiği ve ayrıntılı olarak anlatıldığı üzere, bütün eşyâ ilâhî isimlerin görünme yerleridir. Ve onların vücûdu, mutlak vücûdun kayıtlanmasından ve taayyününden ibârettir. Bundan dolayı putperestlerin taptıkları putlar dahi Hakk'ın mutlak vücûdunun kayıtlanması ve taayyünü olduğundan putperestler, onlara tapmakla Hakk'ın dışında birşeye tapmış olmazlar. Çünkü vücûdda O'ndan gayrı bir şey yoktur. Bundan dolayı ibâdet eden biri, ibâdet için hangi bir şeye yönelse, o ibâdet, hakikâtte Allah Teâlâ'ya dönük olur. Onların küfrü ancak mutlak olan Hakk’ı kayıtlamaktan ve sınırlamaktan kaynaklanmaktadır. İşte Sâmirî tarafından ilâh olarak edinilen buzağıya ibâdet dahi bu türdendir. Şu halde ne şeye ibâdet olunursa olunsun, Allah Teâlâ'nın kendisinden gayrısına ibâdet olunmaması hakkındaki hükmüne aykırı bir hâl gerçekleşmez.

Şimdi Mûsâ (a.s.)’ın kardeşi Hârûn (a.s.)’a karşı olan azarlaması onun buzağıya ibâdet edilmesine olan inkârından ve daha geniş düşünememesinden olan husûstan dolayı oldu. Çünkü ârif olan kimse Hakk'ı her şeyde görür ve belki Hakk'ı her şeyin "ayn"ı olarak müşâhede eder. Bundan dolayı Mûsâ (a.s.), ondan yaşça küçük olmakla berâber, daha ârif olduğu için, Hârûn (a.s.)ı ilim terbiyesi ile terbiye eder idi.



Soru: Hârûn (a.s.) nebîlik işinde Mûsâ (a.s.)’ın ortağı olduğu halde, Benî İsrâîl buzağıya ibâdet ettikleri vakit, onun onlara inkârı ve buzağı ibâdetini havsalasına sığdıramaması, hâlin hakikâtine vâkıf olmamayı îcâb eder. Oysa bundan bir nebîyy-i zîşâna ilâhî bilgide noksanlık isnâd edilmesi lâzım gelir?

Cevap: Üzeyr Fassı'nda da geçtiği üzere, nebîlik velâyetin zâhiri ve velâyet, nebîliğin bâtınıdır. Ve bir nebîye risâlet ilminden ümmetinin isti'dâdı kadar verilir; ne fazla ve ne de noksandır. Bundan dolayı risâlet ilminde nebîlere noksan isnâd edilmesi aslâ câiz değildir. Nitekim, Hârûn (a.s.)’ın buzağı ibâdetine inkârı nebîliği dolayısıyla kemâldir. Fakat hakikât ilmi, ki nebîler (aleyhimû's-selâm) buna velâyet yönleriyle vâkıf olurlar, bu ilâhî bilgiye vâkıf oluşlarının olmayışı câiz olur ve Kur'ân-ı Kerîm'de beyân buyurulan Mûsâ ve Hızır (aleyhime's-selâm) kıssası bu câiz olmanın delîlidir. Ve nebîler (aleyhimü's-selâm) “Tilker rusulü faddalnâ ba’dahüm alâ ba’din” ya’nî “İşte Biz, o resûllerden bir kısmını, diğerlerinin üzerine faziletli kıldık” (Bakara 2/253) âyet-i kerîmesi gereğince bir kısmı diğerleri üzerine faziletli olduklarından, Mûsâ (a.s.) yaşça küçük olmakla berâber, hâlin hakikâtine Hârûn (a.s.)dan daha ârif idi.

Ve bunun için Hârûn, ona dediğini dedikde, Sâmirî'ye döndü. Ona “Kâle fe mâ hatbuke yâ sâmiriyy” (Tâhâ. 20/95) yânî "Ey Sâmirî, murâdın nedir?" dedi ki, buzağı sûretine tahsîs ederek dalâlete düşürmekten yaptığın şeyde şânın nedir? Ve kavmin değerli takılarıyla bu heykeli yapmandan murâdın nedir? Tâ ki malları yönünden onların kalblerini ele geçirdin, demektir. Çünkü İsâ (a.s.) Beni İsrâîl'e: "Ey Benî İsrâîl, her insanın kalbi malının tarafındadır. Bundan dolayı siz mallarınızı semâda farz edin ki, kalbleriniz semâda olsun" dedi. Oysa ancak kalbler, bizzat tabîî bir şekilde ona mâil ya’nî meyilli olduğundan dolayı mala "mal" denildi. Böyle olunca kalbde ona ihtiyaçtan dolayı, o mal kalblerde çok büyük bir istenilendir (5).

 Ya'nî Mûsâ (a.s.) Hârûn (a.s.)ı ilim terbiyesi ile terbiye ettiği için, cenâb-ı Hârûn Hz. Mûsâ’ya onun gazabına karşı “yebneumme lâ te’huz bi lıhyetî” ya’nî “Ey annemin oğlu! Sakalımı ve başımı tutup çekme” (Tâhâ, 20/94) sözünü söylediği zaman, Mûsâ (a.s.) Sâmirî'ye dönüp ona: Ey Sâmirî şânın ve murâdın nedir?" ya'nî "Mutlak İlâh’ın ibâdetinden özellikle buzağı sûretinde kayıtlı ilâha ibâdetine geçmen olan bu putta murâdın nedir?

Ve kavmin değerli takı ve ziynetlerinden bu heykeli, ya'nî kesîf cismi yapmandan amacın nedir? Tâ ki onların kalblerini mallarından dolayı ele geçirdin" dedi. Çünkü insanın kalbi malının bulunduğu tarafa meyillidir. Sâmirî de buzağıyı Benî İsrâîl'in elindeki değerli takılardan i'mâl ettiği için, onların kalbleri malları olan buzağı tarafına meyletti. Çünkü İsâ (a.s.) Benî İsrâîl'e hitâben: "Her bir insanın kalbi, malının bulunduğu taraftadır. Böyle olunca siz mallarınızı semâda, ya'nî yücede farz edin; tâ ki kalbleriniz semâya, ya’nî yüceye, meyilli olsun" buyurdu. "Semâ"dan kasıt, ilâhî isimler semâsı ve "mal"dan kasıt da, isimlerin hazînelerinde gizli olan ilâhî tecellîler ve lütuflardır.

Oysa mala "mal" denilmesi ancak kalblerin bizzât, tabîî bir şekilde ona meylilli olmasından dolayıdır. Nitekim, "mâl canın yongasıdır" atasözü meşhûrdur. Bundan dolayı kalbde mala ihtiyâç hissi bulunduğu için, o mal kalblerde çok büyük bir istenilendir. Bosnevî ve Ya'kûb Han nüshalarında يميل القلوب اليه بالعادة ve Kâşânî, Bâli Efendi ve Dâvûd-ı Kayserî ve Tevîl-i Muhkem nüshalarında اليه بالعبادة şeklinde yazılıdır. Bu şekillere göre ma'nâ: "Oysa mala "mal" denilmesi, ancak kalblerin bizzât ibâdetle ona meyilli olmasından dolayıdır" olur. Çünkü mala meyledip onun tasarrufu altında bulunanlar mâlın kullarıdır. Ve mala kulluk etmeyi kabûl ile Hakk’ın ibâdetinden uzaklaşanlar pek çoktur.

Ve sûretlerin dâimiliği yoktur. Bundan dolayı eğer Mûsâ, onu yakmakla acele hareket etmese idi, buzağı sûretinin bozulması kaçınılmazdır. Şimdi onun üzerine gayret üstün geldi; onu yaktı. Daha sonra o sûretin külünü denize savurdu ve ona "İlâhına bak!" dedi. Şimdi onun ilâhî görünme yerlerinden bir yer olduğunu bildiğinden dolayı, tenbîh yoluyla öğretmek için, ona "ilâh" dedi. “Biz onu elbette yakarız” (Tâhâ 20/97) dedi (6).

 Ya'nî Beni İsrâîl kesîf sûretlerin hiç birisinde dâimilik olmadığını ve bundan dolayı, o sûretlerden birisi olan buzağının sûretinin de fânî olduğunu bildikleri halde, sâdece mallarından i’mâl edilmiş olduğu için, kalbleri o sûrete meyledip taptılar. Ve pek tabîîdir ki sûretlerin dâimi-liği yoktur. Eğer Mûsâ (a.s.) o buzağı sûretini yakıp imhâ etmek husûsunda acele etmeseydi bile, âlemin diğer sûretleri gibi mutlakâ o sûret dahi ergeç kendi kendine bozulup gidecek idi. Fakat Mûsâ (a.s.) üzerine gayret üstün geldiği için, onun imhâ edilmesi husûsunda acele edip o sûreti ateşte yaktı. Ve yaktıktan sonra onun külçe külçe olan külünü denizin içine savurdu. Çünkü Benî İsrâîl'in isti'dâdı "tenzîh"i gerektirmekteydi. Bundan dolayı Mûsâ (a.s.)’ın getirdiği şerîat dahi tenzîh üzerine idi. Ve tenzih ise, Kur'ân'ın ilmini değil, Furkân’ın ilmini gerektirir. Ve Kur'ân ilmi tenzîhde teşbîhi ve teşbîhde tenzîhi gerektirir. İşte Mûsâ (â.s.)’ın meşrebinde tenzîh gâlip olmakla, kendisine gayret ya'nî buzağı sûretinin Hakk'ın gayrı olduğu ve Hakk'ın o sûretten münezzeh bulunduğu düşüncesi üstün gelerek, o sûretin imhâ edilmesinde acele etti ve onu yaktı. Ve Mûsâ (a.s.)’a bu tenzîh ve gayret üstün gelmekle berâber, buzağı sûretinin ilâhî görünme yerlerinden bir görünme yeri olduğuna da ilmi var idi. Fakat bu teşbîh yönü gâlip değil idi. İşte bu hakîkati de tenbîh yoluyla öğretmek için Sâmirî'ye hitâben “vanzur ilâ ilâhikellezî zalte aleyhi âkifen, le nuharrikannehu” (Tâhâ, 20/97) ya'nî "Israrla taptığın ilâhına bak ki, biz onu elbette yakarız" dedi. Ve o buzağı sûretini "ilâh" ile isimlendirdi. Ve onun buzağı sûretini yakmasının hikmetine gelince:

 Çünkü Allah Teâlâ’nın onu insana itâatkâr kılışı yönüyle, insanın hayvâniyyeti için, hayvanın hayvâniyyetinde tasarruf vardır. Ve bu husûs böyle iken halbuki buzağının aslı hayvândan değildir. Bundan dolayı itâat etmesinde hayvandan daha fazla kolaylığı vardır. Çünkü hayvanın gayrıdır. Onun için irâde yoktur. Belki iş, onun hiç i’tirâzı olmaksızın kendisinde tasarruf eden kimsenin hükmüyledir (7).

 Ya'nî Allah Teâlâ’nın, hayvanın hayvâniyyetini insana itâatkâr kılışı yönünden, insanın hayvâniyyeti için hayvanın hayvâniyyetinde tasarruf vardır. Nitekim, Hak Teâlâ hazretleri “Ve sahhare leküm mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ardı” (Câsiye, 45/13) ya'nî "Göklerde ve yerde olan mahlûkâtı sizin için emre âmâde kıldı" buyurur. İnsan türü yeryüzündeki mahlûkların hepsinde tasarruf etmekle berâber, gökte uçan kuşları da hükmüne itâatkâr kılar. Ve günümüzde görüldüğü üzere bilimdeki ilerlemeler sebebiyle gökte uçar ve sun’i bulutlar oluşturur. Ve insan-ı kâmilin ve his ehlinden olan noksan insanın yerde ve gökte başka türlü tasarrufları dahi vardır ki, erbâbının ma'lûmudur.

 Buzağı üzerindeki tasarrufa gelince: Onun aslı hayvan cinsinden değildir. Ma’denden ibâret olan ziynetlerden yapılmış bir sûrettir ve hayvanın gayrıdır. Bundan dolayı insanın elinde hayvândan daha fazla emre âmâdedir. Çünkü onun hayvan gibi irâdesi olmadığı için, insan onu ne şekil ve vaziyete koysa, aslâ kendisinden aykırı bir şey gözükmeksizin onun tasarrufuna tâbi' olur. Bundan dolayı ma’denlerin boyun eğme ve teslimiyet husûsunda hayvandan daha fazla kolaylığı vardır. Oysa insanın hayvâniyyeti, hayvanın hayvâniyyetinde de tasarruf ederse de, hayvanın irâdesi olduğu için, insanın tasarrufuna muhâlefet eder. Ve insan, hayvanı birtakım âletler ve aldatmaca ve tuzaklar ile zabtedip, onu kendi irâdesi çerçevesinde hareket etmeye bırakmaz. İşte insanın hayvâniyyeti, hayvanın hayvâniyyetinde tasarruf edici olunca, aslı hayvan cinsinden olmayan buzağı üzerinde elbette onun hiçbir i’tirâzı olmaksızın istediği şekilde tasarruf eder; çünkü o ma’dendir. Bundan dolayı Mûsâ (a.s.) hayvan hakkında revâ görmeyeceği bir tarz ile ya'nî yakmak sûretiyle buzağıyı imhâ etti. Gerçi Mûsâ (a.s.) onu kırıp parçalamak sûretiyle de imhâ edebilirdi. Fakat yakarak imhâ etmeyi uygun gördü. Çünkü Mûsâ (a.s.), nûrânî tecellîyi âteş süretinde müşâhede etmiş idi. Ve ona ateş sûretinden gördüğü ağaçtan “innî enallâhu” ya’nî “Muhakkak ben Allah’ım” (Kasas. 28/30) hitâbı gelmiş idi. Nitekim Hz. Mevlânâ (r.a.) buyurur. Beyt:

Tercüme:

"Sen ol bir nûrsun Mûsâ’ya derdin

Hudâyım ben, Hudâyım ben, Hudâyım"

 Ve diğer bir beyt-i şerîflerinde de kendilerine olan bu tecellîye işâret olarak buyururlar. Beyt:

 Tercûme:

Ateşten ağacı gördüm, dedi: "Ben işte cânânem"



Beni çağırdı âteş gâlibâ İmrân'ın Mûsâ’sıyem

Düşüp tîhe belâ çektim ve tattım menn ü selvâyı

Tamam kırk yıl ki Mûsâ gibi sahrâlarda dönmekteyem"

 

İşte Mûsâ (a.s.), bu sebebe dayanarak ateşi buzağı sûretine Mûsâllat etti ve yakıp külünü denize savurdu. Ve bu fiili ile Hak Teâlâ hazretlerinin böyle bir tecellîsi gerçekleştiğinde sûrî çoklukların buzlar gibi eriyeceğini ve maddesel zerrelerin hepsinin kül gibi savrulup yok olacağını gösterdi. Nitekim ölüm dediğimiz hal, bunun her an gördüğümüz apaçık şâhididir. Çünkü ölüm, zâtî tecellîdir. Ölüm korkusu ile titreyenler, ancak bizim gibi vehmî vücûdunun kendi malı olduğunu zannedenlerdir. Bu vehimden kurtulup hakîkî mû'min bulunan evliyâullah ise bu tecellînin isteklileridirler. Nitekim hadis-i şerîfte “Ölüm mü’mine en kıymetli hediyedir” buyurulmuştur.



Ve hayvana gelince, o irâde ve garaz sâhibidir. Bundan dolayı ba'zen, ba'zı itâat ettirmede ondan istenileni yapmama gerçekleşir. Şimdi ondan bunun kuvveti gözükecek olursa, insanın ondan istediği şey için, ondan dikbaşlılık gözükür ve eğer onun bu kuvveti olmazsa, yâhut hayvanın garazına uygun olursa, ondan onu istediği şey için kabûl edici olarak boyun eğer. Nasıl ki insan, Allâh'ın onunla yükselttiği şeyde, ondan umduğu mal yönünden, kendisinin benzerine boyun eğer. Öyle mal ki ba'zı hallerde ondan "ücret" olarak söz edilir. Ve onun sözünde “ve refa’nâ ba’dahüm fevka ba’dın derecâtin li yettehıze ba’dühüm ba’dan suhriyyen” (Zuhrûf 43/32) yâ'nî "Biz onların ba'zısını ba'zısının dereceleri üzerinde yükselttik; tâ ki onların ba'zısı ba'zısının emrinde çalışmayı kabûl etsinler" buyrulmuştur. Şimdi onun benzeri olan kimse, ona insâniyyetinden değil, ancak hayvâniyyetinden itâat edici olur. Çünkü iki benzer zıttırlar. Bundan dolayı onu, mal veyâ mevkî ile derece olarak daha yüksek olan, insâniyyeti ile itâatkâr eder. Ve bu diğeri ona, insâniyyetinden değil, ya korkudan ya da tamah ederek hayvâniyyetinden itâatkâr olur. Şu halde kendi benzeri olan ona itâatkâr olmadı. Kara hayvanları arasında uyuşmazlıktan gerçekleşen şeyi görmez misin? Çünkü onlar benzerdirler ve benzerler zıtlardır. Ve bunun için “ve refea ba’daküm fevka ba’dın derecâtin” ya’nî “ba’zınızın derecelerini diğer bir kısmınızın üstüne yükseltti”(En’âm 6/165) dedi. Böyle olunca o, onun derecesinde onunla berâber değildir. Bundan dolayı, itâat ettirme dereceler yönünden gerçekleşti (8).

Ya'nî ma’denlerde irâde olmadığı için, hiç i’tirâz etmeden kendisinde tasarruf eden kimsenin hükmüne tâbi' olur. Hayvana gelince, onda irâde ve garaz olduğundan, kendisinde tasarruf etmek isteyen kimsenin ba’zı tasarruflarına ba'zı zaman muhâlefet eder. Bundan dolayı hayvan, kendisinde mevcût olan irâde ve garazı göstermek için, kendisinde kuvvet bulacak olursa, insanın irâdesine karşı dikbaşlılık eder. Örneğin ba'zı atlar vardır ki, ancak sâhibinin üstüne binmesine izin verir; onun dışındakilerin binmesi irâde ve garazına uygun değildir. Eğer ona yabancı bir kimse binmek ister ve onu zaptedemeyecek kadar da acemi olur ise, o at irâde ve garazını göstermek için kendinde kuvvet bulacağından, o yabancıya karşı dikbaşlılık edip üstüne bindirmez. Ve eğer hayvanda irâde ve garazını gösterecek kuvvet bulunmazsa, ya'nî yabancı binici, usta olup o atı zaptedebilirse veyâhut insanın garazı, hayvanın garazına uygun olur ise, ya'nî ancak sâhibinin binmesine izin veren o ata sâhibi binecek olursa, hayvan kabûl edici olarak boyun eğer ve itâatkâr olur.

Nitekim, Allah Teâlâ hazretleri bir insanı "mevkî" gibi zâhirî ve "ilim" gibi bâtınî bir derece ihsânıyla yükseltir. Ve derecesi yükseltilmiş olan bir insana, onun benzeri olan diğer bir insan, ondan mal ve ilim umduğu için, boyun eğici olur ve onun tasarrufu altına girer ve o umulan mala ba'zı hallerde "ücret" ta'bîr edilir. Ya'nî bir mevkî sâhibine hizmetkâr olan bir kimse mal karşılığında onun emrine boyun eğer ki, bu halde o mala "ücret" ismi verilir. Ve umulan mala ba'zı hallerde ücret ismi verilmez. Örneğin bir kimse kendisiyle münâsebeti bulunan mevkî sâhibi veyâ zengin bulunan bir adama, bana ihsân eder veyâ ihtiyâcım olduğu bir zamanda bana borç verir düşüncesiyle onu gücendirmemek için emrine itâat eder. Ve bu derece yüksekliği Hak Teâlâ hazretlerinin “ve refa’nâ ba’dahüm fevka ba’dın derecâtin li yettehıze ba’dühüm ba’dan suhriyyen” (Zuhrûf, 43/32) ya'nî "Biz onların ba'zısını ba'zısının dereceleri üstüne yükselttik; tâ ki onların ba'zısı ba'zısını itâat edilen edinirler" sözünde beyân buyurulmuştur

Şimdi mevkî sâhibi olan bir insana, kendi gibi bir insan olan kimsenin itaât etmesi, o tâbi' olan şahsın insâniyyeti yönünden değil, belki hayvâniyyeti yönünden kaynaklanır. İnsâniyyeti yönünden tâbiî olmak ve tâbiî olunmak mümkün değildir. Çünkü her iki insan birdiğerinin benzeri ise de başka başkadır. Ve birdiğerinden başka olan iki benzer ise zıttırlar. Ve iki zıt ise, “İki zıt birleşmez” kâidesince bir arada olmazlar. Bundan dolayı kadri ve derecesi mal ve mevkî ile daha yüksek olan kimse, diğer şahısları insâniyyeti ile itâat ettirir ve ona tâbi' ve itâat etmiş olanlar ise, insâniyyetleri yönünden değil, belki korkudan ve tamah ederek hayvâniyyetleri yönünden itâatkâr ve tâbi' olurlar. Böyle olunca bir insan kendi gibi olan bir insana tâbi' olmamış ve boyun eğmemiş olur. Her ne kadar perde ve gaflet ehli, bir insanın diğer insana tâbi' olduğunu zannederlerse de, bu tâbi’ olmak ve tâbi’ olunmak mes'elesinin iç yüzü bahsedildiği şekildedir.

Kara hayvanları arasındaki uyuşmazlığı görmüyor musun? Hiçbirisi diğerinin tasarrufu altına girmek istemez ve aralarında her an kavga eksik değildir. Çünkü birisi diğerinde tasarruf etmek ister, diğeri ise ona karşı dikbaşlılık eder. Çünkü onlar hayvâniyyette birdiğerinin benzeridir ve benzer olanlar ise birdiğerinin zıttıdırlar. Meğer ki iki hayvanın garaz ve irâdeleri birdiğerine uygun düşsün; o zaman biri diğerine boyun eğici olur. Ve örneğin dişi hayvan irâde ve garazına uygun düştüğü zaman, erkek hayvanın münâsebetine müsâade eder; aksi halde dikbaşlılık eder. Ve birdiğerinin benzeri olup zıt olanlar, birbirine boyun eğmedikleri için, Hak Teâlâ hazretleri insana hitâben “ve refea ba’daküm fevka ba’dın derecâtin” (En'âm, 6/165) ya’nî “Allah Teâlâ ba'zınızı ba'zınızın dereceleri üzerine yükseltti” buyurdu. Böyle olunca tâbi' olan tâbi’ olunanın derecesinde onunla berâber değildir ve tâbi’ olunan derecede tâbi' olandan daha yüksektir. Bundan dolayı itâat ettirme, dereceden dolayı gerçekleşir.

Ve teshîr ya’nî itâat ettirme iki kısım üzerinedir. Biri itâat ettiren için murâd olan itâat ettirmedir ki, itâat eden şahsı itâat ettirmede zorlayıcıdır. Her ne kadar insâniyyette onun benzeri ise de, efendinin köleyi itâat ettirmesi gibidir. Ve her ne kadar onun için benzer iseler de, sultanın idâresi altındakileri itâat ettirmesi gibidir. Şimdi onları derece ile itâat ettirdi. Ve diğer kısım, hâl ile itâat ettirmedir. İdâresi altında olanların meliki itâat ettirmeleri gibidir ki, onlardan zulmü men' etmekte ve onların himâyelerinde ve onlara düşmanlık eden kimsenin öldürülmesinde ve onların mallarını ve nefislerini onların üzerine, onun muhâfazasında, onların emriyle kâimdir. Ve bunun hepsi idâre altındakiler tarafından hâl ile itâat ettirmedir ki, meliklerini bunlarda itâat ettirirler. Ve hakîkatte "mertebenin itâat ettirmesi" olarak isimlendirilir. Şimdi mertebe onun üzerine bunlar ile hükmetti. Böyle olunca meliklerden ba'zısı kendi nefsi için çalıştı ve onlardan ba'zısı bu işe ârif oldu. Bundan dolayı bildi ki, mertebe ile kendi idâresi altındakilerin itâat ettirmesindendir. Şimdi onların değerlerini ve haklarını bildi. Böyle olunca Allah Teâlâ, bunun üzerine ona, işe bulunduğu hâl üzere ârif olan âlimlerin mükâfatını ücret olarak verdi. Ve Allah Teâlâ kullarının işlerinde olduğundan dolayı, bunun benzeri mükâfat, Allah üzerine olur. Şimdi âlemin tamâmı onun üzerine itâat ettirilen ismi verilmesi mümkün olmayan Hakk'ın zâtını itâat ettiricidir. Ve Hak Teâlâ “külle yevmin hüve fî şe’nin” (Rahmân, 55/29) ya'nî "O her anda bir iştedir" buyurdu (9).

Ya'nî "teshîr-itâat ettirme" iki kısım üzerine olur: Bir kısmı, itâat ettiren kimseye isnâd olunan itâat ettirmedir ki, kendisine itâat eden ve tâbi' olan şahsı itâat ettirmesinde zorlayıcıdır. Ya'nî bu kısım itâat ettirme, zorlayıcı itâat ettirmedir. Nitekim, bir köle insâniyyette efendisinin ve idâre altındakiler de pâdişahlarının benzeri iseler de efendi kölesine ve pâdişâh idâresi altındaki fertlerden birisine bir şey emrettiği ve teklîf ettiği zaman, onlar zorunlu olarak kendi keyif ve irâdelerini terk ederler ve köle efendisinin, idâre altındakiler de pâdişâhının irâdesine tâbi' ve itâatkâr olurlar. Bundan dolayı efendi kölesini ve pâdişâh idâresi altındakileri derece ile itâat ettirirler. Ve itâat ettirmenin diğer kısmı, hâl ile itâat ettirmedir. Bu da idâre altındakilerin pâdişâhı itâat ettirmesi gibidir ki, pâdişâh idâresi altındakilerden zulüm ve cefâyı engellemek ve onları himâye etmek ve idâresi altındakilere düşmanlık eden milletler ile savaşmak ve onların mallarını ve canlarını muhâfaza etmek husûslarında idâresi altındakilerin emriyle kâimdir. Bu sayılan işlerin hepsi, idâre altında olanlar tarafından hâl ile itâat ettirmedir ki, pâdişâhlarını bu işlerde itâat ettirirler. Ve pâdişâh bu husûslarda idâresi altındakilerin itâat edeni ve tâbi'idir. Bu itâat ettirme zâhirde hâl ile itâat ettirme ise de, hakîkatte mertebenin itâat ettirmesidir ve bu mertebe de saltanat mertebesidir. İşte bu saltanat mertebesi pâdişâhın üzerine bahsedilen bu işlerin hepsiyle hükmetti. Ve pâdişâh da kendi saltanat mertebesinin gereğine tâbi' ve itâatkâr oldu.

Şimdi pâdişâhlardan ba'zısı kendi nefsi için çalıştı. Ya'nî idâresi altındakilerin mal ve canları korunsun ve onların mallarından ve servetinden istifâde edeyim ve idârem altındakiler kuvvetli olsun, onlar vâsıtasıyla iç ve dış düşmanlarımdan intikâm alayım ve azimü'ş-şân bir pâdişâh olup kimseler bana karşı çıkmaya cesâret edemesin" diyen bir pâdişâh kendi nefsi için çalışır. Ve pâdişâhlardan ba'zısı bu işe ârif olarak, kendi mertebesi ile idâresi altındakilerin bu itâat ettirmesinde olduğunu ve bundan dolayı onların değerlerini ve haklarını bildi. Bu takdirde Allah Teâlâ hazretleri onun bu irfânı üzerine o pâdişâha, işin hakîkatine ârif olan âlimlerin mükâfatını mükâfat olarak verdi. Ve Allah Teâlâ kullarının işlerinde ve fiillerinde ve amellerinin sûretlerinde tecellî edici olduğu için, onlarda Hakk'ı müşâhede eden ve kulların zâhiri dolayısıyla, Hak Teâlâ'nın itâat ettirmesinde bulunduğunu bilen böyle bir ârif sultânın mükâfatı Allah üzerinedir. Çünkü Allah Teâlâ hazretleri, kullarının işleri ve onların ihtiyaçlarının yerine getirilmesi üzerinedir. Bir kimse nefsinin istemesinden dolayı olmayıp ancak Allah için bununla kâim bulunursa, şüphesiz böyle bir kimsenin mükâfâtı Allah üzerine olur.

Şimdi âlemin tamâmı Hakk'ın zâtını itâat ettiricidir. Fakat âlem Hakk’ın zâtını itâat ettirmekle berâber O'na “Müsahhar" ya'nî “Tâbi olan” ismini vermek mümkün değildir. Ve Hak Teâlâ “külle yevmin hüve fî şe’nin” (Rahmân, 55/29) yâ'nî “O her anda bir iştedir” buyurdu. Bu şân ise, ancak kullarının işleridir.

Bilinsin ki, diğer fasslarda da birçok kere beyân buyurulduğu üzere hakîki vücûd, ancak Hakk'ın bir olan latîf vücûdundan ibârettir. Bu hakîkî latîf vücûd sonsuz isimleri dolayısıyla, kesâfet mertebelerine tenezzül edip muhtelif sûretler ile taayyün etmiş ve kayıtlanmıştır. Bundan dolayı kulların işlerinde vücûd ve hakîkat yönünden tecellî edici olan ancak Hak'tır; aslâ ortada gayr yoktur. Gayrılık ismi onun taayyün ve kayıtlanması yönünden olur. Ve İlyâs Fassı'nda "Vücûd"un etken ve edilgen kısımlarına kısımlanmış olduğu beyân edilmiş idi. Ya'nî Hakk’ın bir olan ayn’ı bir i'tibâr ile "etken" ve bir i'tibâr ile "edilgen"dir. Âlem Hakk'ın zâhiri olup edilgendir ve Hak ise âlemin bâtını olup etkendir. Bundan dolayı itâat ettiren ve itâat ettirilen ancak Hakk'ın kendi nefsidir ve gayr yoktur ki Hak, onun itâat edeni olsun.



Yüklə 7,33 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   75   76   77   78   79   80   81   82   ...   90




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin