Soru: Aşırı riyâzâtla salt akıl makâmına çıkan İdrîs (a.s.)’ın taayyün eden sûreti, Baalbek beldesine inmiş olan İlyâs (a. s.)’ın aynı mıdır; yoksa gayrı mıdır?
Cevap: İdrîs ve İlyâs (aleyhime's-selâm) ayn ve hakîkat cihetinden birdir ve birdiğerinin aynıdır. Ve sûrî taayyün ve şahsi zuhûr yönünden iki kimsedir ve birdiğerinin gayrıdır; çünkü bir olan ayn olan Hak isimleri dolayısıyla çokluk sûretlerinde zâhir olur. Ve mâdemki çokluk sûretlerinde zâhir olan bir ayn’dır; bundan dolayı onun zâhir olduğu sûretlerden her bir sûretin "ayn"ı, diğer bir sûretin veyâ sûretlerin "ayn"ının aynıdır; ve bir olan ayn’ın zâhir olduğu o sûretler arasında aykırılık bulunması dolayısıyla da her bir sûretin' "ayn"ı, diğer bir sûretin veyâ sûretlerin "ayn"ının gayrıdır.
Şimdi muhakkak tabîatın rahmânî nefesin aynı olduğu üzerine keşif olunursa, muhakkak kendisine çok çok hayırlar verildi. Ve onunla berâber eğer bizim bahsettiğimiz şey üzerine yetinirse, o halde aklı üzerine hâkim olan ilâhî bilgiden bu kadarı ona yeter; bundan dolayı âriflere katılır (23).
Ya’nî hayvâniyyet mertebesi ile tahakkuk edip kesîf olan tabîî ve unsursal maddelerin katkısı olmaksızın salt akıl olmak latîf mertebesine geçen ve kendisini tabîî kayıtlardan temiz olan salt akıl mertebesinde bulan sâlike, tabîatın, rahmânî nefesin aynı olduğu açılsa bu sâlîke çok çok hayır verilmiş olur. Çünkü bu mertebede, bu açılım ba'zı meşreblere hâsıl olur ve ba'zı meşreblere de hâsıl olmaz. Meşrebler çeşitli olduğu için ba'zı zâtlar Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.) efendimizin yüksek keşiflerine aykırı sözlerde söylemişlerdir.
Bu cümleden olarak İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât'ının otuz birinci mektûbunda yazar ki; "Hak ehli arasında karar kılınmış olduğu üzere Hak teâlâ’nın ihâtası ve yakınlığı ilmîdir ve Hak Sübhânehû hiçbir şey ile birleşmiş değildir. Zorunlu olan vücûd imkân dâhilinde olan vücûd ile birleşmez; Hak Sübhânehû ve Teâlâ benzersiz ve nasılsızdır; ve âlem baştan başa benzerler ve nasıllar dağı ile vasıflanmıştır. Benzersiz benzeri olanın aynı demek, Vâcib Teâlâ'ya imkân dâhilinde olanın gayrı değildir, demektir. Kadîm asla sonradan olanın aynı olmaz. Çünkü hakîkatlerin değişmesi akıl olarak ve şerîat olarak muhaldir ve birini diğeri üzere yüklemenin sıhhati aslen ve re'sen muhaldir. Acâiptir ki Şeyh Muhyiddîn (r.a.) ve onun tâbi'leri Zât-ı vâcib Teâlâ'ya "mutlak mechûl" derler; ve hiçbir hükümle hüküm verilen bilmezler. Bununla berâber zâtî ihâta ve zâtî berâberlik yakınlığı ispât ederler. Bu ise ancak Zât-i Teâlâ ve Tekaddes üzerine hüküm ve cesârettir. Bundan dolayı doğru olan, ehl-i sünnet ve cemâat âlimlerinin buyurdukları ilmî yakınlık ve ilmî ihâtadır."
İşte bu ifâdeler Şeyh-i Ekber ve misk-i ezfer efendimizin irfan meşreblerine aykırıdır, fakat ihtilâf meşrebtedir. Ve şüphe yok ki İmâm-ı Rabbâni'nin meşrebi hazret-i Şeyh-i Ekber'in yüksek meşrebinden aşağıdadır.
Şimdi rahmânî nefesin tabîî sûretlerde ve tabîî sûretlerin de rahmânî nefeste açığa çıkışı yönüyle, rahmânî nefesin tabîî sûretlerin aynı olduğu sâlike açılırsa ona tam bir ilâhî hikmet verilmiş olur ve bu hikmet dahi, sonsuz olan varlıksal hálk edilmiş ayn’ların sûretlerini Hakk'ın bir olan vücûdunun çevirmesidir; ve çok çok olan hayır ise Hakk’ın bir olan vücûdudur. Ve rahmânî nefes, Şuayb Fassı'nın başlarında ve Îsâ Fassı'nda geçti; ayrıntıları oradan anlaşılır. Ve eğer sâlik bizim bahsettiğimiz şey üzere salt akıl makâmıyla yetinir ve tabîî sûretlerde zâhir olan muhtelif hükümlerin, tabîî sûretlere inen sâbît ayn’ların ma'nâları olduğu ona açılmaz ise, kuramsal aklı üzerine hâkim olan ilâhî bilgiden bu kadar bilgi ona yeter ve bu kadar bilgiyle dahi ârifler zümresine katılır.
Ve bunun indinde “Fe lem taktulûhüm ve lâkinnallâhe katelehüm” ya’nî “Onları siz öldürmediniz ancak öldüren Allah’tı” (Enfâl, 8/17) ilâhî kelâmını zevkan ya’nî bizzat hakîkatini yaşayarak ârif olur. Ve onları ancak demir ve vurucu âletler ve bu sûretleri hálk eden öldürdü. Bundan dolayı hepsinin bir araya gelmesiyle öldürme ve atma gerçekleşti. Şimdi işleri asıllarıyla ve sûretleriyle müşâhede eder. Şu halde tam olur. Eğer nefsi müşâhede ederse tamâm ile kâmil olur. Bundan dolayı gördüğü şeyin aynını Allah'tan gayrı görmez. Şimdi göreni görülenin "ayn"ı görür ve bu kadar kâfidir. Ve Allah Teâlâ muvaffak eden ve Hâdî'dir (24).
Ya'nî sâlik kuramsal aklı üzerine hâkim olan yukarıda anlatılmış olan ilâhî bilgiyi öğrendiği zaman, tabîatın ancak Rahmân olduğunu zevkan ârif olur.Ve bundan dolayı “Fe lem taktulûhüm ve lâkinnallâhe katelehüm” (Enfâl, 8/17) ya'nî "Îmân ehli kâfirleri öldürmediler; velâkin onları Allah Teâlâ öldürdü" âyet-i kerîmesi ki, tabîatın ancak Rahmân olduğuna delîldir; bunun ma'nâsını zevkan ya’nî bizzat hakîkatini yaşayarak anlar. Oysa vücûdlarında fikirsel bakış açılarına dayalı olan akılları hükmeden felsefe ehli buna ihtimal vermezler ve zâhir âlimleri bu hükmü vermekten korkarlar. Çünkü Hakk'ı imkân dâhilindeki vücûttan tam bir şiddetle resmî tenzîh ile tenzîh etmek vehimlerine uygun gelir. Sırf tenzîh ise, Hakk’ı sınırlamaktır. Çünkü bir şey bir şeyden tenzîh edilince ikisinin sınırları ayrılmış olur. Bundan dolayı vücûtlarında aklı hâkim olan kimseler yarım ilâhî bilgi sâhibidirler. Fakat aklın kulluğundan kurtulan ve Allah Teâlâ tarafından aklına tecellî ile ilâhî bilgi ihsân edilen kimse, Hakk'ı tenzîh etmesi gereken yerde, resmî tenzîh ile değil, hakîkî tenzîh ile tenzîh eder ve tecellînin verdiği ilâhî bilgi gereğince Hakk'ın vücûdunun dışında bir vücûd ve sûret müşâhede etmeyip belki tabîatın Rahmân'ın "ayn"ı olduğunu zevkan bildiğinden, teşbîh etmesi gereken yerde de, kendinin müşâhedesi ve keşfi üzerine Hakk'ı teşbîh eder. İşte buna binâen zikrolunan âyet-i kerîmenin ma'nâsını zevkan anlar.
Çünkü küfür ehlini savaş esnâsında ancak demirden yapılmış silahlar ve top ve tüfek gibi diğer âletler ve bir de vurucu ve atıcı olan mü'minlerin sûretleri ve mü'minlerin sûretlerini hálk eden Hak, öldürdü. Bundan dolayı “öldürmek” ve “atmak” bunların tümüyle birden gerçekleşti. İşte salt akıl mertebesine yükselip bu mertebeye mahsûs olan tecellînin verdiği ilâhî bilgi ile yetinen sâlik, bu dünyâda ve duyular âleminde gördüğü işleri böylece esaslarıyla ve sûretleriyle müşâhede eder ve bu kadar ilâhî bilgi ile ârifler zümresine katılır; ve ilâhî bilgide tamâm olur, ya'nî noksan ma'rifet olmaz. Fakat sâlik salt akıl makâmına yükseldikten sonra hayvâniyyet makâmı olan şehvet makâmına iner ve rahmânî nefesin tabîî sûretlerin "ayn"ı olduğunu müşâhede ederse, önceki makâmda tahsîl ettiği tam ma'rifet ile berâber kâmil olur, ya'nî ma'rifette kemâl sâhibi olur ve ma'rifetin son noktasına ulaşır. Bu kâmil olan tam ma'rifet sâyesinde, gördüğü şeyin "ayn"ını görmez; ancak Allâh'ı görür. Ya'nî tayyün etmiş sûretleri görmez, belki her sûrette zâhir ve taayyün edici olan Hakk'ın bir olan vücûdunu görür. Abdullah Balyânî hazretleri ne güzel buyurur! Rubâî:
Tercüme: "Her an Hakk'ı başın iki gözü ile görmedikçe, dâimâ O’nu müşâhede talebinden vazgeçmem. Hak, baş gözü ile görülemez derler. Söyleyen onlardır, ben her an böyleyim."
Şimdi bu müşâhede sâhibi, göreni görülenin "ayn"ı görür. Ya'nî gören, ki kendi nefsidir, görülenin "ayn"ı görür ve bu sûrette de gören ve görülen ve müşâhede eden ve müşâhede olunan bir şey olur. Nitekim, Hallâc-ı Mansûr (k.a.s.) hazretleri bu makâma işâretle buyurur: Beyt:
Tercüme: "Aynda olan bu ayn, sen misin yoksa ben miyim? İkilik ispâtından seni ve beni tenzîh ederim."
Ve Mahmûd Şebüsterî (k.s.) Gülşen-i Râz'larında bu ma'rifeti şu beyitlerde böyle buyururlar. Beyt:
Tercüme: "Yokluk ayna, âlem yansıma ve insan da yansımanın gözü gibidir; onda şahıs gizlidir. Sen yansımanın gözüsün ve Hak da gözün nûrudur. Şu halde, göz ile görülen şeyi kimin gözü görmüş olur?"
Örneğin şahıs aynaya bakar, o şahsın yansıması aynada görünür. Aynaya yansımış olan sûret, bakan şahsın sûreti olduğundan, görende ne var ise görülen olan yansımada da o mevcûttur. Ve asıl olan göz, görenin gözü olduğundan yansıyan sûretin elbet gözü de görülen olur. Ve görenin gözünde görülenin yansımasının sûreti nasıl basılı ise, görülen yansımanın gözünde de, görenin sûreti tamâmı ile basılıdır. Şimdi aslî sûretin gözü, nasıl ki kendi yansımasının sûretine bakıcı ise, yansımanın gözü de öylece asıl göz ile yine o asla bakıcıdır. Bundan dolayı gören, kendi kendine bakar. İşte bu örnekte olduğu şekilde bu müşâhede sâhibi, ki aynaya yansıyan görücünün sûreti mesâbesindedir, onun müşâhedesi görücü olan Hakk'ın müşâhedesidir. Bundan dolayı Hak kendi kendine bakar ve netîcede de gören görülenin ayn’ı olur.
İşte "ünsiyyet hikmeti"nin dayandığı bu kadar ilâhî bilgi, sâlikin kâmil tam ma'rifet sâhibi olması için kâfîdir. Zevkan ya’nî bizzat hakîkatini yaşayarak bu mertebeye ulaşamayan sâlikin himmeti yüksek olursa, Allah Teâlâ hazretleri onu bu mertebeye ulaşmaya muvaffak eder ve ona bu ilâhî bilgide doğru yolu gösterir. Velhamdulillahi alâ zâlike; İşte bu anlatılanlar üzere gerçekten hamd Allah içindir.
23 Eylül 1917; sabah ezânî sâat 02.50; Pazar günü.
BİSMİLLAHİR RAHMÂNİR RAHİYM
-23-
BU FASS LOKMÂN KELİMESİNDE MEVCÛT OLAN “İHSÂNİYYE HİKMETİ” BEYÂNINDADIR
"İhsâniyye hikmeti"nin Lokmân Kelimesine tahsîs edilmesinin yönü budur ki: “Ve lekad âteynâ lukmânel hikmete” ya’nî “Ve andolsun ki Lokmân'a hikmet verdik” (Lokmân, 31/12); "ve men yu’tel hikmete fe kad ûtiye hayran kesîrâ” (Bakara, 2/269) ya'nî "Ve hikmet verilen kimseye, çok çok hayır verildi" âyet-i kerîmesinin şehâdeti yönüyle Hz. Lokmân hikmet sâhibidir ve hikmet verilen kimseye çok çok hayır verilmiş olduğu için o hayır sâhibidir; ve hayır ise, ihsândır ve ihsânın üç mertebesi vardır:
Birincisi: Sözlük ma'nâsıdır ki, lâzım olan şey için gerekli olan fiili, lâzım oluşu yönüyle işlemektir. Nitekim, hadîs-i şerîfde buyrulur: “Allah Teâlâ her şey üzerine ihsânı yazdı; bundan dolayı kurban kestiğiniz zaman, kesmeyi güzel yapınız. Ve savaşarak kâfirleri veyâ kısâs olarak kâtili öldürdüğünüz zaman, güzel öldürünüz!"
İkincisi: Tam bir huzûr ile gûyâ ibâdet edenin Rabb'ini görür gibi ibâdet etmesidir. Nitekim hadîs-i şerîfde: "İhsan, senin Rabb'ini görür gibi ibâdet etmendir" buyrulur.
Üçüncüsü: Rabb'i her şeyle berâber ve her şeyde müşâhede etmektir. Nitekim, Hak Teâlâ buyurur: “Ve men yuslim vechehu ilâllâhi ve hüve muhsinun fe kadistemseke bil urvetil vuskâ e men yuslim vechehu ilâllâhi ve hüve muhsinun fe kadistemseke bil urvetil vuskâ” (Lokmân: 31/22) Ya'nî "Vechini Allâh'a teslim eden kimse, muhsindir. Bundan dolayı muhakkak sağlam bir kulba tutundu." Ya'nî zâtını ve kalbini teslîm ettiğinde Allah Teâlâ'yı müşâhede etti.
Şimdi "hikmet" ile "ihsân" arasındaki bağlantı açıktır. Çünkü "hikmet" sözlükte “Bir şeyi yerine koymak” demektir ve bir şeyi yerine koymak ise, lâzım olan bir iştir. Ve "ihsân" ise lâzım olan bir işi lâzımı yönüyle işlemektir. Hz. Lokmân hikmet sâhibi olduğundan oğluna ihsân ile vasiyet etti. Detayları fassın metninde gelecektir. Hz. Lokmân nebî midir yoksa sâlih bir er midir, bunda ihtilâf vardır. Saîd İbnü'l Müseyyeb nebî olduğunu söylemektedir. Ekserûn ise, velîdir, dediler. Hz. Şeyh-i Ekber (r.a.) nebî olduğunu söyleyerek bu yüksek fassta onların hikmetini beyân buyurdular.
İlâh, rızık irâdesine meylettiği zaman, varlıkların hepsi onun gıdâsıdır (1).
Dâvûd Fassı’nın sonlarına doğru da izâh edildiği üzere meşiyyet ya’nî üst irâde Zât'a ve irâde Mürîd ismine bağlandığı için, aralarında fark vardır. "Meşiyyet ya’nî üst irâde" zâtın açığa çıkmaya meyli ve isteyişidir. Bundan dolayı meşiyyet zâtın aynıdır ve vücûda getirme ile vücûdu kaldırmayı ihâta etmiştir. "İrâde" ise vücûda getirmeye bağlanır. Şu halde meşiyyet, irâdeden daha kapsamlıdır. Gıdâ insan vücûdunda gizlenir ve vücût, gizlenmiş olan bu gıdânın hükümlerinden gelişme ve büyüme bulup kesîflik peydâ eder ve gıdâ vücûdun rızkıdır.
Bu ön bilgi anlaşıldıktan sonra, beyt-i şerîfin şerh olarak ma'nâsı şu olur ki: Allah Teâlâ'nın meşiyyeti ya’nî üst irâdesi, kendi vücûdu için rızık irâdesine bağlandığı zaman, varlıkların hepsi O'nun gıdâsıdır. Çünkü Hak, isimleri ve sıfatları yönünden, şehâdet âleminde ancak varlıksal ayn’lar ile açığa çıkar. Ve zâhir olmaktan ve bâtın olmaktan ve isimlerden ve sıfatlardan i’tibâr kaldırıldığında, zâtı yönünden âlemlerden ganîdir. Şimdi ulûhiyet ya’nî ilâhlık ve vâhidiyyet ya’nî birliksellik mertebesinde, Hakk’ın vücûdunda sâbitlik bulan sâbit ayn’ların, onda gizlenişi ve Hakk’ın vücûdunun, sâbit ayn’lar ile kesîf ve taayyün edici oluşu yönüyle, bu bahsedilen ayn’lar Hakk'ın gıdâsı olur ve Hak bunlar ile rızıklanan olur. Bundan dolayı ilâhî meşiyyet ya’nî üst irâde, rızık irâdesine bağlandığı zaman, varlıksal ayn’ların hepsi Hakk'ın gıdâsı olur. Ve bu konudaki îzâhlar İbrâhîm Fassı'nda geçti.
Ve eğer ilâhî meşiyyet ya’nî üst irâde bizim için rızık irâdesine bağlanırsa, o meşiyyetinin gerektirdiği gibi gıdâdır (2)
Ya’nî Hakk’ın zâtı, açığa çıkmaya meyledip bizi rızıklandırmak isterse, meşiyyetin gerektirdiği gibi, Hak bizim için gıdâdır. Çünkü zâtî üst irâdesi gereğince, Hak kendi zâtına, kendi zâtı ile tecellî ettiğinde zâtında potansiyel olarak bulunan bağıntıların sûretleri, ilminde peydâ olur. Ve bu vâhidiyyet ya’nî birliksellik mertebesinde Hakk’ın zâtı bu ilmî sûretlerde, ya'nî sâbit ayn’larda, gizlenir; ve Hakk’ın zâtı bu şekilde sâbit ayn’ların gıdâsı olup onları kendi vücûdu ile rızıklanmış kılar. Ve bu mertebeden sonra gelen rûhlar ve misâl ve şehâdet mertebelerinde de latîf olan Hakk, kendi vücûdunu, bu sâbit ayn’ları dolayısıyla kesîfleştirmiştir. Bundan dolayı Hak bizi, kendi üst irâdesinin gerektirdiği gibi, kendi vücûdu ile vücûda getirmiştir. Ve gıdâ, gıdâlananda nasıl gizlenmiş ise, Hakk’ın hüviyyeti de bizim vücûdumuzda öylece gizlenmiş olarak bulunmuştur.
Örnek: Bulutun hüviyyeti buhardır. Çünkü bulut buharın kesîfleşmiş şeklidir. Ondan sonra bir derece daha kesîfleşince su olur; yine kesîfleştiği zaman, buz olur. Bulutun, suyun ve buzun vücûtlarında gizli olan buhardır. Bundan dolayı buhar hepsinin gıdâsı olur; ve onların hepsini kendi vücûduyla rızıklanmış kılmış bulunur.
O'nun meşiyyeti, irâdesidir. Bundan dolayı deyiniz ki, O meşiyyetle irâdeyi diledi. Böyle olunca irâde, meşiyetin murâdıdır (3).
Ya'nî "meşiyyet ya’nî üst irâde", Zât'ın aynıdır. Çünkü Zât'ın açığa çıkmaya olan meylidir. Ve "irâde" Mürîd isminin menşe'i olan sıfattır. Ve sıfat ise zâtî işlerden ibâret oluşu yönüyle zâtın aynıdır ve aynı şekilde meşiyyet vücûda getirmeye ve vücûdu kaldırmaya bağlanır. İrâde ise, yalnız vücûda getirmeye bağlanır. Bundan dolayı yok hükmünde olan bir şeyin vücûda getirilmesinde "meşiyyet ya’nî üst irâde" ile "irâde" birlikte ve müttefik olurlar. İşte bu i'tibârlar üzere Hakk'ın meşiyyeti, onun irâdesi olmuş olur. Şimdi Hakk’ın zâtı, açığa çıkmaya meylettiğinde ve istediğinde, bu meşiyyeti ile bütün sıfatların sâbitliğini diledi. Ve irâde ise bu sıfatlardan bir sıfattır. Bundan dolayı Hak bu arada meşiyyeti ile irâdeyi de diledi ve meşiyyet irâdeyi dileyince irâde meşiyyetin murâdı olmuş olur. Bundan dolayı meşiyyet ve irâde hakkında, siz bu bahsedilen hükmü veriniz.
Arttırmayı irâde eder ve eksiltmeyi irâde eder. Oysa O'nun meşiyyetinden başka meşiyyet yoktur (4).
Ya'nî meşiyyet ba'zen arttırmayı, ya'nî yok hükmünde olan şeyin vücûda getirilmesini irâde eder ve ba'zen de eksiltmeyi ya'nî mevcût olan şeyin vücûdunun kaldırılmasını irâde eder. Oysa gerek vücûda getirmede ve gerek vücûdu kaldırmada mutlak meşiyyetten başka Hakk'ın meşiyyeti yoktur.
Şimdi bu, ikisinin arasındaki farktır. Bundan dolayı iyi araştır! Ve bir yönden ikisinin "ayn"ı birdir (5).
Ya’nî yukarıda îzâh edildiği üzere meşiyyet ile irâde arasında bir yönden fark ve ayrılık vardır. Bu farkı iyi araştır! Ve bir yönden de Hakk'ın meşiyyeti, O'nun irâdesi olduğundan ikisinin “ayn”ı müsâvî ve birliktedir.
Allah Teâlâ “Ve lekad âteynâ lukmânel hikmete” ya’nî “Ve andolsun ki Lokmân'a hikmet verdik” (Lokmân, 31/12); "ve men yu’tel hikmete fe kad ûtiye hayran kesîrâ” (Bakara, 2/269) ya'nî "Ve hikmet verilen kimseye, çok çok hayır verildi" buyurdu. Bundan dolayı, Lokmân bu kesin haberler ile ve Allah Teâlâ’nın onun için buna şehâdet etmesiyle, çok çok hayır sâhibi-dir. Ve hikmet ba'zen söylenilir ve ba'zen söylenilmez olur. Lokmân'ın oğluna olan “Yâ büneyye innehâ in teku miskâle habbetin min hardalin fe tekun fî sahretin ev fîs semâvâti ev fîl ardı ye’ti bihâllâhu” (Lokmân, (31/16) ya'nî "Ey oğulcuğum! Muhakkak, insanın rızıkları ve amelleri, eğer hardaldan bir tâne ağırlığınca olsa, o amel ve rızık tânesi bir kaya içinde, yâhut göklerde veyâ yerde bulunsa, Allah Teâlâ onu huzûra getirir" sözü gibi ki, işte bu hikmet, söylenilen hikmettir. O da budur ki: Lokmân Allah Teâlâ'yı, o tâne ile huzûra getirici kıldı ve Allah Teâlâ bunu kitâbında bildirdi ve bu sözü sâdece söyleyen ile sınırlı bırakmadı (6)
Hikmet, eşyânın hakîkatlerine hâliyle ma'rifettir. Çünkü ancak eşyânın hakîkatlerine lâyıkıyla ârif olan kimse, o eşyânın hükmünü mahalline koyar. Hikmetten nasipsiz olanların eşyâ hakkında verdikleri hüküm, yerinde olmaz. Onların hükümleri hatâdan kurtulamaz. Allah Teâlâ hazretleri yukarıda zikredilen âyet-i kerîmede ve yüksek kesin ve açık haberinde şehâdet buyurduğu üzere, Hz. Lokmân'a hikmet verdi ve hikmet ise, çok çok hayırdır.
Ve hikmet ba'zen söylenir ve ba'zan söylenmeden bırakılır. Ve telaffuz edilen ve söylenen hikmet, Hz. Lokmân'ın oğluna hitâben beyân ettiği sözdür ki, Hak Teâlâ onu yukarıda zikredilen âyet-i kerîmede bildirdi. İşte bu hikmet, söylenilen hikmettir. Çünkü Hz. Lokmân, Allah Teâlâ'yı tâne ile huzûra getirici kıldı ve Hak Teâlâ bu sözü, söyleyici olan Hz. Lokmân ile sınırlı bırakmayıp kendi kitâbında zikretti.
Ve bu hikmet, Allah Teâlâ hazretlerinin bütün eşyâyı zâtıyla ve ilmi ile ihâta ettiğini bildikten sonra söylenebîlir. İşte bu söz, eşyânın hakîkatlerinin olduğu gibi ma'rifetine bağlandığı için Hak, onu söyleyen ile sınırlı bırakmadı da, kitâb-ı kerîminde bu hakîkatı ümmet-i Muhammed'e haber verdi. Çünkü Hak Teâlâ:
“Vallâhu min verâihim muhît” ya’nî “Ve Allah, onları arkalarından ihâta edendir” (Bürûc, 85/20) ve “ve hüve meaküm eyne mâ küntüm” (Hadîd, 57/4)
âyet-i kerîmeleri gereğince, bütün ulvî ve süflî mertebeleri zâtı ile ihâta etmiştir. Şu halde, her huzûruna gelici kıldığı rûhâni ve sûri rızıkların ve gıdâların Hak Teâlâ hazretleri, hakîkat yönünden "ayn"ı olur.
Ve söylenilmeyen hikmete gelince, oysa o, hâl işâreti ile bilindi, tâne ile kendisine bir şey getirileni söylememiş olmasıdır. Şimdi, onu zikretmedi ve oğluna "Allah onu sana veyâ senden başkalarına getirir" demedi. Bundan dolayı huzûra gelmeyi genele yaydı ve bakanın, Allah Teâlâ'nın “Ve hüvellâhu fîs semâvâti ve fîl ard” ya’nî "O göklerde, yerde Allah'tır" (En'âm, 6/3) sözüne bakması için dikkâtini çekerek getirileni göklerde veyâhut yerde kıldı (7).
Ya’nî Hz. Lokmân'ın oğluna hitâben söyleyip Kur'ân'da haber verilen sözde söylenilmeden bıraktığı hikmet, tânenin kime getirildiğini beyân etmemesidir. Hz. Lokmân sâdece, tâne ister göklerde, ister yerde ve ister kaya içinde olsun, Allah Tealâ onu huzûra getirir, dedi. Bu tâne kendisine hâzır edilen şahsı zikretmedi; ve Allah, tahsîs ederek o tâneyi sana ve senden başkalarına getirir, demedi. Belki tânenin huzûra getirilmesini genel bir şekilde zikretti.
Ve Hz. Lokmân, bakanın "O göklerde, yerde Allah'tır" (En'âm, 6/3) âyet-i kerîmesine bakması için, dikkât çekmek üzere huzûra getirilen tâneyi göklerde veyâ yerde kıldı. Ve Hz. Lokmân'ın tahsîs etmeyip genelleştirmesindeki hikmet budur ki: Allah Teâlâ, göksel ve yersel taayyünler ile taayyün edicidir ve Hak o taayyünler ile taayyün edince tabi'ki onların hepsinde hâzırdır. Gerek sûrî ve gerek ma'nevî rızıklar da o taayyün etmişler içindedir ve aynı şekilde rızıklanmış olan şahıslar da genelleme ile bu taayyün etmişlere dâhildir. Bundan dolayı Allah Tealâ rızıklanan ile rızkın "ayn"ı olup rızkı bu yönüyle genele getirir. Çünkü Allâh'ın yerde ve göklerde Allâh olması, bütün göksel ve yersel taayyünler ile taayyün edip onlarda hâzır olmasına bağlıdır. Ve eğer taayyünlerin ve rızıklanan ile rızkın gayrı olsa, Hakk'ın vücûdunun sınırlı olması ve onun vücûdunun sınırlarının, bunların sınırlarından ayrı bulunması lâzım gelip bu şekilde genele rızık verilmesi güç olurdu. Bundan dolayı Allah Teâlâ latîf vücûdunu kesîfleştirip bizim yok hükmünde olan ayn’larımızın gıdâsı ve rızkı olduğu gibi, varlıksal ve duyusal vücûtta da gıdâ sûretinde bizim rızkımız oldu.
Ey hakîkat tâlibi, bu sözlerden ürkme! Vücûd birdir, o da Hakk’ın hakîkî vücûdudur. O hakîkî vücûd her bir mertebede birer sûretle tecellî edici olur. Çok olan sûretler, isimlerinin çokluğundan kaynaklanmaktadır. Vahdet-i vücûdu ya’nî vücûdun birliğini tasdîkten ürken ancak vehimlerdir. Çünkü vehimsel bakış Hakk'ın vücûduyla varlıkların vücûdunu ayrı görür.
Şimdi Lokmân söylediği şeyle ve söylemediği şeyle, muhakkak Hakk’ın, her bilinenin “ayn”ı olduğunu haber verdi. Çünkü ma’lûm ya’nî bilinen, şeyden daha kapsamlıdır. Bundan dolayı bilinen, belirsizlerin en belirsizidir (8).
Ya'nî Hz. Lokmân oğluna hitâben söylediği söz ile, Hakk’ın her bilinenin "ayn"ı olduğunu haber verdi ki, yukarıda biraz izâh edilmiş idi. Ve aynı şekilde söylemeyip, bu sözde hâl işâreti ile bize haber verdiği şey de, yine bu ma'nâdır. Çünkü taayyünlerin her biri ve taayyünlerin içinde olan her bir rızık bilinen şeyden ibârettir ve Hakk’ın bu bilinen olan taayyünlerin ne şekilde "ayn"ı olduğu yukarıda izâh edildi. İşte Hz. Lokmân'ın söylediği sözle haber verdiği ma'nâ budur. Ve kesîf şehâdet âleminde taayyün etmiş olan bilinen olan eşyâdan her birinin, kendi sâbit ayn’larının gölgeleri oluşu ve sâbit ayn’ların ise, ilâhî ilimde sâbit olan isimlerin bilinmiş olan sûretleri bulunuşu yönüyle, Hak bunların da "ayn"ı olur. Diğer bir ta'bîr ile Hak, açığa çıkan hâricî ayn’ların "ayn"ı olunca, onların bâtını olan sâbit ayn’ların da "ayn"ı olur. Bundan dolayı Hak, bir şeyin zâhirinin "ayn"ıdır; diye söylemekle yetinilip, Hak o şeyin batınının "ayn"ıdır; denilmekten sessiz kalınsa, hâl işâreti ile bu ma'nâ haber verilmiş olur. Böyle olunca Hz. Lokmân gerek söylediği ve gerek söylemediği şeyle, Hakk’ın her bilinenin "ayn"ı olduğuna dikkat çekmiş oldu.
Hz. Şeyh (r.a.) burada: "Hak her şeyin "ayn"ıdır" demedi de, "Hak her bilinenin aynıdır" dedi. Bunun sebebi nedir? diye sorulsa, cevâbı budur ki: Çünkü "bilinen" şeyden daha kapsamlıdır. Bundan dolayı bilinen belirsizlerin belirsizidir. Bunun îzâhı budur ki, "bilinen"in üç ve “şey”in iki mertebesi vardır. Bilinenin mertebeleri şunlardır:
1. İlk taayyün olan vahdet ya’nî birlik mertebesinde Hakk'ın bütün zâtî işlerinin ayrıntıları helâk olmuştur; hiçbirisi diğerinden ayrılmış değildir ve Hak bu mertebede kendi zâtında potansiyel olarak bulunan bağıntılarını ve işlerini icmâl olarak bilir ve bu ilim, Hakk'ın kendi zâtına olan ilmidir ve kadîmdir ve "ilim ya’nî bilmek", "âlim ya’nî bilen" ve "ma'lûmun ya’nî bilinenin" bu mertebede bir şey oluşu yönüyle, Hakk'ın bu ilmi, ma'lûma ya’nî bilinene tâbi’ değildir. Ve bütün zâtî bağıntılar ve işler burada birdiğerinin aynı olduğundan, bunlara "şeyler" denilemez. Ve “Hel etâ alel insâni hînun mined dehri lem yekun şey’en mezkûrâ” ya’nî “İnsanın üzerinden uzun bir zaman geçmedi mi, o zikredilen bir şey değildi” (İnsân, 76/1) âyet-i kerîmesinde bu ma'nâya işâret buyurulur. Şu halde bu mertebede işlerden hiç birisi zikredilen bir şey değil iken, Hakk’ın indinde ma'lûm olan ya’nî bilinen ancak yine Hak'tır.
2. Zâtının aynı olan Hakk’ın meşiyyeti ya’nî üst irâdesi ile, ya'nî Hakk'ın zâtının açığa çıkmaya olan meyli ile, Hakk'ın zâtında potansiyel olarak bulunan işler ilâhî ilimde taayyün edip ilmî taayyün elbisesi giyerler; ve ilâhî ilimde ne sûretle taayyün etmişlerse, o sûretle Hakk'ın bilineni olurlar ve bu işlerin her biri bu mertebede birdiğerinden ayrılırlar. İşte bu ilmî sûretlere "gaybî şeyler" denilir ve bu mertebenin adı vâhidiyyet ya’nî birliksellik mertebesidir ki, Hakk'ın latîf zâtının vahdet ya’nî birlik mertebesinden bu mertebeye inmesinden ibârettir. Hissî ve şehâdetsel vücûda gelen herbir vücût, ilâhî irâde ile, bu mertebeden inerek mevcût olur.
Dostları ilə paylaş: |